Korku | 4
O gece bunaltıcı bir rüya gördü. Bilmediği bir müzik çalıyordu, salon aydınlık ve yüksek tavanlıydı; içeriye girdi, kalabalığın ve renklerin arasına karıştı, o sırada gözünün ısırdığı, ama kim olduğunu çıkartamadığı genç bir adam yanına yaklaştı, kolundan yakaladı, Irene onunla dans etmeye başladı. Kendini hoşnut ve hafif hissediyor, müzik bir dalga gibi ayaklarını yerden kesiyor, artık zemini hissedemiyordu. Böyle dans ederek salondan salona geçtiler. Salonların tavanlarındaki altın yaldızlı avizelerdeki küçük ışıklar çok yükseklerde yıldızlar gibi yanıp sönüyor, duvarlarda peş peşe dizili aynalar gülüşlerini ona geri vererek sonsuz yansımalar halinde ilerilere taşıyorlardı. Dans giderek hızlanıyor, müzik hararetleniyordu. Irene delikanlının kendisine daha fazla yaslandığını, çıplak kollarını daha sıkı kavradığını hissetti, duyduğu acıyla karışık hazdan inledi ve şimdi bakışları, onun bakışlarına gömüldüğünde delikanlıyı tanıdığına kanaat getirdi. Küçük bir kızken uzaktan tutkuyla sevdiği bir aktör olduğunu düşündü, tam sevinçle adını söyleyecekti ki, delikanlı Irene'nin hafif çığlığını ateşli bir öpücükle ağzında hapsediverdi. Böylece dudakları birbirinin içinde erimiş, bedenleri iç içe geçip tutuşmuş halde, esritici bir rüzgârla taşınırcasına salondan salona uçtular. Duvarlar yanlarından kayıp gidiyordu, yerinden havalanan tavanı ve saatleri artık hissetmiyordu, bedeni öylesine hafiflemiş, zincirlerinden kurtulmuş gibiydi. Ansızın omzuna birisi dokundu. Irene durdu, onunla birlikte müzik de durdu, ışıklar söndü, duvarlar karararak birbirlerine yaklaştı, kavalyesi de birdenbire kaybolmuştu. "Erkeğimi geri ver, aşağılık hırsız!" diye bağırdı iğrenç bir kadın; bu oydu, duvarlar çınlıyor, buz gibi parmaklar bileğini sıkıyordu. Irene kendini topladı ve kendisinin de bağırmakta olduğunu duydu, bu delirmiş gibi keskin bir dehşet çığlığıydı, birbirlerine girdiler, ama kadın daha kuvvetliydi, inci kolyesini koparttı, elbisesini yarı yarıya parçaladı, sarkan kumaş parçalarının arasından çıplak göğsü ve kolları göründü. Bir anda ortalık tekrar kalabalıklaştı, insanlar gürültüyle salonlardan çıkıp akın ediyorlardı, onlar yarı çıplak Irene'yi alayla seyrederken diğer kadın ciyak ciyak bağırıyordu: "Erkeğimi benden çaldı, orospu!" Irene nereye kaçacağını, gözlerini nereye çevireceğini bilemiyordu, insanlar giderek daha da yakınına geliyor, meraklı suratlar soluya soluya çıplaklığına saldırıyordu. Bir kurtuluş arayarak bakışlarını çaresizce etrafta gezdirirken birden kocasının karanlık kapının ağzında hareketsiz durduğunu gördü, sağ elini arkasında gizlemişti. Irene bir çığlık atarak kaçmaya başladı. Salondan salona geçerken gözü dönmüş kalabalık da arkasından geliyordu, elbisesinin giderek üzerinden kaydığını hissediyor, artık üzerinde tutmakta zorlanıyordu. O sırada karşısında bir kapı açıldı, kendini kurtarmak için telaşla merdivenlerden aşağıya atıldı, ama aşağıda üzerinde yün etekliği, ellerini pençe gibi kıvırmış o aşağılık kadın bekliyordu. Yan tarafa sıçrayıp kendisini deli gibi dışarıya attı, öteki de arkasından fırladı, gecenin içinde sessiz, uzun sokaklar boyunca koştular, sokak lambaları sırıtarak üzerlerine eğiliyordu. Kadının tahta sabolarının takırtısını sürekli peşinde duyuyordu, ne zaman bir köşe başına varsa kadın karşısına çıkıyordu. Her dönemeçte, her evin arkasında, sağda, solda, dört bir yanda pusudaydı sanki. Her yerde karşısına çıkıyordu, sanki yüzlerce kez çoğalmıştı, atlatılacak gibi değildi, hep önüne geçip saldırıyordu, Irene artık dizlerinin tutmadığını hissediyordu. Sonunda kendini evinin önünde buldu, hemen yukarı koşturdu, fakat kapıyı açtığında karşısında kocasını buldu, elinde bir bıçak, gözlerini ona dikmiş delici bakışlarla bakıyordu. "Neredeydin?" diye sordu boğuk bir sesle. "Hiçbir yerde," diye yanıtlayan kendi hafif sesini duydu Irene, bir de hemen yanında o yırtık kahkahayı. "Her şeyi gördüm! Her şeyi gördüm!" diye sırıtarak bağırdı kadın. Aniden yanı başında bitmiş, deliler gibi gülüyordu. O sırada kocası bıçağını kaldırdı. "İmdat!" diye bir çığlık attı Irene. "İmdat!..." Irene gözlerini yukarı çevirdi ve korku dolu bakışları kocasınınkilerle karşılaştı. Ne... ne olmuştu? Kendi odasındaydı, lamba yanıyor, soluk bir ışık yayıyordu; evinde yatağındaydı, bir düş görmüştü sadece. Fakat kocası niçin yatağının kenarına oturmuş, yüzüne bir hastaya bakar gibi bakıyordu? Işığı kim yakmıştı, kocası niçin bu kadar ciddi ve kıpırtısız duruyordu? Derin bir korkuyla ürperdi. İster istemez kocasının eline baktı, hayır, bıçak yoktu. Uyku sersemliğini yavaş yavaş üstünden atarken gördüğü düşün imgeleri de dağıldı. Kâbus görmüş ve bağırarak kocasını uyandırmış olmalıydı. Peki ama niçin bu kadar ciddi, dikkatli ve soğuk bakıyordu?
Gülümsemeye çalıştı. "Ne... ne oldu? Bana niçin öyle bakıyorsun? Kötü bir düş gördüm sanırım."
"Evet, bağırdın. Öbür odadan duydum sesini."
Ne söyledim, neleri ele verdim, acaba öğrendi mi, diye aklından geçirerek ürperdi Irene. Bir daha gözlerinin içine bakmaya cesaret edemedi. Fakat kocası tuhaf bir sakinlikle, gayet ciddi, ona bakmaya devam ediyordu.
"Senin neyin var Irene? Sana bir şeyler oluyor. Birkaç günden beri çok değiştin, ateşin çıkmış gibi, asabisin, kafan dağınık, uykunda bağırıp yardım istiyorsun." Irene yeniden gülümsemeye çalıştı. "Bir şeyim yok," diye karşı çıktı. "Benden saklamamalısın. Bir sorunun mu var, bir şey canını mı sıkıyor? Sendeki değişikliği evdeki herkes fark etmiş. Bana güvenmelisin Irene."
Belli etmeden karısına yaklaştı, Irene onun parmaklarının çıplak kolunun üzerinde kaydığını, okşadığını hissetti; kocasının gözlerinde tuhaf bir ışık parlıyordu. İçinde birdenbire onun sıkı bedenine atılarak iyice sarılmak, her şeyi itiraf etmek ve ne kadar acı çektiğini gördüğü şu anda kendisini bağışlamadan da bırakmamak geçti.
Ne var ki lambanın solgun ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Irene utandı. Söyleyeceklerinden korktu.
"Üzülme Fritz," diyerek gülümsemeye çalışırken bedeni çıplak ayaklarının parmak uçlarına kadar titriyordu. "Biraz gerginim sadece. Yakında geçer."
Kocası elini hemen geri çekti. Irene onun solgun ışıkta sapsan görünen yüzüne baktığında ürperdi, alnına da karanlık düşüncelerin koyu gölgeleri düşmüştü. Kocası usulca doğruldu.
"Bilmiyorum ama, son günlerde bana söylemek istediğin bir şeyler var sanmıştım. Sadece ikimizi ilgilendiren bir şeyler. Şimdi yalnızız işte, Irene." Irene öylece yatıyor, bu ciddi ve örtük bakışlarla hipnotize olmuş gibi hiç kıpırdamıyordu. Her şey ne kadar iyi olabilirdi şimdi, diye geçirdi içinden, tek bir sözcük söylemesi yeterliydi, küçücük bir sözcük. Bağışla, demesi yeterliydi, kocası sebebini sormazdı bile. Ama şu ışık niye yanıyordu, şu patavatsız, küstah, kulak kabartan ışık? Karanlık olsa söyleyebileceğini hissediyordu. Fakat ışık gücünü tüketiyordu.
"Yani gerçekten bana söylemek istediğin hiçbir şey yok mu?"
Bu nasıl korkunç bir baştan çıkarma girişimiydi, kocası ne kadar da yumuşak bir sesle konuşuyordu! Daha önce bu şekilde konuştuğunu hiç duymamıştı. Fakat şu ışık, ampul, şu sarı, arsız ışık!
Kendini toparladı. "Aklından neler geçiriyorsun öyle?" diyerek güldü ve kendi sesindeki zoraki tınıdan kendi korktu. "Uykum huzursuz diye sırlarım mı var sanıyorsun? Hatta maceralarım?"
Söylediklerinin yapmacıklığından, sahteliğinden dehşete düştü, iliklerine kadar irkildi ve bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.
"Peki, iyi uykular o halde," dedi kocası kısaca sert bir sesle. Sesi şimdi çok farklıydı, bir tehdit veya kötü, tehlikeli bir alay içeriyordu sanki. Sonra ışığı söndürdü. Irene, onun beyaz gölgesinin kapıda kaybolduğunu gördü, sessiz, soluk, bir hayalet gibi ve kapıyı kapattığında Irene'ye bir tabutun kapağı kapanmış gibi geldi. Tüm yeryüzünü ölü ve boşalmış hissediyordu, sadece kendi donup kalmış bedeninin içinde yüreği göğsünü çatlatacak gibi atıyor ve her atış canını acıtıyordu.
Ertesi gün hep birlikte öğle yemeğindeyken –çocuklar kavgaya tutuşmuş ve güçlükle yatıştırılmışlardı– hizmetçi kız bir mektup getirdi. Mektup hanımefendiyeydi ve yanıtı bekleniyordu. Irene tanımadığı el yazısına şaşkınlıkla bakarak zarfı hemen açtı, daha ilk satırda sararıverdi. Birden yerinden fırladı ve diğerlerinin ortak hayretini görünce düşüncesizliğiyle kendini ele verebileceğini anlayıp iyice korktu.
Mektup kısaydı. Üç satır: "Lütfen bu mektubu getiren kişiye derhal yüz kron veriniz." imza ve tarih yoktu, değiştirilmiş olduğu anlaşılan bir el yazısıyla sadece o korkunç ve kesin emir! Bayan Irene parayı almak için odasına koştu, fakat para kutusunun anahtarını yerinde bulamadı, bütün çekmeceleri telaşla altüst ederek anahtarı bulana kadar karıştırdı. Elleri titreyerek parayı kıvırıp bir zarfa koydu ve kapıda bekleyen adama kendisi götürüp verdi. Bütün bunları düşünmeden, duraksamayı bile akıl etmeden hipnotize edilmiş gibi yapmıştı. Sonra, ayrılışının üstünden iki dakika bile geçmeden tekrar yemek odasına döndü.
Herkes suskundu. Çekingen bir tedirginlikle yerine oturdu. Telaşla bir mazeret ararken, müthiş bir korkuya kapılarak –eli öylesine titriyordu ki, kaldırmış olduğu bardağını hemen masaya bırakmak zorunda kaldı– heyecandan gözü bir şeyi görmediği için mektubu açık olarak tabağının yanına bırakmış olduğunu fark etti. Kocasının mektubu çekip alması için ufacık bir hareket yeterliydi veya gözü takılsa iri harflerle yazılmış mektubu bir bakışta okuyabilirdi. Irene'nin nutku tutuldu. Hırsızlama uzanarak pusulayı buruşturuverdi, fakat tam cebine sokarken başını kaldırdığında kocasının sert, delici ve acıtıcı bakışlarıyla karşılaştı; daha önceleri onda hiç karşılaşmadığı türden bir bakıştı bu. Ancak son birkaç gündür ona bu bakışlarla güvensizliğin sert darbelerini indirmeye başlamıştı. Bu darbeler Irene'yi derinden sarsıyor ve onlara karşı koymayı başaramıyordu. Kocası, davette dans ederken de bedenine bu bakışla saldırmıştı, geçen gece uykusunun üstünde bir bıçak gibi ışıyan bakış da aynı bakıştı.
Bakışım bu kadar keskin, sert, soğuk ve can yakıcı yapan, bir şey biliyor olması mıydı, yoksa öğrenmeye çalışması mıydı? Irene söyleyecek bir şeyler bulmak için çırpınırken aklına birden çoktandır unutmuş olduğu bir anısı geldi. Kocası bir zamanlar, avukat olarak karşı karşıya geldiği bir sorgu hâkiminden söz etmiş, bu adamın bütün marifetinin, bütün sorgu boyunca miyop gözleriyle önündeki belgeleri inceler görünmek ve tam can alıcı noktada bir soru sorarken bakışlarını yıldırım gibi kaldırıp, bir hançer gibi sanığın gözlerine saplamak olduğunu söylemişti. Bir şimşek keskinliğiyle parlayan bu yoğun dikkat karşısında sanık soğukkanlılığını kaybediyor ve özenle kurduğu yalanını sürdüremez oluyormuş. Acaba kocası şimdi bu tehlikeli oyunu oynuyor da kurban kendisi mi oluyordu? Irene, kocasının mesleğine hukuk alanındaki iddiasından çok psikolojik tutkularla bağlı olduğunu bildiği için daha da korktu. Bazı insanların kumar veya seks düşkünü olması gibi, kocası da bir suçu araştırıp ortaya çıkartmaktan, sanığı baskı altına almaktan o denli hoşlanırdı. Böyle bir psikolojik sürek avına çıktığı günlerde varlığı adeta için için ışıldardı. Geceleri sık sık unutulmuş karar metinlerini karıştırmasına yol açan aşırı bir gerginlik, dışa karşı çelik gibi bir sağlamlığa dönüşürdü; az yer, az içer, ama peş peşe sigara yakardı, sözünü de sanki duruşmaya saklıyormuş gibi suskunlaşırdı. Kocasını bir kez bir savunma sırasında izlemiş ve bunu ikinci bir kez tekrar etmemişti; o karanlık tutkuyu, sözlerindeki neredeyse kötücül denebilecek ateşi, yüzündeki o korkutucu ve sert ifadeyi görünce öylesine korkmuştu, şimdi tehditkârca çattığı kaşlarının altındaki sabit bakışlarında aynı ifadeyi tekrar görür gibi oluyordu.
Bütün bu unutulmuş anılar o bir saniye içinde yeniden buluştular ve söylemek istediği sözcükleri engellediler. Susup kaldı ve bu suskunluğun ne kadar tehlikeli olduğunu ve makul bir açıklama bulmak için son şansını da kaçırdığını fark ettikçe daha da şaşkınlaştı. Artık bakışlarını yukarı çevirmeye de cesaret edemiyordu, fakat kocasının her zaman gayet sakin duran ellerinin masanın üzerinde küçük hayvanlar gibi asabiyetle dolaştıklarını görmek daha da ürkütücüydü. Neyse ki yemek çabuk bitti, çocuklar hemen fırlayıp neşeyle bağrışarak yan odaya koşturdular; mürebbiyeleri çocukların taşkınlığını dizginlemek için boşuna uğraşıyordu. Kocası da yerinden kalkarak, ağır adımlarla, bir daha dönüp arkasına bakmadan yan odaya geçti.
Yalnız kalır kalmaz o uğursuz mektubu tekrar ortaya çıkardı. Satırlara aceleyle bir kez daha göz gezdirdi: "Lütfen bu mektubu getiren kişiye derhal yüz kron veriniz." Kâğıdı öfkeyle paramparça etti, parçaları buruşturup çöp sepetine atacaktı ki aklına bir şey geldi, bir an durdu, sonra ocağa doğru eğilerek kâğıt parçalarım çıtırdayan közlerin arasına attı. Birden parlayarak bu tehdidi yalayıp yutan beyaz alevleri görmek içini rahatlattı.
O anda kapıda geri dönen kocasının ayak sesleri duyuldu. Hemen doğruldu, yüzü ateşten ve yakalanmış olmanın sıkıntısından kızarmıştı. Ocağın kapağı, onu ele verircesine hâlâ açıktı; beceriksizce önüne geçerek ocağı bedeniyle gizlemeye çalıştı. Kocası masaya yaklaştı, purosu için bir kibrit yaktı. Alevi yüzüne yaklaştırdığında Irene onun burun kanatlarında bir titreme görür gibi oldu, bu her zaman kocasının öfkeli olduğunu ele veren bir işaretti. Fakat o sükûnetle yüzüne bakarak şunları söyledi: "Sana sadece bana mektuplarını göstermek zorunda olmadığını hatırlatmak istiyorum. Benden saklamak istediğin bazı şeyler varsa bunda tümüyle özgürsün!" Irene bir şey söylemedi, ona bakmaya cesareti yoktu. Kocası bir an bekledi, sonra purosunun dumanını göğsünün derinliklerinden çeker gibi kuvvetli bir nefesle salıverdi ve ağır adımlarla odadan çıkıp gitti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro