Bölüm 26
BÖLÜM 26: "HAYALETLER"
"Bu imkansız." Remington son bir saattir annemi gördüğüne yemin ediyordu. Ellerimi birleştirip öne doğru eğildim ve ona baktım. "Bak, benden iki yaş küçüksün, değil mi? Annem öldüğünde üç yaşındaydın. İyi bir hafızan olsa da o kadar iyi olamaz. Kaldı ki annem bu adayı o süre zarfında hiç terk etmedi."
"Anlamamakta neden ısrar ediyorsunuz?" Oturduğu yerden kalkıp indirip getirdiğimiz portrenin yanına geçip annemin kibirli yüzünü işaret etti. "Bu kadın babam ölmeden iki hafta önce odasına girerken gördüğüm kadın."
"Yine imkansız," dedi Henry düşünürken. "Baban öldüğünde dokuz yaşındaydın. Ailemiz öleli altı sene olmuştu."
"Ben ne gördüğüme eminim."
Remington kararlı şekilde son sözü söylediğinde, son söz olduğu belliydi çünkü öfkeyle oturup somurtmuştu, ben ayağa kalktım.
"Tamam diyelim ki annemi gördün," dedim gruba dönerek. "İki seçenek var. İlki; annem ölmedi ve bir tür bilmediğimiz intikam planı için babanı öldürdü. İkinci; öldü ve ruhu babanı avlamaya geldi. Her iki türlü de babanı öldürmesi için bir sebep yok."
"Bildiğim kadarıyla ne Deimos'un ne de Althea'nın Bastian Bexon ile sorunu vardı." Cal şöminedeki pişmiş eti paylaştırırken konuştu. "Baban sadece herkesin sınırlarından uzak durmasını isterdi. Iterium kendi kendini idare etti ve büyüdü."
"Ailemin erkekleri uzun yaşamalarıyla ünlü. Büyükbabam yüz yıldan fazla yaşadı," dedi Remington sanki bilmiyormuşuz gibi. "Ama babam, annenizi yani Kara Cadı'yı görmemden iki gün sonra öldü ve ben annemin ve amcamın nereden bulduğunu bilmediğim çok eski bir kara büyü ile lanetlendim."
"Biraz suçlama seziyorum." Dedim alayla.
"Suçlama değil." Bakışlarını bana diktiğinde hafifçe ürperdim. Bu kadar kararlı ve sert bakmasını beklememiştim. "Sadece fazla tesadüfi. Üstelik beni durumdan kurtaracak olanların siz ikiniz olduğunu da unutmayın."
"Bu ne demek?" Dedi Henry.
"Althea'nın evinde, onun çocuklarıylayım."
"At," dedi Josephine birden. "Atının Tenebrose'den doğum günü hediyesi geldiğini söylemiştin."
Hepimiz tekrar sessizleşirken annemin portresine baktım. "Tamamen yanılıyor olamaz," dedim sonunda Remington'ı kast ederek. "Annemin gücüne dair bir şey bilmiyoruz."
"Öldü Aurora," dedi Henry nazikçe. "Onu ölürken gördün."
Gözlerimi kapatıp o an beynime tekrar yer etmeden silip atmak istedim.
"O zaman yapmamız gereken bir şey var," dedim kapıya ilerlerken. "Cadının mağarasına dalacağız."
Odadan çıkıp merdivenlere yönelirken önümden koşan küçük kıza bakarken beynimin bir oyunumu yoksa annemin büyüsü sonucu Henry'de kendini görüyor mu merak ettim ama sormayacak kadar gergindim.
Annemin çalışma odasına hiç girmemiştim. Bildiğim kadarıyla babam hariç kimseyi almazdı. İnsanlardan duyduğum kadarıyla oda beş yaşındaki halime bir cehennem gibi görünüyordu. Kaynayan kazanlar, hayvan mumyaları, organ parçaları... Biraz büyüyüp Viltarin'de falcılara ve cadılara gittikçe hepsinin yalan olduğunu fark ettim. İnsanlar da o odayı hiç görmemişti ki.
Böylece anneme dair bildiğimi sandığım son şey, diğer her şeye dönüştü. Bir mit.
"İçeride bir ruh falan yoktur, değil mi?" Dedi Remington fısıldayarak. Benim ailem böyleydi. İsimleri korkuyla dillendirilirdi. "Belki de—"
Ağır kapıyı itip açarken herkesin kesik bir nefes aldığını duydum. Oda normal bir çalışma odası gibiydi: siyah meşeden mobilyalar, kitaplar ve parşömenlerle dolu üç büyük kitaplık, şişeler, haritalar... Hiç ceset ya da zincir yoktu.
"Annemin günlük tuttuğuna eminim," dedim masaya gidip dikkatle defterlere bakarken. "Düzenli ve titiz biriydi."
"Yine de Prenses ve ben bir şeye dokunmasak daha iyi olur gibi hissediyorum."
Çekmeceleri açmaya çalışırken Henry masanın üzerindeki çerçeveyi alıp tozunu sildi. Sarışın tombul bebek Henry çizimiydi. Başka çerçeve de yoktu.
Herkes odanın bir köşesine yayıp eşyaları incelerken kapağına Skoll hanesinin dikenli halkasının işlendiği defteri bulunca sandalyeye oturdum. Damgalı sayfalara atılan ilk tarih Büyük Savaş Sonrası 483'dü.
Tekrar hamileyim, hissedebiliyorum.
Kanım çekilirken olduğum yere sinmeyi diledim.
"Neden yemeğe gitmiyorsunuz?" dedim odadakilere. "Sonrasında dinlenir bir plan yaparız."
"Sen gelmiyor musun?" Remington elimdeki defter şüpheyle bakarken omuz silktim. "Aç değil misin?"
"Hayır."
"Emin misin?" Dedi Henry.
"Evet," dedim net şekilde. Tanrılar, sadece yalnız kalmak istiyordum. "Gidin."
Tekrar hamileyim, hissedebiliyorum. Deimos ile yüzleşebilir miyim bilmiyorum, Soren'den sonra bir ipin üstünde yürüyoruz. Bir oğlan çocuğundan tiksinen tek baba o. Soren'e baktığında ne hissettiğini bilmeme bile izin vermiyor.
Kalemi alıp almadığını bilmiyorum, onları asla kullanmayacağını söylemişti. Kullandıysa da yokluğunu fark etmedim bile. İçimde büyüyen bir kız çocuğu var. Benim kanımı taşıyacak bir çocuk. Deimos'un en derin arzularıyla şekillenip içime işlediği bir çocuk.
Kaos, tadını alabileceğim kadar yakın.
Korkuyorum.
Sayfayı çevirmeden önce her şeyi iki kere okudum. Annemin bilindik düzgün el yazısından çok daha farklıydı; ya telaşla yazmıştı ya da kendini kaybetmiş halde. İki türlü de annemin hiç görmemiştim.
15 Kasım.
Ona bakamıyorum.
Güzel bir kız doğurdum. Deimos ve Soren gibi altından saçları yok ama yıldızlar gibi parlayan açık renk saçları var. Gözleri daha önce hiç görmediğim şekilde alacalı. Hiç ağlamıyor. Zar zor açtığı gözlerini üzerime diktiğinde ürperiyorum. Soren, her şeyi biliyor gibi bakardı. Bu ise sadece bana bakıyor. Derine, içime, ruhuma.
Deimos onu yanından neredeyse hiç ayırmıyor. Güvertede kollarında onunla geziyor, geceleri ninniler söylüyor. Onu seviyor.
Sevdiği tek şey artık bu bebek.
Sevdiği tek şeyin bildiği her şeyin sonu olacağını söylediğimde bana bakışı canımı yaktı.
Deimos'a anlatmaya çalıştım. Sorun Thalassa değil. Sorun Thalassa'dan önce var olan her şey.
Thalassa.
Vâr olmamalıydı.
Thalassa.
Ölmeli.
4 Mayıs.
Onu öldüreceğimi biliyor. Anladı.
Deimos bugün Soren ile vakit geçirmeye ikna oldu ve bende Thalassa'yı kucağıma aldım. Yaklaşık iki ay sonra onunla ilk kez birbirimize dokunduk ve bana yine öylece baktı.
Onu sevmeyi denedim. Eski Tanrılar'a dua ederek onu emzirirken içime Soren de olduğu gibi bir sıcaklık yayılmasını bekledim ama sütümden çok yaşamımı emiyor gibiydi. Bende ona dokunmayı reddettim. Deimos kıskançlık yaptığımı düşünüyor. Beni hiç dinlemiyor. Artık önemi yok. Başladı.
Onu beşiğine bırakıp yastığı aldığımda çığlık ata ata ağladı. Oda bir mezarlık kadar soğudu ve onların varlığını ensemde hissettim. Deimos ne yarattığının farkında bile değil.
Yastığı bırakıp ondan uzaklaştım böylece sustu. O susunca güneş tekrar İnci Şehri ısıttı ve dalgalar duruldu. O kadının da bizi izlediğini biliyorum. Vakti gelince kızı avlamak için bekliyor. Ondan önce ben davranmalıyım.
Thalassa.
Vâr olmamalıydı.
Thalassa.
Ölmeli.
1 Eylül.
Anne. Durmadan dediği şey bu. Anne. Anne. Anne. Anne. ANNE!
Yine de en sevdiği kişi Deimos. Onu görünce öyle bir gülüyor ki... Masum. Ne olduğunu keşfedemeyecek kadar küçük. Ryan'a anlattım. Sonunda dinleyen birisi olması güzel. Ryan benim için halledebileceğini söyledi, o benim için her şeyi yapar ama Deimos onu asla kıymetli hazinesine yaklaştırmaz.
Kızımız demem gerektiğini biliyorum ama ona bağlanmak istemiyorum. Gerçi bunun olacağından şüpheliyim çünkü onun ne olduğunu biliyorum. Gördüm. Yaratılmasına yardım ettim.
Soren. Benim her şeyim. Hayal ettiğimin ötesinde. Soren de onu seviyor. Onu kucağına alıyor ve dikkatlice sarayın içinde oradan oraya taşıyor.
Soren'i korumak için kendimi feda ederdim. O şeytanı içimden çıkarmamak için direndim. Kan kaybından ölmeyi ve onu da yanımdan götürmeyi denedim ama Deimos...
Thalassa.
Vâr olmamalıydı.
Thalassa.
Ölmeli.
Sayfalar boyunca annemin benim varoluşumdan duyduğu nefreti okudum. Defter bitti ve bir başkasını çıkardım ve bir başkasını ve bir başkasını. Annem sadece tekrara düşüyordu: Ölmemi diliyor, öldürmeyi deniyor, beni sevmeyi deniyor ama buz gibi bir soğuklukla yüzleşiyor.
Son deftere geçmeden önce başımı cama çevirdim. Gece bastırmış, içimde bir oyuntu oluşmuştu. Kalkıp aşağı inerken başıma bir ağrı girmişti. Zaman zaman bahsettiği ve beni öldürmek isteyen o kadını düşündüm. Tenebrose'den biri miydi? Babamın geçmişinden miydi?
"Neler oluyor?" Dedim yemek odasında derin bir sessizliğe gömülmek ya da bir şey yapmak arasında kalmış fısıldaşan insanlara bakarken.
"Ufak bir teknede ölü bir adamla birlikte bunlar geldi."
Remington hızlıca konuştuğunda Josephine ve Henry aynı anda ona ters ters baktılar. Ahşap kutuya yaklaşırken mideme ikinci kez yumruk yemiş gibi hissediyordum. Kutuyu açtığımda kusmak, çığlık atmak ve ağlamak istedim ama yapamazdım. Josephine afallayıp Henry'e tutunurken dişlerimi sıkarak Ryan'ın mumyalanmış başına baktım.
"Mave buraya geliyor."
Kutuyu kapatıp Cal'a bakarken içimde bit şeyin, annemin yazdığı gibi dondurucu bir şeyin, kalbime kök saldığını hissettim.
"Kimse ben dönene kadar saraydan çıkmayacak."
"Rory—"
"Kimse," dedim sertçe ve üstüne bastırarak. "Ben dönene kadar saraydan çıkmayacak. Gerekirse Cal ile mahzene ineceksiniz ama ondan önce hazırlık yapmanı istiyorum Henry. Magee hâlâ burada. Mahzende ve kilerlerde olan yiyecekleri al. Babamların dolabındanda Josephine ve Kral için de kalın giysiler bul."
"Neden?" Henry bana bakarken şüpheye düşmüş gibiydi. "Rory, bırak sana yardım—"
"Yarını atlatınca Tenebrose'ye gideceğiz."
"Şimdi nereye gidiyorsun?" dedi Remington.
Bir şey demeden kapıya yürüdüm. Midemden boğazıma yükselen garip bir his vardı. Açlığın mide bulantısı gibi.
"Dua etmeye." Dedim ve kapıyı arkamdan kapatmadan önce Cal'ın suratının bembeyaz olduğunu gördüm.
Çünkü ben dua etmezdim. Kien ve yeni tanrıları benimsemiş değildim. Babam ise sadece bir durumda dua ederdi:
Düşmanlarını öldüreceği zaman.
‧:❉:‧
bu bölüm... fırtına öncesi sessizlikti.
küçük kıyamet diğer bölüm kopuyor.
— bezzy 🧝🏻♀️
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro