Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

6| ÖLÜLERİNİ DİRİLERDEN ÇOK SEVMEK

04.07.2024

kargo - bana yalan söylediler, konuya fransız- parçalandı gölgeler, şebnem ferah - can kırıkları

Kıyametimin ay dönümü daha gerçekleşmemişti. Dolunay gökyüzünde boynuna bağlı iple asılı dururken göz bebeklerindeki inci tanelerini parlatmaya kendi ışığı yetmiyordu. Vazgeçmenin eşiğindeydi. Bir arpa boyu yol kat edememiş, üzerine bir odada kızgın alevlerin arasında kendi masumiyetine ihanet etmişti. Kurban etmişti ruhunu. Kanlı ay yükselip hakimiyetini aşılarken gökyüzünde, dolunayın çocukluğu arşivden silinmişti.

Gökyüzü üç kez gürlemiş, şimşek üç kez mavi ışığının gölgesi kirli zihinler dolayı toz olmuş asfaltın üzerine düşürmüştü. Yağmur damlaları huşu ile dolunayın yere bulaşan kanlarını temizlemek için zemine çarpıyorlardı. Arınmıyordu. Bugün küçük bir kız ellerini lekelemiş, ruhu büyüyüp katil olmuştu. Dolunay bendim. Ellerimle kendi sonumu getirmiştim. Yalanların içinde hayatta kalma savaşı veriyordum. Film ve ya dizi değildi, bu benim hayatımdı. Kirlenmişti, daha fazlası vardı, daha fazlası olacaktı.

Masumiyetim mum alevi gibi sönmüştü. Fitilini hiç bir çakmak yakmıyor, yakmaktan kaçınıyorlardı.

Dizlerimin üzerine çöktüm, kendimle kalmak istedim. Yapayalnız, bir sığınakta saklanmak, kimseyi bu küçük dünyaya almamak istedim. İmkansızdı. Düşüncelerin ucu sivriltilmişti. Körelmesi için can yakması, beyne saplanması gerekiyordu. Elimdeki silah soğuk parmak boğumlarımdan kaydı, zeminde tok bir ses çıkardı. Kafam bu kadar ağırlığı kaldıramıyordu, omurgalarından büküldü. Savaştan bitap düşmüştü. Gözümden bir damla yaş süzüldü kanlı avcuma doğru. Bir bütün oldular, kıyameti başlattılar. Donakalmıştım. Algılarımı yitirmişken şeytanlar fısıldıyordu kulağıma. Zaferle bezenmiş yemek masalarına davet ediyorlar, artık onlardan biri olduğumu söylüyorlardı.

Benliğimden hiç bu kadar uzaklaşmamıştım. Göğüs kafesim sıkışmıştı. Kalbim ince sınırlarla çizilmiş kemiklere çarpmaktan darbe almış, dinlenmesi gerekiyordu. Kızıllığının üzerime bulaşan kanları örtemediği saçlarım omzumun iki yanından boşluğa dökülmüştü. Zemini izliyordum duygusuz, ruhsuz bir ifadeyle. Donakalmıştım. Dudaklarım düz bir çizgi halinde titrerken gökyüzü bir kez daha tüm vahşiliğiyle gürlemişti. Hareket edemiyordum. Kör bir noktaya odaklanmış orayı eşeleyerek bir şeyler bulmayı deniyordum. Olmuyordu. Dipteydim. Ne beni kurtaracak bir halat ne de bir yaşam belirtisi vardı. Kalbim atmayı inkar ediyordu.

Orada per perişan halde dikilirken saniyeler saatleri kovaladı fakat bir türlü sevdiceğine kavuşup mutlu sona eremedi. Beni suçlu buldu, kötü dualarını yolladı üzerime. Düşüncelerin sivri uçları battı beynime. Yarayı daha da derinleştirdi. Dikmek için elime bir ip bile tutuşturmamışlardı. Ruhum daralıyor, benliğim uzaklaşıyordu koşarak. Bu kız gözünü kırpmadan başkasının diretişiyle katil olmuştu, daha ne olabilirdi ki? Vicdan azabı yazılıydı kaderde, başka dönüş yolu yoktu.

Yanımda bir hareketlilik hissettim. Sigara izmariti düştü önce zemine, aleviyle parladı, kasırgasında kavrulmadan söndü. Tepki veremedim. Sigara dalını tabanıyla hiddetle ezdi, cesedini gömmeden denizin dalgalarına bıraktı. Kıyafetlerini düzeltti, benliğinden gelme bedenine bürünen kanları pantolonuyla temizledi. İzlerini silemezdi ama, bunu o da çok iyi biliyordu. Adımları beni hedefine aldı. Bir kaç derin çizik daha açabilmek için huşuyla bana yöneldi.

Cennetten kovulmuştum, ırmağından su içemeyecektim.

Önümde durdu. Kaskatı kesilmiştim. Elimi kıpırtacak gücü bile arasam da kendimde bulamıyordum. İradem kırılmıştı. Parçalar bir araya gelip yapışmıyordu. Ecelim olarak dikildi başımda. Süzdü perişan halimi, her kıvrımımı teker teker. Yüzüne bakmak istemiyordum. O kehribarlar benim en büyük yangınım, çaresizliğimdi. Onun yüzünden katil olmuştum, affedemezdim. Her şeyin sorumluluğunu ona yükleyecek, ölene dek nefretimi sakınmayacaktım.

"Ayağa kalk Hare Ay." Tok sesi odanın duvarlarına çarpmış, yankılanarak kulak zarımı sızlatmıştı. Koca bir sessizlik sürdü izini. Konuşmak için dudaklarımı açmam engellenmişti. Ucunda cam kırıkları vardı, acıtırdı. Hareket edecek kadar da kendimde değildim. Günler boyu bu odada hapis kalmalı ve vicdan azabımla başbaşa çekilmeliydim. O adam ailemi benden almış olabilirdi. En büyük nefretim onaydı. Beni öldürüyor da olabilirdi ama yine de bazı şeylerin ucu açıktı. Yapbozun parçalarını tamamlayana kadar zihnim beni rahat bırakmayacaktı.

"Sana diyorum." Cümlenin sonunda ünlem vardı, kral emrini vermiş prensesi yakalamıştı. Ayağını irademi toparlayıp ona itaat etmem için bacaklarıma sürtmüştü. Bu sefer değildi. Olmazdı, olmamalıydı diye kilitledi beynim kelimeleri. Dakikaları devirdik. Yeni bir zaman dilimine kucak açarken kehanetin gidişatı değişmişti.

Ofladı ecelim başımda saniyeleri yamulturken. Soğuk nefesi saç diplerime yıldırım misali değmiş, ıslatmıştı. Bedenim gerildi, kör noktayı izlemeye devam ettim. Onun esiri asla olmayacaktım. Daha demin eyleme geçirdiklerim hem ilk hem de sondu. Gerisi asla gelmeyecekti. Boynunu kütletti savaşa hazırlanmak için. Birazdan cadı ve avcının filmi vizyona girecek, uzun süre kaldırılmayacaktı. Çekişmeli, vahşet dolu bir yıl olacaktı. Omzumda ufak fakat sarsıcı bir dokunuş hissettim. Tenime temas eden parmak boğumlarımdan öfke aşılanmıştı bedenime. Kıpırtılar oluştu, kıvılcımlar cızırdadı.

Algılarım yeni bir meydan okumaya aralanırken henüz labirenti bitirip başıma gelen aklım sinir saçıyordu. Bir hışımla çöküntümün sıcak terlerini akıttığı zeminden kalktım omzumun bir kaç santim üzerinde asılı duran elini ittirdim. "Dokunma bana." Yakarıştı bu, daha ötesi yoktu. Boğazım acımıştı bağırırken. Sonuna doğru pranga vurulmak istenmişti kelimelerime. Kendimdeyken yapamadığımı ayık değilken yapmıştım. Sendeleyerek bir kaç adım geri gittim. Kaşlarım çatıldı, kehribarlar çeperime girince iğrenircesine ağzımı buruşturdum, tüm nefretimle ona baktım. Meydan okuma yerini gerçek hislere bırakmıştı.

Kan kokusu ağlarını ördü burun direğime. Ölü bir bedenin kanı esir almıştı bu soğuk oda da ikimizi. Onun için sorun yoktu. Kendisi yaşayan cesetti zaten, beni de peşinden hiç bir önlem almadan sürüklemek istiyordu.

"Sakin ol." Söylediklerini yansıtıyordu hareketleri. Mutlu bir durgunluk vardı üzerinde, oldukça temkinli yaklaşmıştı. Ben öyle değildim, fokur fokur kaynıyordum. Kazandan taşacaktım. Ellerim titriyordu, nefretim tacını takmış kabul töreninde halkıyla el sıkışıyordu. Sinsi planları vardı krallığı çökertmek için. Ellerimi saçlarımın arasında dolaştırdım yatışmak için. Ne yapacağımı, hangi konumda duracağımı kestiremiyordum. Nefeslerim düzene girmemişti. Kesilmişti tam yüreğimden, yolu aşmak için büyük çaba gösteriyordu. Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Her şey rüyaydı, bir gün uyanacaktım ve tüm bu olanlar bitecekti. Babamla karşılıklı oturup dedikodu yapacaktık, kendimi kandırmıyordum. "Sus," diye bağırdım kafamda çalıp duran iniltili şarkıya karşılık.

Gözlerimi karanlığa kavuşturdum. Yanımdaki benim eserim olan soluğu kesilmiş kemik torbasını görmek istemiyordum. Avuç içlerimi alnıma dayadım, parmaklarımı birbirine kelepçeledim. Olduğum yerde voltalar atıyordum. Tüm bu kargaşanın içinde "Hepsi senin yüzünden." Bağırışı yükseldi dudaklarımın arasından. Bakışlarım keskin buz kütlelerinin üzerinden kehribarları buldu. Arşive kaldırdığım kırgınlıkların sivri uçlarını yönelttim gözlerine. Kesikleri kanamıyor, onun yerine alev saçıyordu. Göğüs kafesim kayıp ritmine ulaşmaktan vazgeçmişti ama yine de yeni notalardan hiç memnun değildi. Kehribarların ciladan henüz çıkmış dikenleri parladı. Üzerime doğru bıkkınlık ve sinir karışımı bir kaç adım atarken "Yapmasaydın," diye fısıldamıştı. Netti. Acımasızlığı nice devirlere kök söktürürdü.

"Yaklaşma bana." Harfleri bir araya getirememiş, kekelemiştim. Adımlarım sarsakça geriyi takip etti. Dengem bile benim ellerimde değildi. Kuklaydım, iplerim başkaları tarafından oynatılıyordu. "Beni kandırdın." Yere çöküp dibimin döngüsünü bitene kadar soğuk zeminde hüngür hüngür ağlamalıydım. Kendime gelmem için başka çarem yoktu. Gözleri kısıldı. Yüzündeki o pişkin ifadeyi ortadan ikiye yarıp ininde oturan şeytanların kafasına sıkmak istedim. Daha fazla ona tahammül edemezdim. Yoksa sıyırdığım kafama ileri teşhis konduracaktım. Ayakları çıplak ayak parmaklarıma değince durmuştu. Uzun boyundan dolayı tepeden bakıyordu. Boynunu kırıp kurtlara yem diye atmam lazımdı. Bir ürperti geçti sırtımın boğumlarından, onun nefesine çarpınca buz kesti. Konuşup ruhumu daraltmak için dudaklarını araladı, izin vermedim. "İğrençsin." Yüzüne karşı dilimi çatallaştırıp tıslamıştım. Sinirle havaya kaldırdığım ellerim sakalsız yanağını buldu, tırnaklarım boylu boyunca oraya uzun bir çizik armağan etti. Hep o kanatamazdı.

Arkama döndüm bir daha da ardıma bakmadan koşarak çıktım rutubet ve kan kokusuyla harmanlanmış, dipsiz kuyu olan odadan. "Hare," diye kükremişti sinirle. Eğer yanında olsaydım kollarıma yapışır ve bunun bedelini ödetmeye çalışıyordu. Öyle bir insandı. Sevgiden yoksun, acımasız, pas tutmuş biri. Sözlük anlamına baktığınızda büyük harflerle uzak durun yazıyordu. Öyle de yapacaktım. Kendi cehennemine bir kez daha çekip içimdeki küçük kızı katletmesine izin vermeyecektim. "Hare değil, benim ismim Alin." Geçmişimi bir çırpıda yanan evin içinde bırakmıştım fakat kimliğimden asla vazgeçmeyecek, aksine daha da hırslanacaktım.

Gri, soluk merdivenleri çıktım her adımımda dar ağacından kaçmaya çalışıp kendimi buna inandırırken. Bir arpa boyu yol kat edememiştim. Ecelim kaçışıma noktayı koymak için peşime takılmıştı. Seri adımları zemini titretiyordu. Her basamağa artık kazağımda pıhtılaşmaya yüz tutmuş bir kaç kan damlasını armağan etmiş, ruhum gibi oraları da kirlemiştim. Salona çıktığımda bıraktığım manzarayla karşılaşmamıştım. Hepsi bir koltukta toplanmış, adaya ilk kimin veda edeceğini merakla bekliyorlardı. Beni görür görmez aralarında bir hareketlenme oldu, merakları çoktan savaşı kazanmıştı. Yüzlerinde tuhaf bir ifade vardı.

Gediz koltuktan hızla kalktı benim olduğum yere doğru yürümeye başladı. Ellerimi havaya kaldırdım, onu durdurdum. Avuç içlerimden süzülen kan ayak ucuma damlamıştı. "Sakın," diye fısıldadım. Onlarla uğraşamazdım. Yönümü değiştirdim, tekrar merdivenlere odaklandım. Ecelim o sırada beni yakalamıştı. Üçüncü basamağı çıkarken gergin sırtını gördüm demir korkulukların arasından. Korkusuzca, arkadaşlarının karşısında kan damlalarının zikzaklar oluşturup kurtuluş haritası çizemediği yüzüyle dikiliyordu. Görmediğini biliyordum, fakat hissetmesini umdum. Ellerimi yumruk yapıp sıktım. Tüm negatif enerjimi yolladım benliğine. "Poyraz," diye bağırmıştı hareketlenirken. "Aşağıdaki cesedi topla git bir yere göm." Umursamazca söylenmiş bir cümleydi.

Her şey bu kadar, tereyağından ip çekmek gibi kolaydı onun için. Sorun çıkmazdı, çıksa onun da başını ezerdi.

Odamın kapısını araladım, yorgun bedenim içeriye süzüldü. Kapıyı yine kilitlemiştim. Algılarımı kapatıp uzun bir süre vicdanımla baş başa kalacaktım. Bu evden, onlardan nasıl kurtulmam gerektiğini düşünecektim uzun uzun. Geç bile kalmıştım. İlk geldiğim gün ne halt olduklarını görmeden, kehribarlarla tanışmadan aramıza uzun mesafeler koymalıydım. Hata yapmış, içlerine girip kirli işlerini halletmiştim. "Gerizakalı Alin." Vücudumu yatağa atarken bilerek kafamı yatağın sert başlığına vurmuştum. Bunu hak ediyordum. Çok salaktım. Temkinsizce hareket ediyordum. Acılarımın üzerine beyaz kefen örtüp yükselişe geçmem lazımdı. Bu devri kapatacak, diğer devrin sadece ana karakteri değil sahibi olacaktım.

Hışımla sağ tarafımdaki yastığı kollarımın arasına aldım, kafamı yumuşak yüzeyine bastırdım. Böyle yapınca çığlıklarım içe gömülmüş, hoşuma gitmemişti. Yastığı odanın her hangi bir köşesine fırlattım. Masanın üzerindeki sürahiye çarpmış, onu devirmişti. Yere düşen cam kırıkları bedenimde sonu gelmeyen derin dalgaları coştururken bağırdım, yaşanmışlıklarıma, yaşamadıklarıma, hiç yaşanmayacaklara. Hepsi bir olup katletmişti küçük kızı, suçlu bir tane değildi. Başımı ellerimin arasına alırken sinirle saçlarımı çekiştirmiştim. Kendime fiziksek zarar vermediğim sürece hiç biri dinmeyecek, aksine harlanacaktı. Yataktan zıplayarak kalktım hıncımı ondan çıkarırcasına yastığa bir tekme savurdum. Çığlığım yankılandı odada. Sandalyeleri fırlattım her bir köşeye. Bomboş beyaz duvarda bir yerlere tutunmaya çalışan saati çıkarıp çarptım bir kaç kez duvara onu da fırlattım sonra. Yatağın çarşaflarını dağıttım, yetmedi ortadan ikiye ayırıp hırçınlıkla yırttım. Ağladığımı fark etmiştim. Yanaklarımda tuzlu göz yaşları incileri kıskandığından parlıyor, yine de elime bulaşan pis kanları arındırmıyordu. Koskoca dünya bir bana dar geliyordu anlamıştım.

En son çare olarak gittim sürahinin cam kırıklarının orada diz üstü yere çöktüm. Bedenimi tutamıyordum artık daha fazla ayakta. Cam parçalarından birini elime aldım, hiç düşünmeden bileğime sapladım, iyice bastırdım, yarayı oydum. Her tarafım kana bulanmıştı. Okyanus sularında boğulsam bile çareme derman bulamazdım. Kuruyan dudaklarımı göz yaşlarım ıslatırken kafamı arkamdaki masa ayağına yasladım. Bacaklarım boylu boyunca zeminde birbirinden bağımsız uzanmıştı. Avcumda duran cam kırığını hissetmek istiyordum. Elimi yumruk yapıp sıktım. Kendime gelmeliydim. Boşa baş kaldırmamalıydım. "Nasıl yani ben ruh hastası mıyım," diye bağırdım. Kahkaha attım ardından.

Kesikler canımı acıtıyordu, umrumda değildi. Gözlerimi sonsuzluğa kapamayı diledim. Cam parçasını dizimin üzerine bıraktım, yağmur damlaların çarpıp geceyi işgal ettiği pencereyi izledim ifadesizce. Kapı kulpu çevrilmiş, odanın kapısı açılmaya çalışılıp bir kaç kez zorlanmıştı. Rahat yoktu. Kendi kendime deliremiyordum bile. Bu kadar perişandım işte. Kapıyı açmaktan vazgeçen kişi bu sefer tıklamayı seçti. Cevap vermedim. Pes edince gider, sonra başka zaman sarardı. "Hare." İnadı tutmuştu. Bu insanların insafsızlığıyla kapışacak bir şey göremiyordum, henüz kayıtlara geçilmemişti. Ağzımı açıp tek bir kelime etmedim. "Lan kızıl iyi misin?" Kötüydüm. Bileğim kalbimi ip yardımıyla delmiş ve dikmeyi unutmuştu. Cayır cayır yanıyordu, acısı dinmiyordu. Avucum da aynı şekildeydi. Bomba gibiydim. Birazdan kanatlarım çıkıp gökyüzüne süzülecektim.

"Of, niye uzatıyorum ki." İnsanlıkları buraya kadardı. Olayları dakikasında yaşamayı seven insanlar olduklarından hemen sıkılıp acıma duygularını söndürüyorlardı. "Parka sallanmaya gidiyoruz, sen de gel." Beynimde şimşekler çaktı. Algılayamadım. Canım yanıyordu ve karşımdaki kişi saçmalıyordu. Canımın yanmasını hiçe sayabilirdim fakat değersiz görülmem artık oldukça zoruma gidiyordu.  Ne zaman umursanmıştım ki zaten. Canım acırdı, sonra geçerdi. Kanardı, kanaması durduğunda vücudumda sadece izi kalırdı ama ben hala yaşamaya devam ederdim. Bu sebep için mi çağrılmıştı yani. Sinirlendiğimi anlayan Sırça kendini açıklamak durumunda olduğunu hissetmiş olacak ki "Sana da iyi gelir," diye düşünmüştük. Tek bir kişi de değil, beni düşünmüşlerdi, inanasım gelmiyordu.

"Hayır," diye bağırdım. Kendimi tutamamıştım. Kapıyı yüzüne kapatacaktım ki elini araya sokup buna engel oldu. "Ne yapacaksın odada tek başına, kendini de mi öldürmeyi planlıyorsun," diye homurdandı. Sesi sonlara doğru yüksek çıkmıştı. "Sanane ki bundan, çek kolunu," diye tersledim onu. Hiç kimseyle konuşacak, muhatap olacak halim kalmamıştı. Sömürülmüştüm geçmişim ve geleceğim tarafından.

Benden güçlüydü ona direnememiştim. Kapıdaki elimi tuttuğu gibi boşluğa salarken kapıyı da sonuna kadar aralamıştı. Bir adım bana doğru yaklaştı, bedenimi geri çekmiştim. "Bak Sırça hiç iyi değilim, çık odadan," diye bağırdım. "Odadan çıkıyım sonra da kendini öldür," diye mırıldandı. Benim aksime o sakindi. Cam kırıklarını gördü, bu teorisini doğrulamıştı. Gözlerini hızlıca bedenimde gezdirdi. Kolum o zaman dikkatini çekmişti. "İyi bok yedin, gerizekalı," diye homurdandı.

Koluma dokunmak için ileriye atıldığında bedenimi geri çekmeye çalıştım. Bacaklarım birbirine dolandı. Yere düşmüştüm. Kanayan aram iki ahşabın arasına değip sürtündüğünde canım daha fazla yanmıştı. Çığlık atmamak için kendimi zor tuttum fakat göz bebeğimin kenarında bekleyen inci tanesini tutamamıştım. Hiç iyi değildim, hem ruhsal hem de fiziksel olarak. İçimdeki küçük kız çocuğunu tamamıyla toprağın altına gömmüştüm. Geçmişimden kopmaya çalışırken artık ben de o geçmişin vazgeçilmez bir parçası olmuştum. Katilin kızıydım, ondan eser kalır yanım da yoktu.

"Abartıyorsun Alin." Sırça yanıma bağdaş kurarak çöktüğünde ona döndüm. "Sen yapman gerekeni yaptın." Haklıydı. Dolup taşmışlıklarım dışa yansırken mantıklı düşünemiyordum sadece. O adamı öldürmek hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biriydi. Silahın benim elimde olması ve onu benim öldürmem de en mantıklı kararken bu kadar karalara bağlamam asıl doğru olan şey değildi. Kendimi bir an önce toparlamalı, anne ve babamın intikamını almalıydım, fitili de zaten ateşlemeliydim. O adamı benden başkası öldüremezdi, diğerlerini de ben katili kızıydım ve o katil benim can damarımdı, hatırasını onu anmak için yaşatabilirdim.

"İyiyim ben," diye mırıldandım söylediklerime kendimde inanmazken. Yanağımı dolduran göz yaşlarını kazağımın tersiyle silmiştim. "Evet, iyisin bunu inkar eden yok." Sırça'yı onaylarcasına başımı salladım. Ben o adamı öldürdüğüm için delirmemiştim. Ben o adamı karşımda gördüğümde iğrenç geceyi eksikleriyle her zerremde tekrar yaşamıştım, beni delirten de oydu. Beni asıl delirten şimdiye kadar yaşadıklarımı sindirememiş olmamdı. Gerçekleri kabullenememiştim, ama artık kabullendim. Ailem ölmüştü. Benim hayatımın temelleri ben küçük bebekken atılmıştı, babam geçmişinden ne kadar kaçmaya çalışsa da onun avuçları içinde can vermişti. Kaçamazdım, kaderim buydu. Her daim tehlike de yaşayacaktım, her daim tehlikeli olmalıydım.

"Gidelim," diye mırıldandım. Ayağa kalkmaya çalıştığımda başım dönmüş, dengemi şaşırmıştım. Etrafı gözlerimde biriken yaşlardan dolayı buğulu görüyordum. Sırça kolumdan tutarak kalkmama yardımcı oldu. Bu yolun tehlikeleri bilmeme rağmen kararlı bir şekilde ilerleyecektim. Yanımda, çevremde kimin bana destek olduğu da umurumda değildi. Ben kendime yeterdim.

Yürümeye başladık. Odadan çıkıp koridorun ortasına geldiğimizde Karşımıza Miray çıktığından durmak zorunda kalmıştık. Onunla ne kadar göz göze gelmemeye çalışsam da ısrarcı bakışları buna engel olmuştu. Göz göze geldiğimizde vücudumu süzdü. Dikkatini çeken ilk şey kanayan bileğimdi. "İyiyim ki ben," diye mırıldandım yarım ağız gülümserken. Bedenim yerinde sabit duramıyordu, aşağı çökecek gibi oluyordum, koluma giren Sırça buna engel oluyordu. "Farkındayım onu," diye yanıtladı Miray beni, kaşları çatılmıştı. "Geçebilir miyiz arkadaşım, lavaboya gideceğiz." Miray Sırça'ya kısa çaplı bir bakış attıktan sonra yolumuzdan çekilmişti. "Aşağıdakiler uzun zamandır sizi bekliyor, acele edin," diye mırıldandı. Halime bakınca söyledikleri kendine de çok içler açıcı gelmemişti.

Lavabonun önüne geldiğimizde Sırça'nın kollarından kurtulup içeriye tek başıma girmeye çalışsam da buna engel olmuştu. "Kendim hallederim," diye diklendim. Bedenimi bile kendi başıma ayakta tutamazken tabiki de lavaboya gidip elime yüzüme su serpebilirdim. "Yürü manyak," diye homurdandı Sırça kolumdan tutup bedenimi çekiştirirken. "Kendim halledeceğim demiştim," diye üsteledim.

"Lavaboya kendin gir sonra delir aynaya yumruk falan at, oldu kızıl."

"Aynaya yumruk atacağımı nereden bildin ki?" diye sordum, konuşamamış gevelemiştim.

"Aynı yollardan ben de geçtiğim için olabilir mi kızıl."

"Aa, sende mi anne ve babanı öldüren kişiyi tabancayla vurdun," diye saçma sapan bir tepki ortaya koymuştum. Daha fazla saçmalamalarıma dayanamayan Sırça kafamı tuttuğu gibi soğuk suyun altına sokmuştu. İyi geldiğini inkar edemezdim. En azından kafam sudan çıkıp yüzüm havluyla kurulandığında görüşüm netleşmişti.

"Şimdi sıra bileğinde," diye mırıldandı Sırça içten içe. Yukarı kata, pansuman odasına çıkacaktık ki yolumuzu Balın kesti. "Bir saattir aşağıda sizi bekliyoruz, hayde," diye cırladı. Bir yandan da bedenimi, kırık çıkığımı kontrol ediyordu. Sanırım daha fazla merakına yenik düşememişti. 

"Neden geç kaldığımızı ben açıklayabilir miyim?" diye ortaya atıldığımda Sırça eliyle ağzımı kapatarak bana engel olmuştu. Yine de kahkahasını tutamamıştı. Sirk cambazı gibi onları eğlendiriyordum. Şu an yarım akıllı gibi davranmasaydım bu durumu atlatamazdım.

"Sen bileğini mi kestin, Allah'ım bu eve gelen herkes neden psikopata bağlıyor." Balın ikinci kez cırlayıp dert yakınmaya başladığında Sırça beni ona teslim edip aşağıya inmemizi söylemiş, kendisi odadan bir şeyler kapıp bize katılacağını belirtmişti.

Salonun çıkıntısında belirdiğimizde tüm gözler üzerimdeydi. Daha fazla zahmete girmesinler diye bileğimi öne çıkarıp havaya sallamıştım. "Bence gayet iyi atlatmış," diye mırıldandı Poyraz. Gediz dibime kadar gelip yüzümü daha yakından incelediğinde "Bence de ," diyerek Poyraz'ı onaylamıştı. "Duvara kafa falan attın mı?" diye sordu. Emin değildim, yapmış olsam bile kontrol benim elimde olmadığından hatırlayamıyordum. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Of ya yine iddiayı kaybettim," diye bağırıp yanımızdan ayrıldı, Poyraz'ın eline bir kaç tutam para sıkıştırdı. "Hav hav falan yani," diye bağırmasına devam ederek dert yanıyordu. Bu evde normal kimse yoktu. Balın da merdivenleri inerken saç çekmenin bir yerini kesmeye oranla daha fazla sinirini aldığının nasihatini veriyordu.

"Artık çıksak mı evden?" Atlas gulyabanisi olaya bodoslama daldığında yüzüm mümkünmüş gibi biraz daha düşmüştü. Balın'ın kolundan çıkıp evin dış kapısına doğru ilerledim. "Hey nereye." Balın bir kaç adım sonra beni saçımdan yakalayıp yeniden koluma girmişti. "Miray, şu yere bulaşan kanları bir zahmet temizleyiver abiciğim." Toparlayıcı rolü oynamasa kıvırcık saçları yolunurdu sanki. Gediz ile ikisi arabayı ben süreceğim kavgasına tutuştuklarında Balın olaya el atıp anahtarı kendisi almıştı. Gediz oflayarak arkadan yürümeye başladığında onun yanına yanaştım.

"Pişt," diye fısıldadım ona gizli bir şey söyleyecekmiş gibi.

"Dinlemekteyim."

"Şu esrarla sardığın sigaralardan var mı?" diye sordum. Güzel kafa açıyorlardı ve şu an normal sigara iştahımı kesmezdi.

"Buyurunuz." Elini cebine atıp çıkardığı paketten bir dal uzattı. Kulağımın arkasına sıkıştırıp arabaya bindim. Arka koltukta ben, Sırça ve Gediz vardık. Beni ortalarına almışlardı. Sırça bir yandan koluma pansuman yapmaya çalışıyordu. "Yettim," diye koşuşturup elindeki tonlarca malzemeyle arabaya binmişti fakat bilmediği bir şey vardı.

"Tentürdiyot sürdürmem," diye bağırdım. Sanki araba hareket ederken kaçacak yerim varmış gibi öne atılmaya çalıştım. Sırça "Gediz," diye bağırdığında kaçacak deliğim kalmamıştı. Gediz belimden tuttuğu gibi beni olduğum yere sabitlemişti. Bileğimi açmamak için çaba gösteriyordum şimdi de. "Sana yine sarılmış sigara vereceğim bak," diye fısıldadı Gediz kulağıma. Gayet makul bir teklifti. Bileğimi Sırça'ya doğru uzattım, o da tentürdiyota bulanöış pamuğu bileğime doğru uzattığında sımsıkı gözlerimi kapamıştım.

"Acıyor," diye cırladım.

"Hare daha pamuğu değdirmedim bile."

"Olabilir, yine de acıyor," diye cırladım. Gediz ortamdan zevk alırcasına kahkahalara boğulmuştu.

"Bez yok mu ya şunun ağzına bağlasak."

"Atlas kapa çeneni," diye bağırdı Balın. "Şimdi türkçe eski pop açıyorum ve herkes sakinleşiyor anlaşıldı mı?" Sinirli bakışları bana kaydığında aynı buzdağından cevap vermiştim.

"İyi be," diye homurdandı Atlas. Ben yapamasam bile başkasının onu susturması aşırı hoşuma gitmişti.

"Sırça sür artık şunu süreceksen koluma."

"Hare kolunu çoktan sardım," diye yanıtladı beni. "Nasıl yani?" Kapadığım gözlerimin bir kısmını aralayıp bileğime baktım. Boşuna tantana çıkarmıştım. "Of, çok acıyor," diye bağırıp boşta kalan elimle bileğimi tutup salağa yatmaya çalıştım, kimse yememişti, Atlas hariç. Bakışları bana kayıp dikiz aynasından bana yönelip duruyordu. Oturduğum yerden öne uzanıp çakmağı almaya çalıştığımda bir hışım elime tutuşturmuştu, Ucundan avcunu çizdiğimde sesini kesmişti. Kulağıma sakladığım sigarayı yaktım. Sırça ile Gediz el ele tutuşup müzikle beraber oynamaya çalışıyorlardı fakat ortadaki ben engel oluyordum. En sonunda beni köşeye attılar, ben de onlardan sigara aşırdım. Birini öldürdükten sonra bunları yaşamam da trajikomikti.

Parka geldiğimizde arabadan ilk inen Sırça olmuş, koşarak salıncaklardan birini kapmıştı. Gece yarısı olduğundan çocuk parkında biz hariç kimse yoktu, olamazdı da zaten, insanlar normaldi. Balın da arabayı durdurup koşar adım kendini dışarı attığında son salıncağı kapmıştı. Huysuzluk yapacaktım. "Ben nereye oturacağım," diye cırladım. Hiç ama hiç iyi değildim. "Ufak tefek bir şeysin gel kucağıma birlikte sallanalım." Balın'ın teklifi gayet idealdi. Onu onayladığımı belirtmek için ağzımı aralamıştı ki karanlıkta gördüğüm şey buna engel oldu. Koşarak ona ilerledim. Bankın ayağına sarılmış, minik bir kedi bulmuştum. Ben telaşla koşuşturmaya başladığımda peşime takılan Atlas ile Gediz'de görmüşlerdi kediyi. Simsiyah, küçücük, çok tatlı bir şeydi. Temkinli adımlarla ona yaklaşırken arkamda kalan Gediz'in "Hav, hav," diye bağırması onu korkutmuş ve kedi kaçmıştı. "Ne yapıyorsun gerizekalı," diye bağırdım. Pardon ya, alışkanlık," diye saçmaladı. Koşarak kedinin peşine takıldım. Kedi bulduğumuzu duyan Sırça da oturduğu salıncaktan apar topar kalkıp kedinin peşine takılmıştı. Balın ise Gediz'i dizginlemeye çalışıyordu. Kedi görünce onun da köpek iç güdüleri coşmuştu, her şey çok saçmaydı.

Sırça'nın boşalttığı salıncağa kurulduğunda kediyi anca yakalamıştık. Göğsüme sıkıca bastırıp sarıp sarmaladım onu. "Bizim evin kedisi olabilir mi?" diye gayet mantıklı bir teklif yöneltti Sırça. "Miray'a sormamız lazım," diye yanıtladı Atlas onu. Beşimiz bir banka sıkışıp görüntülü Miray'ı aradık. Ben mesela şu an Sırça'nın kucağındaydım, benim kucağımda da kedi vardı. Miray başta mırın kırın etse de Sırça'nın ve benim saçma sapan tepkilerime, kediyi telefona tutup Miray'ın yüzünü yalatıp durmama daha fazla  dayanamayıp kediyi eve almayı kabul etmişti.

"İsmi ne bunun?" diye sordu Poyraz. Bunu düşünmemiştik. Düz mantık "Kedi," diye yanıtladım onu.

"Nesin sen Darly Dixon'mu o da köpeğe köpek ismini koymuştu."

"Hayır sizin okçunuz benim," diye karşı çıktı Poyraz telefonun öbür ucundan. Miray onu sakinleştireceğini söyleyip telefonu kapatmıştı. 

Mutluydum. Sebepsizce deminden beri sırıtıyordum. Nedenini ben de çok bilmiyordum fakat mutlu olmuştum. Bir kedi bulmuştum. Ürkek bakışlarını bana doğrulttuğunda taşlaşmış kalbimde bir şeyler kıpırdamıştı, yüreğime bir sıcaklık yayılmıştı. Sevmiştim onu, her kediyi severdim fakat bu yarama tuz basacakmış gibi olmuştu, sanki ilk görüşte bağlanmıştık birbirimize. Yaşanmışlıklarımı şu anlık siyah poşete kaldırıp çöp tenekesinin önüne bırakmıştım. Bu kedi bana iyi gelmişti, kucağımda sürtünüp dururken bugün yaşadıklarım aklımın ucuna dahi gelmemişti. Yavaşça bir ileri bir geri giderken iyice mayışmıştı. Onun tipini gördükçe gülümsemeden duramıyordum.

"Ay kıskandım, ben de geleceğim." Balın bilerek Gediz'in dizine tekme atıp banktan ayağa fırladığında Gediz de ileri atılıp ona çelme takmaya çalışmıştı. Balın daha önceki meydan okumalarından kavramış olsa gerek bunun geleceğini ön görmüş, ayağının üzerinden atlayarak geçmişti. "Kedi köpek gibisiniz yeminle."

"Hav, hav." Gediz bugün şaka modunu açmıştı. Şimdi de gidip söylenen Atlas'ın yüzüne doğru resmen ulumuştu. Sarışında olduğu gibi yumuşak tepki almamıştı bu sefer. Atlas yüzüne bir tokat atmıştı, iki metre uçmuş bir ağaçla kucaklaşmıştı. Balın yanımdaki salıncağa kurulurken deli gibi gülmüştü onun bu haline. Atlas ise Gediz'in terkinden sonra boş kalan banka, sweatin şapkasını kafasına geçirip boylu boyunca uzanmış, yatmıştı. Sırça'dan ses seda yoktu. En son çişinin geldiğini söyleyip ortadan kaybolmuştu. Atlas'ın boyu oldukça uzun olduğundan dolayı bacakları boşlukta sallanıyordu. Gözlerini gökyüzünü dikmiş, düşünce kuyusuna kendi rızasıyla atlamıştı. Burnunun üzerindeki kanamakta olan çizik çekmişti dikkatimi ama Gediz sağ olsun fazla kafa yormamıştım.

Sinsice arkamızdan yaklaşan düşmanı fark edememiştik. Gediz önce Balın'ın sallandığı salıncağa tekme atmış, sonrada hızını alamayıp kediyle bizim salıncağımızın arkalığını tekmelemişti. Bu çocuğa ben odaya çıktıktan sonra neler olmuştu da hala enerjisini atamamıştı, anlamıyordum. Saracak yer arıyordu. En sonunda sıkılıp tahterevalliye kurulmuş, insanların fotoğraflarını eleştiriyordu. Atlas ile aralarında "Bizim kızlardan neyimiz eksik biz de tahterevalliye binelim." Muhabbeti geçmişti. Atlas'ın uykusu olduğundan başka güne ertelemişlerdi.

Hızlı sallanmayı, hele ki bir anda hızlanmayı hiç sevmiyordum. Bu yüzden dudaklarım arasından bir çığlık kaçmıştı. Kedi hem benim sesim yüzümden hem de yaladığı yüzümde mesken edinmiş kan damlaları yüzünden keyfini arşa çıkaramamış ve benim kucağımdan kaçıp Atlas'ın karnının üzerine atlamıştı. Atlas bir koluyla onu sararken diğerini başının arkasına koyup gözlerinden içeriye karanlığı sızdırmıştı. Şaşkınlıkla kedinin arkasından bakakalmıştım.

"Bak cidden yaptığı şerefsizlikti." Balın sallanmayı boşverip demir tutucuların arasından kafasını çıkarmış, kulağıma doğru eğilmişti. Devlet sırrı veriyormuş gibi ciddiydi. Bana destek olmuştu.

"Öyle," diye mırıldandım dudaklarım arasından. Balın'ın uzattığı paketten bir dal aldım, dudaklarımın arasına yerleştirdim. Sigara yandığında bende kendi yangınımı hatırlamıştım. Mutlu olmayı bugünden sonra hak edip etmemem bir muammaydı. Benim hak edip etmemem de önemli değildi, geçmişim bana artık mutluluğu haram kılmıştı. Kırmızı kalemle çizilmiş gibi ortaya atmıştım kendimi. Kefenim artık beyaz değil, kırmızı seçilecekti. Dua okunmayacak bıçaklar fırlatılacaktı arşa doğru onun yerine. Derin bir nefes çektim içime. Gökyüzündeki geceye karışıp yıldızlara selam çakamadan toz olmuştu. Yüreğimdeki darlanma saklandığı mağaradan intikam almak için çıkmıştı. Sigara uzun zaman sonra ilk defa zevk vermiyordu. Acılarımı harlamıştı. Bitikten sonra ayak tabanımla sinirle ezdim onu. Yatıştırıcı bir etki vermesi gerekiyordu oysa ki.

Muhabbetime doyumu olmayan Balın tahterevallideki arkadaşın yanına gidip uçsuz bucaksız diyarlara birbirlerini düşürmeye çalıştıklarında gözlerimi ayak ucuma çevirmiştim. Modum düşmüş, omuzlarım çökmüştü. Salıncağın zincirleri boynuma dolanıp ölümün soğuk yapısıyla karşılayabilirdi beni. İtiraz etmezdim. Sessizlik oluşmuştu. Herkes kendi halinde takılıyordu. Atlas bankta uyuyordu diğerleri ise bana oldukça uzaktı.

Alin Yıldız yine bir başına kalmıştı, kalabalığın arasında.

Yılan kıvrıldığı yerden kürk değiştirip güçlenerek çıkmıştı. Çanlar son kez çalmış, melekleri iki dünya savaşı için uyarmıştı. Dikkate alıp almamak onlara kalmıştı. Mabedde bir anlaşma imzalanmıştı. Gizliliğinden dolayı kimseye henüz gösterilmemişti. Bir kez daha akrep yelkovanına kavuştuğunda koluma bir çift el dolandı ve bedenimi yukarıya doğru çekti. Ani geliş yüzünden dudaklarımdan bir çığlık koyvermiş, kolumu kelepçelendiği yerden çekmeye çalışmıştım. Başarılı olamadım. Bedenim salıncaktan sıyrıldı ve ileriye doğru çekildi. Kafasına siyah kapşon geçirilmiş biri tarafından sürükleniyordum. Eliyle ağzımı kapattığından bağıramıyor sadece çırpınıyordum. Tırnaklarımı neresine denk getirirsem geçiriyordum aynı zamanda durmadan sallanan tekmelerimi de.

Denk gelir gelmez attığım çığlığım kargaşaya sebep olmuştu. Balın ve Gediz sesimi duyar duymaz savaşlarına ara verip bulunduğum konuma koşturmuştu. Gediz "Yine ne oldu ağzına sıçtığımın parkında." Naraları atarak geliyordu. Durumu görünce sesi kısılmış, olayı algıladıktan sonra tehlikeli bir ifade yuva kurmuştu yüzüne. Balın ise elini pantolonunun arka cebine atmış ve silah çıkarmıştı. Atlas uykusundan uyanmış, bankta tedbirli hareketlerle doğrulurken etrafına bakınmış ve siyah kapüşonlu adamla bizi görmüştü. Kaşları çatıldı. Oturduğu yerden hızla kalktı "Lan," diye kükreyerek üzerimize yürüdü koşar adım. Sırça da saklandığı yerden sekerek gelmiş, ortaya çıkmıştı.

Dört yandan etrafının sarılması siyah gizemli adamı korkutmamıştı. Dördüncüye kapan konulmadığından o tarafa yönelmişti. Bedenimi çekiştirerek koşmaya başlamıştı. Öyle sıkı tutuyordu ki kolumu istemeden ona ayak uyduruyordum. "Bırak lan beni," diye bağırdım. Peşimizden iki el ateş sesi duyulmuştu. Diğerleri de bağırıyor, Atlas ekstra olarak sövüyordu. Yine neyi yanlış yapıp benden habersiz olan bir şey yüzünden aksiyonun merkezine düşmüştüm bilmiyordum. O kadar hızlı koşuyordu ki diğerleriyle aramızda baya uzun bir mesafe oluşmuştu. Deli gibi bağırıyor adama sövüyor, çaresizce çırpınıyordum. Bileğine tırnaklarımı geçirdim, bir halta yaramadı. Köşeden dönerken fırsat bulup avcunu ısırmıştım ama o da bir etki yaratıp tepki almamıştı.

Ara sokakta bir çöp konteynırının önüne geldiğimizde yavaşlamış, benimle birlikte sağlı sollu etrafı kolaçan ettikten sonra duraksamıştı. Hiç düşünmedim ve "Buradayız," diye bağırdım. Hamlesi tahmin edilir gibi eliyle ağzımı kapatmak olmuş, vücudumu geri ittirerek duvara yaslamıştı. "Sus," diye mırıldandı kaba çıkan sesiyle. Yüzünde bir maske vardı ve kim olduğunu ayırt edemiyordum. Şu duvarlara sırtımın yaslanmasından ne zaman vazgeçecekti bu erkek karakterler merak konusuydu. Kafamı olumsuz anlamda iki yana sallayıp avuç içine dişlerimi, yüzündeki maskeyi hiçe sayıp yüzüne tırnaklarımı, karnına da bir tekme geçirmiştim. Refleksleri iyiydi ki hepsinden teker teker kurtuldu, yüzüne bulaşan ellerimi arındırıp sırtımın arkasına kafesledi.

"Çok fevrisin." Dudaklarımı cebinden çıkardığı bir bez yardımıyla kapattığından konuşamıyordum. Siyah gözlerine kilitlenmiş oraya engereklerimi salmıştım. "Sakin ol." Sesi bir katilden ya da beni vurmaya çalışmak istiyormuş gibisinden çok yatıştırıcıydı. "Sana gerçeği anlatacağım." Duyduklarım yüzünden şaşkınlığımın üzerine bir kaç odun parçası daha atılmış, harmanlanmıştı. Kaşlarım çatıldı. Çırpınmaya son verip sadece maskeli yüzüne baktım. Sindirmemi beklediğinden o da duraksamıştı. Gülümsedi. Kafasını dalga geçercesine iki yana salladı. Aklına gelen şeyler çok komikmiş gibi bedenimdeki hakimiyetine son verip geriye bir kaç adım attı, ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı.

"Yanlış insanların yanındasın Alin Yıldız."

Silah sesi bölmüştü zindanın ardına kapatılan sessizliğin gerdanını. Mermi sıyırdı, çöp kutusunun teneke yüzüne çarptı. Gizemli siyah koşarak diğer taraftan kaçmış, ardına bakmadan uzaklaşmıştı. Son söyledikleri yüzünden yara bantları bile kan topluyordu artık. Aklımın kuytu köşesinden tehlike barındıran fısıltılar büktükleri boyunlarını doğrultmuşlardı. O şaşkınlıkla ne yapacağımı bilemedim ve kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim. Atlas ile göz göze gelmiştim. Yeni ateşlediği silahından hala dumanlar çıkıyordu.

Bakışlarım merminin çarptığı çöp konteynırını buldu. Omurgalarıma bir ağrı saplandı o şiddetlendikçe benim zihnimi fırtınalar kasıp kavurdu.

...

Can kırıkları taşıyordum cebimde. Bunlar sırasıyla her gün boğazıma saplanıyor ve hayattan daha da soğutuyordu. Issız bir deniz kenarında birbirine yapıştırıp bütün haline getirmeye çalışsam da beceremiyordum. Şişenin içine koyacağım not hazırdı.

Gözlerim rengarenk ışıkların dört bir yanıma yansıması yüzünden kısılmıştı. Elimle alnıma gölgelik yaparken dikkatimi o taraflara vermemeye, zemine bakarak adımlarımı takip etmeye çalışıyordum. O kadar yoğundu ki ışıklar ister istemez gözüm kayıyordu. Mekanın girişine kocaman bir tabela konmuştu, ismi yazılıydı. Belime değen parmakların ittirmesiyle hareket ediyordum. Kalabalık oldukça fazlaydı. Kaybolmayayım ya da fırsatının bulduğum gibi kaçmayayım diye etrafım sarılmıştı.

Eğlenecek havam yoktu. Eğlenmek istemiyordum. Ruh gibi dolanıyordum zaten ortalıkta. Evde bir başıma depresif halimi sürdürmeli burada olmamalıydım. Katil olduktan bir gün sonra bara eğlenmeye geliyordum, dün parka sallanmaya çıktığımı saymazsak, şaka gibi. Ayrıca bileğimi de kendi isteğim ile deşmiş ve kanatmış, eve gelince de sinirlenip sargıyı canımı yaksa da çıkarmıştım. Bu daha da bir şaka gibiydi. Zorla getirilmiştim mekana. Atlas gulyabanisi dün ki yaşananları bir çırpıda aklından silip geleceksin diye diretmiş ben de gelemeyeceğim diye karşı atağa geçince kafama silahı dayamıştı. Vur lütfen diye diretmiştim. Annem ile babamın katillerinden birini öldürmüştüm artık onların yanına gidebilirim diye düşünmüştüm kısa bir süreliğine, mantıksızdı. Ama vurmamıştı. Miray onu ikna etmiş, benim de apar topar hazırlanmama yardımcı olup buraya getirtmişti. Ofladım. Ağlamak istiyordum, bileğim deli gibi acıyordu. Hala katil olduğumu sindirememenin kötü sinyalleri vardı üzerimde. Neye kafa yoracaktım, beynim şaşırıyordu artık. Saçma sapan davranıp duruyordum.

Önde Poyraz ve Balın kol kola girmiş ilerliyorlardı. Arada bir Poyraz arkasına dönüp kadro tam mı, eksik var mı diye sayıyordu. Pavyona gelmemiştik fakat bar gibi bir alana gelmiştik parti için. Onun için heyecanlıydı, duramamıştı evde. Solum da Sırça ile Gediz kol kola girmişlerdi. İnsanların kombinlerini eleştiriyorlar, Sırça bazen yavaş yürüyen insanlar önüne geçince onları ittirip yolu açıyordu. Mantıklı bir davranıştı, böyle yerlerde hızlı hareket etmen lazımdı. Sağımda Miray vardı. Telefonunun kamerasını açmış, rujunu tazeliyordu. Evden geç çıkmamızın sebebi oydu. Bir türlü kombinine karar verip makyajını yapamamıştı. O kadar profesyoneldi ki şu ana kadar hiç tökezlememişti. Arkamda Atlas vardı. Market poşeti gibi ısrarla yanlarında taşınıyordum, evde bir başına bırakıp kafa dinletmemişlerdi hiç. Gamsızlığım sağ olsun ben de onlara ayak uyduruyordum. Belime dokunan kişi oydu. Kaçmamam için aldığı ufak tedbirlerden biriydi. Kaçacak halim de yoktu zaten. Yaralı bileğim sağ olsun canıma okuyordu. Sırça evden çıkmadan yeniden sarmak konusunda ikna etmeye çalışsa da bir şekilde atlatmıştım onu.

Atlas'ın dokunuşundan huylanıyordum açıkçası, sinir de olmuştum fakat bir şey demiyordum. Huzursuzluk çıkarabilirdim fakat diklenecek keyfim yoktu. Onun bir kaç adım arkasında ise lanet girercesine kehribarlar vardı. Yine gelmiş, tüm keyfimin içime etmişti. Onu gördükçe huzuruma kazık saplanıyor, gün doğumunda yanmayı bekliyordu. Genel kontrol ondaydı. İpleri her zaman ki gibi eline almıştı manyak.

İki tane iri yarı adam giriş kapısının önünde durmuş, kimlikleri kontrol ediyorlardı. Sıra bizdeydi. Elimi üzerime geçirdiğim pembe peluş kabanın cebine atıp yeni benin isminin yazdığı kimliği çıkartıp gösterdim. İçeriye girdiğimizde Balın ve Poyraz bizi merdivenlerin bitişiğinde bekliyorlardı. Üç kat aşağıya yani mekanın zeminine inecektik. Bu durum açıkçası beni geriyordu. Oralarda ne telefon çekiyordu ne de kendimi güvende hissedeceğimi sanmıyordum. Çöküşteydim zaten. Etrafımda o kadar olay dönüyordu ki yeni bir şeyle karşılaşırsam hiç şaşırmazdım. Biri bir yerden fırlayıp silah doğrultabilirdi. Belki gökten bir hançer uçar kafama saplanırdı. Bekliyordum her şeyi.

Kılıç bey ağır ve temkinli adımlarla yanımıza geldiğinde Poyraz hemen hareketlenmişti ki Miray ayağına basıp onu durdurdu. "Lan az bekle, tamam tüm kızlar senin sakin ol."

"Olamıyorum Miray, artık daha fazla kızlara yavşamadan duramıyorum." O kadar hüzünlü konuşmuştu ki, utanmasa yere çöküp ağıt yakacak milleti de ağlatacaktı. Ben gelmeden hayatları bir raya oturduğundan oldukça rahatlardı. Tehlikeli günlere biraz ara vermişti kendisi. Ama şimdi zavallı sürekli birilerini paketleyip ölülerini temizliyordu. O tek gözlü iradeli katili de alıp bir yere gömmüşlerdi Kılıç ile. Hazırlanıp salona inerken duymuştum.

"Salak." Miray göz devirip bu kadar şeyi o küçük çantasına nasıl sığdırdığını bilmediğim çantadan rimelini çıkardı. Kılıç'ın adı gibi keskin bakışları üzerimdeydi. Bir kez bile dönüp ona bakmamıştım. İstediğini vermeyecektim. Hayatımdan silecek, onu hiçe sayacaktım. Eğer bunu yapmazsam sadece katil olup kendimi yiyip bitirmekle kalmayacak, üst seviyeleri oynayacaktım.

Yuvarlak bir halka yapmışken o halkanın dışında tam benim arkamda durmayı tercih etmişti. Nefesin sıcaklığı at kuyruğu yaptığım saçlarımdan dolayı esneme değiyor, sızlatıyordu. Buğusundan kaynaklı şimdiden cenaze hazırlıklarına başlanmıştı. İçimde öldürdüğü küçük kız hala tüm olanların sorumluluğunu ona yüklüyordu, affetmeyecekti. Bir adım daha atarsa ayakkabısının ucu tabanlarıma temas edecekti. İnattı, yaptı. Dibime kadar girmişti. Gölgesini arkamda hissederken sinir hücrelerim yine coşmuştu.

"Sırça," dedi uyarır bir tonda tok sesiyle. Ses tellerini koparıp her biriyle güvercinlere ev yapma fikri aklımdan çıkmıyordu. Her an arkama dönüp öfkeyle keskin hatlara sahip yüzüne bir kafa gömebilirdim, avuçlarımı sıkıyordum bunu yapmamak için. Arkamdaki varlığı kelimelerle tarifi olmayacak kadar rahatsız ediciydi.

"Buyur abicim." Sırça pişkince sırıtıp tatlı görünmeye çalışırken diğerleri gülmeye başladı. Tek sakin, stabil kalan Atlas'tı. Buradan olmaktan memnun olmayan haliyle insanları izliyordu, yine şapkasını geçirmişti kafasına. Bugün sürekli kuytu köşelerde bedenimi sıkıştırıp o adamla bir şey konuşup konuşmadığımızı sormuştu. Hiç bir şey söylemeyip her seferinde geçiştirdim, sonra da odaya kitledim kendimi. Kafasına bu meseleyi takmıştı. Öfkesi geçmiyordu bana karşı, her gün yaşadıklarımızdan kaynaklı biraz daha alevleniyordu. Her meselem de o da vardı ve inciğini çıkarana kadar derine iniyordu.

"Çok cıvıtma abiciğim." İma barındırıyordu sözleri. Arkamdaki ismi lazım olmayan şahsın esneme değen kesik nefeslerinden sırıttığını, yine yüzüne o pişkin gülümsemeyi yerleştirdiğini anlamıştım. Yüzüne yumruk atıp o sırıttığı dudaklarını dağıtacaktım, az kalmıştı. Beni kanattığı gibi onu kanatıp bir kafese kapatacaktım. Yaşananlar yapacaklarımın ön fragmanı bile değildi.

"İnşallah be gülüm." Sırça kocaman sırıttığında sonunda pisliğin tanımı olan şahıs dibimden ayrılmış, yanımdan sıyrılırken omzuma değmeyi ihmal etmemişti. Hatta o kadar yer olmasına rağmen Gediz ile aramızdaki küçük boşluktan geçmeye çalıştığından geri çekilmek zorunda kalmıştım. Sırça'nın omzuna kolunu atıp onu himayesi altına aldığında "Gidelim artık, söylediklerimi unutmayın," diye geri kalanları uyarmıştı. Patronluk tasladığı bedeninde bıçak izleri açıp işkence edecektim. Nasıl kazanmıştı ama tüm nefretimi sadece bir kaç günde.

Poyraz bir şey demeden ve bizi bir yerlerine takmadan yan döndü ve koşmaya başladı. Azimliydi. Önündeki bağcığını bağlamak için eğilmiş olan kızın üzerinden ellerini karnının üzerinde birbirine bağlayıp atlayarak geçmiş, koşusuna devam etmişti. Merdivenlerin bir ilk basamağına basıp sonra havada uçarak sonuna basmış ve gözden kaybolmuştu. Miray onun eksikliğini hissettirmek istemezcesine çantasını taktığı kolunu havaya kaldırıp elini bilekten bükerek kıvırtarak yürümeye başlamıştı. Arkasına geçen Gediz eteğini aşağıya çekiştirmeye çabaladığından aşko kuşko kızımız biraz sinirliydi. Gediz'e Sırça da yardım edip el birbiriyle Miray'ın elbisesini kapatmayı amaçlıyorlardı, esmer de onlara sövüp sayıyordu. "Lan kızım adamı hasta etme," diye homurdanıyordu Sırça. Balın da köşede durmuş onların bu halini videoya çekerken Miray'ın götünün ne kadar güzel olduğu hakkında konuşuyordu. Yiğidi öldür, poposu cidden dikkat çekiciydi ve giydiği elbise de bunu tamamlamıştı. Atlas hepsine teker teker bakıp kendince arkadaşlarını sorguladıktan sonra göz devirip aşağı inmişti. Fazla melankolik takılıyordu.

"Yürü." Kılıç kulağıma emir verir gibi fısıldayınca gözlerim ona kaydı. Eğer burada, yanımda olmasaydı keyfim canavardan dolayı ara verdiği uykusuna devam edip daha dinç olabilirdi. Kehribarlar çeperime girince modum düşmüştü. Kaşlarım kendiliğinden çatılmış, vücudum meydan okumayla harmanlanıp gerilmişti.

"Sanane." Ses tonum kinci çıkmıştı. Her bir harfin üzerinde özenle durmuş ve bu tonu aşılamıştı. Fark edilmemesi imkansızdı. Bakışlarımı ondan çektim, herhangi bir kör noktaya odakladım. Ellerimi göğüs kafesimin üzerinde bir araya getirip kuluçkaya yatırırken ayaklarım onun gideceği saniyeyi tahmin etmek için zeminde ritim tutuyordu. Gitmedi. Tersine elleriyle derin yara açtığım bileğimin olduğu kolumu kafesledi, bedenimi ileriye doğru çekiştirdi.

"Bırak, kırarım o elini," diye tısladım. Parmaklarına tırnaklarımı geçirip ondan uzaklaşmaya çalışırken. Etkili olmadı. Diğerlerinin arasından kanadına ok yemiş kuş gibi bedenimi sıyırırken daha fazla cazgırlık çıkarmadım. Adımları sertti, yüz hatları çoğunluk da olduğu gibi o soğukluk ve tehlikeyi mağarada dövüyor, insanların kaderiyle oynuyordu. Onların önünde yapmak istemiyordum. Bedenimi hareket ettirmesine izin verdim. Merdivenleri birer birer inmeye başlayıp onları ardımızda bıraktığında zamanımın geldiğini sezinlemiştim. Onun tabusunda mantıklı düşünmeme gerek yoktu, tüm mantığa el koyuyordu. Hiç utanmadan elini ısırmış, dişlerimi soğuk teninin her bir zerresine geçirmiş, kemiklerini kırmayı denemiştim. Kafamı serinkanlılıkla ittirip kurtuldu benden. Kolumu bırakmak zorunda kalmıştı. Bedenim böylelikle ondan bir kaç santim uzaklaşmıştı. Olduğum yerde sarsılsam da dengemi toparlamam uzun sürmemişti. Kelimelerle anlaşıp savaşı kazanmamıza gerek yoktu, bazı ince hareketler yetiyordu. Böyle boktan bir durumun içindeyken hala beni sebepsiz eğlencelerine sürüklemelerine söyleyecek kelime bulamıyordum.

"Vahşi misin lan sen," diye mırıldandı. Eğer yüksek sesle kükreseydi dikkatler üzerimize çekilecekti ki henüz başımızda bu kadar dert ve en önemlisi evlerinde ben varken bunu istemezdi.

"Öyleysem ne olmuş?" Onun taktiğini uyguluyordum. Katil olmamın yanında bunu da öğretmişti. İşinde iyi bir öğretmendi. Pişkin sırıtışımın bezgin dudaklarımın arasına yerleşirken alayla ona bakıyordum. Sarhoş olmadan sarhoşmuş gibi davranabilir ve bundan gücenmezdim. Onlar benim hiç bir şeyimdi, yanlarında rezil olsam kaç yazardı ki.

Sakinleşmek için kehribarların üzerine perde örttü. Havaya kaldırdığı elleriyle bedenini kontrol ederken sert bir yutkunmayı boğazından geçirmiş, tel örgüleri parçalamıştı. Onun sakinleşmesini bekleyemezdim. Kolumdan düşmekte olan kürkümü düzelttim, yürümeye başladım. Gıcıklıksa inadına gıcıklıktı artık. Fiziksel zarar vermekten de geri kalmayacaktım. Tüm gücümle direnecek başının en büyük belası olacaktım. Ben herkes değildim, hakkından bıkmadan gelirdim.

Bir adım sonra ensemden tutmuş ve bedenimi geriye çekiştirirken sırtım sırtına toslamıştı. "Beni sinir etmek istemeni anlıyorum," diye fısıldadı kulağıma. Sıcak nefesi tenimi yalayıp yutmuştu. Bunu anlaması büyük bir başarıydı. Egosunu bazen böyle tatmin ediyordu, olmayan bilgeliğiyle. Huzursuzca kıpırdandım, ensemdeki elini çekmemişti. Arkadaş olarak bunlarda ense fetişi vardı galiba. "Dokunmadan anlat içindekileri yoksa avazım çıktığı kadar cırlarım." Bende de vardı bir şeyler. Onlarla yaşamaktan iyice tehlike taşıyan bir kıza bürünmüştüm. Hiç korkmadan bunu yapacağımı bildiğinden bedenimi serbest bıraktı. Tabiri caizse ensemden tuttuğu gibi bir kaç santim ileri savurdu. Bozulan kıyafetlerimi düzelttim ona döndüm. Meydan okuyan ifadem yüzümden silinmemişti. "Bekliyorum ama." Yakınmıştım. Uyuşuk ve sakin olacağına fevri olup direkt sonuca ulaşan halini tercih ederdim. Göz devirdi. O kadar profesyonel yapmıştı ki göz bebeğindeki beyazlıklar ben buradayım diye çığırmıştı. "Hare Ay, dikkatli davranıyorsun yanımdan ayrılmıyorsun."

"Hıhı ondan." Yavanlıkla konuştum ve daha demin dediklerini kulağıma küpe niyetine takmayıp tekrar yürümeye başladım. Ensemden tutup çekiştirince bir halta yaramayacağını anlayan Kılıç da hemen peşime takılmış ve bileğimi tutmaya çalışmıştı. Kesik acımıştı. İnleyerek bileğimi geri çektim, acıyan yeri ovuşturdum. Sinirli gözlerle ona bakarken "Dokunma," diye mırıldanmıştım tane tane. Bakışları gözlerimde değilde merhem sürüp sargının altından kabuk tutmuş yaraya kaydı. Katil olmam şerefine çok da fazla kanamamıştı ama hala acıyordu. "Bileğine ne yaptın lan," diye sordu. Meraklı değildi, öylesine konuşmuştu. Dalga geçmek maksatlıydı. Makasla keserdim o dilini. "Seni hiç alakadar etmez."

Merdivenleri itiş kakış indiğimizde kürkümü girişte bekleyen adama bırakmıştım, alev alıyordu mekan. Barın içinde diğerlerini bulmamız zor olmuştu. Baya kalabalık bir mekandı. Çalan kopmalık müzik yüzünden herkes deliler gibi dans ediyordu. Görüş açımız kapanıyor ve onların her hangi bir uzvu perdeye yansımıyordu. İnsanları yararak ilerlerken onları en önde bulmuştuk. Bedenleri sağa sola ittirip hıncımı onlardan çıkarmak hoşuma gitmişti. Bir ara Kılıç komutayı ele alıp "Bu kadar vahşileşme," diye söylense de önüme çıkana geçirmiştim. Kendilerinde çok olmadığından kimse de bir şey dememiş, hatta bazıları şapşalca yüzüme bakıp sırıtmıştı. Başımı okşayan da vardı. Sarhoş insanları seviyordum, onlarla uğraşması komik oluyordu.

Poyraz önlere geçmiş ve elinde bira şişesi bir yandan onu diklerken diğer yandan omuzları başkalarına değecek şekilde dans ediyordu. Atlas hiç oralı değildi. Bira şişesini hava da umarsızca sallarken sadece onun eğlenmesini izliyordu. Geldiğimizi görünce bakışları yön değiştirmişti. Beni süzerken yeşil cam şişeli birasından bir yudum aldı. Gözlerimi ondan çekmedim ve yanında durdum, sahte bir gülüş armağan etmiştim. Kılıç da diğer yanıma yerleştiğinde mükemmel bir üçlü olmuştuk, ateş ediyorduk. Bir kaç saniye bekleyince hemen daralmıştım. İki seçeneğim vardı. Daha az nefret ettiğimi seçtim. Atlas'ın koluna deşercesine parmaklarımla baskı uygularken bıkkınlıkla bana döndü. Ne var dercesine kafasını iki yana salladı. Onun boyuna erişmek için parmaklarımın üzerinde havaya kalktım, kulağına eğildim. "Bana da bira al." Yüzsüzdüm, kabul ediyorum. Ama kafam hala dünkü olaydaydı ve acilen dağıtmam gerekiyordu. Benim yerim bu bar köşesi değildi.

Ters bir bakış armağan etti sonrasında da birasından bir yudum almayı denedi. Bitmişti. Boş tenekeyi elinde sallayıp dibini kontrol etti. Zamanlamam çok iyiydi. "Prenses dört ayak üzerine düştü," diye bağırmıştı kulağıma. Bunu hesaba katmamıştım, güzel bir denk gelişti sadece. Masadan destek alıp kulağına yanaşırken "Malt istiyorum," diye bağırdım. Tekrar ters bakışlarıyla gözlerimi süzdü. Her şeye sinirlenmesi onun hatasıydı. Benim ki sadece bir istek artı bir de marka belirtmekti. Beni buraya getiren onlardı, evde de sorunlarımla başbaşa bırakabilirlerdi. Onlar cinayeti takmaya bilirlerdi fakat ben oldukça takıyordum. Sessizce ya da müzik sesinden dolayı duyamadığım sesiyle homurdanırken Kılıç'a bir şey isteyip istemediğini sormuş, sonra da masayı terk edip gitmişti.

"Çarpmasın seni."

"Beni çarparsa ben de sana çarparım bir tane." Doğaçlama bir cümleydi. Yüklemin buraya bağlanacağını tahmin etmemiş içimden geçenleri dile dökmüştüm. Üvey evlatmış gibi hissetmesin diye de sonunda yapay bir tebessüm etmiştim. Kin dolu bir gülümseme. Dudaklarım bu zorlamalarımdan dolayı bana çok kızıyorlardı.

"Siktir lan oradan." Kılıç homurdandı. Sen bunu yaparsan seni mahvederim der gibi bakıyordu. Olurdu. Aksiyon yaşardık. İtiş kakış geçen bir ilişkimiz vardı zaten. Ona da ilişki denirse. Dövüyorduk birbirimizi resmen. Utanmasak ringe çıkıp yumruk tokuşturacaktık. Hiç de gocunmazdım bu durumdan. Hınç doluydum ona karşı.

Miray sonunda diğerlerini atlatıp yanımıza depar atarak geldiğinde çantasını masanın üzerine bırakmış ve hiç vakit kaybetmeden ikilinin yanına gidip dans etmeye başlamıştı. Nefes nefese kalması kıvırtmasına engel değildi. Poyraz onu kolunun altına almış, diğer topluluklara olan ilgisini kesmişti. Peşinden adaya ayak basan isim Balın oldu, hemen ardından elendi ama. Üzerindeki ceketi vestiyere bırakmayı unuttuğundan terlemişti. Onun boşluğunu Gediz ve Sırça doldurdu. Atlas ile aynı anda masaya üşüşmüşlerdi. Ellerinde tuttukları bir kasa bira şişesini masanın üzerine bıraktılar. Gediz hemen iki tanesini eline alıp Sırça'yı da yanında çekiştirerek ikilinin yanına geçti. Masaya bir sigara paketi koymuş ve içinden aldığı dalı yakmayı da ihmal etmemişti. Masaya bırakılan sigara o ortamdaki herkese ait olduğundan çekinmeden içinden bir dal aldım. Bunu gören Atlas çakmağı önüme fırlatmış ve o da sigara almıştı.

En son Miray ile Sırça popo tokuşturuyordu. Gediz kendi ritmine ayak uydurup ağzında sigara elinde bira şişesi ile sallanıyor, Poyraz ise çalan şarkıyı bağırarak söylemekten geri kalmayıp deli gibi zıplıyordu. Balın burnundan soluyarak yanımıza geldiğinde siniri sadece bir kaç saniye sürmüştü. Salık bıraktığı sarı bakımlı saçlarını bileğindeki lastikle tepeden sıkı bir topuz yapmış ve Poyraz'ın önüne geçerek bir kolunu omzuna atmıştı. İkisi birlikte zıplıyordu artık. Sigaramı tüttürürken önüme konulan bira şişesiyle bakışlarım kıvırcığa kaydı. "Al iç biranı," diye homurdandı.

"Olur," diye mırıldandım ve sigaranın yanına en güzel giden içeceği yudumladım. Herkes kendi halinde takılıyordu. Miray Sırça'yı bırakmış Gediz ile karşılıklı kıvırtıyordu. "İçerim ben bu akşam." Sözleri yankı yapıyordu mekanda. Dans etmeyecektim kendimi sadece bira ve sigara ikilisinin mükemmel uyumuna bırakıp şarkıyı dinleyecek, saçma salak hallerine içten içe sırıtacaktım. Dıştan sırıtıp gardımı indirir gibi görünmek istemiyordum. Ortam iyice alev alırken hala yorulmamış inatla oynamaya devam ediyorlardı. Bir ara Poyraz kıvırtarak yere eğilmiş, Balın ağzından içeriye bira dökerken Gediz alnına para yapıştırmıştı.

Alnımda hissettiğim keskin acıyla dudaklarımdan bir inilti döküldü. Saçlarımdan kavranıp geri çekilmiş ve kafam bir göğse yaslanmıştı. Sonra bir gürültü koptu, etrafımızı cam kırıkları esir aldı. Toz duman olmuştu mekan. Bira şişeleri havada uçuşurken müzik durmuş, yan taraflarımız kalabalıklaşmıştı. Merakla bakıp ne olduğunu anlamayan gözler esir almıştı dört bir yanımızı. Beni tutan kişinin saçımdaki elini ittirip bakışlarımı yukarıya kaydırdığımda Atlas ile göz göze gelmiştim. Kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturdum. Beni korumasına, bir yerlerimden tutup çekmesine hiç ihtiyacım yoktu. Kendime güzelce bakabilirdim. Kollarının arasından ayrılıp karşımda hüküm süren meydan dayağında göz gezdirdim. Ön masamızda iki tane vücutlarının yarısı dövme olan zarganalar birbirine girmişti. Sarı olan diğerinin kafasında şişe kırmıştı ve parçasına ne hikmetse gelip alnıma saplanmıştı. Diğer arkadaşları da gelip kavga büyüdüğünde özellikle bir kız ağlayarak onları ayırmaya çalışıyordu.

Sırça, Miray, Balın, Poyraz ve Gediz kol kola girip kenara çekilmiş kavgayı izliyorlardı. Kehribarlar ortalıkta yoktu. Çocuğun biri masanın üzerinden uçup birine uçan kafa gömmüştü. Çığlık sesleri artarken onların dışındakiler kavgayı ayırmaya çalışıyordu. Omzuma iki el saplandı ve bedenimi kendine doğru çevirdi. Pes etmeyecekti. Dikkati alnımdayken "Nasıl durduk yere kendine zarar vermeyi başarıyorsun," diye homurdandı.

"Mıknatıs var belayı üzerim çekiyorum," diye tısladım. İmalı konuşmuştum. En büyük bela oydu zaten, fazlasına gerek mi vardı. Kolumdan çekiştirip yürütmeye çalıştı. Çırpınıp bileğine tırnaklarımı geçiştirirken "Nereye," diye bağırdım. Tahmin edildiği gibi cevap vermedi, susmayı tercih etti. Sigara dumanından dolayı bulanıklaşıp toz tanelerinin havada uçuştuğu kızlar tuvaletinin önüne geldiğimizde duraksamıştı. Bunu fırsat bildim, harekete geçen taraf oldum. Belimden kavrayıp kendine çekmiş ve arkamdaki duvara sabitlemişti. Yardımını istemiyordum bunu anlaması bu kadar zor muydu? Sinirle yüzüne bakarken cebinden peçete çıkarıp alnıma tuttu. Yılan gibi sivrileşen bakışlarımı fark edince elimi tutup önce alnımdaki kendi elinin üzerine koymuş, sonrasında da elini geri çekerek parmak uçlarımı peçeteye temas ettirmişti.

"Amaç," diye homurdandım. Peçeteyi geri çekip yüzüne fırlatsam ne yapar eder yine o peçeteyi alnıma dayattırırdı, bunu çok net biliyordum. Konuşmak için dudaklarını araladığında sözümüzü arkadan gelen bir ses defterin ortasına bıçak saplayarak bölmüştü. "Alin Yıldız." Bakışlarım hızla ve gerginlik karışımı şaşkınlıkla sesin geldiği tarafa döndü. Önümde kazık gibi dikilen Atlas'ı avucumun tersiyle kenara ittirmiş ve görüş açımı açmıştım. Gördüğüm tanıdık yüz kıyametimin, kabullenişimin ay dönümüydü. Bana parıldayan gözlerle bakıyordu. Emindi daha demin ismini söylediği kızın ben olduğuma. Fakülteden denk geldikçe konuştuğum bir kızdı. Pot kırıp kendimi ele veremezdim. Ya da yapmalı mıydım, bu kan dökülen daha da dökülecek olan oyundan kaçmak için. Bakışlarım kısa süreli Atlas'a kaydığında dil altından gerildiğini görmüştüm. Tehditkar bakıyordu. Yanlış bir harekette bulunursam dünyamı zindana dönüştürürdü.

"Alin kim?" Sözleri döküldü bir anda dudaklarımdan, heyecanlıydım. Kız sorgularcasına gözlerimin içine baktı. Tepkim yüzünden şüpheye düşmüştü. Parmağıyla beni işaret etti. "Sen değil misin?" dedi. Kafamı yüzümde mimik oynatmadan iki yana salladım olumsuzca, kabulleniyordum artık. Bazı şeylerin rayına girmesi için bazı yaşanmışlıkları hiçe saymak gerekiyordu. Buna adım da dahildi.

"Hadi Hare, gidelim." Atlas yeni kişiliğimin temellerinden biri olan ismimi bastırarak söylediğinde yetmezmiş gibi huzursuzca olduğu yerde kıpırdanarak kolumu çekiştirmişti. Kız hala dikkatle beni süzüyor, emin olmaya çalışıyordu. Hiç bir şey demedim, kıza arkamı dönüp yürümeye başladım. Atlas beni kolunun altına almıştı. Sırtıma saplanan keskin bakışlarını hissedebiliyordum. Yoksa çok iyi oynayamamış mıydım rolümü? Halbuki gayet güzel mutlu rolü yapıyordum. Daha fazla dayanamayacağımı anladığımda kafamı geri çevirmek için hareketlendim. Anında çenemi kavrayan eller buna engel oldu.

"Sakın," diye fısıldamıştı.

Sakın eski kimliğimi unutmamazlık yapmayacaktım. Geçmişimden yavaş adımlarla uzaklaşmayacak, her seferinde konusu çıkıp bedenime bomba bağlasa da hafızamdan silecektim.

"Yeter artık," diye haykırmak istiyordum arşa. Şımarmıştı. Bu kadar acı ve kabulleniş fazlaydı.

...

Güneşli günler oldukça uzaktı. Bir kavanozun içine tüm parıltısı sömürülmüş ve toprak kazınarak yer altına gömülmüştü. Haritada yeri işaretlenmediğinden define bulunamıyordu. Saklayanlar bile geçen uzun zamanların ardından yerini unutmuşlardı. Artık sonsuzluğa kaybolmuştu. Bir daha gökyüzünde güneşim parlamayacaktı.

Kafam deli dehşet şekilde ağrırken aralamıştım gözlerimi yeni lanet olasıca güne. Yine karanlıktan hallice bir kabus görmüş, ecel terlerimi dökmüştüm. Kapım çalınıp kahvaltının hazır olduğu haberi verilince yataktan uyuşuk hareketlerle kalkmış, ayaklarımı parkede sürüyerek ilerlemiştim. Yüzümü yıkayıp az buz kendime gelmeyi arzuladığımdan hedefim tuvalet olmuştu. Fakat uyuz olduğum kişilerden biri kapının önünde dikilmiş deli gibi, kapıyı yerinden oynatıp kırarcasına çalıyordu. Perde takma eylemi yetmezmiş gibi bir de düşmanımla çiş sırasına girmiştim. Hayat daha karşıma ne tür nefret edeceğim eylemler çıkaracaktı, hiç merak etmiyordum. Her gün kötünün kötüsü olup başımı ağrıtıyordu.

"Poyraz," diye kükredi Atlas. Yumruk atmaktan vazgeçmiş, tahta yüzeye tekme atıyordu artık. "Yarım saat oldu lan çık artık." Karşı taraftan hala bir ses gelmiyordu. Baya sinirlenmişti. Bana kayıp geldiğimi gören kısa süreli bakışları öfke saçıyordu. Sanırım bu durumda görmek isteyeceği en son kişi de bendim. Dileği periler tarafından reddedildiğinden daha sert girişmişti kapıya. "Hay sıçacağım ama," diye bağıran Atlas geriye doğru bir kaç adım atarken eliyle benim bedenimi de köşeye çekmiş, görüş açımdan tuvalet ve içini çıkarmıştı. Hızla omuz attığı kapı kırılıp yere düşerken zemini titreten adımlarıyla içeri girdi. Sonradan bit gibi arkamda biten Balın da girmişti çiş sırasına. Sarı saçları dağılmış, gözleri şişip altları morarmıştı. Tren istasyonu girecek kadar esnerken bir yandan da gözlerini ovuşturuyordu. Kalabalık olduğumuzdan bu sıra uzadıkça uzayabilirdi.

Atlas ensesinden tuttuğu Poyraz'ı bacakları yeri silip süpürecek şekilde sürüyerek tuvaletten çıkardığında gözleri kıpkırmızı olmuştu. Karşılaştığı manzara öfkesine su dökeceğine odun atmış olmalıydı. Poyraz'ın bir gözü yarı açıkken onda da çapaklar vardı. Diğeri zaten tamamiyle kapalıydı. Pense yardımıyla anca açılmıştı. "Gerizekalı tuvalette sızmak ne demek," diye bağırdı Atlas. Poyrazın yüzüne ayılsın diye sert bir tokat geçirmişti. İkili ilişkileri oldukça sevimli ilerliyordu. Poyraz dan "Hıh," diye bir nida yükseldi. Fakat bedenini yukarıda tutmayı başaramamış ve boylu boyunca yere uzanmıştı. "Seninle mi uğraşacağım," diye söylenen Atlas üzerinden atlayıp koridoru terk etti, salona indi.

Olayları izlememi fırsat bilen ve bunlara alıştığı tepkisiz kalışından belli olan Balın sıraya kaynak yaparak önüme geçtiğinde anca kendime gelebilmiştim. Huzurlu bir şekilde uyuyamamıştım zaten diğer günlerde olduğu gibi. Bir de üzerine böyle bir tiyatro görmem algılarımı daha da dağıtmıştı. "Hey nereye," diye cırladım şaşkınlıkla. Balın avına odaklanan avcı edasıyla koşuşturmuş, Poyraz'ın yanından geçerken sırtına basmayı ihmal etmemişti. Tuvaletin kapısını sinirden kıpkırmızı kesilen yüzüme pişkinlikle kapatırken yetmemiş gibi bir de dil çıkarmıştı.

Nasıl yani bunca zaman boşuna mı bekleyip hayvan dövüşünü izlemiştim? Olduğum yerde hırsla tepinirken bu kez de Miray'a denk gelmiştim. Halimi görünce "Höst," diye söylenmişti. Tekrar yanımdan geçerken ellerini kafasına koyup boğa işareti yapmıştı. "Siktir git," diye bağırdım. Eğer bunu yapmasaydım yüzüne tükürecektim. Balgam bile atabilirdim.

On beş dakikanın ardından Balın esneyen ağzıyla tuvaletten çıktığında bu sefer arkamda Gediz vardı. Ona sırayı kaptırmayacaktım. Çok sıkışmıştı, bu birbirine bastırdığı bacaklarından belliydi ama taviz yoktu. Kapının önünü kaplamış nöbet tutuyordum. O kadar hırslıydım ki bir ara Balın'ın dışarı çıkmasına bile izin vermeyecektim. Sonradan aklımı başıma toparlamış ve kenara çekilmeden omuz atarak içeriye damlamıştım. Balın bir şey demedi çünkü hakettiğini biliyordu. Bir harekette bulunsa saç baş dalabilirdim. O kadar eksi enerji yüklüydü bedenim. Yıpranmıştı.

Aynada mahvolmuş görüntümle göz göze geldiğimde hiç memnun olmamıştım. Perişanın dibinde bir haldeydim şu an. Kıyılarında kulaç atmayı bırakmış merkezine düşmüştüm. Yüzümü buruşturup ellerimi sabunla yıkayana kadar aynaya bakmadım. Yüzümü yıkarken bile bu görüntüyü görmek istemediğimden elimle aynayı kapatıyordum.

Tuvalette işimi halledip çıktığımda Gediz eşikten adım atmamı beklemeden omzumdan tutup bedenimi ileri çekiştirmişti ve tuvalete damlamıştı. Kıkırdadım. Onlara böyle ince zararlar vermek hoşuma gidiyordu. Çünkü onlar oldukça güzel ağzıma sıçıyordu. Benimkiler sadece bir kıvılcımdı. Harlayıp büyütmek onlara kalmıştı.

Merdivenleri salınarak zombi edasıyla inerken kedim de bana eşlik etmişti. Gürültüler onu mışıl uykusundan uyandırmış olsa gerekti. Kuyruğunu havaya kaldırmış sürtünerek ilerliyordu. Onun herhangi bir uzvuna basıp canını yakmak istemediğimden arkasından köle gibi adımlarını takip ediyordum. Yavaş yürüyüşümüze benden sonra tuvalete giren Gediz yetişmiş, hatta önümüze geçmişti. Tren yapmadığı için kedi ona sinirlenmiş ayak bileğini tırmalamıştı. "Lan yavaş," diye inlemişti Gediz. Çözülmesi zor bir parçaydı ama yine de onu çok seviyordum, neşe kaynağımdı.

Evin içinde yankılanan dış kapının gürültülü zil sesiyle kapının yanından geçmekte olan Gediz duraksadı. Kapıyı açıp açmamak konusunda kararsız kalmıştı. O bu konuda sonuca ulaşana kadar tuvalet sırasında başlayan öfkesi hala dinmemiş olan Atlas burnunun dibinde bitmişti. Kedi bulunduğu konumdan sıkılıp adımlarını hızlandırdığında ona ayak uydurmuştum. Kapının önüne gelmişken Atlas Gediz'i kenara ittirmiş ve kulpu aşağıya çevirmişti. Kapı sonuna kadar aralanırken Atlas'ın yüzünde gördüğü kişiden hiç memnun olmayan bir ifade filizlenmişti. Yüzündeki ifadeyi hemen toparlarken dudakları arasında pek inandırıcı olmayan bir gülümseme belirdi. Korkuyordu.

"Ertuğrul abi."

Duyduğum isim karşısında zihnimde kırmızı alarmlar öttü. Şeytan ile oturduğum anlaşma masasından onun yaveri olarak kalktım. Bu bana Azrail'in uzun süre kuytularıma yaklaşamayacağı tedbirini sunmuştu, ben ölmeyi dilemediğim sürece.

Bu o adamdı, geçmişimin en büyük parçalarından biri.

...

BÖLÜM SONU...

Multimedia da Balın Maral var.

Ayh aşırı içime sinen ve dolu dolu bir bölüm oldu. Eğer bölümlerin daha hızlı gelmesini istiyorsanız yorum yaparsanız sevinirim

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz?

Sonunda adı dillerden düşmeyen Ertuğrul geldi, sizce nasıl etkileyecek hikayeyi? Alin'i bir adım ileriye götürecek mi?

Şu ana kadar ki Alin hariç favori karakteriniz?

Bölümün sevip sevmediğiniz yanları?

Fikirlerinizi belirtip oy atmayı unutmayın.

Kendinize iyi bakın 🤍

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro