7| BİLEĞİNDEKİ GEÇMİŞ TOZLARI
07.07.2024
dedublüman - rüya gibi
Bu o adamdı, geçmişimin en büyük parçalarından biri.
İçinde kaybolduğum labirentin tüm duvarları inşa eden sonra da bir moloz yardımıyla kırıp harabeye dönüştüren adamdı. Ruhum onun buyruklarının temelinden yeniden doğmuştu. Acı anılarımın baş düşmanı, kimsesiz kalmamdaki kör noktaya ışık tutan bir canavardı. Adı bile gerilmeme neden olmuş, tüylerimin sivrileşerek yılanımın ölüm uykusuna yattığı delikten kafasını çıkarmasına sebebiyet vermişti. Derin bir nefesi ciğerlerimden içeriye çekerken, telaşını dindiremeyip aceleyle inip kalkan göğüs kafesimdeki kemikler sızlamıştı. Bu an elbet bir gün gerçekleşecek, kader defterinde önemli bir anı olarak yer alacaktı. Sadece zamanı değildi. Henüz katil olmamın verdiği vicdan azabımın parçasını hafızamdaki kayıp yere yerleştirememişken bu oldukça fazlaydı.
Sonuna kadar açılan kapıyı onun yüzüne kapatmak istiyordum çünkü o tüm kapıları yüzüme kapatıyor, ortaya çıkan sırları katlediyordu. Düşünmeme bile gerek yoktu. Geldiğim gibi odama geri dönecek ve o adamın yüzünü görmeyecektim. İçimde ki bir ses benim için burada olduğunu fısıldıyordu. Susturmak için derisine geçirdiğim ipi hareket ettirmiş, dudak parçalarını birbirine dikmiştim. Hazır değildim. Artık bedenime ağır gelen şeylerden arkama bakmadan uzaklaşmam lazımdı. Bu yükü, yükleri kaldıramıyor eziliyordum altlarında. Düşünmeyecektim, gelişi güzel yaşayacaktım artık.
Nasıl olsa belanın ipi dönüp dolaşıp beni buluyordu zaten. Ayak parmaklarımın ucunda dikilip merakla ne olacağını bekleyen kedimi bir hışım kucağıma aldım. Bir mekanı terk edeceksem kedimi asla ardımda bırakamaz, yanıma köşeme sindirirdim. Saçlarımı savurarak merdivende bir kaç basamak geriye gittiğimde kedi bana ihanet etmiş ve kucağımdan fırlayarak merdivenlerden aşağıya inmişti. Sövdüm. Bu sırada Atlas kapının bitişiğinden çekilmiş ve içeriye geçmesi için adama yol vermişti. Yüzündeki zoraki gülümsemeyi anlamamak için kör olmak gerekirdi. Dudaklarının kenarlarına derenin taşmaması için set çekilmişti. Dayanıksızdı. Her an tabuları yıkıp taşabilirdi.
Önce adamın kafası ve yaşından dolayı turuncuların arasına düşmüş beyaz saçları ve sakalları girdi kadrajıma. Kameramın camlarında ince çatlaklar oluştu. Usulca yapılı, uzun vücudu süzüldü içeriye. Lacivert bir takım elbise giymişti. Ceketinin kenarlarından tutup düzelttirken ilk Atlas ile göz kontağı kurmuştu. Sonrasında kafasını yan taraflarına çevirdiğinde Gediz ile kısa süreli bakışmışlardı. Gediz ona baş selamı verir vermez salona yönelmiş, radardan çıkmıştı. En son bal rengi gözleri benim düz kahverengi gözlerimle bir bağ kurmuştu. Yüzündeki kendinden emin ifade tertemiz kağıda damlayan mürekkep damlası misali çoğalırken kapının eşiğinden ayrıldı.
Anın başrolü oydu. Atlas usulca ardından kapıyı kapatmış, yüz hatlarının gerilmesine neden olan tebessümü dinamitle ortadan kaldırıp pişkin bir sırıtışı iki dudağının arasında peydah etmişti. Kollarını karnının üzerinde bağlarken bir omzunu duvara yasladı ve bu büyülü anın ilk izleyicisi olarak ön sıralardan bilet aldı. Ertuğrul denen adam yüzündeki ciddi ifadeden ödün vermiyordu. Yaşlı değildi. Babamdan daha gençti. Uzun boyluydu. Yapılı bir vücuda sahipti. Yüzüne bir kaç kırışıklık anca düşmüştü, dinamik görünüyordu.
İnada bindim. Labirentin içinden elbet bir gün çıkacaktım. Uzun tırnaklarım ahşap merdiven korkuluğuna ufaktan çizikler atmaya başlamışken korkmadığını belli eden ruh halim arşivden çıkmış, tam kalıp olarak bedenime oturmuştu. Yüzüm ifadesizdi. Dudaklarım düz bir çizgi halini alırken zaten beyaz olan tenim mezarda çürümeye bırakılan bedenlerle kapışmak istiyordu. Bu sefer kazanacaktı. Başımı dikleştirdim, çöken uzuvlarıma defalarca dikiş atarak eskisinden daha yeni hale getirdim.
Bakışları keskindi. Bir kaç bıçak kesiği açmaya meyilliydi. Gözleri gözlerime saplanmıştı. Derin bir anlamı vardı keskin bakışlarının. Benliğimi kavramaya çalışırken zihin perdelerini aralamıştı. Kızıl kıvırcıkla dalgalı arasında kalmış saçlarım ya da çilli yüzüm kimin kızı olduğumu kolaylıkla ele verebilirdi. Babama benzemiyordum. Annemin kopyasıydım. O da annemi tanıyan bir vatandaştı.
Burada daha fazla durmamın ya da onun bakışlarının altında ezilmemin çok fazla anlamı yoktu. Saçlarımı savurup prenses terk edişimi yapacaktım. Gözlerimi devirdim. Yine mükemmel ötesi bir gün geçiyordum. Biri bitmeden diğeri geliyordu. Katil olmuştum, bakalım sırada ne vardı? Hiç bıçaklanmamıştım mesela, o olabilirdi. Ve ya biri beni kaçırıp ağzımı yüzümü de dağıtabilirdi.
Hiç fark etmez.
Korkmuyordum kimseden.
Teker teker de gelebilirlerdi, sırayla da. Hepsinin pabucunu dama atar, ateşle öpüştürür diri diri toprağa gömerdim.
Planıma uygun bir şekilde omzumun üzerindeki saçlarımı geriye savurdum, sırtımı onların olduğu tarafa döndüm. Hint filmlerinde olduğu gibi birbirimizle dakikalarca bakışacak halimiz yoktu. Bana benden başka kimse yardım edemezdi. Ayak tabanım altında kalan ahşap yüzeyi ezmek istercesine adımlarım zeminde sürtündü. Sakindim, hiç olmadığım kadar. Usulca birinci basamağı çıktım. Yutkunma sesi hançerlemişti sessizliği. Fakat sessizlik o kadar inatçıydı ki direnişini sürdürmekte kararlıydı. Sessizlik ben oluyordum.
Diğerleri ise gürültünün temelini atanlardandı. Sırtıma saplanan karanlık gözler bunu dile getiriyor, zayıf noktamı bulduğu an üzerime çullanmayı hedefliyordu.
"Abi ben hiç uğraşamam bununla, sana başarılar." Atlas bey yine yüzsüzlüğünü kelimelere dökmüş, ipin ucundaki sivri iğneyi bedenime batırmaya çalışmıştı. Umrumda bile olmadı. Sert adımlarını sürüdü tahta zeminde, yokluğa karıştı. Homurdanma nidaları renk katmaya çalışmıştı karanlığın esiri olmuş tabloya. Yapamadı.
Sırtımdaki göz çiftlerinden biri azalmıştı onun terk edişinden sonra. Saçlarımı savurarak merdiven basamaklarını usulca çıkmaya devam ettim. Sona yaklaşıp bitiş çizgisinden geçmeme ramak kalmıştı ki beklediğim oldu. Sadece kâğıt üzerinde barınan huzurum baltalandı. Kıvılcımın henüz küllenemeden boynuna kalın ip bağlandı.
"Alin Yıldız." Duymamazlıktan geldim. Bileğimdeki kesikler bugün pansuman yapmadığım için sızlamaya başlamıştı. Odama çıkmalı ve kendimi bu canilerden soğutarak ruhumun gazap emrini doğuştan imzalayan bu evde ölmemeye direnmeliydim.
"Alin." Sesi bu sefer daha tok çıkmıştı. Ama yine de ince çizgiyi geçmeyi başaramamıştı. Tekrardan duymamazlıktan gelinebilirdi. Merdivenler nihayet bitip ayak tabanım sahanlıkla buluştuğunda derin bir nefesle doldurdum ciğerlerimi. Ağır çekime almıştı senarist bu sahneleri.
"Alin." Bağırmıştı. Sesi basamaklar arasında yankı yapmış, kulağıma olan geri dönüşü baya sancılı bir süreç başlatmıştı. Çınlama kaçınılmazdı.
"Efendim." Ben alta kalamazdım. Tüm içtenliğim ve nefretimle aynı ses tonunda bağırarak arkaya hızlı bir dönüş yaptım. Cehennemimdeki alevler her gün bir öncekinden daha fazla sıcak olup sabrımı sınıyordu. Kızıl saçlarım iki yanıma uçuşurken gözlerim onun bal rengi gözleriyle kesişmişti. Enerjisi negatifti. Sempatiksizliğini tüm yüzüne yayıp fitiliyle oynarken gülümsemesinin ortasında bir gül dalı belirmişti. Dikenleri dönüp dolaşıp bana batacaktı. Başka hiç bir harekette bulunmadım. Bakışlarımız arasında kurulan köprü sallanırken gözlerimdeki ifadenin yansıması olan hançerle ona doğru koşturuyordum.
Arkamı dönüp ortamı terk etmeye bir saniye kadar uzaklıktaydım. Boğazını temizledi tekrardan, yüzündeki hırçın ifade benim hırçınlığıma tosladıktan sonra yavaş yavaş silinmiş yerini yemyeşil çiçekler açan bir ifade telkin almıştı. Benim sinirim onu gülümsetmişti. Ziyadesiyle sınanıyordum bu evde. "Merhaba." Sesi daha yatıştırıcı çıkmıştı. İlk tanışmayı toparlamaya çalışıyordu. Olduğum yerde kazulet suratımla dikilmeye devam ettim. Gözlerimde yanma hissettiğimde daha fazla dayanamamış ve gözlerimi devirerek bakışlarımı ondan kaçırmıştım.
Hayatıma yeni biri giriyordu fakat zihnim onun iyi mi yoksa tepetaklak olmuş hayatımı daha da dibe çekecek kötü biri mi olduğunu kavrayamıyordu. En kötüsü de her taramadan sonra ikinci şık daha ağır basıyordu. Bugünlerde çıkmamalıydı ortaya. "Cevap vermeyecek misin?" İçinde bulunduğum boşluktan bir türlü kurtulamadığımı o da anlamıştı. Tepkileri bu yüzden biraz daha yumuşamıştı. Ama hala görünüşüne yansıyan sertlik listenin başını çekiyordu.
Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Verebileceğim en açık tepki buydu. Ruhuma bir anda afakanlar çökmüş, yarasaların kol gezdiği karanlık ormanda yıllanmış bir ağacın altına bedenimi kelepçelemişlerdi. "Sen bilirsin, ben buralardayım zaten akşam boyunca." Bir kaç dakika içerisinde sinirimden arınmış, yumuşamıştım. Omuzlarıma binen yüklerden bir kaçı kalkmış gibi bedenimi hafiflemiş hissediyordum. Bugün onunla konuşmayacaktım. Hayalet gibi takılmak istiyordum evde. Yine de bozmadım onu. Bileğim haddinden fazla sızladığından bir an önce odama çıkmalı ve yaramla ilgilenmeliydim. Yok kedinin kaybolması, yok parti, yok tanıdık birini görme derken tarihin tozlu satırlarından çekip alamamıştım.
Muhabbetimiz bu kadar sürmüştü. Arkasına dönüp gitmeye hazırlanırken bileğimdeki beyazdan kan kırmızısına dönen sargı çekti dikkatini. Kaşları çatıldı, sevimli ifade yine ilk göz göze gelmemizdeki tehlikeli ifadeye bıraktı yerini. Benimde gözlerim bileğimdeki sargıya kaydı sonra umursamazca onun gözlerine tırmandı. "Bileğine ne oldu?" Bir anda bir kaç adım ileri gelmişti. Yine ortamdaki elektrik şiddeti artmıştı. Uzun bir sürenin ardından biri beni düşünmüş ve halimi hatrımı sormuştu. Yıpranmışlığımı fark etmişti biri en sonunda. Umutsuz bir vaka gibiydi ama olmuştu.
"Kestim," dedim gayet normal bir tonda. Üzerine bir de yüzsüzlüğümü konuşturup omuz silktim. Kayıtsızlığım onu şaşırtmıştı. "Nasıl oldu bu peki."
"Sinirlendim, sapladım cam parçasını bileğime." Dilim açılmıştı bir anda. Daha demin tek bir kelime etmeyen kız şimdi çatır çutur konuşuyordu. Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Kendime zarar vermem keyfini hayli kaçırmıştı. Değerli biri olarak görüyordu beni ve ilgilenmeye çalışıyordu. Sanki yeni değil de daha önceden tanıyormuş gibiydi. Babamla tahmin ettiğimden çok daha başka, çok daha yakın ilişkileri vardı büyük ihtimalle.
"Kim sinirlendirdi seni?"
"Kılıç." Öğretmenine arkadaşını şikayet eden küçük çocuklar gibiydim. Bu durum içten içe oldukça zevk vermişti bünyeme. Ciddi kızı oynamasam yerde bağdaş kurarak oturur otuz iki diş sırıtırdım.
"Neden sinirlendirdi peki?"
"He o mu," diye mırıldandım gayet sakin bir tonda. "Bir şey değil ya, altı üstü adam öldürttü." Gözleri istemsizce, duyduklarından sonra irice açıldı. Göz bebeklerin perdesine yansıyan ifade korkutucuydu. Bunun ucu bana dokunmayacaktı ilk defa. Sonunda birine bana karşı yaptıklarından dolayı biri tepki verecekti. Ve bu kişi artık yarışmanın sonuca bağlanmasından kaynaklı en nefret ettiğim kişiydi. Keyfim yerine gelmişti.
"Kılıç," diye bağırdı. Vücudu gergindi, dişleri arasından konuşmuştu.
"Ne var?" Homurdanmıştı meymenetsiz adını duyunca. Sabahın köründe damlamıştı yine cehennem gibi olan evde bu ateşi de kendisi yakmak için. Kılıç elini kolunu sallayarak salondan giriş holüne geldiğinde yüzünde gevşek bir ifade vardı. Merdivenlerin başında beni görünce bu ifade tiksintiye, Ertuğrul denen adamı görünce ise çekingenliğe kaymıştı. Üstünü başını düzeltirken deminki hükmünü ilan eden sesi mağlubiyeti tatmış hükümdarın sesine dönüşmüştü. Bir bokluklar döndüğünü ve haksız konumda olduğunu anında anlamıştı. "Efendim abi."
Adamın siniri yatışmasa da hiç bozuntuya vermeden yüzüne yeniden yapay bir sırıtış yerleştirirken parmağıyla beni işaret etti. Anlamsızca gözlerinin içine baktığımda benimle ilgilenmemişti. "Git kızın bileğine pansuman yap," diye mırıldandı. Sakin bir tonda konuşmuştu fakat kelimelerin ardında çok fazla anlam yüklüydü. İsteği yerine getirilmezse belki de kıyameti koparabilirdi. Kılıç'ın yüzü anında düşerken itiraz etmeye hazırlandı ama adamın göz ucuyla bir bakışı yetmiş ve anında susmuştu. Tepki vermeden sinema izliyormuş gibi izlemiştim onları.
Aralarındaki anlaşma tatlılıkla sonuca bağlandığında adam yüzündeki gülümsemeyi bozmadan ilk önce bana döndü. "Umarım bugün seninle konuşabiliriz," diye mırıldandı. Samimiyet radarıma yakalanan ifadesi tam not almayı başarmıştı. Üzerimde fazla oyalanmadan bakışları Kılıç'a kaydığında bir şey demeden omzunu sıvazlayıp yanından sıyrılıp gitmişti. Kılıç bu esnada halinden hiç de memnun olmamıştı. Bacakları dizlerden bükülmüş, hafif yere çökmüştü. "Acıdı ama," diye bağırdı Kılıç adamın ardından. "Hakkettin." Yanıtını aldığında cümlenin devamını kehribarlar tamamlamıştı. "Biliyorum bu mevzuyu sonra konuşacağız."
Huysuzca beni süzdü. Halinden hiç ama hiç memnun değildi. Dudaklarım aralandığında "Siktir git," diye mırıldanmıştım sadece. Çok içimden gelmişti onun o anki huysuz yüzüne bakıp küfür etmek. Hakkettiği muamele de buydu zaten. Homurdanarak sahanlıktan ayrıldı, keskin bakışlarını üzerimden bir saniye bile çekmeden merdiven basamaklarını tırmandı. Her bir basamağı çıktıktan sonra derin bir nefesle ciğerlerini dolduruyor ve içinde bulunduğu vaziyete sövüyordu. Gururuna yedirememişti zavallım incittiği kıza incittiği yerden pansuman yapmayı. Bunlar daha başlangıçtı tabi.
"Acele eder misin pansumanım bekleyemez," diye bağırmıştım sırf gıcıklık olsun ve daha da sinirlensin maksadıyla. Çok rahat ve çok profesyoneldim. Karnımda kelebekler uçuşuyordu onun eziyet çeken halini gördükçe. Dibime kadar yanaştığında geri adım atma zahmetine girişmedim. Saçlarımı savurarak arkama döndüm ki saçlarım onun yüzüne çarpmıştı, bunu da bilerek yapmıştım. "Beni takip et pansumancı," diye son lafımı da söyleyerek yürümeye başladım. O sıra uykusundan yeni uyanmış olan Poyraz yanımızdan bir o kadar da uykulu gözlerle geçerken aramızda zamanın durmasına neden olan saçma bir bakışma gerçekleşmişti. "Pavyon mu burası," diye bir soru yöneltmişti. Cevabı ise kehribarlardan gelmişti. "Aşağıya in o zaman görürsün pavyonu," olmuştu.
"Ben okeyim." Uykulu ve durgun çocuk pavyon görme sevdasına bir anda şahlanıp koşarak aşağıya inmişti. Evde o kadar çok insan vardı ki en üst kattaki sağlık malzemelerinin olduğu odaya çıkana kadar Sırça ile de karşılaşmıştık. Hala ayılamayanlar kervanındaydı kendisi. Üzerine kocaman yorganı almış zeminde sürüyerek ilerliyordu. "Nesin sen prenses falan mı?" diye sordum. "Ekmek yoksa pasta yiyin," yanıtını hiç beklemiyordum. Bu sabah dönen muhabbetler arasında mantıklı olan hiçbir seçenek yoktu. Bunlardan Kılıç'ın bana pansuman yapacağı şıkkını ayrı tutuyordum.
O kadar mutluydum ki hiç bozuntuya vermeden Sırça ile asırları ikiye katlayan bir bakışma yaşamaya razıydım. Ama eğer bakışmamız kılıç darbesi ile bölünmeseydi. "Hay sana da," duraksadı ve etrafa bakındı. İlk gözüne kestirdiği kapıyı parmağıyla işaret ederken "Sana da sıçacağım ama," diye mırıldandı. "Tamam kendimi anlıyorum ama kapının ne suçu var göt," diye bağırdım. Kapıya küfür edemezdi. "Kapılara özgürlük," diye cırlayan Sırça 'da şaşılacak bir şekilde benden taraf olduğunda Kılıç daha fazla kendini tutamamış ve bunun yerine bileğimden tutarak hızlı adımlarla beni çekiştirmeye başlamıştı.
Bizim mesai geldi yine.
"Bırak kolumu." Gayet sakindim. İlk adımlarımı temele sakin atacaktım. Elbette ki beni kaale almayacaktı. Çünkü kendisi ben umursamaz bir oğlanım senin canını yakarım edalarında gezinen çakma kötü çocuktu. Sıçarım ben bunun ağzına kızıydım ben de. İnsanca konuşmadan anlamadığından önümde duran iki seçeneği enine konuna tartıp hangisinin daha ağır basacağında karara vardım. En sonunda elini ısırmış, dişlerimin izini geçirmiştim. Böyleleri anca şiddetten anlıyordu.
"Lan," diye bağırarak kafamdan tuttuğu gibi beni elinden ayırmaya çalıştığında inadına dişlerimle derisine daha çok asılmıştım. O çırpındıkça ben onu ısırmaya devam ediyordum. Saçımı boşverip elleriyle boynumu kavradığında daha fazla bu muharebeye direnememiştim. Bedenim sarsılıp popom yerle buluştuğunda dişlerim bir vampir edasıyla ortaya çıkmış, tıslayarak Kılıç'ı izliyordum. Saçlarım omuzlarımın her yanına dökülmüş parmaklarım kaplan pençesi misali bükülmüştü. Kılıç ise hayretle bir benim vahşiliğime bir de daha demin derisine eziyet çektirdiğim eline bakıyordu. Ne diyeceğini bilemeyecek kadar şaşırmıştı. Bir anda ulti açtığımdan olayların başını ben bile kaçırmıştım.
"Oha." Olmuştu ilk tepkisi. "Kurbanlık dana mısın lan sen, vahşi," diyerek devamını getirdiğinde dişlerimi birbirine sürterek vermiştim cevabını. Henüz derisine doymamıştım, daha fazla da ısırmak için can atıyordum. Şimdi daha fazla gıcıklık yapma zamanıydı. Böyle onun öfkeden kudurması, psikopata bağlaması lazımdı. Zaten psikopattı, tohumunu sularsan hemen filizlenirdi.
"He ipimi çok iyi bağlayamamışlar ben de kaçtım ahırdan," diye cırladım. "Hani nerede benim otum." Dudaklarımı büzdüğümde iğrenir gibi bakmıştı yüzüme. Tekrar dişlerimi birbirine sürtüp ona doğru eğildiğimde yerini hemen ciddiyet almıştı.
"Sikerim otunu."
"Sen ne terbiyesiz bir insansın ya," diye bağırdım ellerimle yerden destek alıp zıplayarak ayağa kalkarken. Üzerine doğru sinirle bir kaç adım attığımda kazulet gibi dikilmeye devam etmiş, geri çekilmemişti. Gözlerim gözlerine saplanırken boyunun uzunluğundan dolayı kafamı meydan okumak amacıyla baya yükseğe kaldırmak zorunda kalmıştım. Benim boyum kısa değildi, o çok fazla uzundu ve ben bunu anca yeni fark ediyordum. Yapaylığından yeni bir millet türetilen bir gülümseme belirdi yüzümde. Dudak kıvrımlarım acıyordu.
"Ben istemediğim sürece dokunamazsın bana, bunu hala anlamadın mı," diye mırıldandım. Eğlencesi, hırçınlığı geçmişti asıl konuya dönme vaktiydi. Gayet sakin mala anlatır gibi konuşmuş, mimiklerimle konuşmamı pekiştirmiştim. Canıma tak ediyordu artık.
"Yoksa şimdi de kafa mı atacaksın?" Bir sonraki hamlemi tahmin etmesi açıkçası beni birazcık üzmüştü. Daha dikkatli hareket etmem gerekiyordu demek ki artık. Olumlu anlamda kafamı ileri geri salladım. Hoşnutsuz bakışları mümkünmüş gibi daha da hoşnutsuzlaştı. İçinden sabır çektiğine adım değil ama yaşımın yirmi olduğu kadar emindim.
"Yürü," diye fısıldadı. Sakin kalmak için büyük yangınlarına su dökmekle uğraşıyordu. Bu sefer ben değildim ama o her an bana dalabilirdi.
"Bana emir verme." Hala gülümsemeye devam ediyordum. Son saniyelerimin içine girmiştim, her an dudaklarım iflas edebilirdi. Yavaş yavaş öğrenecekti üzerimde hiç bir hakimiyete sahip olmadığını. Sindirmesi de kısa sürecekti.
"Yürü." Hayır anlamında başımı iki yana salladım. En sonunda gülümsememin iplerini daha fazla elimde tutamamıştım ve bozulmuştu. Yüzüm eskisi gibi monoton haline dönerken bomboş bakışlarla ona bakıyordum.
"Seninle de nazınla da uğraşamayacağım amına koyayım." Kılıç bilerek omzuyla omzuma çarparak yanımdan geçtiğinde vücudumda hiç bir tepki oluşmamış, şimşek falan çakmamıştı. Vücudum artık onun hareketlerine bağışıklık kazandığından tepki bile vermiyor sinirini başka şeylere saklıyordu. Değmezdi çünkü. Dağ ayısının insanlığa bürünmüş haliydi. Ağzına tonlarca balı tıkayıp boğazını kesiverecektin.
"Göt." Gidişini bile izlemedim. Gereksiz biriydi zaten, izlemeye de değmiyordu. Görmediğini bilmeme rağmen arkasından dil çıkardım, terbiyemin el vermeyeceği şekilde küfürleri sıraladım. Zaten bozuk olan ruh sağlığım onu görünce uçurumdan aşağıya atlıyor sinirlerim kazanda fokur fokur kaynıyordu. Deminden beri karşımda hiç bir şey yapmadan dikilen kapı da sinirlerimi fena halde bozmuştu. Kendimi tutamadım ve gelişi güzel bir tekme savurdum.
Aklı başında bir insan olduğumdan sakat olan ayağımla değil normal olan ayağımla vurmuştum. Şimdi ikisini de birden sakatlamıştım. Vücudumda sağlam bir yer bırakmamaya ant içmiştim sanki.
"Hay kodumun kapısı," diye söylendim meymenetsizce. Bir evin kapısı bile nasıl oluyor da bu kadar sinirlerimi oynatıyordu, anlamış değildim. Tekme atmaktan tatmin olmamış olsam gerek artı olarak dil de çıkardım. Kapıyla olan sessiz ve bir o kadar da soğuk savaşım sürmek üzereydi ki bir anda gafil avlanmıştım. Düşman arkadan sinsice ve ses çıkartmadan yaklaşmış, polarımın yakalarından kavramıştı. Arkamdaki iri beden bir yandan uyuzlukta usta olmuş kapıyı aralarken diğer yandan beni sürüklemeye başlamıştı. Ayak tabanlarım yamuk basıyordu zemine. Bedenimin aldığı eğik açıdan dolayı zeminle bakışıyordum.
"Şu an çabuk bitsin lütfen," diye söyleniyordu kehribarlar. Aslan gibi giden it gibi döner, ayak işlerimi yapardı böyle. Hayat kanunlarından biriydi.
Yazık, daha elimden çok çekeceği vardı. Bu pansuman sadece başlangıçtı.
...
Yıl 2004,
Gözüme kestirdiğim çöp kutusuna doğru emin adımlarla ilerlerken kendimi tutamamış ve kocaman esnemiştim. Bir kaç gündür çok yoruluyordum fakat hiç de iyi dinlenemiyordum. Dün gece depoda kavga çıkmış ve yumruklar havada uçuşmuştu, ondan çok huzurum yoktu. Tek dileğim kavganın başlamasının sebebinin ben olduğumu anlamamalarıydı. Çünkü yemeklerini ben çalmış ve bulduğum herhangi bir köşeye sinip hapır hupur yemiştim, çok da güzel karnım doymuştu. Uzun zamandır bu kadar güzel beslenmemiştim. Sinirlenip olay çıkarmakta haklıydılar.
Zaten mekanda en vukuatlı kişi bendim. Eğer Alper abi olmasaydı bir kaşık suda boğarlar, pestilimi çıkartırlardı. Zor dayanıyorlardı bana. Haklarından geliyor, sinirlerini zorluyordum tabi. Huysuzdum bir de yaşadıklarımdan kaynaklı. Benle dalaşmaya kalkanlara tek tek havlıyordum. Ama eğer birlik olup üzerime yürürlerse işim oldukça zordu. Büyük ihtimal baş edemezdim. Hepsi de ayırt edilmeksizin uyuz oluyorlardı.
Gri çöp kutusunun önüne geldiğimde yaşıtlarıma göre oldukça uzun olan boyum dolayısıyla çöpün içindekilerini çok net görmüştüm. Göz kararı baktığımda yüzeyde çok da alımlı bir şey olmadığına karar verdim. Ellerimi çöpün içine daldırıp karıştırdığımda hala yüzeyde işime yarar bir şey görmemiştim. Bana buradan ekmek çıkmazdı. Ofladım. Karnım acıkmıştı. Yorgundum.
Derin bir nefes aldım. Güneş de sinirimi bozmuştu. Haziran ayının ortalarına gelmiştik ve hava daha bugünlerden aşırı sıcak ve bayıcıydı. Benden sonra en belalıdan duyduğum o efsanevi küfürü saydırdım güneşe. Sonradan mekana dahil olup tahtını çaldığım için bana oldukça sinirliydi bu abimizde. Tamam kabul ediyorum ve uzatmıyorum, kısacası hiç sevilmiyordum. Güneş sabahtan beri gözüme vuruyor, sinirlerimi hoplatıyordu. Bu havada gezmek de hiç hoş değildi.
Parmaklarımı belimin arkasında birleştirip ara sokaktan çıktım, caddede yürümeye başladım. Her önüme çıkan dükkan camında kendimle göz göze gelip dil çıkartıyordum. Aşırı sarıyordu. Hatta dükkanların birinde ona dil çıkarttığımı sanan bir dükkan sahibi sinirlenip beni süpürgeyle kovalamıştı. Ağacın tepesine tırmanıp ondan kurtulduğumu düşündüğümde adam yılmamış, aşağıdan bağrışmaya başlamıştı. Millet işi gücü bırakıp bizim bu trajikomik dövüşümüzü izlemişlerdi. Abi tabi yaşlı ve göbekliydi. Esnek de değildi ki ağaca tırmanamıyordu. En sonunda pes edip süpürgeyi üzerime fırlatıp beni kuş gibi avlamayı amaçlamış fakat becerememişti.
"Seni bir elime geçireyeyim var ya."
"Seni paspas yapacağım çocuk."
"Bak bir de sarı saçlarını savurup gülüyor."
"Al sana süpürge," diye bağıra bağıra başımı fena derece de halletmişti. Kötü bir hareket de yapamıyordum. Amca aşırı tatlıydı çünkü. Sadece ayağımı boşlukta sallandırıp pişkince gülümseyerek onun sinirleriyle oynuyordum.
En nihayetinde pes edip homurdanarak beni kendimle baş başa bıraktığında ilk geldiğimden beri gözüme kıstırdığım elmayı sonunda daldan koparmış ve suyunu akıta akıta yemiştim. Ağaçtan aşağıya indiğimde hava kararmak üzereydi. Ama hala yine de çok sıcaktı. Sallana sallana yürümeye başladığımda ne yapacağıma tam karar verememiştim. Ben ağaçta günümü öldürürken saat baya geç olmuştu. Yanıma cephanelik bir şey de almamıştım. Düşmanlarımdan herhangi biri karşıma çıksa onu havlayarak da kovamazdım. En iyisi depoya dönmekti. Tek amca değil, bir kaç kişi bana kafayı fena halde takmıştı.
Yaramazlığım sokaklar arasında dilden dile dolaşıyordu. Ama hiç hapse de düşmemiştim, öyle de ballıydım işte.
Amca ile koşuşturmam yüzünden depodan çok fazla uzaklaşmıştım. Gözümde yol büyüdükçe büyümüştü. Oraya gitmeye üşeniyordum. Sakin bir park bulduğumda tenhadaki bir banka çöktüm. Bankın biraz ilerisindeki çalılıklarda olan böğürtlenlerden de biraz otlanmayı ihmal etmemiştim. Sırt üstü banka uzandığımda gözüme tahtıravalliye tek başına oturan sarışın bir kız takılmıştı. Saçları oldukça uzundu. Hemen hemen benim yaşlarımda ya da benden küçük biriydi. Ağlamıyordu ama mutlu da değildi. Ellerini çenesinin altına dayamış, düşünceli duruyordu.
Canım eğlence çekiyordu. Ona buluşabilirdim. Parkta ikimizden başka kişi de yoktu. Birileriyle konuşma, dalga geçme krizim gelmişti.
Uzandığım banktan hışımla ayağa kalktı. Üstümü başımı düzelttim. Koşarak kızın yanına vardığımda "Merhaba," diye mırıldanmıştım. Sakin bir giriş yapmak herkes için en güzeliydi. Kız hiç oralı olmadı. Hatta yüzüme bile bakmadı. Gururuma dokunmamış değildi bu hareketi. Bu sefer "Merhaba," diye bağırdım. Bunu kesinlikle duyması gerekiyordu. Kızın gözleri sonunda yüzümü buldu. Hoşnutsuzca beni süzdü ve göz devirerek önüne döndü. Sinir olmuştum. Bende gittim onun sarı saçlarına asılarak bir güzel çektim.
Çığlık attı. Tekme tokat ne varsa çırpınmaya başladı. En sonunda da gelip elimi ısırmış ve çığlığını bana devretmişti. Saçlarını bıraktım. Alev gibi yanan gözleriyle göz göze geldiğimde tükürüklerle dolu yüzüne karşı bir havlayış sergilemiştim. O da eksik kalmadı. Önce yüzüme tükürdü. Sonra da yumruk attı. Canım fena yanmıştı. Toprak zemine yığıldım.
İşte şimdi bu kız bitmişti. İğrenç bir kötü kadın kahkahası sergileyip saçlarını ileri savurduğunda yerden düştüğümden daha iyi toparlanıp kalkmış ve karnına tekme atmıştım. Acıyla iki büklüm oldu ve dudakları arasından bir küfür savurdu. Bu iş daha burada bitmemişti. Hamle yapmak için ileri atıldığımda elimi havada yakalamış ve kendi yüzüme yumruk atmamı sağlamıştı. Tam yere düşecek gibi olurken ona çelme takmış ve birlikte tekrardan yere düşmüştük.
Toprak eşliğinde yerde bir onun bir benim üstünlüğünde çırpınmamıza devam ederken duyduğum ses karşısında duraksadım. Kalbim ağzıma geldi. Yutkunamadım bile. Dizime tekme atan sarışın kız bile umrumda değildi. O gelmişti. Uzun zamandır peşimde olan kişi adımı bağırarak söylemişti. Uzun zamandır peşimdeydi çünkü beni sinir ettiği gerekçesi ile bir anda pantolonunun paçasını cebimden çıkardığım çakmakla yakmış ve alevlerin ilerlemesine mani olmamıştım.
"Gediz Doğan!"
Fırlayarak ayağa kalktığımda yanımdaki sarışın kız da halinden hiç memnunmuş gibi görünmüyordu. Adam o kızı gördüğünde yüzündeki pis gülümseme daha da büyümüş ve elindeki bıçağı daha istekli sallamıştı. Kahkaha attı. İştahlı, can almaya yatkın bir kahkahaydı.
"Demek sen de buradasın Balın Maral." Kız memnuniyetsizce yüzünü buruşturup yerden kalkıp yanımda yerini alırken adam alkış yapmıştı. "Bir taş da iki kuş."
Ne zaman eline aldığını bilmediğim taşı Balın denen kız adama fırlattığında hem şaşırmış hem de kendi elimdeki taşı da adama fırlatmıştım. "Hadi lan," diye cırladığımda kız bu anı bekliyormuş gibi koşuşturmaya başlamıştı. Peşinden adamı son kez kontrol edip ben de koşmaya başlamıştım.
...
Balonun ipi damarları soğuktan buz kesilmiş parmaklarımın arasından kayıp gitmişti. Gökyüzü tüm kötülüklerden uzak bembeyaz balonuma kırmızı bir pıhtı damlatmış, her arşa yükselişinde pıhtı çoğalmıştı. Artık o eski masum çocuk değildim. Bir tek düşüncelerim vardı yanımda. Onlarda her onları yanımdan uzaklaştırmak istediğimde kırbaçlarını acımasızca ruhuma geçiriyorlardı.
Boş geçen bir günün ardından yine kendimi odaya kapatmış, delirmenin eşiğine gelmiştim. Bunda düşüncelerimin sızılarının büyük etkisi varken bir o kadar da cümbüşten kopmayan ev halkının da hatırı sayılır bir etkisi vardı. Ertuğrul denen adam söylediği gibi evi geç saatlerde terk etmişti. Gülmüş, eğlenmiş, geceyi bitirememişlerdi. Kılıç ile olaylı geçen, en sonunda dayanamayıp gözüne yumruk attığım onun da benim saçımı çektiği bir pansumanın ardından direkt odaya çekilmiş ve tüm kötü dileklerimi evrenin enerjisiyle harmanlayıp ona göndermiştim. Bileğim artık eskisi kadar acımıyordu, kanaması da azalmıştı. Şerefsiz ne yapmış etmiş profesyonel hemşireler gibi yapmıştı pansumanı.
Ertuğrul denen adamla konuşmamıştım. Kafam zaten o kadar doluydu ki diyeceklerinin bana yardımı dokunacak olsa bile şu günlerde duymak istemiyordum. Kafam rahatlasın istiyordum sadece. Daha fazla doluluğu kaldırmazdı.
Ofladım. Toplasan çıkarsan en fazla değeri yine de bulabileceğim şekilde oflamıştım. Çok boş bir yeni güne merhaba demiştim. Sabah yine cumburlop odama dalınmış ve kahvaltıya çağırılmıştım. İnadım tutmuştu ve aşağıya inmemiştim. Biraz kedi ile ilgilenmiş, onu şımartmıştım, o da şımarmaya çok müsaitti. Dört duvar üzerime gelmeye başlamıştı. Can sıkıntısından yatağı odanın bir ucundan diğer ucuna yerleştirmiş, komodinlerin yönlerini değiştirmiştim. Çekmecelerinden bulduğum kalemle sandalye yardımı ile avizeye uzanmış, ona ortaya karışık semboller çizmiştim. Sonrada sandalyeyi duvar kenarına sürükleyerek üzerine bağdaş kurup oturmuş, eski, güzel ve en önemlisi mutlu günleri yad etmiştim. Aklımdan eski günleri çıkaramadıkça gelceğime çok da odaklanamazdım, en büyük hatamdı.
Zihnim tüm bu süreç boyunca fazlasıyla acı çekmiş, durup durmadık yerlerde halime kahkahalarla gülmüştü. Ciddi anlamda sıyırmıştım kafayı. Fakat bu odada daha fazla kendi başıma duramayacak gibiydim. Her ilerleyen saniye de seviye atlayarak tamamiyle mantıklı hareket etmekten arınıyordum.
Yalnız kaldıkça geçmişim döküntüleri daha fazla ruhumu daraltıyor ve intihar ipini boynuma dolamama neden oluyordu. Kaç saattir ağzıma sigara bile değdirmemiştim. Aşağıya inmeli ve önüme gelen ilk kişiden sigara istemeliydim. Daralmışlığım başka türlü geçmeyecekti çünkü.
"Bu kadar yeterli," diye kendi kendime söylenip oturduğum yerden ayağa kalktım ve odanın içinde volta atmaya başladım. En sonunda bileğimdeki lastik tokayla saçlarımı tepeden sıkı at kuyruğu yapmış ve tımarhane koğuşum olan odadan ayrılmıştım. Koridorda biriyle karşılaşmamam yüzünden hayret dolu bir nida dökülmüştü dudaklarımın arasından. Uzun zamandır bağırış, çağrış sesleri duymamam daha körüklemişti içimdeki merakı. Ev inanılmaz derecede sessizdi. En son Sırça'yı görmüştüm. Gecenin bir yarısı odama her zamanki gibi destursuz bir şekilde dalmıştı. Ertuğrul abisinin bana iyi davranmaları gerektiğini dile getirmişti. Biraz da ablalık raconu kesmiş, kaç senedir evde ona küçük çocuk muamelesi yapıldığından yakınmıştı. Sonra da gözden kaybolmuştu.
Koridorda bir kaç kez daha göz gezdirdim ama hala gelen giden olmuştu. Şüphelenmeli miydim? Salona inmeye karar verdim, bahçe de olabilirler ve bana sigara verebilirlerdi. Merdivenleri inerken neden böyle bir karar verdiğimi sorguladım ve ya bu kararı daha geç verebilirdim çünkü Atlas efendi tam evden çıkmak üzereydi. Biraz daha düşünseydim o evden çıkacaktı ve ben onu bugün görüp günümü zehir etmeyecektim. Bakışlarımız kesiştiğinde hiç bozuntuya vermeden arkama döndüm ve merdivenleri çıkmaya başladım. Hayalet rolünü oynayacaktım.
"Arkanı dön Hare." Yememişti. Bu sefer de duymamazlıktan gelmeye çalıştım.
"Seni yakalayıp zorla aşağıya indirebileceğimi ikimiz de çok net biliyoruz prenses." Tehdite de başvurulduğuna göre çirkefleşme zamanım gelmişti.
"Görmemezlikten gel." Gayet makul bir teklif sunmuştum, her zaman yapabilirdi gram gocunmazdım.
"Aşağıya inmeseydin evde olduğundan dahi haberim olmayacaktı ve evde tek kalacaktın zaten." Sigara krizim bir kaç dakika daha geç tutsaydı başına taş düşebilir ve böyle bir an yaşamazdım.
"Beni görmedin," diye direttim merdivenleri çıkmayı tamamladığımda. Hiç arkamı dönmememe rağmen onun bıkkın bakışlarını sırtımda hissediyordum. Bu kavga beni çok sarmamıştı, ne zaman sakince konuşmayı bırakıp bağıracağımızı merak ediyordum.
"Hemen aşağıya iniyorsun prenses, ya güzellikle ya da zorla, seçim senin." Kriterler hiç benlik değildi fakat inatlaşmak da şu anlık benlik değildi. Zihnim o kadar yorgundu ki kaldırabilir miydim, emin değildim. Fakat bağırabilirdim.
"Öf iyi be, geliyorum Allah'ın cezası," diye yükselip arkama döndüm. Gözlerimiz kesiştiğinde içimde biriken öfke ve nefreti kusmuş, ondan aynı karşılığı alamamıştım. Yorgun görünüyordu, göz altları çökmüştü, morluklar vardı, nedenini sorgulamayacaktım. Zaten o inatçı bakışları da yoktu, göz kontağını ilk o koparmıştı. Anlaşılan yaygara çıkmayacaktı, biraz üzülmüş olabilirdim.
Merdivenleri gürültülü bir şekilde inip önünde dikildiğimde bana bakmaya tenezzül etmeden henüz üzerine giymediği ceketi elime tutuşturmuştu, fırlatmamıştı. Gerçekten yorgun olabilirdi, kırk yılda bir göreceğim bir alametti. "Bunu giymek istemiyorum," dediğimde laf dalaşına girmeden ceketini yeniden elimden alıp salonun ortasına fırlatmıştı. Bu daha da tuhaftı, tehdit yoktu, frekanslar karışmış olmalıydı. "Götün donsun o zaman," diye homurdandı bakışlarını benden çekerken.
"Yürü," diye emretti. İnatlaşıp inatlaşmamak arasında kalmıştım. O kadar benlik bir diyaloğa giremiyorduk ki cıvatalarım bir tık yanmıştı. Ağzımı tartışmak için aralasam da tek söylediğim sakin ses tonumla "Bana bir daha emir verme," olmuştu. Dış kapıyı sonuna kadar aralayıp gözden kayboldu. Arkasından gidip gitmemek konusunda da yine kararsız kalmıştım. Bugün bir değişikti, aramızdaki o garip elektriksel ilişkinin cızırtılarını duyamamıştım bir türlü. Birazdan kolum tutup çekiştirmeye gelecekti, normal günlerde böyle yapardı. Tartışma eksikliği çekiyordum. Arabanın çalıştırma sesini duyunca bu tezim çürüdü, şaşırmıştım. Gerçekten bir tuhaflık vardı. Odaya çıkıp peşine takılmasam bu konuda ısrar etmeyecek ve beni peşinden çekiştirmeyecekti. Tabi ki kolay olan seçeneğini seçmek yerine evin dışına yürümeye başladım.
Bahçeye çıktığımda arabanın camından beni izlediğini fark etmiştim. Açık olan camdan gördüğüm kadarıyla sigara içiyordu. Kafasına tuğla düşmüş olabilirdi. Şüphelenmiştim. Onu denemek için arabanın arka tarafının kapısını aralayıp içine oturduğumda yine ses soluk çıkmamıştı. Sigarası bitmeden izmariti yere atıp gaza basmıştı. Bahçeden ana yola çıktığımızda suskunluğumu daha fazla koruyamamıştım.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
"Sırça'nın yanına." Tam olmasa bile cevap vermesi de beni şaşırtmıştı, o meşhur lafını söylemesini bekliyordum. Sınırlarını zorlamalı ve onu sinirlendirmeliydim. Papatya çayı tarlasından geçmiş gibi hallerinden bir an önce vazgeçmeliydi.
"Sigara istiyorum," diye mırıldandım cam kenarını es geçip ortaya kurulurken. Bana bakma zahmetine girmeden torpidodan sigarayı alıp kucağıma fırlatmıştı. "Çak..." Sözümü yarıda kesen çakmağı da pantolonunun cebinden çıkarıp anında kucağıma fırlatmasıydı. Yola tüm dikkatiyle çevrilmiş bakışlarını dikiz aynasından yakalayıp ortamı harlamaya çalışsam da aynı tepkiyi alamamıştım. Böyle davranmak istiyorsa ben de ondan eksik kalamazdım. Bağrışmamak benim için her ne kadar zor olsa da başarabilirdim.
Yeniden cam kenarına kurulup camı sonuna kadar araladım ve sigaramı yaktım. Saçlarımı yılanlarına ayırıp tüm şiddetiyle yüzüme çarpan bir rüzgar vardı. Üzerime bir şey giymeyip ince bir kazakla evden çıktığım için biraz üşümüş olabilirdim. Kazağın kollarını parmak uçlarıma kadar çekiştirip üşüdüğümü gizlemeye çalıştım. Böyle sigara içmesi beni çok sarmamıştı. Bir tuhaflık vardı ve tahmin yürütememekte canımı biraz sıkmıştı. Sigaram bittikten sonra camı kapattım. Arabanın içi sıcaktı, klimayı açmıştı.
Dağlık, taşlık yolu geçip otobana çıktığımızda hızını artırmıştı. Dışarıyı izlemeye daldığımdan arabanın içinde biraz sarsılmış, yuvarlanma tehlikesi atlatmıştım. Asıl zoruma giden şey ise dikiz aynasından bana bakıp gülmesiydi.
"Komik mi?" diye homurdandım. Karşılık almayı beklemiyordum. Sinirimi yatıştırmak için bir sigara daha yaktım. Camı açıp üşümek istemiyordum yine de Atlas çakmak sesini duyunca camımı sonuna kadar aralamış ben ise yarısını geri kapatmıştım.
"Ceketi giyseydin bu sorunla karşılaşmayacaktın prenses." İnadım bazen bana çok zarar verse de kendimi alıkoyamıyordum. Yapmıyordum çünkü karşımdaki kişinin her şeyi bana batıyordu, onun istediğini yapamazdım.
"Sanane ki bundan," diye tersledim onu. Anlaşma daha doğrusu anlaşamama dilimiz böyleydi ve ben ucunda ölüm olsa bile bunu değiştirmeyecektim.
"Bugün yine günündesin prenses." Eski neşesi yavaş yavaş yerine geliyordu anlaşılan ama benim hevesim kalmamıştı. Sessizliğimi koruyup sigaramı bitirdim ve izmaritini camdan dışarıya rastgele fırlattım. Kollarımı göğsümde birbirine bağlarken kafamı koltuğa yaslamıştım. Düşüncelerle boğuşma saatim gelmişti, hissediyordum. Rüzgar yüzümü yalayıp yutarken ne kadar zihnim kutusunun kapağını açmasa da sonunda kilit anahtara sokulup çevrilmişti. Yalnızdım ve yine yanımda olan hiç bir zaman kopamayacağım geçmişim vardı.
Araba aniden durduğunda ileri geri sallanmam sebebiyle zihnimdeki projeksiyon patlamış ve ben daha fazla geçmişle boğuşamayacağım içim gerçek dünyaya dönmüştüm. İyi değildim, başım ağrıyordu. Kafamı arkadaki yasladığım koltuğa çarpmam ise ağrımı daha da körüklemişti. Dengem o kadar yoktu ki bedenim en ufak şeyde kırmızı alarm verip sarsılıyordu.
Atlas arabadan indiğinde elim kapı kulpuna gitti. Başıma bir anda saplanan keskin ağrı kulpu aşağıya çevirmeme engel olmuştu. Boşta kalan elimle alnıma masaj yapsam da sızısı geçmemişti. Çok fazla düşünüp kendime acı çektirmiştim onun kanlı sayfaya dökülen yansımasıydı baş ağrım. Atlas'ın beni daha fazla beklemeyip arabanın kapısını bir anda aralamasıyla kontrolünü toparlayamadığım bedenim ileri doğru savrulmuştu. Keskin bakışlarımı ona çevirdiğimde arabanın kapısını tekrar kapatıp kendim açarak dışarıya çıkmıştım.
Gözümün kısa süreli kararması ise kontrolümü tamamıyla yok etti. Bedenim tutunacak dal olarak araba kapısına yaslanırken ellerim boşluğa düşmüştü. Birbirine mühürlenen göz kapaklarımı sıklaşan nefesimi düzene sokup araladığımda Atlas ile göz göze gelmiştim. Kaşlarını çatmış, ne olduğunu sorgularcasına bana bakarken ellerinden birini bedenimin yakınında tutuyordu.
"Noldu lan bir anda," diye sorguladı. Cevap vermek istemiyordum, gözlerimi devirdim. Yaslandığım yerden doğrulup ona sırtımı döndüm ve geldiğimiz yeri inceledim. Ağaçlar ve dış cephesi özenle tasarlanmış şu ana kadar bir kaç bina gördüğüm bir yerdeydik. Hemen köşede, iki binanın arasında kafe gibi bir yer ve insanlar vardı. İlerideki yazıyı okuduğumda üniversite kampüsüne geldiğimizi algılamam geç olmamıştı. Etrafımızda bir sürü araba olması ise açık otoparkta olduğumuza işaretti. Yanıma gelen Atlas kolumdan tutmaya yeltense de bakışım onun için yeterli olmuş olacak ki "Yürü," diye mırıldandı. Adım atmaya çalıştığımda ise yanımızda, kimin olduğunu bilmediğim birisinin arabasından destek almıştım. Sanırım kolumu tutması benim için daha iyi bir seçenekti. Arabalardan açıklık alana geldiğimizde onun hızlı adımlarına yetişmem bir hayli zor olmuş, o da arkasını dönüp nerede olduğumu kontrol etmediği için baya ardında kalmıştım. Daha fazla dayanamayacağımı anladığımda ise bir ağacın altına çöktüm, nefes nefese kalmıştım, dinlenmeliydim.
"Çok mu hızlı yürüyorsun ne?"
"Beni bekle," diye bağırdım olduğum yerden doğrulurken, Atlas fakültenin kapısının önünde durmuştu. Yanına ulaştığımda beni boş verip yeniden yürümeye başlamayı amaçlamıştı ki bu seferlik gururuma yenik düşüp koluna yapıştım. Cam kapıdan gördüğüm kadarıyla merdivenleri kendi başıma çıkamazdım. Bakışları kısa süreliğine üzerime değdiğinde şaşırdığını anlamıştım. Çok bozuntuya vermedi. Daha önce buraya gelmiş olacak ki kapının kartla açıldığına dair bir şeyler zırvalamıştı. Cebinden kart çıkarmasını beklerken o ise kapının iki yanından tutup geri çekiştirerek geçiş payı oluşturmuştu. Boşluktan sızılıp içeriye girdik. Midem feci derecede bulanıyordu.
Dördüncü kata çıkmıştık. Sanırım burası en üst kattaydı. Geldiğimiz yönün tam aksinde ilerleyip karanlık bir koridora girdik. Ara koridorda, iki kapının bulunduğu bir yerde durmuştuk. Wc koridoruydu. Atlas kızlar tuvaletinin kapısını açıp içeriye girmeye çalıştığında kilitli olduğunu görmüştü. "Sırça benim," diye mırıldandı sesinin tonunu ayarlarken. Kapı açılıp biraz aralandığında içeriye girmiş, beni de peşinden çekiştirmişti. Karşımda krem montunun sağ kısmına kan bulaşmış Sırça'yı görmeyi hiç beklemiyordum. Biraz ilerimizde yerde uzanan bacakları görmem ise durumu daha şüpheli hale getirmişti.
"Kızım sen niye okulun ortasında adam öldürüyorsun," diye homurdandı Atlas.
"Bir anda oldu," diye yanıtladı Sırça açtığı kapıyı kapatıp üst üste kilitlerken. Bir anlık uğradığım dumurdan arınmıştım. Midem zaten hiç bulanmıyormuş gibi kan kokusunu duymam ise durumu daha da fenalaştırmış ve bulduğum ilk kabine girip midem kanayana kadar kusmuştum.
"Hare, iyi misin?" Dizlerimden destek alarak oturduğum yerden kalkıp kabinin önünde bana bakış atan Sırça ile göz göze geldim. Kafamı olumlu anlamda iki yana salladım. Yanlış cevabı işaretlemiştim. Benim hayatımda üç yanlış bir doğruyu götürmüyordu benim bir yanlışım tüm doğrularımı götürecek kıvamdaydı.
Kabinden dışarıya çıktığımda Atlas'ın yerde cansız bir şekilde yatan, karnına bıçak saplanmış adamla ilgilendiğini gördüm. Lavabonun karşısına geçip elimi yüzümü yıkadıktan sonra Sırça'ya "Ne oldu?" diye sordum.
"Beni takip ettiğini fark ettim. Ben de kimsenin bu kattaki tuvalete uğramadığını bildiğimden buraya getirdim. Amacım biraz zora sokup ötmesini sağlamak, sonra da size teslim etmekti fakat işler hiç istediğim gibi gitmedi." Daha önce de bir kaç kez böyle olayların işinden sıyrılmanın verdiği rahatlıkla masal gibi anlatmıştı başından geçenleri. Başımı sallamakla yetindim. Onlar böyle kişilerdi ve beni de zindanlarında yetiştirip elime tabanca vererek aralarına katmışlardı. Şaşırarak ya da durgunluğumu koruyarak bu hayatta yaşamayı beceremezdim.
"Ee, şimdi ne yapacaksınız?" Baş ağrımı unutmam için konuşmam gerekiyordu, tam da şu an onu yapıyordum.
"Atlascığım ne yapıyoruz?"
"Elinin körünü yapıyoruz Sırça," diye homurdandı Atlas. "Git bana siyah poşet bul, bir şekilde şu adamı ortadan kaldıracağız."
"Oha, adamın doğrayıp parçalarını poşetlere mi koyacaksın," diye bir şaşkınlık nidası döküldü dudaklarımdan. Sırça gür bir kahkaha patlatırken Atlas ters bakmakla yetinmişti. "Sen de testere bul, prenses daha rahat doğrarım adamı." Kısa bir an, sadece çok kısa bir an söylediklerinde ciddi olup olmadığını tarttım. Çok saklayamamış olsam Sırça'nın kahkahasının tonu artarken Atlas içinden sabır çekmişti.
"Oyalanma Sırça," diye bağırdı. Sırça arkasını dönüp yürümeye hazırlanmıştı ki saçma bakışmamızı kesip "Prensesi de yanında götürüp karnını doyur, yoksa açlıktan bayılacak," diye homurdandı. İtiraz etme zamanım gelmişti, Sırça ağzımı kapatıp kolumdan çekiştirmeseydi. Bir yandan da montunu çıkarıp tuvaletten içeriye fırlatmıştı.
Hızlı adımlarla merdivenleri inip fakülteden çıkmıştık. İki adımda bir gördüğümüz insanlarla konuşmaya tutulmamız ise bizi asıl oyalayan şeydi. Sırça yanında beni gören herkese kuzeni olarak tanıtmıştı. Başlarda dik bakışlarımla insanları rahatsız etsem de Sırça'nın uyarısı üzerine sahte sırıtışımla onları kandırmıştım. Kantine girdiğimizde boş bir masaya oturmak istesem de Sırça beni bir saniye olsun yanından ayırmamıştı. Sıraya girdiğimizde başta ne yemek istediğimi sorsa da en güzeli bu deyip benden cevap beklemeden kendi istediği yemeği bana almıştı. Kantin çalışanıyla tanımadığım birinin dedikodusu yaparken araya siyah poşet mevzusunu da karıştırmayı ihmal etmemişti. Elime tutuşturulan köfte ekmekten aldığım ufak ısırıklarla fakültenin kapısının önüne geldiğimizde Sırça sigara yakmıştı. Ekmeği boş verip sigara istediğimde ise önce yemeğimi bitirmem gerektiğini söylemişti.
Yolculuğum boyunca aklımı kemiren sorulardan biri olan adamın kim olduğunu bilip bilmediğini sorgulamıştım. O ise aynı şekilde o gece gördüğüm adamlardan birine benzeyip benzemediğini sormuş ve ortak karara varamamıştık. Bu saldırının anlamını bilmiyorduk, ben de mesela saldırıya uğramıştım. Tek tek bizi köşeye sıkıştırıp öldürmeye çalışıyor da olabilirlerdi. Güvenli bir şekilde yaşamıyordum, her an biri gelip karnıma bıçak saplayabilir ve ben kan gölü içinde can verebilirdim. En kötüsü ise bu düşüncelerin bana uzak gelmesi yerine bunları kabullenmemdi. Kırıcıydı alışmam, alıştırılmam, hayatımın dipsiz bir kuyuda sürüneceğini bilmem.
Cinayet işlenen tuvalete yeniden girdiğimizde ise hala yemeğimi yemeye devam ediyordum. Sırça kolumu bırakıp Atlas'ın yanına koşturarak siyah poşetleri verdiğinde mermer tezgahın ıslanmamış kısmına oturup yemeğimi yiyerekten onları izlemeye başladım.
"Okul ne zaman kapanacak?" diye sorguladı Atlas.
"Hocalar ve memurlar beşten sonra çıkıyor fakat okul öğrenciler çalışsın diye dokuza kadar açık."
"Yani ceseti okuldan çıkarmak için dokuzu bekleyeceğiz." Atlas hoşnutsuzlukla mırıldanırken Sırça onaylarcasına kafasını sallamıştı.
"Neden ceseti ortadan kaldırmaya uğraştın ki?" dedim Sırça'ya dönüp, taş gibi olan ekmeği yutmakta biraz zorlanmıştım. "Tuvalette bir ceset bulmuş gibi bağrışıp ortalığı ayağa kaldırıp aradan sıyrılsaydın."
"Sen ne zekisin öyle," diye dalga geçti kafama vururken. "Kamera kayıtlarındaki kişi ben değilim zaten."
"Of, daha onları silmemiz gerekiyor," diye dert yakındı Atlas.
"Sen niye poşet istedin ki," diye sorguladım bu seferde aynı zamanda ekmekten dışarıya düşen köfte parçama hüzünlü bakışlar gönderiyordum. Amacım onlardan biraz mafyacılık kapıp düşmanlarımın gözünü korkutmaktı. Cevabı ters bakışlarına devam etmek olurken siyah poşetleri sonuna kadar yırtıp adamın bedenini sarmaya başladı. Cesedi temizlik kovasının içine yerleştirip yer silme sopasının sapıyla birazını gizlemiş, şüpheyi ortadan kaldırmıştı. Oraya ilk baktığınızda sadece üzeri örtülmüş temizlik malzemeleri görebilirdiniz.
Cesetten çıkardığı kanlı bıçağı ıslak lavabo tezgahına bırakırken suyu açıp eline bulaşan kanları arındırmıştı. Bıçağı yeniden eline alıp incelediğinde "Pezevenge bak bıçağı baya da iyi bilemiş," diye homurdandı. Test etmek için parmağına biraz bastırmış ve kesmişti. İyi kanını akıtmıştı. Dindirmek için ise kabinlerden birinde bulunan son kalan peçeteyi alıp etrafına sarmıştı. Bıçağı ise pantolonunun arka kısmına, kazağının altına saklamıştı.
"İşim hallolduğuna göre artık çıkabilir miyiz burada," diye dert yakındı Sırça. Bakışlarını bana çevirdiğinde ise "Sen hala o ekmeği bitirmedin mi?" diye yakınmalarına devam etmişti. Ortamın büyüsüne kapıldığından yemeğimi yemeyi unuymuş olabilirdim. Bir adam ölmesine rağmen o kadar rahat konuşup hareket ediyorlardı onları izlemeden duramıyordum.
"İyi de cesedi ortadan kaldırmadınız, sadece sakladınız."
"Ay, onu da Poyraz akşam okul boşalınca hallediverir," diye umursamaz biçimde cevap verdi Sırça. Sanırım az önce adam öldüren o değildi ya bilmem kaçıncı leşi olduğundan profesyonelliğini konuşturuyordu. İlerde ben de böyle olacaktım.
Atlas yere bulaşan, özellikle Sırça adamı köşeye gizlemeye çalışırken sürükleyerek bulaştırdığı kanı viledayla iyice temizlemişti. Onu da tuvalet kabininde bir güzel yıkayıp kanı akıttıktan sonra kanın yerden arınması için huniyle bir kaç kez üzerine su dökmüştü. Ertuğrul abiye adamın fotoğrafını attığında ise bu adamı tanıyıp görmediğini bir an önce orayı terk edip eve gitmemiz gerektiğini söylemişti.
Ekmeğimi bitirip kağıt çöpünü kapının yanındaki büyük çöp kovasına attım. Yemek yiyince hem başımın ağrısı geçmiş, hem de dengem biraz olsun yerine gelmişti.
Karşımda bir cesedi siyah poşetle dolayıp ortadan yok etmişlerdi. Ölümlerde kurtulamamıştım, kurtulamayacaktım. Yaşadığım sürece bir sürü ölüm görecektim. İlk ölümü görmem bana yeni kapılar aralamıştı. Geçmişim ve geleceği ölümlerle inşa edilmişken kaçamazdım, yoksa bileğimdeki pranga canımı acıtırdı. Etrafım dikenli tellerle çevrilmişken, her gün takip edilip edilmediğim konusunda bir sonuca ulaşamazken hayatımı yaşaması zordu, ölümden medet ummam ise çok normaldi.
...
Karanlık. Görebildiğim, hissedebildiğim tek şey. Esaretine girmiş, dört yanımdan zincirlenmişim. Sağımı soluma sobelemeye kalksam yine karanlıkla burun buruna gelirim. Hiç bir şey duyamıyordum, kafamın içimde dönüp duran iğrenç melodi harici. Dokunamıyordum, önümde duran etten örülmüş duvar haricinde. Ter kokuyordu. Burun direklerimi kanın keskin kokusu sızlatıyordu. Nefesim daralmıştı. Göğüs kafesimin kemikleri kırılmıştı. Etrafa saçılan parçaları toplayıp bir araya getirmek isteyen yoktu. Kalbim rutubet kokması için bedenimden sökülmüş, bir odaya kapatılmıştı. Cesetlerle birlikte yaşıyordu.
Nefes alamıyordum.
Ruhum köşeye sıkışmıştı. Ne kaçacak bir yeri, ne de saklanacak bir bedeni vardı. Ölü değildim fakat bir tabutun içinde hayata çentik atıyordum. Ellerimde kan topakları birikmişti. Dizlerimden aşağıya süzülüyor, zemine damlıyordu. Etraf kan gölüne çevrilmişti. Boğazıma dayanan bir hançer vardı. Orada olduğunu biliyordum. Ufak bir çizik açılmıştı. Ama orası kanamıyordu. Dermanım kalmamıştı. Sarsıldım. Bedenimi ayakta tutacak güç yoktu bünyemde. Birden gülmeye, deli gibi kahkaha atmaya başladım. Boşluğun dibine varmıştım, yukarıdan bir ip uzatılmıştı. Hayır bu ip değil, dikenlerle dolu bir daldı. Gülmem kesildi.
Karanlığın içinde, ayırt edilebilen siyah bir silüet belirmişti. Gözleri yoktu. Gözlerinin yerinden siyah dumanlar çıkıyordu. Gök gürledi, yer yarıldı. Bileğimde keskin bir sızı hissettim, bir şey batırıldı çizildi. Olduğum yerde debelendim. Tam ortamızda bir şimşek çaktı. Karanlık aydınlanmadı. Gözümün önünde binlerce kelime belirdi. Her birinin üzeri sonunda kanlarla kaplandı. Yok oldular. Silüet ise hala oradaydı. Elimi havaya kaldırmak istedim, yapamadım. Vücudum kaskatı kesilmişti. Silüet hareket etmeye başladı benim aksime. Dizlerini büktü, yere çöktü. Başını zemine eğdi.
Ayağımın altındaki kan gölü durulmadan, gittikçe yükseliyordu. Boğuluyordum kendi benliğimde, kimsesiz bir şekilde. Silüet kafasını eğdiği yerden kaldırdı. Tekrardan olduğum yere bakmaya başladığında bedenime bıçak saplanmış gibi bir acı hissettim. Her zerreme çiviler batırılıyor, körelen uçları bileniyordu. Silüetin elinde silah belirdi, üzerime doğrulttu. Pat sesi duyuldu üç kere. Gök üç kez gürledi. Yüzüme kan damlaları sıçradı, elim kalbimin olması gereken yeri kavradı. Uçurumun kenarındaki taşlar dalgaları durulmayan denize yuvarlandı. Ayaklarım yerden kesildi. Son bir kez nefes aldım, gözlerim kapandı. Bir damla yaş yanaklarımdan aşağıya süzüldü.
Sıçradım.
Göz kapaklarım şiddetle aralandığında yattığım yerden hızla fırlamış, üzerimdeki yorganı ittirmiş, irileşmiş göz bebeklerimle karşımdaki duvarla göz göze gelmişti. Pervaza vuran pencere sesi yüreğimi ağzıma getirip tüylerimi diken diken ederken deli gibi nefes alıyor, sakinleşmeyi bekliyordum. Şakaklarımdan aşağıya fırlayan ter damlaları işimi daha da zorlaştırıyordu. Bedenim gibi yastığımda sırılsıklam olmuştu. Yağmur yağıyordu gökten boşanırcasına. İri su damlalarının cama her çarpışında kalbim daha da hızlı atıyor, göğüs kafesimi zorluyordu. Ellerimle kalbimi yokladım, oradaydı.
Hüngür hüngür ağlıyordum. Yüzüm iki avucumun arasına saklandı. Dizlerimi kendime doğru çektim, ellerimi yüzümle beraber dizlerimin arasına sakladım. Çok kötü bir kabus görmüştüm. Bu yoldan dönüş yoktu. Bilinçaltıma kazınmıştı. Ben kimsesiz biriydim. Katil olmuş, kan dökmüştüm. Ağlamam şiddetlenirken hıçkırıklarım sessizliği bölmüş, yağmurla birlikte odayı dolduran tek ses olmuştu. Yapamıyordum artık. Her gece böyle zihnimi zindan eden kabuslardan bıkmıştım. Uyuyamıyordum. Ne zaman gözlerimi kapatsam katil olduğum gerçeğiyle yüz yüze geliyordum. Nefesim daralıyordu. Yaşamak istemiyordum. Rüzgar her esişinde şiddetini artırıyor ben uyurken açılan odanın penceresi pervaza daha sert çarpıyordu.
"Neden ya neden ben," diye kendi içimde, içten içe bağırırken hırsımı alamayıp yorgana yumruklar indirmiştim. Ellerimi yüzümden çektim, dizlerimi ileriye doğru uzattım. Su içmem lazımdı. Dilim damağım kurumuştu bu iğrenç hayata, yaşananlara karşın. Soluklanamıyor, soluk alamıyordum. Kafamı yana, komidinin olduğu tarafa çevirdim su içmek için. Gözlerim irileşti, dudaklarım düz bir çizgi halini aldı. Bedenim tekrardan kaskatı kesildi, taşlar yerine her tarafına can kırıkları batırılan zihnim kendini uçurumdan aşağıya attı. Donakaldım gördüğüm şey sayesinde. Sonrasında iki dudağımın arasından tiz bir çığlık döküldü, gök gürledi, odanın içini çakan şimşek aydınlattı.
Hızla, apar topar bedenimi yataktan aşağıya çektim, o manzaradan uzaklaştım. Ayaklarım zemine basmak istemiyor, sarsılıyordu. Ellerim şaşkınlıktan sonuna kadar aralanan ağzıma gitti. Kafamı ne yapacağımı bilemezcesine odanın dört bir yanında çevirdim. Daha demin durmuş olan gözyaşlarım daha da şiddetli pınarlarını terk etti, dudaklarımda tuzlu bir tat oluştu. O görüntüyü görmek istemiyordum. Hafızamdan silmeli, bir daha hatırlamamalıydım. Bu da bir kabustu. Şu an ben uyuyordum, bu gerçek değildi.
Komidinin üzerine bırakılmış, bir kaç gün önce öldürdüğüm, gözleri donuk donuk bakan baş gerçek değildi, gerçek olamazdı.
Çaresizce odanın içinde volta attım, gezindim. Yapamıyordum, kabullenemiyordum. Bir an önce bu rüyadan, kabustan uyanmam lazımdı. Kolumu cimcikledim. İnce bir sızı belirdi orada, acısı daha sonradan geldi. Tırnaklarım deşmişti orayı. Umurumda değildi. Bu kabus son bulmalıydı. Yatağın üzerine çıktım, bedenden kesilmiş kafaya doğru ilerledim. Dokundum ona, sopsoğuktu. Kaçtım oradan arkama bakmadan.
Bileğimde acısını en derinlere gömüp üzerine toprak attığım bir sızı hissetim. Gözlerim oraya çevrildi. Çarpı işareti gördüm bileğimde, etrafını süsleyen ve karanlıkta parlayan kanlar eşliğinde. Tekrar tekrar çığlık attım, sesim kesilinceye kadar. Bedenimi daha fazla ayakta tutamadım. Her attığım adımda o kafadan uzaklaşmak istiyor uzaklaşıyordum. Kapının yanındaki sandalyeye bıraktım vücudumu. Göz yaşlarım dinmiyordu. Her o kafatasıyla göz göze geldiğimde daha da şiddetleniyordu. Sandalyenin yanındaki masanın üzerinde bulunan bardağı fırlattım üzerine bir hışım. Bardak kafatasına çarptı, kafatası yuvarlandı, gözden kayboldu.
Ama benim zihnimden o görüntü silinmemişti.
Uyanamıyordum. Bitmiyordu bu kabus. Çıkış yolum yoktu, olmayacaktı. Her şey gerçekti bu bir kabus değildi. Bir an önce buradan, özellikle de bu odadan kurtulmalıydım. Dayanamıyordum artık. Sandalyeden hışımla kalktım, odadan koşuşturarak çıktım direkt merdivenlere yöneldim. Ev sessiz sakindi, benim hıçkırıklarım harici. Karanlık hakimdi her yere, önümü göremiyordum. Ucu sivriltilmiş cam parçaları etrafımı sarmalamıştı. Her nefes alışımda kemiklerime batıyor, ölüme bir adım daha yaklaştırıyordu. Her ilerleyişimde gözlerimin önünde o bana bakan, benim canını aldığım donuk gözler beliriyordu. Tökezledim. Merdiven basamaklarını hesaba katamadım ve canım çıkana kadar yuvarlandım. Aldığım darbeler sonucu göğüs kafesim sıkıştı. Canım fena yanmıştı. Umrumda değildi. Kendimi bu evden atmalıydım. O donuk gözleri unutamıyordum. Bileğimde çizilen yer deli gibi acımaya, yokluğunu unutturmamaya başlamıştı. Sağlam hiç bir yerim yoktu.
Belki de artık canıma kıyabilirdim. Böyle şeyler o zaman artık hiç başıma gelmezdi.
Bedenimi düştüğü yerden zor bela toparladım. Ayağa kalktığımda bir o bir bu yana savrulmuş yine de adım atmayı denemiştim. Salonun ortasına geldiğimde duraksadım, etrafa bakındım. Yardım edecek kimse yoktu bana burada, bu hayatta yaşamamalıydım belki de. Hiç düşünmeden kendimi salondan dışarıya, bahçeye attım. Koşuşturdum. Rüzgar bedenimi yalayıp yutuyor, demir gibi sağlam yağmur damlaları darbelerini indiriyordu, pes etmem yere düşmem ve bir daha ayağa kalkamam için. Bıkmadım. Yılmayacaktım. Her şey anlamsızdı. Her tarafım yara bere içindeydi. Biri ben uyurken kaldığım odaya gelip baş ucuma öldürdüğüm kafatasını bırakıyor, bileğimi deşiyordu. Güvende değildim, olmayacaktım da. Kimsenin ruhu duymuyordu.
Tek başıma yaralarımı saramıyordum. Geç bile kalmıştım.
Canıma kıyacaktım.
Kararlıydım.
Havuz çarptı gözüme. Kendimi camdan aşağıya da atabilirdim. Ama tekrar o eve giremez, o odaya çıkamazdım. Havuza atlayacak ve boğulacaktım. Direnmeden, çırpınmadan ölecektim. Bu dünyadan silinecek, daha fazla acı çekmeyecektim. Kazağın koluyla gözümden akmakta olan göz yaşımı sildim, havuzun kenarına doğru adım attım. Yapacaktım. Ardımdan kimse üzülmeyecek, benimle uğraşmayacaktı. Kimse artık canımı sıkamayacaktı. Her şey daha güzel olacaktı.
Uyumadan önce gelişi güzel saçıma bağladığım toka rüzgara daha fazla direnememiş ve uçup gitmişti. Özgür kalan saçlarım uçuşuyordu artık. Ruhum da özgürlüğüne kavuşacaktı. Kollarımı iki yana açtım. Kendi fişimi kendim çekecek, başkasına bu tadı tattırmayacaktım. Yaşayacak kadar iyi biri değildim ben, katildim. O silahla o gün kendi canıma kıysam böyle bir olay başıma gelmeyecekti. Artık kabus görmeyecektim. Parmaklarım boşluğu bünyesine kabul ettiğinde derin bir nefes aldım, kollarımı iki yana açtım. Gözlerimi sımsıkı, bir daha açmamak üzere kapattım. Hazırdım.
Azrail kumar masasından kalkmıştı. Tam arkamdaydı. Enseme dayamıştı hançerini. Saniyelerim belki de saliselerim vardı. Bu dünya beni kabul etmemiş, acı çektirmişti. Bir tek ölüm kucağını açmıştı, anne babamı aldıktan sonra hatasını telafi ettirmek için. Bu dünyadaki son adımımı attım. Artık tek hissedeceğim ağırlaşmış, dibe çöken bedenimi ıslatan su damlaları olacaktı. Olmadı. Belime dolanan kollar buna engel oldu. "Napıyorsun sen," diye bağırdı sinirli bir ses.
Ecelimdi.
...
BÖLÜM SONU...
Multimedia da Gediz Doğan var. Hav hav reis kdkdkdkkd
Ay bu nelik bir bölüm oldu. Yazdıkça yazdım vallaha. İçime sindi aslında. Biraz olaysız bir bölüm olsun, karakterlerin iç dünyasına girmek istedim. Sessiz sakin ilerlesin biraz, dövüşmeyin kuzumluk tadında. Ama bölüm sonuna da bir ekşın koydum mdmfmdkdkdk
Bölüm hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Sevip sevmediğiniz yanları neydi?
Bundan sonraki bölümlerde neler olur?
Balın ve Gediz'in tanışması nasıldı?
Düşüncelerinizi belirtmeyi ve oy vermeyi unutmayın. Sizi seviyorum.
Kendinize iyi bakın 🤍
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro