Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

XII. BÖLÜM


Büyükanne oldukça belirgin bir öfke içindeydi; belli ki ruleti kafasına fena hâlde takmıştı. Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu, bütün düşüncesi ruletti. Örneğin, yolda daha önce sorduğu gibi sorular sormuyordu. Yalnız bir ara yanımızdan hızla geçen şatafatlı bir arabayı görünce elini sallayarak,

"Bu da ne? Kimin arabası bu?" diye sordu.

Ama görünüşe bakılırsa yanıtımı işitmemişti bile. Dalgınlığından sıyrılırken durmadan sabırsızca ve sertçe el kol hareketleri yapıyordu. İstasyona yaklaştığımız sırada Baron ile Barones Wurmerhelm'i gösterdim; onlara doğru dalgın dalgın baktı ve ilgisiz bir tavırla,

– Hımmm! dedi; sonra arkamızdan gelmekte olan Potapiç'le Marfa'ya dönerek çıkıştı: Ne diye takıldınız ardıma? Her seferinde sizi yanıma alacak hâlim yok ya canım! Hadi bakalım, doğru eve!

Marfa ile Potapiç geri dönüp hızla uzaklaşırlarken bana dönerek,

– Sen yetersin bana, diye ekledi.

İstasyonda büyükanneyi bekliyorlardı. Hemen başına üşüştüler, krupiyenin yanındaki aynı yere oturttular. Her zaman ağırbaşlı ve resmî pozlara bürünen krupiyeler kasanın kazanmasını ya da kaybetmesini umursamayan sıradan görevlilermiş gibi görünürler. Ama aslında kasanın zarara girmesini istemezler. Öyle sanıyorum ki, kumarbazları oyuna çekmek ve işletmenin çıkarlarını gözetmek için iyi bir uyarı almışlardı. Bunun karşılığında ise birtakım primler ve ikramiyeler alırlar. Büyükanneye yolunacak bir kaz gözüyle baktıkları kesindi. Gerçekten de sonradan öyle şeyler oldu ki, bizimkilerin korktukları başlarına geldi.

Bakın bu iş nasıl oldu:

Büyükanne masaya oturur oturmaz hemen zéroya saldırdı ve on iki Frederik altını birden koymamı emretti. Bir kez, iki kez, üç kez koyduk... Ama zéro gelmedi.

Büyükanne sabırsızlıkla beni dürterek:

"Sür, sür!" diyordu.

Ve ben de dediğini yapıyordum.

En sonunda, hırsından dişlerini gıcırdatarak,

Bu yitirdiğimiz kaçıncı el oluyor? diye sordu.

– Bu on ikinci oluyor, büyükanne, Yüz kırk dört Frederik altını kaybettik. Size söylemiştim büyükanne, belki de bu akşam hiç çıkmaz...

Büyükanne,

– Kes sesini! diye lâfı ağzıma tıkadı. Zéroya oynamana bak sen. Şu bin guldeni de al, kırmızıya koy.

Kırmızı kazandı ama zéro yine çıkmamıştı; neyse ki bin guldeni kaptırmamıştık.

Büyükanne,

– Gördün mü, gördün mü! diye fısıldadı. Kaybettiğimizin çoğunu kurtardık işte. Yine zéroya oyna, on el daha oynardıktan sonra bırakırız.

Ancak büyükanne daha beşinci elde sıkılıverdi:

– Yerin dibine batsın şu uğursuz zéro! Al şu dört bin guldeni kırmızının üstüne koy.

– Büyükanne! Bu kadarı çok fazla, ya kırmızı gelmezse ne olacak? diye yalvardım ama dinleyen kim, büyükanne neredeyse pataklayacaktı beni. -zırt pırt dürtmesi, itip kakması dövmekten farksızdı aslında- Elimden bir şey gelmezdi. Çaresiz, az önce kazandığımız dört bin guldeni kırmızının üstüne koydum. Tekerlek döndü. Büyükanne kazanacağından kesinlikle emin ve kurumlu bir havayla, serinkanlılıkla oturuyordu koltuğunda.

Krupiye,

"Zéro!" diye bağırdı.

Büyükanne önce anlamadı ama krupiyenin masanın üzerindeki paralarla birlikte dört bin guldeni de kürekle çekip aldığını görünce aklı başına geldi; uzun zamandır çıkmayan, iki yüz Frederik altını yitirmemize yol açan zéronun, tam da ondan yüz çevirdiğimiz bir sırada inadına yaparcasına çıktığını anlayınca elini kolunu sallayarak çığlığı bastı; salonda görmeyen kalmamıştı bu durumu. Çevresindekiler gülüşmeye başladı.

Büyükanne,

– Vay uğursuz vay! Durdu durdu da ne zaman çıktı, kör olası! diye bağırıyordu. Ah kahrolası, ah kahrolası zéro! Senin yüzünden! Hep senin yüzünden!

Hışımla bana dönmüş itip kakıyordu.

– Ondan sen caydırdın beni!

– Ben size mantıklı olmanızı söyledim, büyükanne. Her şanstan da ben sorumlu olamam ki!

Büyükanne tehdit edercesine,

– Başlarım şimdi şansından! diye homurdandı. Çekil git başımdan!

– Hoşça kalın, büyükanne.

Ve gitmek için arkamı döndüm.

– Aleksi İvanoviç, Aleksi İvanoviç, dur! Nereye gidiyorsun kuzum? Niçin, ne oldu ki şimdi, ne oldu ha? Hemencecik de kızıverirsin! Aptal! Hadi hadi kal, birazcık daha kal; gel hadi kızma hemen, aptallığıma ver işte! Gel hadi, ne yapmak gerektiğini söyle bana şimdi!

– Size ne yapmanız gerektiğini ben söyleyemem artık, büyükanne. Çünkü hırsınızı yine benden çıkarmaya kalkarsınız. İyisi mi aklınıza estiği gibi oynayın, söyleyin bana, istediğiniz gibi koyayım.

– Eh, peki öyleyse! Hadi bakalım, kırmızıya bir dört bin gulden daha koy! İşte para kesem, al şunu!

Cebinden keseyi çıkarıp uzattı:

– Hadi elini çabuk tut, orada yirmi bin ruble var.

– Büyükanne... diye duraksadım, böylesine büyük bir parayı...

– Eğer zararımı çıkaramazsam canım çıksın. Koy sen!

Parayı sürdük ve kaybettik.

– Sür, sür! Sekiz bini birden sür!

– Yapamam ki büyükanne, sınır dört bine kadar.

– İyi ya, dört sür sen de!

Bu kez kazandık. Büyükannenin yüzü güldü.

– Gördün mü, gördün mü! diye dürttü beni. Dört daha sür hadi.

Sürdük ve kaybettik, ardından ikinciyi, derken bir üçüncüyü de kaybettik.

– Büyükanne, haberiniz olsun, on iki bin gitmiş durumda, diye bildirdim.

Büyükanne, aşırı kızgınlığın verdiği bir sakinlik içindeydi.

– Gittiğini ben de görüyorum, dedi. Görüyorum, yavrum, görüyorum, diye homurdandı; gözlerini önüne dikmişti, aklından kim bilir neler geçiyordu..

– Pöh! Bir dört bin gulden daha sürmezsem gözlerim açık gider!

– Ama o kadar para kalmadı, büyükanne. Kesenizde yalnızca yüzde beş faizli tahviller var. Para kalmadı.

– Ya bölmenin içinde?

– Birazcık bozuk para var, büyükanne.

Büyükanne kararlı bir tavırla sordu:

– Burada sarraf falan yok mu? Tüm tahvillerimi kırdırabileceğimi söylemişlerdi.

– Ha, evet, istediğiniz kadar kırdırabilirsiniz. Ama zararınız çok büyük olur... Öylesine düşük bir fiyat verirler ki bir Yahudi'nin bile dudaklarını uçuklatır bu rakam!

– Saçma! Kaybettiğim parayı geri alacağım! Hadi oraya götür beni. Şu dangalakları çağır hele!

Koltuğu ittim, taşıyıcılar yanımıza geldi, istasyondan apar topar çıktık.

Büyükanne,

– Çabuk, çabuk, çabuk! diye emirler yağdırıyordu. Yolu göster bana, Aleksi İvanoviç, kestirmeden gidelim... Çok uzak mı bari?

– İki adımlık bir yol, büyükanne.

Meydandan ayrılıp ağaçlı yola sapacağımız sırada bizimkilerle karşılaştık. General, De Grieux, Matmazel Blanche ve annesi. Polina Aleksandrovna yanlarında değildi, Mr. Astley de yoktu.

Büyükanne,

– Hadi bakalım, hadi hadi! Yolumuzdan alıkoymayın bizi diye bağırdı. Ne istiyorsunuz? Size ayıracak zamanım yok şimdi!

Ben arkadan yürüyordum, De Grieux aceleyle yanıma sokuldu.

Kulağına çabucak fısıldadım:

– Daha önce kazandıklarının tümünü kaybetti, üstüne üstlük on iki bin gulden de kendinden gitti. Şimdi de yüzde beşlik tahvilleri kırdırmaya gidiyoruz.

De Grieux ayağını yere vurdu ve haberi hemen General'e yetiştirmeye koştu. Biz ise büyükanneyi itiyorduk.

General'in aklı başından gitmişti.

– Durdurun onu, durdurun onu! diye fısıldadı.

Ben de fısıltıyla;

– Kolaysa siz durdurun, dedim.

General ona yaklaşarak,

– Halacığım! dedi. Halacığım... Biz şimdi... Biz şimdi... Sesi titriyor, boğuklaşıyordu. At kiralayıp kır gezintisine çıkacağız... Manzara öyle nefis ki... Doruk... Siz de bizimle gelir misiniz diye sormaya geliyorduk.

Büyükanne eliyle başından savarcasına itti General'i:

– Pöh, sana da senin doruğuna da!

General,

– Orada bir köy var... Çay içeriz orada... diye umutsuzca üsteledi.

De Grieux vahşî bir öfkeyle,

– Nous boirons du lait, sor I'herbe fraiche, diye ekledi.

– Du lait, de I'herbe fraiche Paris burjuvası için de bundan daha ideal bir kır yaşantısı yoktur, bilindiği gibi onun "Nature et la verite"den bütün anladığı işte budur!

– Pöh, sana da, senin sütüne de! O sütü git de sen kendin zıkkımlan emi, benim karnımı ağrıtır. Hem ne diye başımın etini yiyorsunuz? Dedim ya, sizinle uğraşacak zamanım yok!

– İşte geldik, büyükanne, dedim. Burası!

Bankanın bulunduğu binaya gelmiştik. Tahvilleri kırdırmaya ben gittim, büyükanne kapıda bekledi; De Grieux, General ve Matmazel Blanche bir kenara çekilmiş, ne yapacaklarını bilmeden öylece dikiliyorlardı. Büyükanne ateş püsküren gözlerle onlara öyle bir bakış fırlattı ki, çaresiz hep birlikte istasyona doğru yürümeye başladılar.

Tahvilleri öylesine düşük bir fiyatla kırmaya kalktılar ki, kararsız kaldım; ne yapacağımı sormak için soluğu büyükannenin yanında aldım.

Ellerini birbirine vurarak,

– Ah, haydutlar, ah! diye bağırdı. Eh! Ne yapalım, öyle olsun! Kırdır gitsin! dedi kararlı bir sesle. Dur hele, şu bankeri gönderiver bana.

– Gelse gelse kâtiplerden biri gelir ancak, büyükanne.

– İyi öyleyse, kâtip olsun, fark etmez. Haydutlar, ne olacak!

Kâtip, kendisini dışarı çağıranın yaşlı, kötürüm bir kontes olduğunu işitince dışarı çıkmayı kabul etti. Büyükanne adama açtı ağzını yumdu gözünü, kendisinin düpedüz dolandırıldığını söyleyerek sıkı bir pazarlığa tutuştu; derdini anlatırken Rusça'yı, İngilizce'yi, Almanca'yı birbirine karıştırıyor, bu arada ben de söylediklerini çevirerek ona yardımcı oluyordum. Suratından aksilik akan kâtip bir ona bir bana bakıyor, sesini çıkarmadan başını sallıyordu. Büyükanneyi kabalığa varan arsız bir ilgi ve merakla süzüyordu, sonunda sırıtmaya bile başladı.

Büyükanne,

– Cehennem ol hadi karşımdan! diye bağırdı. Param zehir olsun! Aleksi İvanoviç, ona kırdıracağız, ne yapalım. Zamanımız yok, başka birine gitmek de uzun iş...

– Zaten bu kâtibin dediğine göre ötekiler daha da az verirmiş.

Kaça kırdırdık, şimdi anımsamıyorum ama doğrusu pek belâlı bir işti. Altın ve banknot olarak on iki bin florin geçti elime, makbuzu aldım, parayı getirip dışarıda büyükanneye verdim.

Elini sallayarak,

– Boş ver şimdi! Boş ver! Boş ver! Saymaya gerek yok! dedi. Çabuk ol, çabuk, çabuk!

İstasyona yaklaştığımız sırada ise,

"Ne o Tanrının belâsı zéroya, ne de kırmızıya bir daha asla para koymam" dedi.

Bu kez hiç değilse azar azar para sürmek için onu kandırmaya çabaladım; böylece şans döndüğünde, istediği zaman yüksek oynama tehlikesini göze alabileceğine inansın istiyordum. Ama öylesine sabırsızdı ki, başlangıçta sözlerime hak verip beni dinlemesine karşın, oyun sırasında kontrolünü yine kaybetti. On ya da yirmi Frederik altını kazanınca beni dürtmeye başlıyordu:

– Nasılmış! N'aber! Gördün işte, kazandık. Eğer masaya on yerine dört bin bastırsaydık şimdi ne güzel dört bin kazanmış olacaktık. Ama böyle ufak ufak oynadıktan sonra kazansan ne olur, kazanmasan ne olur! Hep senin yüzünden!

Oynayış biçimini gördükçe çileden çıkacak gibi oluyordum ama sonunda çenemi kapatmaya, ona artık daha fazla öğüt vermemeye karar verdim.

Derken De Grieux çıkageldi. Üçü de yanımızdaydı; bir ara Matmazel Blanche'ın annesiyle birlikte bir kenarda durup ufak tefek prensle fingirdeştiğini fark ettim. Belli ki, General'in pabucu dama atılmıştı, göz göre göre atlatıyorlardı onu. Gözüne girmek için çevresinde dört dönmesine karşın Blanche yüzüne bile bakmıyordu. Zavallı General! Önce sarardı, sonra kıpkırmızı oldu, tir tir titriyordu, büyükanne'nin oyununu izlemeyi bile unutmuştu artık. Sonunda, Blanche ile ufak tefek prens çekip gittiler. General de hemen arkalarına takıldı.

De Grieux ise büyükannenin yanına sokularak son derece tatlı bir sesle,

– Madame, madame, diye fısıldadı. Madame, böyle para sürülür mü hiç... Hayır, hayır, böyle de olmaz ki... diye devam etti bozuk bir Rusça'yla. Hayır!..

Büyükanne ona dönerek,

– Ya nasıl olurmuş peki? Söyle bakalım! dedi.

Bunu fırsat bilen De Grieux öyle coştu ki, Fransızca olarak öğütler vermeye, bilgiçlik taslamaya başladı; şanslı anın gelmesini beklemek gerektiğini söylüyor, inceden inceye hesaplar yapıyordu... Oysa büyükanne adamın söylediklerinden tek sözcük olsun anlamıyordu. De Grieux ise söylediklerini çevirmem için beni sıkboğaz ediyor, parmağıyla masayı işaret ederek bir şeyler gösteriyordu. Sonunda eline kâğıdı kalemi alıp birtakım rakamlar yazmaya başladı. Sonra, büyükannenin sabrı tükeniverdi;

– Öf be, defol başımdan sen de! Hiçbir şey yaptığın yok ama ha babam konuşup duruyorsun! "Madame, madame" ne konuştuğunu sen kendin de bilmiyorsun. Yıkıl karşımdan!

De Grieux eliyle işaret ederek yeniden anlatmaya başladı,

– Mais, madame.

Büyükanne,

– Peki, bir kez de onun söylediği gibi oyna bari, emrini verdi. Şimdi görürüz bakalım; dediği belki de gerçekten çıkıverir bakarsın.

Oysa De Grieux'nun tüm istediği, onun büyük oynamasını engellemekti; seri olarak ve ayrı ayrı rakamlara para sürmeyi öneriyordu. Sözüne uyarak ilk on iki sayılık gruptaki tek sayılar üzerine birer Frederik altını koydum; on ikiden on sekize ve on sekizden de yirmi dörde kadar her iki grup üzerine beşer Frederik sürdüm. Tam on altı Frederik altınını içeri sürmüştük.

Tekerlek döndü.

Krupiye,

"Zéro" diye bağırdı.

Her şeyi kaybetmiştik.

Büyükanne, De Grieux'ya dönerek,

– Dangalak ne olacak! diye bağırdı. Seni iğrenç küçük Fransız! Kalkmış bize bilgiçlik taslıyor, suratsız herif! Defol, defol! Hem bir şey bilmiyor, hem de her işe burnunu sokuyor!

Yerin dibine geçen De Grieux omuz silkti, büyükanneye küçümseyici bir bakış fırlattıktan sonra çekip gitti. Bu durumdan utanıyordu, karıştığı için kendine kızıyordu.

Bir saat geçmiş geçmemişti ki, elimizden geleni yapmamıza karşın, varımızı yoğumuzu yitirmiştik.

Büyükanne,

– Otele! diye bağırdı.

Ta ki ağaçlıklı yola varıncaya kadar ağzını açıp da tek lâf etmedi. Ağaçlıklı yoldan otele doğru gelirken dudakları aralandı, kendi kendine söylenmeye başladı:

"Aptal! Koca sersem, aptal! Seni kocakarı, seni koca sersem, aptallığına doyma emi!"

Büyükanne dairesine girdiğimiz zaman da bağırıp çağırmaya koyuldu:

"Çay getirin bana! Hemen hazırlanın! Gidiyoruz!"

Marfa:

– Nereye gidiyoruz, hanımcığım? diye soracak oldu.

– Nereyeyse nereye, sana ne? Kendi işine baksana sen, Potapiç her şeyi hazırla, eşyaları toparla. Moskova'ya dönüyoruz! Kumarda on beş bin ruble kaybettim!

Potapiç yaranmak için olsa gerek, ellerini birbirine vurarak ah vah etmeye başladı:

– Ne dediniz, on beş bin mi, hanımcığım! Aman Tanrım!

– Hadi, hadi, aptallığın gereği yok! Bak hâlâ sızlanıp duruyor ya! Kes sesini! Toparlan hadi! Hesabımı çabuk getirsinler, çabuk!

Biraz olsun yatıştırabilmek için,

– İlk kalkacak tren dokuz buçukta, büyükanne, dedim.

– Şu anda saat kaç?

– Yedi buçuk.

– Ne belâya çattık! Neyse, boş ver! Tek kapiğim kalmadı, Aleksi İvanoviç. Al şu iki tahvili, hemen o yere gidip kırdır. Yoksa dönüş paramız bile yetmeyecek.

Gittim. Yarım saat sonra geri döndüğüm zaman bizimkilerin hepsini büyükannenin yanında buldum. Büyükannenin Moskova'ya döneceğini öğrenmek, kumardaki kayıplarından daha çok şaşırtmıştı onları. Bir bakıma onun gitmesiyle serveti de kurtulmuş oluyordu ama bu durumda General ne olacaktı şimdi? De Grieux'ya olan borcunu kim ödeyecekti? Matmazel Blanche büyükannenin ölümüne kadar bekleyemezdi hiç kuşkusuz; belki de şu prensle ya da başka biriyle çekip giderdi. Hepsi birden büyükannenin önünde toplanmış, onu avutmaya, kalması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Büyükanne ise ağzına ne gelirse verip veriştiriyordu:

"Yalnız bırakın beni, şeytanlar! Başka işiniz yok mu sizin? Hem bu keçisakallı ne diye sırnaşıp duruyor bana öyle?" diyerek De Grieux'ya bağırdı. "Ya sen ne istiyorsun, sürtük?" diye bu kez de Matmazel Blanche'a çıkıştı. "Neden pohpohluyorsun beni?"

Gözlerinden öfke kıvılcımları saçılan Matmazel Blanche,

– Diantre! diye fısıldadı.

Derken bir kahkaha attı ve çekip gitti. Kapıdan çıkmadan önce General'e dönerek:

– Elle vivra cent ans! diye bağırdı.

Büyükanne, General'e,

– Ya, demek ölümümü iple çekiyorsun, öyle mi? diye çıkıştı. Defol! Şunların hepsini defet başımdan, Aleksi İvanoviç! Sizi ne ilgilendirir? Kaybettiğim kendi param, sizinkini değil!

General omuzlarını silkti, süklüm püklüm dışarı çıktı. De Grieux da onu izledi.

Büyükanne, Marfa'ya,

"Praskovya'yı çağır bana!" diye emretti.

Marfa beş dakika sonra Polina'yla geri döndü. Polina bütün bu süre içinde çocuklarla birlikte odasında oturmuştu; öyle sanıyorum ki, bütün gün bile bile çıkmamıştı odasından. Yüzü ciddî, üzgün ve kaygılıydı.

Büyükanne,

– Praskovya, diye söze başladı, az önce işittiklerim doğru mu? Şu senin aptal üvey baban, şu küçük, sersem Fransız'la, o hoppa kızla evlenecekmiş. Aktris midir nedir ya da her ne haltsa işte, evleniyormuş ha? Söylesene, doğru mu bu?

Polina,

– Kesin bir şey bilmiyorum, büyükanne, diye yanıt verdi. Ama Matmazel Blanche gizleme gereği duymaksızın kendi ağzıyla söylüyor, ben...

Büyükanne, Polina'nın sözünü keserek,

– Bu kadarı yeter! dedi gür bir sesle. Anladım! Onun böyle bir halt yiyeceğini her zaman düşünmüşümdür. Boş kafalı, aklı bir karış havada bir yaratık olduğunu biliyordum zaten. General oldum diye kendini yere göğe koyamıyor. Aslında alt tarafı bir albay, tam emekliye ayıracakları sırada generalliğe yükselttiler, kalkmış bir de büyük havalarına giriyor. Ben yavrum, her şeyi biliyorum. Moskova'ya nasıl telgraf üzerine telgraf yağdırdığınızı, kocakarının kuyruğu titretip titretmediğini nasıl sorduğunuzu biliyorum. Benim parama konmayı bekliyordunuz; o alçak karı, neydi şunun adı? De Cominges miydi neydi?.. İşin ucunda para olmasa, o takma dişleriyle bu herifi yanına uşak diye bile almaz! Dediklerine göre, kadında istemediğin kadar para varmış, isteyene faizle borç veriyormuş, işleri de oldukça yolundaymış. Bak Praskovya, seni kınamıyorum, telgrafları sen göndermiş değilsin; zaten geçmişin hesabını da sormak istemiyorum. İyi bir kız olduğunu bilirim... Küçük bir yabanarısı gibisindir! Soktuğun zaman şişirirsin; ama senin için üzülüyorum. Çünkü zavallı anneciğin Katerina'yı severdim. Eh, bütün bunları yüzüstü bırakıp benimle gelmek ister miydin? Burada sana yer yok, ayrıca onlarla birlikte kalmakla eline bir şey geçmez.

Polina'nın karşılık vermek üzere olduğunu gören Büyükanne,

– Dur hele! dedi. Sözümü bitirmedim daha. Senden hiçbir şey istemiyorum. Evim Moskova'da, kendin de biliyorsun, saray gibi büyüktür, istersen bütün bir katı kullanabilirsin. Eğer huyumdan suyumdan hoşlanmıyorsan beni haftalarca görmezsin. Eh, şimdi söyle bakalım, ne diyorsun?

– Önce size bir soru sorabilir miyim? Gerçekten de hemen yola çıkacak mısınız?

– Ya ne sandın yavrum, şaka mı? Dedim ya, gidiyorum işte. Bugün o yerin dibine batasıca rulette on beş bin ruble kaybettim. Moskova'daki konağımın yanındaki ahşap kiliseyi kâgire çevireceğim diye beş yıl önce söz vermiştim, ama gel gör ki burada hepsini kaybettim. Şimdi, yavrum, o kiliseyi yaptırmaya gidiyorum.

– Ama içmeler ne olacak, büyükanne? Siz buraya içmelere gelmemiş miydiniz?

– Aman canım eksik olsun içmesi! Tepemi attırma şimdi, Praskovya; kasten mi yapıyorsun? Sen şimdi onu bırak da söyle, geliyor musun, gelmiyor musun?

Polina duygulanmıştı.

– Size çok ama çok teşekkür ederim, büyükanne, diye söze başladı. Beni korumanız altına aldığınız için sağ olun. Durumumu az çok anlamışsınız. Size öyle minnettarım ki, inanın ne yapıp yapıp geleceğim yanınıza, belki çok yakında çıkar gelirim. Ama şimdilik birtakım nedenler var... Önemli nedenler... Şu anda hemen karar veremem. Eğer bir-iki hafta daha kalabilseydiniz...

– Demek istemiyorsun?

– Yapamam diyorum. Hem ne olursa olsun erkek ve kız kardeşimi bırakamam, yüzüstü kalırlarsa... Böyle yapayalnız, kimsesiz... Eğer beni o yavrucaklarla birlikte ileride yanınıza alırsanız, o zaman hiç durmaz gelirim Büyükanne, inanın bana bu iyiliğinizin altında kalmam! diye ekledi içtenlikle. Ama çocuklar olmadan yapamam.

– Tamam, ağlayıp sızlama öyle! -Polina'da hiç de ağlayacak göz yoktu, zaten ne zaman ağlamıştı ki şimdi ağlasın!- Civcivlere de nasıl olsa bir oda bulunur, kümesimiz büyüktür. Hem okula gitme zamanları da geldi zaten. Demek sen şimdi gelmiyorsun? Peki, Praskovya, dikkatli ol! Benim bütün istediğim, senin iyiliğindir. Ama niçin gelmediğini de bilmiyorum sanma sakın. Her şeyi biliyorum, Praskovya! O Fransız'dan hayır gelmez sana!

Polina kızardı. Bense irkildim.

— Herkes biliyordu! Benden başka herkes biliyordu demek!

– Hadi, hadi, asma suratını öyle. Sana daha fazla konuşacak değilim. Yalnız dikkatli ol da başına kötü bir iş açılmasın, anladın mı! Akıllı kızsındır, çok üzülürüm senin için. Neyse, bu kadarı yeter; hiçbirinizi gözüm görmesin! Hadi git artık, Hoşça kal!

Polina,

– Sizi istasyona kadar geçireyim büyükanne, dedi.

– Yo, hayır, olmaz. Ayak bağı olursun. Hem hepinizden bıktım usandım zaten.

Polina büyükannenin elini öpmek istedi. Ama yaşlı kadın elini çekip Polina'yı yanağından öptü.

Polina önümden geçerken bana bir an baktıktan sonra gözlerini kaçırdı.

– Sen de sağlıcakla kal, Aleksi İvanoviç! Trenin kalkmasına yalnızca bir saat kaldı. Sen de benden bıkmışsındır. Hadi, al şu elli altını bakayım.

– Çok teşekkür ederim, büyükanne. Ama beni mahcup ediyorsunuz...

Büyükanne,

– Hadi, hadi! diye bağırdı.

Sesi öylesine sert ve öfkeliydi ki, geri çevirmeyi göze alamadım, parayı kabul etim.

– Moskova'ya döndüğünde işsiz kalırsan bana gel. Bir yere girmen için tavsiye mektubu veririm sana. Eh, sen de git artık!

Odama gittim, yatağa uzandım. Ellerimi ensemde birleştirip yarım saat kadar sırt üstü yatıp düşündüm. Felâket gelip çatmıştı, düşünecek çok şey vardı. Kararımı verdim, ertesi günü Polina'yla açık açık konuşacaktım. Ah, şu Fransız! Demek doğruydu! İyi ama aralarında ne geçmişti acaba? Polina ve De Grieux!.. Hey Tanrım, ne uygunluk ama!

Bütün bunları aklı almıyordu insanın. Birden kafama koydum, hemen kalkıp gidecek ve Mr. Astley'i bulup ne olursa olsun konuşturacaktım. İşin aslını hiç kuşkusuz benden daha iyi biliyordu o. Mr. Astley mi? Al sana bir bilmece daha!

Birden kapı vuruldu. Potapiç'ti.

– Aleksi İvanoviç, hanımefendi sizi istiyor, efendim!

– Ne oldu? Ayrılıyor mu? Trene daha yirmi dakika var.

– Hanımefendinin yine heyheyleri tuttu efendim, durduğu yerde duramıyor. "Çabuk, çabuk!" diye sizi istiyor, efendim; Tanrı aşkına gecikmeden gelin.

Hemen aşağı koştum. Büyükanne koridorda hazır bekliyordu. Para çantası da elindeydi.

– Aleksi İvanoviç, yürü hadi, gidiyoruz!..

– Nereye, büyükanne?

– Öleceğimi bilsem, tüm paramı geri alacağım! Hadi, yürü! Soru falan da sorma! Gece yarısına kadar oyun oynanıyor, değil mi?

Şaşakalmıştım. Sonra şöyle bir düşündüm ve kararımı verdim.

– Özür dilerim, Antonida Vasilyevna, ben gelmiyorum.

– Niye gelmiyormuşsun? Ne demek oluyor bu? Siz hepiniz çıldırdınız mı ne?

– Özür dilerim! Pişmanlık duyacağım bir şey yapmak istemem! Yapamam. Böyle bir duruma ne tanık olmak isterim, ne de yardakçılık etmek. Beni bağışlayın, Antonida Vasilyevna. İşte elli altınınızı alın, hoşça kalın!

Altınları koltuğun yanındaki küçük masanın üstüne bıraktım ve çekip gittim.

Büyükanne arkamdan bağırdı:

– Ne saçma! Gelmezsen gelme, yolu ben kendim bulamam sanki. Benimle gel, Potapiç. Hadi kaldırın beni!

Mr. Astley'i bulamadım, otele döndüm. Geç vakit, neredeyse gece yarısından sonra büyükanne'nin o günü nasıl bitirdiğini Potapiç'ten öğrendim. Onun adına kırdırdığım her şeyi, yaklaşık on bin rubleyi aşkın bir parayı kaybetmiş. Bahşiş olarak iki Frederik altını verdiği o ufak tefek Polonyalı, büyükannenin yanına sokulmuş ve oyunu yönetmeye başlamış. Polonyalı işe karışmadan önce Potapiç'e para sürdürüyormuş ama bir süre sonra onu başından savmış. Tam o sırada da Polonyalı çıkagelmiş. Neyse ki adam biraz Rusça biliyormuş, üç dili birbirine karıştırarak çat pat anlaşıyorlarmış. Büyükanne onu sürekli azarlıyor, demediğini bırakmıyormuş. Ama adam işi yüzsüzlüğe vurup "Hanımefendi, ayağınızın altını öpeyim" diye durmadan yaltaklanıyormuş.

"Nerede o herif, nerede siz, Aleksi İvanoviç!" diye anlatıyordu Potapiç.

– Hanımefendi size bir beyefendiymişsiniz gibi davranıyordu. Ama o herif... Kendi gözümle gördüm, masadan para çalıyordu, yalanım varsa Tanrı canımı alsın! Hanımefendi bir-iki kez adamı suçüstü yakaladı, ağzına ne gelirse söyledi, efendim; hatta bir ara saçını bile çekti, inanın yalan söylemiyorum, çevremizdeki herkes bu duruma kahkahayla güldü. Hanımefendiyi buraya getirdik, içmek için bir yudum su istedi yalnızca, istavroz çıkartıp yatağına uzandı. Sanırım çok yorgun düşmüştü; çünkü yatmasıyla uyuması bir oldu. Dilerim Tanrı'dan, iyi düşler görsün! Ah şu yabancı memleketler! diye devam etti. Bunun sonucunun iyi olmayacağını biliyordum, böyle yerlerden hayır gelmez insana! En iyisi bir an önce Moskova'ya dönmek! Moskova'nın nesi eksik ki! Bahçe istersen bahçe, çiçek istersen çiçek, burada nerede var öylesi! Hava desen mis gibi; elmalar olgunlaşıyordu, ferah ferah odalar... Ama ne gezer, sen gül gibi yeri bırak da tut buralara gel! Ah, ah!..

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro