Onuncu Bölüm
Hep evde olduğu için postayı dağıtma işi ile Beth uğraşıyordu. Temmuz ayında bir gün yine elleri kolları mektuplarla, paketlerle dolu olarak eve geldi ve bunları dağıtmaya başladı.
"İşte çiçeklerin anneciğim," dedi onları vazoya yerleştirirken. "Laurie sana çiçek göndermeyi hiç unutmaz. Bayan Meg March bu mektup size. Ve bir de eldiven teki var."
"Nasıl olur? Ben bir çift eldiven bırakmıştım orada. Oysa burada bir teki var," diye söylendi Meg gri pamuklu eldivenine bakarak. "Diğer tekini bahçede düşürmedin ya?"
"Hayır, orada sadece bir tane olduğundan eminim."
"Her neyse, belki diğer teki de bulunur. Benim mektubum Almanca bir şarkının sözlerinin çevirisi," dedi Meg. "Bu Laurie'nin el yazısına benzemediğine göre sanırım Bay Brooke yazmış."
"Bu mektuplar da Jo'ya gelmiş," dedi Beth.
Jo'nun mektuplarının ilki annesindendi.
Sevgili kızım,
Öfkeni kontrol altına almak için göstermiş olduğun üstün çabaların sonucunda, ne kadar başarılı olduğunu gururla izlediğimi belirtmek istedim. Devam et bebeğim. Böyle sabırla ve cesaretle devam et.
Seni çok seven annen.
"Bu harika!" diye bağırdı Jo. "Ah anneciğim, sen bana yardım ettikçe tabii ki gayret edeceğim."
Sonra ikinci mektubu okumaya başladı. Bu da Laurie'dendi.
Sevgili Jo,
Yarın beni ziyaret etmeye kızlı erkekli bazı İngiliz misafirler gelecek; Vaughan'lar. Hava güzel olursa Longmeadow'da çadır kurup piknik yapmak istiyoruz. Ateş yakıp çingeneler gibi eğleneceğiz. Gelenlerin hepsi çok iyi insanlardır ve bu tip eğlenceleri severler. Öğretmenim Bay Brooke da geliyor. Sizin de bizimle birlikte olmanızı istiyorum. Ne pahasına olursa olsun Beth'i mutlaka getir. Yemek işini hiç düşünme, ben her şeyi halledeceğim. Yeter ki siz gelin.
Sevgiler
Laurie.
Jo, hemen Meg'e haberi vermek için yerinden fırladı.
"Gidebiliriz değil mi anneciğim?" diye sordu. "Hem Laurie'ye de yardımcı oluruz."
"Umarım bu Vaughanlar öyle pek soylu kişiler değillerdir," dedi Meg. "Onlar hakkında bir şeyler biliyor musun Jo?"
"Yalnız dört kişi olduklarını biliyorum. Senden daha büyük olan Kate diye bir kız, aşağı yukarı benimle yaşıt olan Frank ve Fred adlı ikizler ve bir de dokuz on yaşlarında Grace adlı kız kardeşleri. Laurie, onlarla seyahatte iken tanışmış. Oğlanları çok sevmiş, yalnız Kate'den çok hoşlandığını sanmıyorum." Sonra Beth'e dönerek, "Sen de geleceksin değil mi?" diye sordu.
"Eğer oğlanlar benimle konuşmaya kalkışmazlarsa gelirim."
"Bu konuda sana söz veriyorum."
"Laurie'yi memnun etmek isterim. Bay Brooke'tan yana da hiç korkum yok. Çok kibar bir adam. Ama ne oyunlara katılırım ne de şarkı söylerim. Kimseyle konuşmak da istemiyorum. Ancak bu koşullarda gelebilirim."
"Aferin sana!" dedi Jo. "Yavaş yavaş utangaçlığını yenmeye başladın. İnsanın kendi kusurlarıyla savaşması hiç kolay değildir. Hep takdir edildiğini bilmesi gerekir. Değil mi anneciğim?" Sonra annesini yanaklarından öptü.
"Bana da Bay Laurence'dan, bugün hava kararmadan gidip ona biraz piyano çalmamı rica eden bir not gelmiş," dedi Beth.
Jo, "Hadi bakalım şimdi herkes işinin başına," diye araya girdi. "Bugün bütün işlerimizi bitirelim ki yarın eğlenirken kafamız rahat olsun."
Ertesi sabah güneşin parlak ışıkları erkenden kızların yattığı odaya süzüldü. Kızlar daha uyanmamışlardı. Kendilerini akılları sıra o günkü eğlenceye hazırlamaya çalıştıkları için çok komik bir görünüşleri vardı. Meg, alnındaki saçları küçük kâğıtlarla kıvırmış, Jo, yüzünü kreme bulamıştı. Beth, en sevdiği bebeği Joanna'yı koynuna almıştı. İçlerinde ilk uyanan Jo oldu ve hemen Amy'yi işaret ederek diğerlerini de uyandırdı. Amy'nin hâli hepsinden daha komikti. Çünkü havaya kalkık olması için yatarken burnuna bir mandal takmıştı!
O sabah her iki evde de büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. Herkesten önce hazırlanmış olan Beth, pencereden yandaki köşkü seyrederken bir yandan da kardeşlerine haber veriyordu.
"İşte çadırı kuracak olan adam gidiyor. Bay Laurence ise hava tahmininde bulunabilmek için gökyüzüne bakıyor. Keşke o da gelebilseydi... İşte Laurie de dışarı çıktı. Tıpkı gemicilere benzemiş... Tatlı çocuk! Aman Tanrım! Tıklım tıklım insanla dolu olan bir araba geldi. Uzun boylu bir hanım, küçük bir kız ve iki de oğlan var. Oğlanlardan biri topal. Vah zavallıcık! Koltuk değnekleri ile yürüyor. Laurie, bize bundan bahsetmemişti. Hadi biraz acele edin kızlar! Geç kalıyoruz. Aralarında Ned Moffat da var. Bak Meg, hani geçen gün alışverişte karşılaştığımızda sana selam veren adam değil mi bu?"
Sonunda kızlar da hazırlanmayı bitirebilmişlerdi. Buluşacakları yer olan ırmak kıyısına geldiklerinde, Laurie hemen yanlarına koştu ve onları arkadaşları ile tanıştırdı. Kate yirmi yaşlarındaydı. Meg, onun çok sade giyinmiş olduğunu görerek sevindi. Ned ise oraya sırf Meg'i görebilmek için geldiğini söyledi. Bu söz Meg'in çok hoşuna gitmişti. Jo, Kate'i görür görmez, Laurie'nin neden ondan hoşlanmadığını anlamıştı. Kızın sanki "Uzak durun, bana dokunmayın," der gibi bir hali vardı. Beth de oğlanları gözden geçiriyordu. Topal oğlanın çelimsiz, kendi halinde biri olduğunu görerek ona karşı iyi davranmaya karar verdi. Amy de Grace ile arkadaş olmuştu. Tanıştırılma faslından sonra gençlerin hepsi hemen kaynaşmışlardı. Çadırlar, yiyecekler, kriket araç gereçleri önceden kamp yerine gönderilmişti. Biraz sonra çocuklar da iki kayığa doluşup, Bay Laurence arkalarından şapkasını sallarken yola çıktılar. Kayıklardan birinde Laurie ile Jo, ötekinde de Ned ile Bay Brooke kürekleri çekiyordu. Jo kürek çektikçe bir ileri bir geri sallanarak bir esinti yaratıyordu. Kate onun haline ve davranışlarına çok şaşırmıştı. Laurie yerine geçerken kazayla ona çarpıp, "Sevgili arkadaşım seni incittim mi?" diye sorunca, gözlüğünü takıp bu tuhaf kızı incelemeye başladı. Sonunda onun "garip ama aynı zamanda da oldukça zeki," bir kız olduğuna karar vererek uzaktan uzağa gülümsedi.
Meg öbür kayıktaydı. Tam kürekçilerin karşısında oturuyordu. Kürek çekenlerin her ikisi de Meg'e hayrandılar. Bay Brooke sessiz sedasız, ağırbaşlı bir gençti. Çok güzel elâ gözleri ve tatlı bir ses tonu vardı. Meg onun bu sakinliğini seviyor, ona ayaklı bir ansiklopedi gözü ile bakıyordu. Bay Brooke hiçbir zaman Meg'le çok konuşmamasına rağmen gözlerini kızdan ayırmıyordu. Ned ise pek zeki biri olmamasına karşın, neşeli ve iyi huylu biriydi. Sallie Gardiner, bütün dikkatini beyaz elbisesine vermişti. Bunu kirletmemeye çalışarak Fred ile konuşuyordu. Beth, Fred'in yaptığı el şakaları karşısında dehşete düşmüştü.
Sonunda kamp alanına vardıklarında Laurie kayıktan atlayarak, "Laurence kampına hoşgeldiniz!" diye onları selamladı.
Yemekten önce biraz kriket oynamaya karar verdiler. Çok zevk aldıkları bir oyundu bu. Kısa bir süre sonra Bay Brooke saatine bakarak, "Yemek zamanı geldi," dedi. "Çocuklar siz ateşi yakın, su getirin. Bayan March ve Bayan Sallie de masayı kursunlar. İçinizde en güzel kahveyi kimin yaptığını öğrenebilir miyim acaba?"
Meg hemen atılarak "Jo," diye yanıtladı onu.
Sonunda çocuklar çalı çırpı toplayarak ateş yaktılar ve Jo da kahveyi pişirmeye koyuldu. Diğerleri de sofra örtüsünü yaydılar, yiyecek ve içecekleri iştah açıcı bir şekilde masanın üzerine dizdiler. Sofrayı yeşil yapraklarla süslediler. Jo kahvenin hazır olduğunu bildirince hepsi birden iştahla yemeye koyuldular. Yemek çok neşeli geçiyordu. Her şey onlara çok neşeli ve hoş görünüyordu. O kadar çok güldüler ki yakınlarında otlamakta olan atları bile ürküttüler. Masanın ayakları eşit uzunlukta olmadığı için sürekli bir kaza oluyordu. Sütün içine balıklar düşmüş, karıncalar ise sofranın davetsiz misafirleri olmuşlardı. Çitin öbür yanından üç çocuk onları gözetliyordu. Irmağın karşı kıyısındaki bir köpek ise bütün gücüyle havlıyordu.
Bu sırada Jo, önüne bir tabak çilek aldı. Laurie, hemen, "Tuz şurada," diye atıldı. "Belki yine tuzla yemek istersin diye düşündüm de."
"Yok sağol," dedi Jo ve tabağının içinden kremaya bulanmış iki örümcek çıkarırken "Örümcekle yemek daha çok hoşuma gidiyor benim," diye karşılık verdi. "Hem aşk olsun Laurie. O korkunç yemeği bana hatırlatmaya nasıl cesaret edebiliyorsun?"
Gülüştüler ve yeterli tabak olmadığı için çileklerini aynı tabaktan yemeye başladılar.
"O gün ne kadar eğlenmiştim ama!" dedi Laurie. "Peki şimdi yemeklerimizi bitirdikten sonra ne yapacağız?"
"Hava serinleyene kadar oturduğumuz yerde oyun oynayabiliriz. Eminim Bayan Kate çok güzel oyunlar biliyordur."
Kate, gerçekten bir sürü oyun biliyordu. Kızlar yemek yemeyi bırakmışlardı. Erkeklerin ise başka bir şey yiyecek halleri kalmamıştı. Sofradan kalktılar ve Bayan Kate'in öğrettiği bir oyunu oynamaya başladılar.
"Birisi bir hikâye anlatmaya başlayacak," dedi Kate. "Ne isterseniz olabilir. Hikâyenin en heyecanlı yerine geldiğinizde duracaksınız. Sizin yanınızda kim oturuyorsa o sizin kaldığınız yerden devam edecek. İyi oynanırsa çok gülünç oluyor. Bay Brooke, rica etsem oyunu siz başlatır mısınız?"
Brooke iki genç kızın ayaklarının dibine, çimenlerin üzerine uzanmıştı. Güzel gözlerini ırmağın sularına dikerek hikâyesine başladı.
"Bir zamanlar zırhından ve kılıcından başka hiçbir şeyi olmayan bir şövalye, şansını denemek için dünyayı gezmeye karar vermiş. Sıkıntılı ve zor günler geçirmiş. Sonra iyi kalpli, yaşlı bir kralın sarayına gelmiş. Bu kralın çok sevdiği güzel bir atı varmış. Ama bu at çok dik başlıymış. Kral, onu terbiye edene ödül olarak bu atı vereceğini söylemiş. Şövalye bu işi bir kere denemeye karar vermiş. At, çok yabanîymiş ama çok geçmeden, kendisine yavaş yavaş yaklaşan bu cesur şövalyeyi sevmiş. Şövalye de bu güzel atın sırtına binip şehir şehir onunla dolaşmaya başlamış. O zamana kadar birkaç kere rüyasında görmüş olduğu ama hiçbir yerde rastlayamadağı çok güzel bir kızı arıyormuş. Bir gün, atıyla geçtiği bir sokaktaki harap bir şatonun kapısını çalmış. Kocaman kapı açılmış..."
"Genç bir kız görünmüş," diye araya girdi Kate. "Heyecanla 'Çok şükür, kurtarıcım geldi!' diye bağırmış. Şövalye onu görünce hemen diz çökmüş. 'Lütfen kalkın!' demiş kız bembeyaz ellerini ona doğru uzatarak. 'Sizi nasıl kurtaracağımı söylemezseniz kalkmam,' demiş şövalye. Kız, 'Ne yazık ki acı kaderim beni buraya bağlamış ve zalim hükümdar ölünceye kadar da buradan ayrılmam mümkün değil' diye karşılık vermiş. Bunun üzerine, 'O hain şimdi nerede?' diye sormuş şövalye. 'Mor Salonda,' demiş kız ve sonra, 'Kurtar beni cesur şövalyem,' diye yalvarmaya başlamış. 'Emredersiniz!' demiş şövalye ve 'Ya zafer ya ölüm!' diye bağırarak Mor Salona doğru koşmaya başlamış. Şövalye tam içeri giriyormuş ki birden..."
"Karşısında uzun boylu, tepeden tırnağa beyazlara bürünmüş bir hayalet görmüş," dedi Meg. "Elinde bir lâmba olan bu hayalet, şövalyeye arkasından gelmesini söylemiş. Bir dehlize girmişler. İçerisi mezar kadar soğuk ve karanlıkmış. Ortalıkta ise bir ölüm sessizliği varmış. Lâmba ortalığa mavi bir ışık saçıyormuş. Hayalet ara sıra arkasına dönüp şövalyeye baktığında korkunç gözlerinin parıltısı görülüyormuş. İçeriden tatlı bir müziğin duyulduğu bir kapıya gelmişler. Şövalye fırlayıp içeri girmek istemişse de hayalet onu geri çekmiş. Şövalyenin önünde korkunç bir şey sallanmaya başlamış. Bu korkunç şey bir..."
Jo, "Enfiye kutusuymuş," dedi. Sesini âdeta mezardan gelir gibi boğuklaştırmıştı. Bunun üzerine dinleyiciler de gülmeye başladılar. "'Sağol,' demiş şövalye ve bir tutam enfiye alıp tam yedi kez burnuna çekmiş. Tabii başı dönmeye başlamış. 'Hah hah hah,' diye gülmüş kötü hayalet. Sonra şövalyeyi alıp büyük bir sandığın içine tıkmış. Sandığın içinde, hepsinin kafaları kesik olan on bir tane daha şövalye varmış. Tıpkı sardalye balıkları gibi üst üste dizililermiş. Derken şövalyelerin hepsi birden ayağa kalkmış..."
Fred, Jo'nun bıraktığı yerden devam etti. "Gayda müziği eşliğinde dans etmeye başlamışlar. O zaman o eski şato, bir savaş gemisi haline gelmiş. Kaptan emirler yağdırıyormuş: Halatları bağlayın! Yelkenleri çözün! Herkes silahlarının başına! O sırada ufukta bir Portekiz korsan gemisi görünmüş. Kaptan, 'Hadi aslanlarım göreyim sizi!' diye bağırmış. Korkunç bir mücadele başlamış. Ortalık kan gölüne dönmüş. Elbette İngilizler kazanmış. Her zamanki gibi..."
Sözün burasında Jo, "Hiç de değil," diye araya girdiyse de Fred onu duymazlıktan gelerek hikâyesine devam etti.
"Sonunda korsan gemisinin kaptanını esir almayı başarmışlar ama kurnaz kaptan kendini denize atıvermiş. Geminin altına dalarak bir delik açmış. Gemi de batmaya başlamış..."
Bu sırada sıranın kendisine geldiğini gören Sallie, "Eyvahlar olsun! Ben ne anlatacağım şimdi?" dediyse de sonunda hikâyenin devamını getirdi. "Bu şekilde denizin dibini boylayan gemiyi güzel bir deniz kızı karşılamış. Kız kesik başlı şövalyelerin bulunduğu sandığı görünce çok üzülmüş. O sırada denizin dibine inen bir dalgıca, 'Bu inci dolu sandığı yukarı çıkarabilirseniz onu size veririm,' demiş. Niyeti sandıktaki zavallı adamları yeniden hayata kavuşturmakmış. Dalgıç sandığı yukarı çıkarmış ama açınca büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Çünkü sandıkta inci falan yokmuş. Bunun üzerine sandığı orada bırakarak yoluna devam etmiş."
"Küçük bir kaz çobanı bulmuş bu sandığı," diye devam etti Amy. "Kız, yüz kadar kaza çobanlık ediyormuş. Şövalyelerin haline çok üzülen kız, onlara nasıl yardım edeceğini bilemediği için bunu kazlarına sormaya karar vermiş. Kazlara dönerek, 'Şövalyelere kafa yerine ne takabilirim sizce?' diye sormuş. Şövalyelerin kendi kafaları kaybolmuş olduğu için bu çok yerinde bir soruymuş. Yüz kaz ağızlarını açıp hep bir ağızdan demişler ki..."
Laurie araya girdi, "'Lahana tak! Lahana tak!' Kız da koşup bahçeden on iki tane güzel, iri lahana getirmiş. Bunları şövalyelerin boyunlarına yerleştirmiş. Şövalyeler hemen canlanmışlar. Kıza teşekkür ettikten sonra yola koyulmuşlar. Bizim şövalye ise atına atladığı gibi soluğu şatoda almış. Kalbinin prensesi bahçede çiçek topluyormuş. 'Bana da bir gül verir misiniz?' diye sormuş kıza. Kız çok tatlı bir sesle, 'Sizin gelip almanız daha doğru olur,' demiş. Şövalye çitin üzerine tırmanmaya çalışırken çitin yükseldiğini fark etmiş. O tırmanmaya çalıştıkça çit iyice yükseliyormuş. Bunun üzerine çitin altından geçmeyi denemiş. Bu sefer de çit kalınlaşmaya başlamış. Şövalyenin umutları kırılmaya başlamış ama o yine de yılmamış. Çalıları bir bir aralayarak kendine küçük bir delik açmış. Bir yandan buradan geçmeye çalışıyor bir yandan da, 'Bırakın geçeyim! Bırakın geçeyim!' diye bağırıyormuş. Gelgelelim güzel prenses sanki onu hiç duymuyormuş gibi, sakin sakin gülleri toplamaya devam ediyormuş. Şimdi şövalyenin sonunda içeri girip giremediğini de size Frank anlatsın."
"Ben anlatamam," dedi Frank utanarak. "Hem ben oynamıyordum da zaten."
Beth, Jo'nun arkasına saklanmıştı, Grace de uyuya kalmıştı.
"Demek zavallı şövalyecik çitin içine tıkılmış bir hâlde kalacak öyle mi?" diye sordu Bay Brooke.
Laurie gülerek, "Prenses ona bir demet çiçek vererek kapıyı açar nasıl olsa," dedi.
"Amma da saçmaladık ha!" diye söze karıştı Sallie. "Daha önce hiçbirimiz bu oyunu oynamadığımız için saçma sapan şeyler uydurup durduk. Çocuklar, siz gerçeği biliyor musunuz?"
"Nasıl bilebiliriz ki?" dedi Meg ciddi ciddi.
"Ben gerçek oyunundan söz ediyorum canım."
"Nasıl bir oyun o?" diye sordu Fred.
"Herkes kur'a ile bir sayı çekiyor. Kur'a kime çıktıysa, o kişi ötekilerin sorduğu sorulara gerçeğe uygun olarak cevaplar veriyor. Çok eğlenceli bir oyundur bu."
Kur'a Laurie'ye çıkmıştı.
"En çok beğendiğin insanlar kimler?" diye sordu Jo.
"Dedem ve Napoleon," diye yanıtladı Laurie.
"Sence March kızlarının içinde en güzeli kim?" dedi Sallie.
"Margaret."
"En çok hangisini seviyorsun peki?"
"Jo'yu tabii ki."
"Çok saçma sorular soruyorsunuz!" diye araya girdi Jo.
"Bir kere daha deneyelim," dedi Fred, "gerçekten zevkli bir oyuna benziyor."
"Bence çok saçma bir oyun bu. Başka bir şey oynamaya başlasak iyi olur."
Yeni başladıkları oyuna Ned, Frank ve küçük kızlar da katılırken Kate, Bay Brooke ve Meg de kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı.
Grace bir ara Amy'ye, "Ata binmeyi sever misin?" diye sordu.
"Bayılırım. Eskiden atımız varken Meg ablam binerdi. Ama artık at beslemiyoruz. Sadece Ellen Tree'miz var."
"O nedir? Eşek mi?" diye sordu Grace merakla.
"Hayır hayır," dedi Amy. "Jo da ben de atlara bayılırdık. Artık atımız yok ama hâlâ eyerimiz var. Jo, onu bahçedeki elma ağacının dallarından birine güzelce yerleştirdi. Şimdi canımız ata binmek istedikçe çıkıp orada oturuyoruz."
Bu sözler Grace'i çok güldürmüştü.
Frank, küçük kızların hemen arkasında oturuyordu. Sabırsız bir hareketle koltuk değneklerini öteye itti. Oğlanlar ileride toplanmış, komik jimnastik hareketleri yapıyorlardı. Frank, dalgın dalgın onları seyretmeye başlamıştı ki, Beth utangaç bir sesle, "Yorgunsunuz galiba," dedi, "size yardım edebilir miyim?"
"Yardım etmek istiyorsanız benimle konuşabilirsiniz," dedi Frank, "burada böyle tek başına oturmak o kadar sıkıcı ki."
Aslında Frank ondan daha imkânsız bir şey yapmasını isteyemezdi ama zavallı oğlanın konuşmak istediği o kadar belliydi ki, Beth onunla sohbet etmeye karar verdi. Kendisinden umulmayacak bir kahramanlık göstererek, "Ne hakkında konuşmak istersiniz?" diye sordu.
"Kriket, kürek çekmek ya da avcılık üzerine bir şeyler olabilir," dedi Frank.
"Eyvah!" diye düşündü Beth. "Ben bunların hiçbirinden anlamam ki. Ne yapsam acaba?" Sonra, "Ben hiç ava çıkmadım ama sizin anılarınız vardır belki," diye mırıldandı.
"Ömrümde bir kere ava çıktım ve onda da düşüp sakatlandım. Bir daha da hiç ava çıkamayacağım," diye yanıtladı onu Frank içini çekerek.
Beth, kırdığı pot yüzünden kendine kızmıştı.
"Sizin geyikleriniz bizim mandalarımızdan daha güzel," dedi sonra.
Neyse ki mandalardan bahsetmek Frank'in de hoşuna gitmişti. Tatlı bir sohbete daldılar. Çok geçmeden Beth de utangaçlığını unutmuştu.
"Ona acıdığı için utangaçlığını bile yenerek Frank'le sohbet etmeye başladı," dedi Jo uzaktan onları seyrederken.
"Beth'in küçük bir azize olduğunu her zaman söylerdim," diye Meg de ona katıldı.
O sırada Grace de Amy'ye, "Ne zamandır Frank'in bu kadar çok güldüğünü görmemiştim," diyordu.
"Beth, istediği zaman çok ekleyici olabilen biridir," dedi Beth'in bu başarısıyla gururlanan Amy. Aslında "etkileyici" demek istemişti ama Grace onun bu hatasını fark etmemişti.
Sonunda akşam olmuştu. Güneşin batmasına yakın, çadırlar toplandı ve eşyalar kayıklara yüklendi. Çocuklar da kayıklara doldular. Dönüş yolu boyunca bütün güçleriyle bağıra bağıra şarkılar söylediler.
Sonunda, sabah buluştukları yerde ayrılırlarken herkes çok güzel bir gün geçirdiğini düşünüyordu.
Bayan Kate, uzaklaşan kızların arkasından bakarak her zamanki sert sesiyle, "Dışarıdan gösteriş meraklısı insanlar gibi dursalar da, Amerika'lı kızlar aslında çok şirin insanlarmış," dedi.
"Tamamen aynı fikirdeyim," diye onayladı Bay Brooke onu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro