I. BÖLÜM
İki haftalık bir ayrılığın ardından nihayet döndüm. Bizimkiler iki gündür Roulettenburg'daydılar. Beni sabırsızlık içinde beklediklerini sanıyordum; yanılmışım!.. General bana soğuk bir ilgisizlikle baktıktan ve bir-iki söz söyleme lütfunda bulunduktan sonra kız kardeşine gönderdi hemen. Bir yerden borç para bulmuş olmalıydılar. Ama General yüzüme bakınca biraz utandığını düşündüm. Maria Filippovna telâş içindeydi, benimle ayaküstü konuştu. Ama parayı aldı, dikkatle saydı, anlattıklarımı da sonuna dek dikkatle dinledi. O ufak tefek Fransız Mezentsov ile bir İngiliz'i akşam yemeğine bekliyorlardı... Zaten ellerine biraz para geçmeyegörsün, Moskova'da alışılageldiği gibi hemen ona buna ziyafet çekmeye kalkışırlardı. Polina Aleksandrovna beni görür görmez neden geciktiğimi sordu. Yanıtımı beklemeden çekip gitti. Kasten yapmıştı bunu, apaçık ortadaydı. Oysa bazı şeylerin konuşulması gerekiyordu. Anlatacak o kadar çok şey birikmişti ki!..
Benim için otelin dördüncü katında küçük bir oda ayırtmışlardı. General'in yakını olduğum biliniyordu burada. Bizimkilerin çevreyi etkileme arzuları her hâlleriyle ortadaydı. Burada herkes General'i çok zengin bir Rus soylusu sanıyordu. General akşam yemeğinden önce bozdurmam için bana iki bin frank verdi. Parayı otelde bozdurdum. Hiç değilse bir hafta kadar bize milyoner gözüyle bakacaklardı. Mişa ile Nadya'yı alıp yürüyüşe çıkarmak istedim. Ama tam çocuklarla aşağı iniyordum ki, General'in beni çağırttığını duydum. Çocukları nereye götürdüğümü merak etmişti. Her zaman söylerim, bu adam bir türlü yüzüme doğru dürüst bakmaz. Hâlâ yüzüme bakmıyordu, kendini zorlayıp baktığında da dik ve hatta saygısızca bakışlarım karşısında huzursuzlandı ve gözlerini yere indirmek zorunda kaldı. Birbiri ardına yığdığı saçma sapan sözler sıralayarak ne söyleyeceğini de şaşırdı ve sonunda çocuklarla birlikte kumarhanelere yaklaşmamamı, parkta dolaşmamı söyledi. Öfkeli bir şekilde,
– Eğer söylemeseydim onları rulete götürürdünüz! dedi. Ardından da ekledi: Kusura bakmayın ama hâlâ sorumluluk taşımıyorsunuz! Kumarın çekiciliğine kendinizi kaptırabilirsiniz. Size akıl hocalığı yapmak üstüme vazife değil, üstelik böyle bir rolü üstlenmeyi aklımın ucundan bile geçirmem; ancak yine de söylemeliyim ki, beni zor duruma düşürmemenizi istemek hakkımdır...
Doğallığımı koruyarak,
– İyi ama siz de biliyorsunuz ki benim param yok. Kumarda kaybetmek için insanın önce parası olması gerekir! diye karşılık verdim.
General hafifçe kızararak,
– Şimdi paranız olacak öyleyse, dedi. Çekmeceleri karıştırdı, defterine baktı. Ve bana yüz yirmi ruble kadar borcu olduğu ortaya çıktı. İyi ama nasıl hesaplaşacağız şimdi? diye devam etti. İyisi mi bunları thalere çevirelim. İşte size yüz thaler, alın... Kalanı da sonra veririm, endişelenmeyin.
Hiçbir şey söylemeden parayı alıp cebime koydum.
– Söylediğim sözler için lütfen gücenmeyin bana. Çok alıngansınız, bilirim... Az önce uyarıda bulunduysam bu sizin iyiliğiniz içindir. Ayağınızı denk alasınız diye. Sanırım bu kadarına da hakkım var.
Yemekten önce çocuklarla döndüğümde bir grup atlıyla karşılaştım. Bizimkiler kim bilir hangi harabeyi görmeye gidiyorlardı. İki şahane araba ve görkemli mi görkemli atlar! Arabalardan birine Matmazel Blanche, Maria Filippovna ve Polina Aleksandrovna binmişti. General, Fransız ve İngiliz ise onlara at sırtında eşlik ediyorlardı. Etraftaki insanlar onları seyretmek için duruyorlardı. Göz kamaştırıcı bir etki yaratmışlardı; fakat bunun General'e bir yararı dokunacağına hiç ihtimal vermiyordum. Yaptığım hesaplara göre benim getirdiğim dört bin frankla onların ödünç aldıkları para şu anda yaklaşık yedi-sekiz bin frank civarındaydı. Matmazel Blanche için bu para bile yeterli değildi.
Matmazel Blanche da annesiyle birlikte bizim oteldeydi; şu bizim küçük Fransız da burada kalıyordu. Otel hizmetçileri ona "Kont", Matmazel Blanche'ın annesine ise "Kontes" diyorlardı. Kim bilir?.. Belki de gerçekten kont ya da kontestiler.
Yemekte karşılaştığımız zaman Kont'un beni tanımamazlıktan geleceğini biliyordum. General bizi tanıştırmayı, daha doğrusu beni ona takdim etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyecekti. Çünkü Kont Rusya'da bulunmuştu, orada autchitel denilen kimselerin pek adam yerine konulmadıklarını bilirdi. Aslında o da beni çok iyi tanır. Ama şunu da eklemeliyim ki, yemeğe davetsiz gelmiştim; General emir vermeyi unutmuştu sanırım, yoksa beni table d'hote'a yollardı. General karşısında beni görünce kınayan bakışlarla süzdü. İyi yürekli Maria Filippovna ise hemen yer gösterdi. Neyse ki Mr. Astley'in orada bulunmasıyla bu kötü durumdan kurtuldum ve ister istemez bu saçma topluluğa katılma hakkını kazanmış oldum.
Bu garip İngilizle ilk kez Prusya'da karşılaşmıştım -bizimkilerin peşinden giderken bir tren kompartımanında karşılıklı oturmuştuk. O sırada arkadaşlarla buluşmaya gidiyordum; daha sonra bir kez Fransa'ya giderken ve son olarak da İsviçre'de karşılaştık. On beş gün içinde iki kez karşılaşmıştım... Ve şimdi de birdenbire Roulettenburg'da görüyordum onu. Hayatım boyunca onun kadar çekingen birini görmedim; budalaca bir çekingenliği vardı. Kendisi de bunun farkındaydı; çünkü hiç de aptal biri değildi. Çok iyi ve nazik biriydi. Prusya'daki ilk karşılaşmamızda onu konuşturmayı başarmıştım. Bana o yaz North Cape'de bulunduğunu ve Nijni Novgorod panayırına gitmeyi çok istediğini anlatmıştı. General'le nasıl tanıştıklarını bilemem ama adamın Polina'ya sırılsıklam âşık olduğuna emindim. Polina içeri girdiği zaman, adam pancar gibi kızardı. Masada benim yanımda oturmaktan memnun görünüyordu, bana candan bir dost gözüyle baktığını biliyorum.
Fransız, yemek sırasında böbürlenmeye başladı; herkese tepeden bakıyor, saygısızca davranıyordu. Anımsıyorum da Moskova'da nasıl saçma sapan konuşup göz boyardı! Oysa şimdi durmadan parasal meselelerden ve Rus politikasından söz ediyordu. General arada bir ona karşı çıkacak oldu ama kendi saygınlığına gölge düşürmemek için pek fazla ileri gidemiyor, ılımlı karşılıklar veriyordu.
Garip bir ruh hâli içinde bocalıyordum. Daha yemeğin ortasına gelmeden kendime sormaya alıştığım o değişmez soru aklıma gelmişti bile: "Şu General'in kuyruğunda ne diye sürtüp duruyorum, neden onlardan ayrılmıyorum?.." Arada bir Polina Aleksandrovna'ya kaçamak bakışlar fırlatıyordum, beni hiç umursadığı yoktu. Sonunda tepem attı, kabalık etmeye karar verdim.
Bana hiçbir şey sorulmadan, hiç sebepsiz yere söze karıştım. Özellikle de o Fransız'la takışmak istiyordum. General'e döndüm ve sözünü keserek yüksek bir sesle,
"Bu yaz Rus birinin bir otelde tabldot yemesi olanaksız!.." dedim. General hayretler içinde bana bakakaldı. "Eğer kendinize azıcık saygınız varsa, bir sürü hakarete katlanmak, küstahlıklara göz yummak zorunda kalırsınız. Paris'te, Rhine kıyılarında, hatta İsviçre'de Polonyalılar ve onların can dostları Fransızlar öylesine bir birlik kurmuşlar ki, bir Rus'a konuşma hakkı tanımıyorlar."
Bunları söylerken Fransızca konuşmuştum. General afallamış bir hâlde bakarak, bana kızmak mı, yoksa böylesine kendimden geçtiğim için acımak mı gerektiğini bilemiyordu.
Ufak tefek Fransız ilgisiz ve küçümseyici bir tavırla,
– Demek birisi size oldukça iyi bir ders vermiş, dedi.
– Paris'te ilk kez bir Polonyalı'yla, sonra da Polonyalı'dan yana çıkan bir Fransız'la kavga ettim, diye karşılık verdim. Ama sonra Monsignore'ün kahvesine tükürmek istediğimi söyleyince birkaç Fransız da beni haklı buldu...
General büyük bir şaşkınlıkla,
– Tükürmek mi? diye sordu. Dehşet içinde etrafındakilere bakındı. Fransız ise kuşkulu gözlerle bana bakıyordu.
– Aynen öyle, diye karşılık verdim. Geçenlerde bir iş için Roma'ya gitmek zorunda kalabileceğimi bildiğimden, pasaportumu vize ettirmek için Paris'teki Papalık Elçiliği'ne gittim. Orada beni elli yaşlarında sıska bir rahip karşıladı. Kara kuru, donuk suratlı bir adamdı. Söylediklerimi sonuna kadar ama ilgisizce dinledikten sonra soğuk gibi bir sesle beklememi rica etti. Aslında çok acelem vardı. Ama çaresiz oturup beklemeye koyuldum kuşkusuz. Cebimden "L'Opinion Nationale" adlı gazeteyi çıkarıp Rusya'ya küfürler yağdıran bir makaleyi okumaya başladım. Bu arada yan odada birinin Monsignore'ü görmek istediğini duydum. Bir de baktım ki, başrahip adamı saygıyla selâmlıyor. Gidip az önceki isteğimi tekrarladım. O da biraz öncekinden daha soğuk bir tavırla beklememi söyledi. Bir süre sonra başka bir adam geldi, bir Avusturyalı idi. İş için gelmişti. Rahip onu dinledikten sonra hemen alıp yukarı çıkardı. İşte o zaman tepemin tası attı. Ayağa kalktığım gibi başrahibin karşısına dikildim. Kararlı bir sesle, herkesi kabul eden Monsignore'ün benim sorunumla da ilgilenmesi gerektiğini söyledim. Başrahip büyük bir hayretle birkaç adım geriledi. Silik bir Rus'un nasıl olup da kendini Monsignore'ün konuklarıyla aynı düzeyde tutabildiğini bir türlü anlamıyordu! Aşağılamaktan zevk duyarcasına, büyük bir küstahlıkla beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, "Ne yani, Monsignore sizin için kahvesinden vazgeçeceğini mi sanıyorsunuz?" diye bağırdı. O zaman ben de ondan daha yüksek bir sesle bağırdım: "Öyleyse size Monsignore'ün kahvesine tükürmek istediğimi size söylememe izin verin! Eğer şu pasaport işlemini hemen bitirmezseniz gidip kendim çıkarım yanına!"
Başrahip dehşetle kapıya doğru atıldı,
– Nasıl?.. Tam da bir kardinalle görüştüğü sırada mı? diye avazı çıktığı kadar bağırdı.
Bir yandan da beni içeri bırakmaktansa ölmeyi göze alacağını belirtircesine kollarını iki yana açtı.
İşte o zaman ben de gue je suis heretigue et barbare olduğumu söyledim; piskoposları, kardinalleri, monsignoreleri umursamadığımı söyledim bağıra bağıra. Anlayacağınız, kolay kolay pabuç bırakmayacağımı gösterdim. Rahip yiyecekmişçesine bana şöyle bir baktıktan sonra pasaportumu kapıp yukarı çıktı. Aradan bir dakika geçmiş geçmemişti ki, vizeyi almıştım. Bakın, işte...
Pasaportumu çıkarıp Roma vizesini gösterdim.
General,
– Ama siz... diye başladı.
Fransız gülümsedi,
– Kendinizi barbar ve dinsiz göstermek sizi kurtarmış, dedi. Cela n'etait pas si bete.
– Ya bizim Ruslar öyle mi? Elleri kolları bağlı otururlar, böyle durumlarda gıkları bile çıkmaz. Dahası neredeyse Rus olduklarını bile gizleyecek durumlara düşürülürler. O rahiple aramda geçenleri önüme gelene anlatınca, Paris'te kaldığım otelde bana daha saygılı davranmaya başladılar. Otelin lokantasında kabadayılık taslayan o şişko Polonyalı bile yumuşadı ve beni tabldottan sildi. Otelde kalan Fransızlar ise anlattığım olayı olgunlukla dinlediler. İki yıl önce birini tanımıştım. Bu adam 1812 yılında bir Fransız avcı subayının tüfeğini temizlemek için açtığı ateşte yaralanmış. O zamanlar henüz on iki yaşındaymış. Ailesi Moskova'dan kaçamamış...
– Bu mümkün değil! diye parladı Fransız, bir Fransız askeri çocuğa ateş etmez!
– Ama olmuş işte, diye yanıt verdim. Bunu bana anlatan saygıdeğer bir yüzbaşı emeklisiydi, yanağındaki kurşun yarasını da gördüm.
Fransız, işi lâf kalabalığına getirmeye başladı. General de onu desteklemeye çalıştı. Bense buna benzer olaylar konusunda örnek olarak, 1812 yılında Fransızlar'a tutsak düşen General Perovski'nin anılarının okumasını tavsiye ettim. Sonunda Maria Filippouna konuyu değiştirmek için ortaya başka bir lâf attı. General bana çok kızmıştı; çünkü Fransız'la bir ağız kavgasına tutuşmak üzereydik. Ama Mr. Astley, Fransız'la kapışmamızdan pek keyiflenmiş görünüyordu; yerinden kalktı ve beni bir kadeh şarap içmeye davet etti. Akşam Polina Aleksandrovna ile on beş dakika kadar konuşma fırsatı buldum. Bu konuşma gezinti sırasında gerçekleşti. Herkes parktan geçerek gazinoya gitmişti. Polina fıskiyenin karşısındaki bir banka oturdu, Nadya'yı az ötede oynayan çocukların yanına gönderdi. Ben de Mişa'yı fıskiyeyi seyretmesi için yolladım, sonunda baş başa kalabildik.
Doğal olarak, önce iş konuştuk. Kendisine topu topu yedi yüz gulden verdiğim için Polina bana ateş püskürüyordu. Paris'te rehine verdiğim elmaslar karşılığında benden en azından iki bin gulden getirmemi bekliyordu.
"Bana para lâzım", dedi. "Ne pahasına olursa olsun bu parayı sağlamalıyım, yoksa perişan olurum..."
Ben yokken neler olup bittiğini sordum ona.
– Hiçbir şey olmadı, dedi. Daha doğrusu St. Petersburg'tan iki önemli haber aldık: İlk önce büyükannenin ağır hasta olduğu, iki gün sonra da ölmüş olabileceği haberleri... Bu haberler Timofey Petroviç'ten geldi, diye ekledi Polina. Güvenilir bir adamdır. Son bir mektupla haberin doğrulanmasını bekliyoruz.
– Burada herkes bir bekleyiş içinde demek? diye sordum.
– Elbette, herkes ve her şey; altı aydır başka bir umudumuz kalmadı.
– Siz de bir şeyler umuyor musunuz?
– Aslında ben onun akrabası sayılmam... Siz de biliyorsunuz ki, ben General'in üvey kızıyım. Ama yine de bana da bir şeyler düşeceğini sanıyorum.
– Bana öyle geliyor ki, size de oldukça büyük bir para düşecek, dedim, güven veren bir sesle.
– Evet, beni severdi doğrusu. İyi ama siz nasıl oluyor da bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Sorusuna başka bir soruyla karşılık verdim:
– Baksanıza, şu bizim marki de tüm aile sırlarını öğrendi mi bari?
Polina sert ve soğuk bir tavırla bakarak,
– Bütün bunlar sizi neden ilgilendiriyor? diye sordu.
– Neden ilgilendirmesin? Yanılmıyorsam, General ondan da borç para almayı başardı.
– Tahmininizde yanılmadınız.
– Öyle ya, büyükanne konusunda bir şeyler bilmiş olmasa ona hiç borç para verir miydi? Az önce yemekte fark ettiniz mi, ondan söz edildiği zaman tam üç kez "la grand'maman" diye söz etti. Bu ne samimiyet, bu ne içtenlik öyle!
– Evet, haklısınız. Mirasa konacağımı öğrenir öğrenmez ileri gitmeye kalkışacak. Öğrenmek istediğiniz bu muydu?
– Yalnızca ileri gitmek mi? Oysa ben uzun zamandan beri bunu başarmış olduğunu sanıyordum.
Polina, gözlerinden kıvılcımlar saçarak,
– Böyle olmadığını adınız gibi biliyorsunuz! diye karşılık verdi.
Kısa bir sessizlikten sonra,
– Şu İngiliz ile nerede tanıştınız? diye sordu.
Mr. Astley'le yolculuk sırasındaki karşılaşmamızı anlattım.
– Utangaç ve alıngan biri, kuşku yok ki size de âşık, öyle değil mi?
– Evet, âşık, diye karşılık verdi Polina.
– Üstelik o Fransız'dan da on kat daha zengin. Fransız acaba gerçekten varlıklı birisi mi? Yoksa bu konudaki kuşkum yersiz mi?
– Hayır, kuşkunuz olmasın. Bir "château"su var. General geçen gün bahsetti bana. Bu bilgi de sanırım size yeter.
– Sizin yerinizde olsam İngiliz'le evlenirdim.
– Neden?..
Kısaca açıkladım:
– Fransız yakışıklı olmasına yakışıklı ama serserinin biri; oysa İngiliz hem dürüst, hem de ondan on kat daha zengin.
– Orası öyle ama Fransız da bir marki... Üstelik de ondan daha akıllı, diye soğukkanlılıkla karşılık verdi.
– İyi de bundan kesin emin misiniz? diye aynı sakin tavırla sordum.
– Kesinlikle...
Sorularım Polina'nın hiç hoşuna gitmiyordu; zıddına yanıt verişinden ve ses tonundan beni sinirlendirmek istediğini anlıyordum; bunu kendisine de söyledim.
– Aslında sizi sinirlendirmek beni çok eğlendiriyor. Böyle sorular sormanıza, tahminlerde bulunmanıza aldırış etmeksizin vermiş olduğum ödünün bir karşılığı addedin bunu.
– Size her türlü soruyu sorma hakkına sahip olduğumu düşünüyorum, dedim sakin bir şekilde. Çünkü istediğiniz bedeli ödemeye hazırım. Benim için artık yaşamın hiçbir önemi yok.
Polina kahkahayla güldü:
– Geçenlerde Schlangenberg'de benim bir tek sözüm üzerine kendinizi uçurumdan atacağınıza yeminler ediyordunuz. En azından bin ayak derinliğinde bir uçurumdu. Sözünüzde durup durmayacağınızı anlamak için günün birinde bunu sizden isteyeceğim. İnanın bu riski göze alacağım. Aslında bunca şeye göz yumduğum için size kızıyorum! Bana son derece gerekli olduğunuz için de kızıyorum. Ama mademki bana çok gereklisiniz, öyleyse ne olursa olsun canınızı bağışlamalıyım.
Ayağa kalkmak için doğruldu. Oldukça öfkeli konuşmuştu. Son zamanlarda benimle yaptığı konuşmaların sonunda hiddet ve kinini yapmacıksız bir tavırla açığa vurmaktan çekinmiyordu.
Durumu netliğe kavuşturmadan gitmesini istemediğim için sordum:
– Şu Matmazel Blanche'ın kim olduğunu sormama izin verir misiniz?
– Bunu çok iyi biliyorsunuz. Yeni bir şey değil. Matmazel Blanche General ile evlenecek. Büyükannenin ölüm haberinin gelmesini bekliyorlar; çünkü gerek Matmazel Blanche, gerek annesi, gerekse üçüncü kuzeni olan Marki, hepsi de hiçbir şeyimiz kalmadığını biliyorlar.
– General ona çılgınca âşık, değil mi?
– Siz bunları bırakın şimdi. Beni dinleyin ve dediklerimi sakın aklınızdan çıkarmayın: Şimdi şu yedi yüz florini alın ve gidip benim için rulet oynayın. Kazanabildiğiniz kadar çok kazanın, şu anda ne pahasına olursa olsun bana para lâzım.
Bu sözlerden sonra Nadya'yı çağırdı ve bizimkilere katılmak için istasyona gitti. Ben de karşıma çıkan ilk patikaya saptım. Kara kara düşünüyordum. "Git ve rulet oyna" emrinden sonra sersemlemiştim. Tuhaf şey ama düşünecek yığınla sorun varken hâlâ Polina'ya beslediğim duyguların çözümlenmesine kaptırmıştım kendimi. Doğrusu, şu son iki haftalık ayrılık sırasında kendimi bu dönüş günündekinden daha hafif ve daha huzurlu hissetmiştim. Aslında yolculuk boyunca delicesine acı çekmiştim. Onu düşlerimde bile her an karşımda görüyordum. Hatta bir keresinde -İsviçre'deydi- trende birkaç dakika uyuyakalmış, yüksek sesle sayıklayarak onunla konuşmuş ve tüm yolcuları kendime güldürmüştüm. Şimdi bir kez daha kendi kendime aynı soruyu soruyordum: "Onu seviyor muydum?" Ve bir kez daha bu soruyu nasıl yanıtlayacağımı bilemedim! Daha doğrusu, belki yüzüncü kez aynı yanıtı, ondan nefret ettiğim yanıtını verdim. Evet, ondan nefret ediyordum! Kimi zaman -özellikle sohbetlerimizin sonunda- onu boğmak için ömrümün yarısını seve seve verirdim! Yemin ederim; keskin bir bıçağı onun göğsüne yavaş yavaş saplama şansım olsa, bundan müthiş bir zevk duyardım. Ama yine de en kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki, Schlangenberg'in en yüksek tepesinde bana eğer "Kendini aşağı at" dese, düşünmeden atlardım, hem de seve seve. Bunu biliyordum. Şu ya da bu şekilde artık bu işi bir çözüme kavuşturmak gerekiyordu. Polina da bütün bunları anlıyordu elbette; kendisine ulaşamayacağımı ve düşlerimin asla gerçekleşmeyeceğini bildiği için de zevkten deli oluyordu. Öyle olmasa, onun gibi temkinli ve akıllı biri bana böylesine samimî ve açık sözlü davranır mıydı hiç? Öyle sanıyordum ki, şu eski çağlarda, erkek yerine koymadığı için kölesinin karşısında çırılçıplak soyunan bir imparatoriçenin gözüyle bakıyordu bana...
Her neyse işte, şu anda bana bir görev vermişti: Rulet oynamak ve ne pahasına olursa olsun kazanmak. Neden ve ne kadar zamanda bu parayı kazanmam gerektiğini, oldum olası bin bir türlü hesapla dolu kafasında hangi yeni tasarıların bulunduğunu düşünecek vaktim yoktu. Anlaşılan, burada bulunmadığım şu iki haftalık süre içinde benim bilmediğim bir yığın olay yaşanmıştı. Bunları bir an önce açığa çıkarmam gerekiyordu. Ama şu anda yitirecek zamanım yoktu; rulet masalarının başına gitmek zorundaydım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro