8 | KEFENE BULANAN DİP
09.07.2024
kargo - renklerin içinden, rockA - kül
Gemim kıyıya vurmuş, hırçın dalgalar onu yutmuştu. Kırıkları vardı benliğinde. Baş kaldırmamış, direnmemişti. Kıymık batırmıştı tüm yaralarına, daha da fazla kanatmıştı. Ateş çemberinin tam ortasında elimde kibrit kutusuyla bekliyordum. Tüyleri külden simsiyah olmuştu fakat yeniden doğuşunu gerçekleştirmemişti.
"Napıyorsun sen!" diye bağırdı sinirli bir ses.
Ecelimdi.
Rüzgar yüzümün her zerresine sert darbelerini vururken kızıl saçlarım günün ağarmasına kanmış, şafağın göğsüne bıçağı saplayıp rengini öyle almıştı. Yılanları dört bir yandaydı. Bedenim sarsılmıştı. İri yağmur damlaları ruhumun kan gölünü temizlemek için şiddetini artırmıştı. Ölmeyi becerememiştim. Azrail hançerini ensemden çekmişti. Ayaklarım boşlukta sallanıyordu fakat bedenim zeminle temas etmemişti. Biri arkadan gelmiş, tam ben ölümün kucağına sarılırken kollarını belime dolamış ve bedenimi havada yakalamıştı. Tek hissedebildiğim ruhumdaki acı, rüzgar ve arkamda sapasağlam duran bedendi.
Bir de kulağıma değen kısık kısık nefes sesleri.
Apar topar vücudum boşluktan çekildi, ayaklarım çimenlere temas etti. Direnmedim, çırpınmadım. Her çabam boşuna çıkıyordu, elimde öncekinden hiç bir şey kalmıyordu. Birbirine mühürlenmiş göz kapaklarımı araladım. Rüzgarla olan sürtüşmemiz, canice yüzüme vurması ve değdiği yere keskin bir soğukluk bırakması devam ediyordu. Dudaklarındaki tuzlu tat hala gitmemişti. Belimdeki eller çekildi. Omzumdan tutularak bedenim seri bir şekilde arkama döndürüldü. Ufak bir elektrik dalgası baş gösterdi, kıvılcımları toprak altında saklanan ruhların direnişine cesaret verdi. Saçlarım yılanlarına ayrılıp bedenimin dört bir yanına savrulmuştu.
Kehribarlar siyahlıklarında kor olmuş alevlerle tam karşımda, gözlerimin en derinlerine bakıyordu. Sinirliydi. Çok fazla sinirliydi. Burnundan soluyordu. Aldığı nefeslerin ardı arkası kesilmiyordu. Alnındaki damarlar belirginleşmişti. Şeytanlar önünde diz çökmüş, onları affetmelerini bekliyorlardı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun," diye kükredi. Sesi temas ettiği, soğuktan kuruyup çatlaklara bölünmüş dudaklarımı yakmıştı. Kibrit kutusundaki kibritler tükenmek üzereydi. Cevap vermedim, veremedim. Bedenim bu alevlerin ortasında buz kesilmişti. Dünya ile bağlantım yoktu. Tabutumun tahtalarınını eşeleyen tırnak sesleri hala kulağımdaydı. Ölmek istemiştim. Gerçekten istemiştim.
"Sana diyorum lan." Yine bağırmıştı. Omuzlarımdan tutup bedenimi sarsmıştı. Kendimde değildim. Dilimin üzerinde prangalar vardı ve anahtarını nereye sakladığımı hatırlamıyordum. İçimdeki yangınların yanında bedenim sopsoğuktu. Tekrar sarstı. Değişen hiç bir şey olmamıştı.
"Kızım cevap ver."
"Cevap versene lan."
"Ne yaptığını sanıyorsun." Robot gibiydim. Mimik oynamıyordu. Bedenim bir buz kütlesinin içinde yüzyıllar boyu hapis kalmış gibiydi. Tenime değen rüzgar dudaklarımda çatlaklar oluşturmuştu, sızlıyordu.
Sövdü. Ardı arkası kesilmemişti ağzından çıkan kötü kelimelerin. En sonunda kolumdan tutup çekiştirmeye başlamıştı. Ona karşı koyamamış, dokunmamasını yoksa kolunu kıracağımı söyleyememiştim. Boyun eğmiştim bir köle gibi sahibimin emirlerine. Uzaklaştığımız havuz kenarına gelmiştik. Kafamı tuttuğu gibi suyun içine sokmuştu. İşte şimdi gerçekten de dört bir yanımı sular sarmıştı. Ama ne boğulmuş, ne de ölmüştüm. Kıyıya vuran gemim yaralarını sarmaya, çatlaklarını onarmaya and içmişti. Başka yaşamlara kapı aralamış, karalarına vurmayı bekliyordu.
Soğuk suyun yüzüme değmesiyle bilincim derin uykusundan uyanmış, üzerine bulanmış siyah toprağı silkelemişti. Şeytanların hipnozu sona ermiş, gözünün önünde dönüp duran dairelerin çarkı tersine çevrilmişti. Zihnim açılmış, buzlar erimişti. Titredim ve kendime geldim kafam sudan çekilirken. Üşüyordum. Kanıyordum. Çenemin altına süzülen su damlaları her boğazıma değdiğinde irkiliyordum. Bileğimden kan damlıyordu zemine. Bembeyaz tenimin üzerinde karanlıkta bile parlıyordu kırmızı. Titremem bitmemişti. Kafamı keskin ve sıcak nefesiyle yüzüme izmaritler döken kişinin olduğu tarafa çevirdim. Görüş alanıma sadece siyahlıkları kehribarlara meydan okuyan gözler girdi.
Kızgındı.
Çok fazla kızgındı. Kolumu saran parmak boğumları bu kızgınlıktan dolayı sopsoğuktu. Hızla inip kalkan göğsü damar gibi atıyordu. Sadece göğsü değil, hızla çarpan nabzının sesi de kulaklarımı çınlatıyordu. Gözlerimin derinliklerine ateş açmış, istila etmişti. Aramızdan üçüncü kişi olarak esip geçen rüzgar hücrelerini uyarmış, kehribarlarını kahvelerimden çekmişti. Bileğime dolandığını elini çekmiş, bunu yaparken bedenimi hafifçe ittirmeyi de ihmal etmemişti.
"Delirdin mi kızım sen." Gözlerimi sım sıkı yumdum. Olanlarını unutmayı denedim. "Cevap ver." Uyarı niteliğindeydi. Yanıt vermedim. Yanından sıyrılıp geçmeyi amaçlamıştım. Ben yanından geçemeden sağa adım atmış ve tam karşımda tüm heybetiyle dikilmişti. "Yüzüme bak Hare." Bakışlarımı vakit geçsin ve bir an önce bu andan, geçmişimden kurtulayım diye odakladığım zeminden çektim, kafamı yukarıya kaldırdım. Kehribarlarla göz göze gelince tekrar algılarım alt üst olmuştu. Yutkundum. Boğazıma oturan yumru günlerdir oradaydı, hiç bir yere gittiği yoktu.
Fazla yakındık kehribarlarla. Ayak parmaklarım onun ayakkabısının ucuna değiyor, sürtünüyordu. O başını eğdiğinden ben de başımı yukarı kaldırdığımdan nefeslerimizin buğusu birbirine karışarak tüm yaşanmışlıklara lanet savuruyorlar, ateşi harlıyorlardı. Rahatsızdım aslında ama bedenimi geri çekecek, onu itecek, bağırıp çağıracak gücüm yoktu. Anladı durumu ve bir adım geri çekildi. "Bak şu an çok sinirliyim ve bunun sebebi sensin." Tane tane konuşmuştu. Tepkisizliğim sürünce devam etti. "Neden böyle bir şey yapma gereği buldun?" Aynı şeyi tekrar tekrar sormuştu. "Oda," diyebildim sadece zar zor seçilen harflerle. Etrafa bakınıyordum, bir şeylerden medet umuyordum, kimse bana yardımcı olmuyordu, kafayı yiyecektim. Zihnimde canlanan alt üst görüntüleri def etmek için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım, gözlerimi sımsıkı yumdum. Bedenim titriyordu. Başım iki yana olumsuz anlamda sallıyordum. Transa girmiştim. Kehribarlar omuzlarımdan tutup sallayarak kendime getirdi beni az buçuk. "Ne odası?" diye sordu. Kaşlarını anlamadığını belirtircesine çatmıştı. Sesi yükselmişti. Bir an önce bu olayı çözmek istiyordu.
Çölde sürgüne gönderilmiş kuru dudaklarımdan birbirinden aralandı. Kuruduklarından dolayı derileri birbirine yapışmıştı. Bir kaç kelime dilimin ucuna geldi fakat geldiği gibi hemen geri gitti. Dudaklarım mühürlendi. Sola kayıp adım atmaya çalıştığımda elini karnımın üzerine koymuş ve buna engel olmuştu. Kaçmak istiyordum buradan, ardıma bile bakmadan gitmek istiyordum bu evden. Durmadı. "Sana diyorum Hare." Oralı olmadım. Bu sefer elini çeneme koyup kafamı yukarı kaldırarak kehribarlarla iletişime geçmeme neden olmuştu. Sessizce bakıştık. Benden bir halt olmayacağını sezdiğinde derin bir nefes almış ve bilmem kaçıncı kez bileğimden tutup çekiştirmeye başlamıştı.
Bahçeden salona geçtiğimizde "Bakalım ne varmış şu odada," diye mırıldanmıştı dişlerinin arasından. Soğuğa girdiğimde olduğu gibi sıcağa girmek de algılarımın açılmasında baya işe yaramıştı. Duyduklarımı sindiremedim. Telaşımın beynime yaptığı baskı nihayet sonuç vermişti. "Hayır," diye bağırdım ve kolumu onun hükmünden geri çekmeye çabaladım. Bir daha o toplara, hele ki o odaya girmezdim. Giremezdim. Kabusum aynı zamanda da intihar sebebimdi.
Kılıç bu tepkiyi beklemiyordu. Bir an duraksadı sonra arkasını dönüp gözlerimizi buluşturdu. Sakindi. Onun sakinliği beni daha da çığrından çıkarmıştı. Ben kolumu çekmeye çalıştıkça o bırakmamaya ant içmiş gibi parmaklarını derime yapıştırıyordu. "Bırak beni," diye bağırdım. Yürümeye devam etmek isteyince tırnaklarımı geçirmiştim parmaklarına. "Girmeyeceğim o odaya," diye direttim. Tek tırnaklarımın işe yaramayacağını anladığımda dizine tekme de atmaya başlamıştım. Bir an bileğimi bıraktı ve sendelememe neden oldu. Düşmemiştim ama toparlanmam zor olmuştu.
"Gece gece bela mısın sen benim başıma." Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Gözümden bir damla yaş süzülmüştü yanağıma. Onu diğerleri takip etmişti. Göz pınarlarımın önünde artık hiç bir engel yoktu. Bağırmaya hazırdı fakat ağladığımı görünce bazı şeyler zihninde bir yerlere yerleşmişti. "Hay ağzına sıçayım." Bu küfür bana değildi. Bu saatte yaşadığı aksiyonaydı. Alnını kaşıdı. Bana baktı ve merdivenlere döndü sonra tekrar bana döndü. "Uğraşmak istemiyorum biliyor musun seninle, başım ağrıyor." Bana hitap etmiyordu, kendi kendine konuşuyordu. Düşünmesi bittiğinde kolumu tutmak için bir hamle yaptı. Eline vurmuştum gelişi güzel.
"Seni yalnız bırakacağımı mı düşündün, kendini öldürmeye çalıştıktan sonra." Bağırmıştı. Sinirleriyle oynamam bitmişti, artık alev püskürüyordu. Sabrı taşmıştı sonunda. İrkilmiştim bağırınca. Omuzlarım titremişti. Ağlıyordum başka da bir şey yapamıyordum. Ben bile bu hallerime sinir olmuştum. Arkamı döndüm ve koşmaya başladım. Uzaklaşmam lazımdı fakat kehribarlar bunu istemiyorlardı ve engel oluyorlardı. Kolunu belime doladı ve kaçmamın önüne bariyer kurdu. Bedenimin üzerinde sağladığı hakimiyet eşliğinde ayaklarımı yerden keserek beni sürüklemeye başladı. Çırpındım, kolunu ısırdım, tırnakladım. Pes etmemişti ve birinci kata çıkmıştık.
"Ne oluyor lan gece gece." Başka bir ses üçüncü kişi olarak olaya dahil olduğunda kehribarların odak noktasından az buçuk çıkmıştım. Ama hala ayaklarım yere değmiyordu. Kılıç durunca benim çırpınmam da bir süre devam etmiş, sonra da durmuştu. "Geldiler mi yine size." Poyraz gözlerini kaşıyıp ayılmaya çalışarak koridorda belirdiğinde gergindi. "Ne bu carlama, cırlama." Yanımıza geldiğinde aramızda bir sessizlik baş göstermeye çalışmıştı. "Kolunu mu kestin lan sen." Poyraz ile göz göze geldiğimizde bileğimdeki çarpıyı işaret etti. Kılıç'ın bakışları da o işarete yönelirken kaşları çatılmıştı. Fark etmemişti daha önce. "Yok intihar ediyordu," diye homurdandı. Meşgul olduğu konudan çok sıradan bir şeymiş gibi bahsetmişti. Eninde sonunda böyle bir şey yapmamı bekliyormuş gibi.
"Nasıl?" Poyraz artık uykulu değil, yaşananlara karşı gayet meraklıydı. İmayla baktı yüzüme. "Anlatsana." Omuz silktim. Neden hala konuşmak istemediğimi sadece buralardan uzak bir yerde dinlenmek istediğimi anlamamıştı ki. Tekrar tekrar o anları gözümün önünde canlandırmak istemiyordum işte. Poyraz kararsız kalmış, fakat uykusu ağır basmıştı. "Bu olaylar beni aşar bay bay." İlgileri de buraya kadardı işte. Poyraz elini kolunu sallayarak odasına dönecekti ki Kılıç ensesinden tutup yanımıza çekiştirmişti. "Şu çillinin tavırlarından anladığım kadarıyla olay ciddi." Öyle mi dercesine Poyraz yüzüme baktı. Koridorun ortasında, gecenin bilmem kaçıncı devrinde hiç telaşa girmeden çok güzel sohbet ediyorduk. Dileğim bu günleri mumla aramamamdı.
Artık bir şeyler yapmam gerektiğini sezip kafamı olumlu anlamda salladım. "Odaya bak," diye mırıldandım Kılıç'a hitaben. "Ama ben gelmem oraya." Kesin bir tonda konuşmuştum. Benim kadar onları da ilgilendirirdi bu olay. Evlerine biri rahat bir şekilde gizli gizli girmiş ve bana böyle bir armağan bırakmıştı. Kötü adamcılık becerilerini ve özellikle de dağılan dikkatlerini geliştirmeleri lazımdı. "Poyraz sen Hare'nin yanında kal. Kaçmasın." Son cümlesini imayla gülerek söylemişti. Yalnız kaldığım gibi arkama bakmadan gideceğimi biliyordu. Keşke önceden bu yüzümü göstermeseydim de böyle bir tedbir almasaydı.
"O iş bende." Poyraz kolunu boynumdan doğru omzuma sarıp bedenimi kendine çekiştirdiğinde dişlerimin arasından "Abartma," diye tıslamıştım. "Bunlar sadece önlem küçük kız." Göz devirdim. Uğraşacak halim yoktu. "Aferin kızıl kafaya." Saçlarımı okşayıp beni sevdiğinde elini bilekten yakalayıp bükmüş ve saçlarımdan uzaklaştırmıştım. "Abiye böyle yapılmaz." Poyraz cıkcıklarcasına parmağını havada salladığında eğlenir gibi bir hali vardı. Ama ben eğlenmiyordum. "Lütfen," diye mırıldandım şaka kaldıracak halde olmadığımı belirtircesine. Rica etmeme gerek yoktu, üstüme başıma baksa bunu anlayabilirdi. Ya gerçekten anlamak istemiyor, ya da ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Çözemiyordum ben bunları.
Kılıç üzerimize doğrulttuğu bakışları sonunda çekip cehennemi bile kabul ettirten odaya yürümeye başladığında derin bir nefes aldım. İşte başlıyorduk. Gözlerimi kapadım ve gördüklerimi unutmayı denedim. Tüm gerçekler birazdan yüzüme çarpılacaktı. Kaçamazdım. Bununla yaşamak zorundaydım. Kaçsam bile bir yerde yine karşıma çıkacaktı katil olduğum.
"Sende travma benzeri bir şey seziyorum." Poyraz'ın sesi ucu bucağı gelmeyecek düşüncelerimin arasına hançer sokmuş ve yolunu kesmişti. "Bunu anlaman çok da zor olmamıştır," diye homurdandım dişlerimin arasından. Ama yine de duydu. "Hare ben psikoloğum." Harbi mi dercesine yüzüne baktım. Ciddiydi. "Bugün iyi günümdeyim ve sana bedava terapi verebilirim." Sorgularcasına bedenimi süzdü. "Bu evde birlikte yaşayacağız ve sanırım senin bu terapiye oldukça ihtiyacın var." Cevap vermek için dudaklarımı aralamıştım ki başka bir keskin ses hançerin ucunu büktü, oraya şeytanlarını yerleştirdi.
"Bu ne lan," diye kükredi Kılıç odamdan. Sesi koridor duvarları arasında dolanıp durmuş, yankı yapmıştı. Poyraz'ın yüzü de bir anda hiç görmediğim bir şekilde ciddileşmişti. Yüzleşme zamanının çanları ötmekteydi dört bir yanda. Saklambaç bitmiş, sobelenmiştim. "Poyraz herkesi uyandır." Yine yeniden kükremişti. Hedefine ulaşmaya çalışan elektrik akımı gibi titremişti ses telleri. "Yine ne oluyor bu amına koduğumun evinde ya." Poyraz söylenerek aynı zamanda öfkeli bir şekilde yüzüme baktığında gözlerimi kaçırmış, ayaklarımla zeminde saçma sapan şekiller çizmeye başlamıştım. Yaşadıklarımı dile getirmek canımı daha da acıtacaktı. Uğraşıp kendilerinin öğrenmesi gerekiyordu. Yaşayan bir ölüydüm. Kırık bir ruh, arşive kaldırılmayı bekleyen, benim sözlük tanımımdı.
"Demek seviyeleri geçip bizim öğrenmemiz lazım." Poyraz homurdanmasana devam ederek yanımdan ayrıldı ve koridordaki kapıları teker teker çalmaya başladı. "Kalkın lan," diye de bağırıyordu her başka bir kapı çalışında. Fazla gürültücüydü. İlk etkisine tepki veren Atlas oldu. Bir hışım kapıyı araladı ve uykudan şişmiş gözleriyle Poyraz'a tip tip baktı. "Ne var?" Meymenetsizliği konuşturmuştu yine. "Bende bilmiyorum, göreceğiz ne olduğunu." İmayla beni işaret edip kenara çekildiğinde Atlas ile göz göze gelmiştik. Beni görünce huysuzluğu bin kat daha artmıştı. Uykusundan arınmıştı. Kapının kulpuna yaslanırken "Prenses yine belayı üzerine çekti demek," diye homurdandı. Hiç hoşlanmıyordu benden. En nefret ettiği kişi bile olabilirdim. Göz devirdim. Duvarın dibine sürtüp yere çöktüm. Bacaklarımda dayanacak hal kalmamıştı artık. Poyraz Atlas'ın odasının önünden ayrılıp Sırça'nın olduğunu tahmin ettiğim odaya yöneldiğinde "Kızların hepsi üst katta, Balın'ın odasında," diye mırıldanmıştı. Poyraz hedefini değiştirip üst kata çıktı.
Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp omzumun ardına aldım ve başımı dizlerimin arasına yasladım. Adım sesleri duyuyordum ve burnumun direklerini alkolle karışmış sigara kokusu sızlatıyordu. Yanıma oturdu ve sırtımı dürttü. "Niye depresyonik moda girdin lan." Meraktan değildi. Sırf bu saatte uyanmanın hıncını çıkarmak için uğraşıyordu benimle. "Atlas," diye mırıldandım. "Sus." Birazdan, gördüklerinden sonra zaten üzerindeki bu umursamazlığı atacak ve sinirleri tepesine çıkacaktı.
Çakmak sesi duyduğumda sigara yaktığını anlamıştım. Kafamı dizlerimin arasından kaldırıp ona baktığımda yanılmadığımı anlamıştım. "İster misin?" Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladığımda kaşları çatıldı. Yalnız kalmalıydım. "Kılıç'ın yanına gitsene sen." Sesim buğulu çıkmıştı. Yanımda durması bile sinirlenmem için bir sebepti. "Kılıç burada mı?" Sigarasını arkasında kalan duvara sürtüp söndürdü ve ayağa kalktı. "Nerede?" Odayı işaret ettiğimde hiç düşünmeden o tarafa ilerlemişti. Bir kaç dakika sonra "Hassiktir, bu ne lan," diye bağırmıştı. Kaldı beş. Beş kişiden daha aynı tepkiyi duyacaktım.
Yukarıdan da gürültüler geldiğinde cümbüşün kopmasına çok yakın olduğumuzu anlamıştım. Koşuşturarak biri merdivenleri indi ve koridorda belirdi. "Sen intihar mı etmeye kalktın." Faldan Miray çıkmıştı. Hemen yanıma gelip önümde diz çöktü. Hem meraklı hem de endişeliydi. Paspal, harabelerle dolu halimi görünce susmuştu. O da aynı diğerleri gibi neden diye sormak istiyordu ama "Konuşmak istemiyorum," diye mırıldanınca sormamıştı. Peşinden Balın ile Sırça da yanımıza teşrif etti. Sırça hala ayılamamış, Balın'ın omzunda uyumaya çalışıyordu. Balın yüzüne tokat attığında "Uyandım," diye söylenmiş ve başını omzundan çekip doğrularak gözlerini ovuşturmuştu. Balın Miray'ın yanına çöktüğünde hiç bir şey dememiş sadece perişan halimi izlemişti. Bileğim dikkatini çektiğinde parmak ucuyla dokunmuştu ve canım yanmıştı. Acıyla yüzümü buruşturunca parmağını bileğimden çekti.
"Neden burada daltonlar gibi dikiliyoruz aşağıya insek ya." Sırça'nın önerisi üzerine kızlar hareketlendiğinde Balın "Hadi," dercesine elini boşlukta sallamış ve elimi tutarak kalkmama yardımcı olmuştu. Gediz ve Poyraz ikilisi de radarda belirip aramıza dahil olduğunda ekip tamamlanmıştı. "Aşağıya iniyoruz hadi." Miray geçiştirircesine onları da aşağıya indirmeye çalıştığında lafını ikiletmemişlerdi. "Atlas nerede?"
"Kılıç'ın yanında," diye yanıtladım Sırça'nın sorusunu. "Kılıç da mı burada?"
"Hıhı," diye mırıldandım.
"O zaten tutmuş Hare'yi." Poyraz onaylamayan gözlerle gözlerime baktığında omuz silktim. Ölmemiştim. Ama o zaman mantıklı düşünemeyip ölmeye çalışmıştım ve açıkçası hiç de pişman değildim. "Neredeler peki?"
"Benim kaldığım odada."
Sırça aşağı inmekten vazgeçip odaya yöneldi. Kimseyi umursamadan merdivenleri inmeye başladığımda Miray'ın diretmesiyle birer birer peşime takılmışlardı. Salondaki koltuğa oturduğumda kulak zarımı Sırça'nın çığlığı çınlatmıştı. Herkes tetikte gibi bakışlarını üst kata yönelttiğinde dizlerimi kendime çekip kafamı dizlerimin arasına gömmüştüm. Benim de her şeyden saklanma yöntemim buydu işte. Acılarımı geçirmiyordu ama geçireceğine inandırıyordu.
"Hare," diye bağırmıştı Sırça. Koşarak salona, karşıma gelmişti. Elini saçlarımda hissettim. "Ne gördün de telaşlandın kızım?" Sırça Gediz'in sorusunu yanıtlamak yerine yanıma oturmuş ve bana sarılmıştı. Ağlamak istemiyordum ama göz yaşlarım buyruklarımı dinlememiş ve göz pınarlarım üzerinde kurdukları baskıda nihai sonuca varmışlardı. "Yine ne oluyor bu lanet evde." İki çift ayak sesi duyuldu. Birileri merdivenden aşağı iniyordu.
"Bu oluyor." Dönüp dolaşıp başa gelmiştim.
"O ne be!" Miray sorduğu soruya pişman olmuştu gördükleri karşısında. Kafamı artık asla gün yüzüne çıkartamazdım. O görüntüyü tekrar göremezdim. Ama gözlerimin önünden de gitmiyordu. Ağlamam daha da şiddetlenmişti. İnci taneleri volkandan fışkıran lav olmuş, yanaklarımı yakıyorlardı. O şeyle aynı ortamdaydık. O nefes almıyordu fakat ben alıyordum. Sırtımda bir el hissettim. "Tamam, sakin ol," diye mırıldandı Sırça.
"Bu gerçek mi?" Kendi sorusunu kendisi cevaplamıştı Gediz. "Bu çok kötü." İğrenmişti. "Tüm olay bundan koptu." Poyraz'ın keskin bakışları üzerimdeydi. Sadece onun da değildi.
"Ay tamam, bir susun kız iyi değil." Sırça başımı tutarak dizlerimin arasından kaldırmaya çalıştığında ona engel oldum. "Kız hiç iyi değil."
"Odana çıkarsana." Balın'ın önerisi üzerine Sırça kolumdan tutarak beni kaldırmaya çalıştı. "Hayır," diye mırıldandım. Dayanacak gücüm yoktu.
"Çek şu kafayı önümden."
Kulaklarımı kapatıp "Sus," diye cırladığımda Poyraz anında "Özür dilerim," diye mırıldanmıştı. "Hare iyi değilsin odaya çık." Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Kimseyi duymak, görmek istemiyordum. Kafamı dizlerimin arasından kaldırmamalıydım. Buradan başka bir yere hareket etmemeliydim. Yoksa yine başıma kötü şeyler gelecekti.
"Abi aklım almıyor, nasıl böyle bir şey yaptılar. Evimize girdiler ya şaka gibi." Poyraz oturduğu yerden kalkmış, adım seslerinden anladığım kadarıyla odada volta atmaya başlamıştı.
"Biz boku yemişiz." Atlas'ın sesiydi. Uzun zaman Kılıç ile odada yalnız kalmışlardı. Bu süreçte bir şeyler konuştuklarını biliyordum. "Bu hata tekrarlanmayacak tekrarlanmamalı." Kılıç otoriter sesiyle olaya dahil olmuştu. Artık ikisi de merdivenlerin başında değil, aramızdaydılar.
"Nasıl peki?"
"Ev değiştiririz ondan kolayı yok." Çok umursamazsa söylemişti Gediz bu cümleyi. Bu hiç bir şeyi unutturmazdı. Daha da şiddetlendirirdi yaşanacakları.
"Ver onu bana." Onun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Bir ay boyunca kabuslarımdan çıkmayacak bir şeydi. "Abi çok da iyi yere gömmüştüm cesedi, nasıl buldular." Poşet açılma sesi geldi kulaklarıma.
"İzliyorlar demek ki bizi." Cümleler birbirini kovalıyor, her kafadan ayrı ses çıkıyordu.
"Tahmin ettiğimizden daha büyük bu iş. Cinayetin ardında çok başka bir şey var." Annem ve babamın cinayetinden bahsetmişti Kılıç. Durulma yoluna giden göz yaşlarım daha da şiddetli yağıyordu toprağa şimdi. Her şeyin başlangıcı bu cinayetti ve sonrasında gelenler durdurulmuyordu. Çakan gök gürültüsü bile üzülüyordu benim geçmişime en çok da geleceğime. Gemi paramparçaydı. Dalgalara artık direnmiyordu. Alabora olmuştu.
"Hare gerçekten iyi değil. Sonra konuşalım bu konuyu, ne yapacağımıza bakalım." Miray geçiştirircesine konuşmuştu. "Oyalarsak daha da büyük oyunlar oynanacak ama."
"Farkındayım," diye cevapladı Miray Balın'ı. "Hem de fazlasıyla." Sis bulutları dolanıyordu salonun tam ortasında. İğnelerini hazırlamıştı, her an can almak için yağabilirdi. Bir beden çöktü sağ tarafıma. "Dipsiz kuyumuz cümleten hayırlı olsun o zaman." Balın imayla karışık söylenmişti. Hepsi de telaşlıydı. Acınacak hallerine dalga geçerek endişelenmediklerini göstermek istiyorlardı fakat savaş çoktan başlamıştı. Karşı taraf bu çağrıyı önceden aldığından zırhlarını kuşanmışlar, savaşa bir sıfır önde başlamışlardı.
"Siz burada kalmaya devam edin." Kontrol yine Kılıç'ın eline geçmişti. "Hare bir kaç gün bende kalsın, sırayla da birileriniz yanımızda bulunsun." Onaylayan sesler yükseldi salondakilerden. Karşı koyamadım. Kıvılcımlarımın üzerine su dökülmemişti. Zemininde bir çatlak belirmiş, içinden çıkan kasırga her şeyi yerle bir etmişti. Bu günden, bu evden sonra onun cehenneminde şeytanlarıyla beraber yaşamak bana nimet sayılırdı.
"Hare, kafanı kaldır." Esas kızı hatırlamışlardı. Bu olayların kilit noktası bendim, benim bu eve yerleşmemdi, annemin verdiği adresti.
"Hayır," diye bağırdım. Omuzlarımı silkmiş, huysuzlandığımı belli etmiştim. İstemiyordum. Yine canımı yakacak, kabuslarımın baş rolü, acılarıma kazma vuracak şeyler görmek istemiyordum. Saklanmalı, benliğimi karanlığa teslim etmeliydim.
"Görmek istemediğin şey yok burada kaldır kafanı yukarıya." Sabırsızdı. Bir an önce kaçırdığı ipin ucunu yakalamalıydı. Bu yolda papatyaları ezmeye de dünden razıydı.
Kafamı dizlerimin arasından çektim. Hala gözlerim sımsıkı birbirine kenetliydi. Cesaretim meleğin oyununa kanıp gittiği inde esir tutuluyordu. Yanağımda biriken gözyaşlarımı kazağımın koluyla sildim. Kendimi yapabileceğime inandırdım ve gözlerimi araladım. Bulanıklık saatin çarkı ilerledikçe geçmişti. Göz bebeklerimde kehribarların dikenleri vardı. "Onaylıyor musun?" diye sordu. Kafamı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım.
Ondan başka çarem yoktu ki.
Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide gezinen kayıp bir kızdım ben.
...
Araftaydım. Sağım da şeytanlar cehenneme gelmem için yalvarıyorlardı. Beni ancak onlar aklayabilirlerdi. Fısıldıyorlardı ninnilerini. Solumdaki melekler cenneti seçmem için hiç bir şey yapmamışlardı. Aksine ayıplamışlardı beni. Şeytanların insafına kalmıştım. Mezarım için yer ayırtılmış, tabutumun tahtalarına çiviler çakılmıştı. Kefenim bile hazırdı. Sadece ölmem gerekiyordu yeniden doğup yaşayabilmek için.
Çiftli eski koltukta uzanmış, gözlerimi tavana dikmiş, ellerimi karnımda birleştirmiş, hayatı sorguluyordum. Bitmemişti. Her bir sorum dallara ayrılıyor ve yeni kökler türetiyordu. Ne kadar budamaya çalışsam da bir türlü hasat edememiştim hepsini. Geceden beri ruh gibi dolanıyordum ortalıklarda. Varlığımla yokluğum birdi. Kimseyle konuşmuyordum, yemek yemiyordum, sigara bile içmiyordum. Poyraz sabah sürekli yanıma gelip ağzımdan laf almaya çalışsa da pas vermemiştim. O da en sonunda dayanamayıp pes etmişti. Kılıç ile ikisi birlikte itiş kakış mutfağı topluyorlardı. Öğlen Poyraz makarna yapıp becerilerini konuşturmaya çalışmış fakat evi dumanlar altında bırakarak Kılıç'tan bir ton laf yemişti. En sonunda peynir ekmeğe kalıp karınlarını doyurmaya çalışmışlardı.
Sırt üstü uzanışımı bozup yan yattım. Ayaklarım koltuğun ahşap kolçağına temas ediyordu. Mutsuzdum, fazlaca. Uyumamıştım da. Ne zaman gözlerimi kapasam zihnim projeksiyonunu açıp perdeye o kafatasının görüntüsünü yansıtıyordu. Her seferinde ürküyordum. Bedenim geriliyor, tüylerim diken diken oluyordu. Unutamıyordum, yapamıyordum. O iğrenç kokusu, rutubet tutan yüzünden başka bir şey yoktu aklımda. O yüzü ilk gördüğüm güne saydığım kadar hiç bir şeye bu kadar lanet etmemiştim.
Salonun kapısı aralandığında elini havluya silmekle meşgul olan Kılıç içeriye girmişti. Çiftlinin yanındaki tekli koltuğa oturduğunda bakışları benim üzerimdeydi. Umursamazca televizyondan açık olan spor programını izlemeye başladım. Robot gibiydim. Dudaklarım düz bir çizgi halinde zamanı ilerletirken sallanarak hayalet yaşamımı sürdürüyordum. Zevk vermemesi en çok gocunduğum noktaydı.
Kılıç spor kanalını değiştirip onun yerine maç kanalı açtı. Mutfakta tahmin ettiklerinden fazla oyalanmışlardı ve maç çoktan başlamıştı. Sırf bunun için ana avrat sövmeyi ihmal etmemişti. "Lan Poyraz koş Galatasaray gol atmış." Heyecanla bağırmıştı. "Harbi mi." Poyraz koşuşturarak elinde bulaşık makinesine yerleştirilmeyi bekleyen çatal kaşıklar eşliğinde salona damladı. "Aslanım be, her türlü koyuyor." Şu an ikisinden mutlusu yoktu. Poyraz da diğer yanımdaki tekli koltuğa oturdu ve elindekileri kucağına koyup maçı izlemeye başladı.
Kapının zil sesi salonu doldurduğunda kimse oralı olmamıştı. İkisi de pür dikkat maçı izliyordu. Şaşkınlıkla onlara baktım. Zil tekrar çaldığında yine kıllarını kıpırdatmadıklarında ben de umursamamayı denedim. Onların umurunda değilse, benim hiç değildi. "Kılıç kapı çalıyor."
"Farkındayım," diye yanıtladı Poyraz'ı. Zil ısrarla çalmaya devam ettiğinde "Hare kapıyı aç," diye söylenmişti. Oldu paşam der gibi ona baktım fakat o maçtan gözünü alamıyordu. "Go küçük kız, go." Poyraz da ona destek olduğunda göz devirdim. Bu işi gerçekten çok ciddiye alıyorlardı. El mahkum içimden homurdanarak ayağa kalktım ve salınarak salondan çıkıp koridorda ilerledim. Zil artık çalınmıyor, kapı resmen tekmeleniyordu. Kapıyı araladığımda biri bedenimi kenara ittirmiş ve koşarak içeriye damlamıştı. "Maç kaç kaç."
"Yavaş oğlum yavaş." Atlas Gediz'in ardından homurdanarak kapıda belirdiğinde beni es geçmiş ve yanımdan sıyrılmıştı. Salona girip maç sonucunu gördüğünde ise yedi ceddine sövmüştü. "Merhaba." Ardından şakıyarak Sırça onun ardından da kol kola girip şarkı söyleyen Miray ve Balın içeriye damlamıştı. Kadro tamamlanmıştı. Kapıyı kapattım ve peşlerine takıldım. Salonda değişik bir atmosfer vardı. Gediz nereden çıkardığını bilmediğim sarı kırmızı ipi alnına bağlamıştı. Gol olduğunda Poyraz Kılıç'ı yanaklarından öpmüştü. Kızlar koltukların arkasında kalan masada Sırça'nın okulundaki insanlar ve dünkü ceset hakkında dedikodu yapıyorlardı. Atlas en sessizleriydi. En dipteki koltuğa oturmuş sessizce memnuniyetsizliğini yaşıyordu. Galatasaray'a laf attığı anda Poyraz "Pis Fenerli," diye üzerine yürümüştü. Gediz havlamaya başlayınca konu dağılmıştı.
Ben ise Gediz ve Kılıç dan arda kalan çiftli koltuğun boş kısmına oturmuş onları izliyordum. Saçma sapan hareketleri güldürmüyordu. Tepki bile verdirmemişlerdi. İlgi bende olmadığı sürece bu sessizliği sürdürmeyi amaçlıyordum. Maç bittiğinde Kılıç, Poyraz ve Gediz omuz omuzda verip takım marşı söylemişlerdi. Atlas "Derbiyi bekleyin siz," diyerek kızdırmıştı onları. Kısa bir süreliğine Gediz ile yastık savaşı yapmışlardı. Tüm güçleriyle birbirlerine vurduklarından en son Atlas'ın burnu kanıyordu. Pansuman yapmaya Miray gönüllü olmuştu. Hem gülüyor hem de kanı bezle temizliyordu.
"Ee sen nasılsın?" Sırça'nın sorusu üzerine bakışlarım ona kaydı. Korktuğun başıma gelmişti ve birinin ilgi noktası olmuştum. Fakat konuşmak hiç içimden gelmiyordu. Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Doğruydu, iyi değildim. Olmaya da çabalamıyordum. Gelişine bırakmıştım.
Benden başka da bu meseleye takılan olmamıştı. Herkes keyfine bakıyordu ve en çok takıldığım nokta da buydu. İşin ucu unlara da değecekti, evlerine de girilmişti fakat çok duyarsızlardı. Yok bir an önce bu işe el atmalıyız yalanları anında bulutlarla birlikte gökyüzüne çıkıp ortadan kaybolmuştu. "Sen böyle dalgaya vurduğumuzu sanma. Sen arabaya bindikten sonra yedimizin arasında kısa bir konuşma ve siz gittikten sonra da dördümüzün arasında ayrı bir konuşma geçti. Ayrıca Poyraz ile Kılıç da senden gizli kuytu bir köşe de konuşmuşlardır." Açıklama tatmin olmam için yeterli değildi. Sırça soracağım soruyu tahmin ederek konuşmaya devam etti. "Senin travman tetiklenip daha da boka batmaman için kuytu köşede konuşmuşlardır. Daralmamak için yapıyorlar bunları. Hepsi bahane." Uzun konuşmuştu ama yine de açıklama yeterli değildi. Esas kız bendim. Yine de daha gramla dinlemek istemediğimi belirtircesine omuz silktim. Uğraşıp çözsünler şu meseleyi kendi aralarında, her türlü şekle girmeye okeydim ben.
"Oğlum yastıkla vuracaktın, kafa atmayacaktın."
"Ee ne yapayım kıvırcık saçları görünce dayanamadım. Ayrıca artık benimle tahterevalliye de binmiyorsun alınıyorum."
"Ay birinin ok, birinin de şu şey yeter da." Miray son noktayı koyduğunda kapı zili tekrar çalmıştı. "Aha geldi benim ki şimdi nasıl ağzına sıçtırıyorum izle de gör." Atlas koşuşturarak kapıyı açmaya kalktığında Gediz ilk başta ne demek istediğini anlamamıştı. Jetonu puzzleı tamamladığında ise önünde duran Balın'ı saçından tutup çekiştirerek Atlas'ın peşine takılmıştı. Fakat çok geç kalmıştı. Atlas kolunun altına aldığı Ertuğrul abi ile içeriye damladığında Gediz'in tek telkini yutkunmak olmuştu.
"Sen neden benim Atlas'ıma kafa attın ha." Ertuğrul abi kızgınmış rolüne bürünmeye çalışıyordu fakat gülmemek için kendini zor tutması onu ele veriyordu. "Bak bak burnum kanıyor." Atlas küçük bir çocuk edasıyla kanayan burnunu işaret etti. Ertuğrul abi kızıyormuş gibi parmağını Gediz'e doğrultup havada sallamaya çalışsa da en sonunda dayanamayıp gülmüştü. "Oğlum 26 yaşında adamsın git otur yerine Allah aşkına." Atlas halinden memnun bir şekilde koltuğa kuruldu ve Miray'ın elindeki bezi alıp burnundan akan kanları gelişi güzel sildi.
"Ertuğrul abim her zaman olduğu gibi yine çok haklı." Gediz yalakalık yapmaya çalıştığında onu da bozmuştu. "Sen de havlayıp durma millete."
"Kalbimi kırdın şu an." Gediz dudak büzüp sanki boş yer yokmuş gibi Miray ile Kılıç'ın arasına oturmaya çalıştığında onlar yanlara kaydıklarından köşede kalan ben olmuş ve sıkışmıştım. En sonunda çiftli koltuğumdan ayrıldım ve en boş olan alana yani yemek masasının etrafındaki sandalyelerden birine oturdum hoşgeldin faslı dolanırken.
Ertuğrul abinin yüzündeki ifade ilk geldiğinden çok daha farklıydı şu an. Yüzündeki gülümseme tamamen silinmiş ve oldukça ciddi maskesini takmıştı. Salonun tam ortasına, koltuklar ile yemek masasının arasında kalan boşluğa geçti. Her ne kadar bakışlarımı ondan kaçırmaya çalışsam da gözleri beni bulmuştu. "Konuşmamız gereken önemli konular var," diye hitap etti hepimize ve hiç beklemeden masanın en baş köşesine kuruldu.
Çanlar çalmaktaydı. Sorgu vaktinin bilmem kaçıncı sahnesi çekilecekti. Küçük kızın ruhu bu sefer hapishaneden kaçacak mıydı, meçhuldü. Kaçamayacağı yönünde oynanmıştı iddialar.
"Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri yapacağız o zaman."
"Ama bu masa yuvarlak değil." Balın'ın söyleyeceği şey espri niteliği taşıyordu fakat o bunu söylerken çok ciddi ve aklı başında söylemişti.
"Bu sefer bununla yetineceğiz Balın hanım."
"Hiç memnun olmadım Ertuğrul bey."
Herkes teker teker masaya yerleştiğinde bir bakışma senfonisi yaşanarak ortam hazırlanmıştı. Dört yanımdan kuşatılmıştım düşmanlarım tarafından. Ertuğrul abi ellerini yumruk yaparak masanın üzerine koydu ve keskin bakışları avını süren avcı edasıyla beni buldu. "Büyük bir oyunun içindeyiz," diye başladı cümlesine. "Bu oyunu çözmek için en baştan ipuçlarını bularak düşünmemiz gerekiyor. Acele etmeliyiz ki oyun uzamasın ve biz kazanalım."
Parmağının işaret ettiği kör nokta bendim. "Hare Ay ya da Alin Yıldız. Bu oyunun baş karakteri sensin."
"Farkındayım." Saatlerdir ilk defa konuşmuştum. Artık susacak halim yoktu. Bir şeyleri çözmek istiyorsam bir yerlerden başlamalı, isteklerimi göz ardı etmeliydim. Nefes sesleri birbirini takip ederken ortamda ki gergin hava yer altında yaşayan cesetleri rahatsız ediyordu.
"Sen artık Alin Yıldız değil, Hare Ay'sın bu konuda bir anlaşalım." İtiraz edecek gibi oldum, dudaklarım aralandı fakat yapamadım. Yeni kimliğimi kabullenmem gerekiyordu belki de. Yeniden doğuşumun ilk adımı olabilirdi. Belki daha rahat saklanırdım canımı almak isteyenlerden, belki de katil olmanın eşiğine gelmez, katil olmazdım.
"Ben Hare Ay değilim ama ben Alin'im." Dayanamamıştım yine, itiraz etmiştim. Doğru kararlar vermekle aramda büyük bir uçurum vardı. Köprüyü hala inşa etmemişti zihnim.
"Kabullenmen lazım, Hare." Bastırarak söylemişti yeni ismimi, başka çarem yokmuş gibi. "Konuyu değiştir." Direnişim, ismimi kabullenmeyişim bugünlük buraya kadardı. Diğer günlerde elbet ataklarım sürecekti ya da benliğime kabul edip sürmeyecekti. Zaman izini bıraka bıraka gösterecekti.
Bakışlarını benden çekti, Kılıç'a yöneltti. "Pekala, baştan bir inceleyelim." Kılıç onaylarcasına başını salladı. "Arabada giderken yolunuz kesildi ve o malum son." Bu ortamda ağlamak istemiyordum fakat göz yaşlarım yuvalarından başlarını kaldırmış gelecek emri bekliyorlardı. Gerçeklerin yüzüme tokat gibi çarptırılması ise sınırlarımı zorlamıştı. "Normal olarak yardıma ilk ben koşarım diye Belinay Yıldız sana benim evimin adresini verdi ki, zaten olaylardan iki saat sonra haberim oldu." Her ne kadar dile getirmek istemesem de onun da bir şeylerde parmağının olduğunu hissediyordum ve kader beni bu noktaya getirmişti. Bilerek ya da bilmeyerek yapmıştı bunları ve ben bugün sırf bu yüzden bu evdeydim. "Ölmeden bir kaç gün önce Kartal ile konuşmuştuk fakat tehlikede olduğunuza dair bir şey söylemedi." Kendisinin de bildiğini düşünmüyordum. Geçmişinden tamamen arındığını sanıyordu, hayat ona en büyük oyununu oynamış beden olarak benim ruhumu hiçlik ve acı ile ödüllendirmişti.
"Neden bize Hare'nin babasından hiç bahsetmedin." Miray bunu soru sorar gibi değil de yakınırcasına söylemişti. Ertuğrul abi derin bir nefes çekti içine. Onun da hatırlamak istemediği bazı şeyler vardı. Yüzünde oluşan acı tebessüm tüm hatlarıyla onu ele veriyordu. "Hare doğduktan sonra elini ayağını çekti, ailesiyle ilgilendi benim başıma gelenlerden sonra. Haklıydı. Ben de bulaştırmak istemedim." Miray aldığı yanıttan memnun olmasa da oturduğu köşeye sinip sustu.
"Çok yakındınız," diye mırıldandım.
"Evet çok yakındık," diye onayladı beni. "Sen doğmadan önce de doğduktan sonra da." Kendimi daha fazla tutamadım ve ben de acı dolu bir tebessümle tablomu süsledim. Arkamda çok fazla iş çevrilmişti babam tarafından. "Peki ya annem," dedim tüm duygusuzluğumla. "Babam annemi öldürmeye gitmiş ama sonra birbirlerine aşık olmuşlar değil mi?" Sadece kafasını sallamakla yetinmişti. Bu kadardı soracaklarım. Nasıl aşık olduğunu, niye aşık olduğunu sormayacaktım. Çünkü bir şeyler olacak ve en çok yarayı alan yine ben olacaktım.
"Bileğindeki iz dün gece mi oldu?"
"Evet." Yeterli bir yanıttı.
"Annenle babanı öldürmeye yardım eden adamı öldürdün ve onun ölmüş bedenindeki kafatasını dün gece yatağının ucundaki komidinde buldun değil mi?"
"Evet." Kalkmak istiyordum bu masadan. Daralmıştı ruhum. Topak topak kanarken kimse görmüyordu içindeki zelzeleleri. Gitmem lazımdı bu şehirden, bu dünyadan.
"Abi, kim bu adamlar." Uzun zamandır aklımı kemiren soruyu sonunda ağzımı açmadan biri benim yerime sormuştu. Atlas'ın sorusu üzerine bir kaç dakikalık süren sessizlik bozulmuştu. Orkestra daha iştahlı saplıyordu baltayı ormanın tellerine. "Daha önce hiç piyasa da görmedim." Ertuğrul abi elinde hiç bir şey olmadığını belli etmek için yumruk yaptığı ellerini açıp avuç içlerini meydana çıkardı.
Konser olayına hiç girilmeden benim kimlik değiştirme olayıma girdiler sonradan. Katil olmamdan bahsetti Kılıç ve en sonunda yine o kafatası olayı gündeme geldi. Görüntü gözümün önünde belirdiğinde tiksinircesine yüzümü buruşturdum. Uzun uzun kafa patlatsalarda bir sonuca ulaşamamışlardı. İpin ucu sürekli kaçıp duruyordu. Bugüne kadar sorunsuz ilerlemiş fakat artık turnayı gözünden vurmuşlardı. Bela diye öten bir turnaydı.
"Adamlar bir anda çıktılar ve çıkışları baya gösterişli oldu. Baksana güvenlikleri bile ses çıkarmayıp bizi uyandırmadan halledip eve girmeyi başarmışlar." Homurdanmıştı Kılıç tüm içtenliğiyle. Atlas onu es geçti. "Senden sakladığımız bir şey var." Ertuğrul abinin kaşları çatıldı. Kıyametin ilk adımı atılmıştı. Geri kalanları ip söküğü gibi arkasından gelecek ve kimse ne olduğunu anlamayacaktı. "Evet, dinliyorum sizi."
"Biz Balın ile marketten dönerken saldırıya uğradık ve bu ölen adamın adamları bizi iyice benzettiler. Balın fena darbe aldı. Elimize de Hare ile alakalı not bıraktılar. Konser günü o yüzden adamları o kadar patakladık." Poyraz'ın anlatacakları bittiğinde kırmızı alarm dur durak bilmeden ötüyordu. Birazdan odada yangın çıkacaktı ve çoğu kişinin yüzüne is bulaşacaktı.
Ertuğrul abinin yüzü alev alevdi. Alnındaki damarlardan biri belirginleşmişti. Nabzı gibi atıp çevreyi yokluyordu. "Ve siz bunu yeni mi bana söylüyorsunuz." Alev ateş püskürüyordu. "Ne bilelim bu kızın bu kadar önemli olduğunu." Dönüp dolaşıp her şey bana bulaşıyordu. Esas kız olmanın gerekliklerinden biriydi. Hayatımı yazan senarist fena halde acıdan besleniyordu. Atlas hoşnutsuzca beni işaret ettiğinde Ertuğrul abi seri bir şekilde masadan kalkmıştı.
"Bu olay hepimizin olayı. Artık kimse Hare'ye kötü davranmayacak, özellikle de sen Atlas." Bağırmıyordu fakat çok da sakin olduğunu söyleyemezdim.
"Kılıç da var, hatta liderlik savaşını önde götürüyor." Pişkince araya girdim. Kocaman olmuş gözleri beni bulduğunda acı tebessümün yerini yapay bir sırıtışa bırakmıştı. Yaslandığım yerden doğrulup sandalyenin üzerinden kendime çektiğim bacaklarımı aşağıya sarkıttım ve yüzüne bakarak kocaman sırıttım.
"Sen daha da özellikle Kılıç," dedi otoritesini korurcasına. Kendini bağırmamak için oldukça sıkıyordu. "Şu an gidiyorum çünkü benden bir şeyler saklayarak beni fena halde sinirlendirdiniz. Mantıklı konuşamayacağım. Oturun oturduğunuz yerde, insan gibi düşünüp yaşananlara bir çözüm arayın." Adım attıktan sonra duraksayıp tekrar masadakilere döndü. "Yarın akşam yine geleceğim, ona göre herkes saat sekiz de bu masa da olsun." Restini de çekip hızlı adımlarla masayı terk ettiğinde Gediz Sırça'nın kolunu dürtmüştü. "Kızım koş peşinden, görüşürüz falan de."
Sırça dinamit gibi patlamayı bekleyen adamı sakinleştirme görevini üstlenmekten hoşlanmamıştı. "Neden ben," diye mırıldandı istemsizce. "Evin en küçüğü olduğundan prenses gözüyle bakıyor sana çünkü." Sırça onaylama almak için Kılıç'a baktı. Kılıç kafasını salladığında aceleyle oturduğu yerden kalkıp kapı açılma sesi duymadan önce koridora damladı.
"Bomba zaten yanımızda dururken daha ne yapabiliriz ki."
"Kılıç," dedim uyarırcasına. "İyi davran bana." Bazen çarklar benim şerefime de dönebiliyordu. Hem beni yanında isteyen de oydu.
...
Bataklıktaki çamurlar katılaşmıştı. Topak topak kaynıyordu yeryüzünde, arşivlere öyle kazınmıştı. Bedenimi oynatamıyordum. Ufak bir hareketimde daha da dibe batıyordum dolunayın altında. Uzatılan dalların hepsi elim değmeden taş kesiliyor, yılanları bileklerime dolanıyordu. Avuç içimdeki hançer kalbime saplanmak için bekliyordu. Emir vermeliydi itaat ettiği zebani. Tan vakti ağarmadan idam emirleri dar ağacına çivi çakılarak asılmıştı. Benim hala ismim yoktu ama yine de bu bataklıktan kurtulamıyordum.
Kafamı dağıtmam lazımdı. Geçmişten biraz da olsa uzaklaşıp yeni acılara kapımı aralamalıydım. Bileğimde tüm acımasızlığıyla duran çarpı işareti buna engel oluyordu. Küçük bir çizik gibi görülebilirdi ama hem mecazen hem de gerçek anlamda ruhumu acıtıyordu. Lavaboda klozetin kapağını kapatıp üzerine oturmuş, yara izimi inceliyordum. Kanıyordu. Kan bileklerimden giydiğim gri eşortmanıma damlıyordu. Sargı bezi klozetin hemen yanındaki çamaşır makinesinin üzerindeydi. Onu oradan almalı ve kanı temizleyip bileğime sarmalıydım. Fakat bir saattir burada fayansları izleyerek kendi idam emrimi yazıyordum sararmış kağıda.
Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Elimi eşortmanımın cebine atıp sigara dalını çıkardım. Dudaklarımın arasına yerleştirip diğer cebimden de çakmağı çıkarıp dalı yaktım. Ciğerlerimi nikotinle bayram ettiğimde birbirine değip başımı ağrıtan sinir uçlarım hizaya gelmeye başlamıştı. Uzun bir nefes daha çekip bağdaş kurdum. Sargı bezini nihayetinde elime aldığımda kanı tuvalet peçetesiyle temizlemiş ve gelişigüzel bileğime sarmıştım. Son nefesimi de çekip sigarayı bitirdikten sonra lavabonun içinde söndürüp klozetin yanındaki çöp kutusuna attım. Suyu açtım ve soğukluğu tüm benliğimde hissedene kadar yüzümü yıkadım. Lavabonun yanındaki havluyla yüzümü kurulayıp aynaya baktım.
Bu ben değildim. Kızıl saçlarımın bükleleri birbirine girmişti. Zihnim gibi karman çorman olmuşlardı. Tarak yüzü görmüyorlardı kaç gündür. Yüzüm ruhlardan hallice bembeyazdı ve çillerim daha da ortaya çıkmıştı. Gökyüzünde parıldayan yıldızlar misali işgal etmişlerdi yanaklarımı. Bembeyaz kazağım hayalet görüntümün telifini almıştı. Hiç sırıtmıyordu. Berbat diye bir kelime olmasa bile benim bu halimi gören berbat derdi. Tüm ışıltım sönmüştü. Yaşama arzum kademe kademe silinmişti beynimden. Bir kaza kurşununa mağlup gitmeyi bekliyordum bütün hırsımla.
Daha fazla bu görüntüyü kaldıramayacağının sinyallerini veren beynimi dinledim ve bakışlarımı aynadan çektim. Midem bu anı bekliyormuş gibi daha fazla kendini tutamamıştı ve başım ani bir hızda lavabo tezgahına eğilirken içimde ne var ne yoksa kusmuştum. Yemek yemememin sadece sigara içmemin ganimetlerini çıkarmıştım. Ağzımı bir kaç kere çalkaladım ve yine yüzümü kuruladığım havluya silip lavabodan çıkabildim. Ayaklarım geri geri gidiyordu. Bu binanın belki de şehrin dışına çıkmayı arzuluyordu. Henüz vakti gelmemişti.
Koridorda ilerlerken salondan kopan yaygara kulaklarımın pasını silmişti. Yine bir cümbüş koparmışlardı. Poyraz dünden beri evden gitmemişti. Ben lavabodayken de biri gelmişti eve. O kadar çok insan vardı ki biri gidiyor, diğeri kalıyordu, bir diğeri geliyordu. Ertuğrul abinin seri gidişinden sonra biraz kafaya takarlar uslu dururlar diye düşünmüştüm fakat hiç oralı olmamışlardı. Hem saçmalamaya devam etmiş, hem de ipuçlarını düşünmüşlerdi. En son Kılıç benim cadı olduğum hakkında ortaya teoriler atmış, Atlas eski dünyadan kalma zaman yolcusu bir prenses olduğumu iddia etmişti. Gediz ve Poyraz'ın anti tezi sayesinde bu konuşmalar son bulmuştu. Gediz'e göre köpek, Poyraz'a göre ise düşmanların yeni üretimi olan reenkarnasyon geçirmiş oktum. Değişik kafa dağıtma yöntemleri vardı.
Onlarda bir sonuca ulaşamıyorlardı da belli etmemek için böyle şeyler geveliyorlardı.
Salona girdiğimde yüzüme doğru hızla gelen cisim karşısında apar topar kendimi geri çekmeye çalıştım. Kafamı arkamdaki kapıya vururken belim kapı kulpuna takılmış ve yere düşmemi engelleyen toparlayıcı rol olmuştu. Yarı eğik yarı düz haldeydim şu an. "Lan kız gitti." Poyraz bağırarak yanıma koşuşturduğunda iri iri açılmış gözlerle ona bakıyordum. "İyi misin çilli." Şaşkındım. Dudaklarım konuşmak için aralandı fakat sağ tarafımda parkenin üzerinde seken topu görünce başka bir amaç için aralanmıştı. "Silah yetmedi şimdi de topla mı beni vurmaya çalışıyorsunuz," diye çıkıştım. Deli hastanesinden hallice olan bu kişilerle bu evde kalmak gerçekten benim gibi ruh hastasını tetikliyordu deli hastanesine yatmak için.
"Aslında iyi fikirmiş." Atlas salonun ortasında kazık gibi dikilerek benim homurdanmamdan sonra aklına düşen şeytani fikirlerle lafa atıldığında "Sıçarım ağzına," diye carlamıştım.
"Terbiyesiz," diyerek ağzını buruşturdu ve kınar gözlerle baktı. Poyraz daha fazla yaygara koparmak istemeyip temkinli adımlarla benim beden hareketlerimi de süzerek yanımdan sıyrıldı ve topu alıp anında uzaklaştı. Kafayla vurarak topu Atlas'a gönderdiğinde ayağıyla topu tutmuş ve bir kaç kez sektirerek durdurmuştu. Poyraz parmağını belime değdirdiğinde "Hare hanım lütfen boş koltuklardan birine oturur musunuz, biz salonda maç yapacağız," diye mırıldanmıştı. En iyi cevabımı vererek göz devirdim ve olabildiğince yavaş adımlarla tekli, üzerinde çiçek desenleri olan ahşap koltuğa ilerledim.
"Hızlı yürüseydi şaşırırdım zaten."
"Kapa çeneni," diye tısladım Atlas'a. Kendimi daha fazla tutamamış ve "Siz nasıl mafyasınız," diye homurdanmıştım.
"Aşko kuşko," diye şakımıştı Poyraz ellerine beline yerleştirip podyumdaymış gibi poz verirken. Hatasını anlaması uzun sürmediğinde alnına gelişigüzel şaplak atıp "Hep Miray'la takılmaktan bunlar," diye söylenmişti.
"Kanka pavyon ortamı da öyle değil mi?" diye bir soru yöneltti deminden beri sessiz sakin sinsice gülerek bizi izleyen Kılıç. "Yok aşko onlar ağır abiler." Yanıtını alınca Poyraz'dan kucağındaki yastığı tam kafasına isabet olacak şekilde fırlatmıştı.
"Aşkona sokayım."
"Terbiyesiz," diye girdi Atlas araya. "Ne kadar küfürbaz insanlarla yaşıyorum." Poyraz'ın hala yanına oyun oynamak için gelmediğini görünce "Lan amına koduğum gelsene buraya," diye homurdanmıştı.
"Senin de terbiyene sokayım," diye bu sefer de Kılıç araya girdiğinde "Oğlum yirmi yaşında küçük bir kız var aramızda lütfen düzgün konuşalım," diyerek ortamı yumuşatmaya çalışmıştı Poyraz.
"Iyy," diye söylendi Kılıç kehribarlarıyla gözlerimin en derinine yolculuk yapıp tüm nefretini sürgün ederken. "Bu bücür de vardı burada." Gereksiz îmâsı yapmıştı resmen.
"Ağzını topla Ertuğrul abiye söylerim," diye tehdit etmiştim onu. Yeni kozumdan çok mutluydum. Bunu söyledikten sonra diline mühür vurup susmuştu.
Tüm dikkatiyle bizi izleyen Poyraz'ın ensesine Atlas yanına kadar giderek seri bir şaplak attığında hipnozu son bulmuştu. "Senin bana geleceğin yoktu, ben de sana geldim," diye homurdandı. "O zaman futbol," diye şakıdı Poyraz ensesine yediği şaplağı unutup topu Atlas'ın ayağından almaya çalışırken. Onların hayvani hareketlerini görünce direkt dibimdeki koltuğa sinmiş ve dört yanımı yastıklarla kuşatırken bedenime yumuşak bir zırh oluşturmuştum. Sehpanın üzerinden seken top ayağımın dibine geldiğinde inadına ayağımı zeminden çekip koltuğa koymuştum. Atlas söylenerek ayak ucuma gelip topu almış ve Poyraz'a göndermişti.
"Sen neden oynamıyorsun," diye sataştım Kılıç'a. Hep onlar gelip benim keyfimin içine edecek değildi.
"Çünkü ilk turu ben kazandım. Final için ikisi oynuyor." Duraksadı. Gülümsedim, gafil avlayıp kendime açıklama yaptırmıştım. Ağzını araladı, küfür edecek gibi olmuştu. Sinsice sırıtıp kaşlarımı çattığımda susmuştu.
"Sen iki saat boyunca tuvalette ne yaptın peki." Uğraşacak bir neden bulurum amacıyla sormuştu bu soruyu. Onu sinir eder keyfime keyif katarım maksadıyla.
"Sigara içip kustum," dedim arsızca.
"İyi bok yemişsin."
"Teşekkür ederim Batu Kılıç Keskin." İlk ismini söylediğimi duyunca seri bir şekilde bana dönmüş ve koltuktan doğru üzerime yürümeye çalışmıştı. Fakat tam aramıza gelen top buna engel olmuştu.
"Pardon." Poyraz aramıza maydonoz gibi girip topu aldı ve koltuğa oturup değişik bir vuruş skiliyle Atlas'a gönderdi. Atlas topu göğsünde karşılayıp ayağına indirdi ve yemek masasının olduğu tarafa gönderdi. Poyraz yırtıcı bir panter edasıyla koltuğun üzerinden topun gittiği yöne atladı ve topu tutarak adeta oyuncak bir ayıymış gibi sarmaladı. "Bana gol atmak o kadar kolay değil," demişti işaret parmağını boşlukta sallarken.
"Sakın bir daha o ismi kullanma," diye tıslamıştı Kılıç onca şeyin ardından dişleri arasından.
"Sende o zaman bana Alin de."
"Bok derim."
"Afiyet olsun." Kültürlü muhabbetimiz buraya kadardı. Kafasını daha fazla seninle muhattap olamam dercesine televizyona çevirdi. Kucağımdaki yastığa sarılıp kafamı üzerine koyarak futbol oynayan ikiliyi izlemeye devam ettim. Biri televizyondan spor programı izliyor, diğerleri de evde maç yapıyordu. Tam bir stadyumluk ortamdı. Ben de locadan onları takip ediyordum.
Atlas dan yediği gol sonrası sinirle topu yemeye kalkışan Poyraz'ı Atlas yanağına vurarak durduğunda Poyraz sinirle topa ayak vuruşu yapmıştı. Havada son hız ilerleyen top hedef noktası olarak televizyonun üzerinde bulunana rafta ikamet eden vazoya çarptığında vazo da büyük bir ivmeyle yere düşmüş ve tonlarca parçaya ayrılmıştı. Kılıç hışımla oturduğu yerden fırladığında "Lan vazom gitti," diye bağırmıştı. Üzerinde siyah gömlek ve parlak siyah kemerli siyah kumaş pantolon olabilirdi fakat elindeki yastığı ileri savuruşuna bakarsak aynı ev hanımlarına benziyordu. Ayağa kalktığı gibi bir hışım top oynayan ikiliye döndüğünde yüzlerindeki komik ifadeye rağmen tüm ciddiyetini korumuştu.
Onun yerine ben sırıttım. İkisinin de gözleri yuvalarından çıkacak kadar irileşmişti ve yaptıkları hatadan şimdiden pişman olmuşlardı. "O yaptı." Bir anda Poyraz Atlas'ı işaret ettiğinde Atlas da "Hayır o yaptı," diye kendini savunarak Poyraz'ı işaret etmişti. Kılıç derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. "Tamam bugün sinir ilaçlarımı aldım," diye mırıldandı kendi içinde fakat ben ne dediğini duymuştum. Bakışlarını tavana çevirdi. Eli ayağı titriyordu. "Çabuk kaldırın şu vazoyu gözümün önünden," diye bağırdı. Bunu duyar duymaz Poyraz koridora koşuşturmuş ve elinde faraşla geri dönmüştü. Telaşla vazo kırıntılarını süpürmeye çalışsa da eli ayağına dolandığından bir türlü beceremiyordu. İki arada bir derede yanıma gelen Atlas omzumu dürttüğünde irkilerek ona döndüm beklemiyordum. Kaşla göz arasında dibimde bitmişti.
"Kızım yardım etsene," diye mırıldandı. Diğer tarafımdan da "Gözlerimi açtığımda o kırık vazo parçaları orada olmayacak." Sesleri yükseliyordu. Poyraz "Hangi vazo," diye ortaya dahiyane bir fikir atsa da işe yaramamıştı. Tekrar omzumdan dürtüldüğümde sol tarafıma dönüp "Ne var," diye yükseldim. "Yardım et, yardım," diye fısıldamıştı Atlas dişlerinin arasından. Tüm samimiyetimle "Yoo," diye yanıtladım onu. Sonra Poyraz'ın halini görünce onlar bana acımasa da ben onlara acımıştım. Süpürmeyi beceremeyince eliyle toplamaya çalışmış ve parmağını kesmişti. "Bu hatayı senin yapman gerekmiyor muydu?" diye sordu hemen yanımdaki Atlas.
"Bu seni hiç alakadar etmez," diye söylendim.
"Bak gözlerimi açacağım hala bitmedi mi?" Kılıç bağırmalarına devam edince işin başa düştüğünü sezmiştim. Atlas yerinde sayıp Poyraz'a yardım etmiyor sadece acele etmesini dile getiriyordu. Eli ayağına dolaşan Poyraz ise bir şeyler yapmaya çalışıyor ama hiç bir şey yapamayıp üstüne daha da batırıyordu. Poyraz'ın elinden faraşı alıp parçaları küreğin üzerine toparlamıştım. Mutfağa gidip çöp poşetinin içine kürekte ne var ne yoksa dökmüş ve salona geri dönmüştüm.
Benim geldiğimi gören Poyraz otuz iki diş sırıtarak konuşmuştu. Atlas teşekkür etmek yerine sırtıma iki tane vurmayı seçmişti. Bu da bir gelişmeydi. Evrimi biraz yavaş ilerliyordu. "Tamam hallettik abicim, açabilirsin gözlerini."
Kılıç uzun zamandır kapalı tuttuğu göz kapaklarını araladığında direkt kırık parçalarının olması gereken yeri taramıştı kehribarlarıyla. Yetmemiş oraya kadar gitmiş, iyice bir süzmüştü. "Aferin," diye söylendiğinde hiç vakit kaybetmeden "Ben temizledim," diye araya girdim.
"İdare eder işte," diye dönüş yapmıştı tahmin ettiğim gibi.
"Futbol?" Poyraz'ın sorusunu hiç düşünmeden "Hayır," diye kestirip attı Kılıç.
"Bugünlük program izlemekle yetinip yarına halı saha yaparız," diye teselli etmişti Atlas onu. Sonra salondakileri süzdü. Beni fark edince yüzünde bir takım güller açmıştı. Dikenlerini de bana batırmıştı. "Kızlı erkekli takımlar yapar Hare'yi de kaleye koyarız."
Bu fikir Kılıç'ın da hoşuna gitmiş ve onun da yüzünde güller açmıştı. Sağlı sollu topları yüzüme geçirmeyi düşünüyorlardı. Savunma mekanizmam anında çarklarındaki sorunu halledip dönmeye başlamıştı.
"Ertuğrul abiye söylerim."
Kılıç bedenini bana doğru döndürdü. Kafasını eğip benim yüzümle aynı hizaya getirmeye çalıştı. O yapay sırıtışının ortasına tükürme isteği filizlenmişti içimde. "Ertuğrul abi futbolda affetmez." Bu sefer çark benim hayrıma dönmemişti.
"Bu sefer yanlış kaleye gol attın prenses." Ne diyeceğini tahmin eden Poyraz hiç vakit kaybetmeyip konuyu uzatmayalım diye elini ağzıma götürüp konuşmamı engellemişti. "Hayır Hare, prensesine sıçmıyorsun." Elini ısırıp geri çekmesini sağladım. "Öf iyi be sıçmam," diye homurdandım.
Her zamanki seviyeli tartışmalarımızdan birini telefon çalma sesi bölmüştü. Kılıç kucağındaki yastığı gıcık bir insan olduğundan karnıma fırlatıp telefonunu aramaya koyulmuştu. Koltuğun oturma yeri ile kolçağının arasına sıkıştığından bulması biraz zor olmuştu. Telefonda aksine inatla çalmaya devam etmişti. Bu kadar ısrarlı aradıklarına göre önemli bir şey olmalıydı. Bunu sezen Poyraz ve Atlas'ın yüzlerindeki yayvan ifade kaybolup yerini ciddiyete bırakmıştı. Arama işlemi onu sinirlendiğinden telefonu açıp "Ne var," diye söylenmişti. Duyduklarından hiç memnun olmamıştı. Sesli bir şekilde yutkunmuş, elleri yumruk halini almıştı.
Kıyamet yaklaşıyordu.
Benim dünüm, bugünüm, yarınımdı.
Dolunay güneşin boğazına geçirdiği hançeri kenara kaydırmış, onu katletmişti. Artık her günümüz bu cinayetin cefasını çekip karanlığa bürünecekti.
"Ne demek Sırça'yı kaçırdılar?"
...
BÖLÜM SONU.
Multimedia da Poyraz Pusat var, beğendiniz mi?
Helloğğ yine ben geldim. Aklında o kadar çok şey varki uzun olmasına rağmen kendimi hayattan soğutup bölüm yazıyorum mdmdmdmke
Eğer okuyorsanız ve hikayenin gidişatını beğeniyorsanız yorum yapmayı ve oy atmayı unutmayın. Hevesim kırılsın istemiyorum. Hazırda bölüm var fakat yorum gelmediği içim yayınlayasım ve yeni bölüm yazasım gelmiyor. Şu an ki yorumlardan zaten önceden yapılmış olanlar. Yeni yorum gelene kadar bölüm yayınlamayı düşünmüyorum, teşekkürler.
🌙 Bölüm hakkında düşünceleriniz?
🌙 Sevip sevmediğiniz yanları?
🌙 Futbol derbisi ve oldukça seviyeli atışmaları nasıldı?
🌙 Sizce Sırça'yı kim kaçırdı?
🌙 Sonraki bölümlerde neler olur?
Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın, öpüldünüz 😘
Kendinize iyi bakın 🤍
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro