Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

2| DÜNYA YALAN SÖYLÜYOR

18.06.2024
mor ve ötesi - dünya yalan söylüyor

Boşluktaydım.

Tehlikenin göbek adı olan bir ormanda yolun nereye çıkacağını bilmeden yürüyordum. Sağım meleklerle, solum şeytanlarla doluydu. Onlarla muhattap olmamam lazımdı yoksa oyunu kaybederdim. Karşılığında ruhumu şeytana, bedenimi cennet ırmaklarındaki çatlaklarını kapatıp dikmeleri için meleklere vermem gerekirdi. İki dünya da barınacak yerim yoktu. Yaşadığım döngü ibretlik hikayeler arşivinde kıyamet günü gelip çatana kadar bekletilecekti.

Sövdüm: geçmişime, geleceğime, şimdime.

Dünkü yemek masasındaki ufak tartışmadan ve ölümlerin bastırılarak hatırlatılmasından dolayı sinirle odaya çıkmıştım. Kendimi kazan olarak düşünürsem fokur fokur kaynamıştım ve iksirin kıvamını almıştım. İksirden nasibini alanların benden farklı olarak dünyada yatacak yerleri yoktu. Odaya girince modum ışığını kumarda kaybetmiş ampul misali kimsesizliğe bürünmüş, enerjim yokluğunu hissettirmeyen ruh emiciler tarafından sömürülmüştü.

Sinirlenmiştim çünkü en ufak şeye tahammülüm kalmamıştı.

Yakıp yıkamadım.

Usulca koltuğa oturduğumda zihnimle düşünceler arasındaki halat köprünün iplerini aşağıya sarkıtmış, bomboş bir ifadeyle duvarı izlemiştim. Akşama kadar kimse yanıma gelmemişti. Zaman kırbaçlanan at misali hızla ilerlemiş ve diğer günün ilk ışıkları odadan içeri süzülmüştü. Hala gelen olmamıştı. Yapayalnızdım bu koskoca evrende, yapayalnız direniyordum evrenin bana karşı açtığı savaşa. Güçsüzdüm, toparlanmam gerekiyordu, öyle de yapacaktım. Odanın duvarındaki saat vaktin öğlene geldiğini gösteriyordu. Sabahtan beri tuvaletim vardı ve artık bu odadan çıkmama konusunu inada bindiremeyecektim. İyice sıkışmıştım.

Ayağa kalktım. Hızlı ayağa kalkmam sayesinde gözüm bir kaç dakikalığına kararmış, dengem sarsılmıştı. Bedenimi gidip geldiği ince çizgiden kurtarıp gerçek dünyaya geri döndürdüğümde sarsak adımlarla kapıya kadar ilerlemiş, kapı kulpunu kavramıştım. Aşağı yukarı oynattığımda kapı yerinden oynamış, açılmıştı. Şaşırdım. Beni odaya kilitlemelerini beklemiştim, dış dünyaya o hissi veriyorlardı. Onlar için bir tehlike oluşturabilirdim ve en kısa çözüm yolu buydu. Hem psikopat hem de değişiklerdi. Bu kendilerine fazla güvenden olsa gerekti. Mafyacılık oynadıkları da bariz ortadaydı zaten.

Odadan çıktım ve koridora göz gezdirdim. Hangi kapının tuvalet olduğu konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. Önümde beş tane kapı vardı. Hepsini tek tek deneyip sonrasında mide bulandırıcı kötü şeylerle karşılaşmak istemiyordum. Sanırım artık zihnim ile düşünceler arasındaki köprüyü tamire alıp yeniden kullanabilirdim. Tuvaleti boş verip evden çıkmayı, kaçmayı mı deneseydim? Ama öyle çok kolay olmaz mıydı? Aşağıdan sesler gelmiyordu, bu da salon tarafında kimsenin olmadığına işaretti. Henüz evin bahçe kısmı hakkında bir fikrim yoktu. Çıkış kapısının nerede olduğunu bilmiyordum. Odadaki pencereyi açıp hiç dışarıya göz gezdirmemiştim. Belki de bahçe de devriye gezen birileri vardı, aynı zamanda çıkış kapısında da?

Kaçmak isteyip istemediğime de tam olarak emin değildim. Annem ölmeden önce bana bir not bırakıp onun peşine düşmemi dilemişti. Kader de beni o nottaki evin sahibinin tanıdıklarıyla karşılaştırdıysa benim de kendi çabamı gösterip işin peşini bırakmamam lazımdı. Hem peşimde beni öldürmek isteyen katillerin olduğunu da düşünüyordum. Kendi çabalarımla ondan kurtulamazdım. Bu insanların beni korumak isteyeceği de meçhuldü ama en azından katil beni yakalayana kadar notun gizemimin peşine düşüp bazı şeyleri açıklığa kavuşturabilirdim. Evet, düşüncelerim değişene kadar bu yoldan gitmeyi kendime ant içmiştim.

"Alin Yıldız." Duraksadım, aniden duyduğum ses yüzünden bedenimde bir titreşim dalgası oluşmuştu. Korkum vardı artık benim ani hareketlere, gürültüye karşı. Kalbimi sızlatıyordu.

Sesin geldiği yöne kafamı çevirdiğimde Sırça denen kızın ne yaptığımı çözmek ister gibi ve her zaman olduğu gibi anlamsız bir ifadeyle bana baktığını gördüm. Kısa bir açıklama yeterliydi. "Tuvalet." Bunu demekle yetinmiştim. Çişim kabzayı zorlamaktaydı. Bir an önce tuvaleti bulup işimi halletmem gerekiyordu. Başıyla sol tarafımdaki kapıyı işaret etti. Daha fazla muhatap olmamam gerektiğine kanaat getirdim ve kapıya doğru yöneldim fakat "Dur," diye seslenmesiyle tekrardan olduğum yerde duraksayıp ona odaklanmıştım.

Elinde tuttuğu havlu, kıyafet, lif vb. şeyleri bana uzattı. "Kokuyorsun," dedi gerçekten iğreniyormuş gibi bir şekilde. Normaldi, kaç gündür aynı kıyafetleri giyiyordum. Bu günler içinde anne babamın ölümüne şahit olmuş, birilerinden kaçmış, otobüse binip şehir değiştirmiş, gündüz gece adamın birini aramış, en sonunda da intiharın eşiğine gelmiştim. Kokmam kadar doğal bir şey olamazdı. Duş almam da gerekiyordu. Yoksa kendi kokumdan kendim bile ciddi anlamda rahatsız olup bir yere bayılıp kalacaktım.

Sırça'nın elindeki eşyaları alıp kucağımda toparladım. "Tamam teşekkürler, sigaran var mı?" Tek arsız olacağım konulardan biri sigaraydı. Hele ki şu sıralar tek dert ortağımdı.

Sırça ciddi olup olmadığımı anlamak için dikkatle yüzüme baktı. Gayet ciddiydim. Boşta kalan ellerinden birini cebine attı ve bir paket çıkardı. Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde bile ruhum tazelenmiş gibi hissetmiştim. Şu zor günlerimde hiç bırakmayacağım yol arkadaşımdı sigara benim için, zaten sığınacak başka dalım yoktu. Sırça çakmağı verip vermemek konusunda biraz tereddütte kalmıştı. "İki dakika sonra geri istiyorum, kapıdayım, sakın kendine bir şey yapmaya kalkışma." Sanki bir çakmak parçasıyla kendimi yakıp öldürecektim de, aslında hiç kötü bir fikir de değildi. Çakmağı da elinden aldığımda hiç vakit kaybetmemiş ve tuvalete girmiştim.

Elimdekileri kirli sepetinin üzerine bırakıp kıyafetlerimi çıkarma işlemine giriştim. Sadece iç çamaşırlarımla kaldığımda sigaramı yakmış, çakmağı kapı aralığından Sırça'ya geri uzatmıştım. Sigaramı bitirene kadar klozetten kalkmadım. Sırtımı klozet kapağına yasladım, ciğerlerime dumanla güzel bir şölen ikram ettim.

Duşa girip su vücuduma değdiğinde sigara kadar olmasa da bedenim mayhoş bir hal almıştı. En üst raftaki hindistan cevizli şampuanı aldım. En sevdiğim kokulardan biriydi. Saçımı güzelce şampuanladıktan sonra sıra vücuduma geldiğinde yine hindistan cevizi aromalı duş jelini tercih etmiştim. Bacaklarımı güzelce keselerken kalçamdan diz kapağıma kadar ulaşan bir morluk olduğunu görmüştüm. Ormanda koşuştururken takılıp düştüğüm dallardan olsa gerekti. Evren bu konuda da bana hatrı sayılır bir hareket çekmişti. Morluğun üzerine dokununca çok acımadığını fark ettim, ya da ben hissizleşmiştim emin olamadım.

Vücudumdaki en önemlisi de ruhumdaki kirlerden arınmak için baya çitilenmiştim. Vücudumdaki kirler bir nebze olsun suya karışsa da ruhum hala kirlerinden arınmamıştı. Bu duş bana iyi gelmişti fakat yaralarımı da saramamıştı. Yaralarımın üzerindeki yara bantları artık paslanmak üzereydi, daha fazla canımı yakıyorlardı, değiştirecek gücüm de yoktu. Saçlarımı kurutmamanın ne kadar zararlı olduğunu bilsem de saçlarımı kurutmak hoşuma gitmiyordu. Zaten her fırsat da tüttürdüğümden tek sağlıksız sorunum da bu değildi.

Ne bulduysam hepsini çamaşır makinesinin yanına konumlanmış kirli sepetine atıp lavabodan çıktım. Kapıdan dışarı bir adım atmıştım ki koridorun sonundaki odaya Atlas'ın girdiğini gördüm. Günün mutluluk seviyesi de böylelikle yerlerde sürünmüştü. İki dakikalık bir beyin münakaşası oldu. Işıklar işte o zaman yandı, karanlık tüneli aydınlattı. Melekler ve şeytanlarla yüz göz olmak zorunda değildim artık. Nereden geldiğini bilmediğim bir cesaretle hedef noktamı koridorun sonundaki oda olarak belirledim ve hedefime doğru yürümeye başladım. Canım ekşın çekiyordu, birilerine bulaşmam lazımdı ki içimde gün geçtikçe içimde büyüyen koca deliği iğne iplik alıp dikmeliydim.

İsyanım için haklı bir sebebim vardı. Sabrım hemen dolup taşmıştı. Her adımımda sinirim yeniden tüm zerreme yayıldı. Saçlarımda alev taneleri yeşermeye başlamıştı. Zihnim hiç çekinmeden ve yorulmadan onları suluyor, beynim ise dallarını budaklıyordu.

Odanın kapısının önüne geldiğimde kapıyla kısa süreli bir bakışma yaşadık. Odasının kapısı da onun gibi donuk ve soğuk bir hissiyat veriyordu. Meymenetsiz gulyabani varlık diye sövdüm içimden. Her an cebinden silahı çıkaracak ve ateşleyecekmiş gibi bir hissiyatı vardı kapının. Odasının kapısını da kendisine benzetmişti. İstediği kadar üzerime gelebilirdi. Ben zaten acının en kralını yaşamıştım. Korkmuyordum ondan.

Tek amacım vardı, onu sorgulayacaktım.

Tüm gücümle elimi yumruk yapıp kapıyı tıklattım. Yetmedi bir kaç tekme de attım. İyi gelmişti. Kapıyı açana kadar tekme tokat ne varsa savurdum. "Aç lan şunu," diye bağırmayı da ihmal etmedim. Tüm sinirimi kapıdan çıkarmak istiyordum. Bir noktada hırçın tarafım artık kimseye geçit vermemeye başlamıştı. Artık ben şeytanın peşinde ruhumu satmak için dolanıyordum, o ise benden köşe bucak kaçıyordu.

"Ne oluyor amına koyayım." Atlas bir anda kapıyı açıp bağırdığında tüm ağırlığımı tekme atmaya hazırladığım bacağıma verdiğimden tökezledim. Geriye doğru düşmek üzereydim ki vücudumu toparladım. Dimdik duruyordum karşısında. Rüzgar esse, fırtına çıksa bile devrilmezdim. İstediğimi öyle ya da böyle alacaktım. "Ertuğrul nerede," dedim sadece dişlerimin arasından, tabiri caizse tıslayarak. Bir an önce bu adamla konuşup bir yerlerden başlamak, düşüncelerimin kör düğümünü açmak istiyordum.

Yüzündeki ifade değişti. Çıkardığım gürültüden rahatsız olmuştu ve sinirlenmişti. Neden bu gürültüyü çıkardığımı anladığında ise yüzünde yedi cihanı yer altına sokup kayıp ruhlarla bir ordu kuracak ve tahta oturacakmış gibi bir gülümseme oluşmuştu. Gülümsediğine bakmayın aslında kapısını sırf bunun için rahatsız etmem yine bir köşeden beyfendiyi sinirlendirmişti. "Yok." Cevabı düzdü. Beklediğim de bir tepkiydi aslında ama yine de sinirimin sanki mümkünmüş gibi daha da artmasına neden olmuştu.

"Ertuğrul denen adamla konuşmak istiyorum." Tane tane anlatmıştım ki geri de kalan beyniyle anlamakta güçlük çekmesin.

"Her istediğin olmaz prenses." Ellerimle yüzümü sıvazladım. Gerçek olamazdı. Gerçek olamayacak kadar sinir bozucuydu. Küplere binmemek için elimde hiç bir sebep kalmamıştı.

Kendimi tutamamdım ve karnına bir yumruk savurdum. Şaşırmıştı fakat kendini geri de çekmişti. Gülme sırası bana geçti. "Olacak," dedim sakin ama bir o kadar kötülüğü çağıran bir sesle. Mezarından nihayet kurtulmayı başaran iskelet gece gökyüzünde dolunay varken çağrıma itaat etmişti. Ben böyle yetiştirilmiştim ve bundan vazgeçmeyecektim.

"Hayır."

"Siktir lan ordan." Ona saldırdım. Kapı kulpunda duran eline tırnaklarımı geçirdim, karın bölgesine dizlerimi kırarak bir tekme savurdum. Bunu beklemediğinden şaşırmıştı. Bir kaç saniye şok olmuş bir biçimde saldırılarıma karşılık vermedi. Karşılık verip beni tutmaya çalışacağını anladığımda ise ben geri çekilmiştim. Bana dokunmasını istemiyordum.

"Napıyorsun lan manyak," diye bağırdı.

"Ertuğrul denen adamla konuşmak istiyorum." Onunla çok fazla, başka konularda diyaloğa girmek, yakınlarında durmak istemiyordum. Ne kadar yanında durup onunla muhattap olursam virüs özelliğini bana da bulaştıracakmış gibi hissediyordum.

Ciddi mi bu der gibi yüzüme baktı. Meydan okumayla karşılık verdim. Gökyüzündeki bir bulutun yaşamına son vermeyi amaçlarcasına derin bir nefes çekti. Tek yansıtabildiği siniri yine başroldeydi."Bak kızım," dedi tane tane. "Adamım işi var ki demek ki burada değil," dedi gözlerimin içine bakarak, anlamamı bekleyerek. Carladım. "Sen Ertuğrul'u tanımıyorsun, bana yalan söylüyorsun, beni öldüreceksiniz değil mi?" Yüzüme inanamaz ifadeyle baktı ben burnumdan dokurken. "Yürü git, seninle mi uğraşacağım," diye havladıktan sonra kapıyı yüzüme kapatacaktı ki ayağımı araya koyup buna engel oldum.

Kapı pervazındaki ayağımı umursamadı ve kapıyı yüzüme kapatmaya çalıştı. O içerden ittikçe ben de dışarıdan itmeye çabalıyordum fakat o oldukça güçlüydü ve ben onun gücüyle yıpranmış bedenimle başa çıkamıyordum. Ayrıca ayağım acımaya başlamıştı.

Yavru şeytanın inindeki bahisleri Azrail açmıştı. Kaybedenin ömründen bir yıl azalacaktı. Yaprak dökümü gibi can almak istiyordu Azrail ve en ufak fırsatı bile değerlendiriyordu.

"Ertuğrul'la konuşmak istiyorum," diye bağırdım en son çare. Bir şey demedi, sadece itmeye devam etti. Ve en sonunda başarılı oldu. Artık daha fazla bu acıya dayanamayacağımdan ayağımı geri çekmiştim ve o da çeker çekmez kapıyı yüzüme kapatmıştı. "Göt," diye kükredim yüzüme kapanmış kapının bahis masasını silahla basacak kadar büyük bir sinirle. Kavgamız sırasında koridorun başında birileri belirmiş fakat hiç buralı olmayıp başka yönlere dağılmışlardı. Ertuğrul'la konuşmak istiyordum, en azından bu evde bana yardımcı olacak tek kişiydi ve ben gerçekten onu tanıyıp tanımadıklarını, beni iyi niyetle mi yoksa kötü niyetle mi aradıklarını bilmiyordum. Hayatıma dair hiç bir şeyi ben bilmiyordum, başkaları planlıyor ben ise peşlerinden sürünüyordum.

Kapısına bir kaç tekme ve yumruk savurdum ama hiç bir işe yaramadı. Sadece acıyan ayağımı daha da acıtmakla kaldım ve sonunda popo üstü yere yapıştım. İlk günden beri yaptığı psikolojik baskının yanında fiziksel şiddeti de görmüştüm sonunda. Hepsinden, bu evdeki herkesten nefret ediyordum. Kimse bana bir şey demiyordu. Buradaydım, ama neden buradaydım kimse bir açıklama yapmıyordu. Ben kendime bile açıklama yapamıyordum. Çok yorulmuştum. Sinirle saçlarımı çekiştirdim, boşluğa bir kaç tekme savurdum. Sona erişmiştim.

Düştüğüm yerden ayağa kalktığımda sağ ayağımın acısı yüzünden sendelemiş, dengemi zar zor toparlamıştım. Ruhumu es geçersek bedenimin her yerinde de kırık çıkıklar vardı. Üzerime onun pis kapısının tozları bulaşmıştı, onları silkeledim. Arkamı döndüm ve kaldığım odaya doğru yürümeye başladım. Sekerek gidiyordum. İlk başta çok anlamamıştım fakat ayağım ciddi anlamda sızlamaya başlamıştı. Dayanamadım ve göz pınarlarımdan bir damla göz yaşı kölelik yaptığı saraydan kaçıp özgürlüğüne kavuştu.

Kolumun tersiyle sildim onu, ağlamak istemiyordum. Modum bin parçaya ayrılmıştı. Her bir parça farklı yere gömülmüştü ve haritada işaretlenmemişti. Üzgündüm ve bunu artık içimde tutamayarak dış dünyaya yansıtmıştım. Başım yere eğik şekilde, onlara boyun eğeceğimi bildiğimden acılarımla karşılaşmaya korkarak, ayağımı halıda sürüyerek yürümeye devam ettim. Kollarım iki yanımda, boşlukta sallanıyordu.

"Önüne baksana." Az kalsın ekmekçi çocuğa çarpacaktım. Vücudunu geri çekti. Kaşları çatık ifadesiyle bana bakıyor, açıklama bekliyordu. Hiç konuşma havamda değildim. Yanından sıyrılıp gidecektim ki parmaklarının arasındaki yakmamış olduğu sigarayı fark ettim. Diğerinde de çakmak vardı. Hiç bir şey söylemeden parmakları arasındaki sigaraya uzandım, onu alıp kendi dudaklarımın arasına koydum ve elinden aldığım çalmakla yaktım.

"Teşekkürler," diye mırıldanmış ve odama girmiştim. Hiç kimsenin gelmesini istemediğimden de kapıyı arkamdan kapatmış, kilitleyebildiğim kadar kilitlemiştim.

Yatakta kıvranabildiğim kadar kıvrandım. Ters döndüm, düz döndüm, kendi etrafımda üç yüz altmış beş derece döndüm ama yine de ayağımın acısı geçmemişti. Yatakta oturur pozisyon aldığımda dudaklarımın arasından bir inilti kaçmıştı. Elim acısını dindirir belki düşüncesiyle sağ ayağımın üzerine giderken çığlık atmamak için kafamı yukarıya kaldırmış, dudaklarımı ısırmaya başlamıştım.

Çok canım yanıyordu. Saatler geçmişti ve gece olmuştu. Yelkovanın her yer değiştirmesinde acıma bir çentik daha atılmıştı. Akrebin her hareketi ateşi körlemişti. Dumanlar bedenimi çıkılamaz bir döngünün içine hapsetmişlerdi. İğnelerini hiç çekinmeden batırıyorlardı.

Yere doğru eğilip çorabını çıkardığım sağ ayağımda göz gezdirdiğimde morluğun gittikçe kahverengiye dönüştüğünü gördüm. Bilek kısmımdaki şişlik ise büyümeye devam ediyordu. Sonu gelmeyecek bir masalda mürekkebin tükenmesini bekliyordum. İyi sonla bitmesini gökten düşen üç elmanın üçünün de bana iyilik olarak dönmesini umut ediyordum.

Bedenimi geriye doğru bıraktım. Sırtım yatak yüzeyine temas ederken bacaklarım havada kalmıştı. Onları dizlemlerden büktüm, acıyan ayağıma uzandım. Kıvranıyordum burada. Ardı arkasına kesilmeyen sanrılar batıyordu her zerreme. Gözlerimi kapattım, elim dizimde yatakta sağa sola döndüm. Yok olmuyordu, bir türlü geçmiyordu. Ayağımın acısı arsız bir şekilde tüm vücuduma yayılmıştı.

Dayanamadım artık bu acıya. Ruhum iflas etti, arkasına bakmadan kaçıp gitti. Tek başıma kalmıştım bu kirli oyunun içinde. Gidecek hiç bir durağım yoktu. Kaderimde yazanı değiştirmek için boş yere çaba sarfediyordum. Acılı bir yakarış koyverdim en sonunda. Dayanılacak gibi değildi. Terlemeye başlamıştım. Yüzümden sicimle terler akıyordu. İçim cehennem dışım buz devriydi. Ortak bir paydada antlaşma imzalayamadıkları için ayin gecesinde benim bedenimi kurban edeceklerdi.

"Ne oluyor lan içeride." Kapı kulpunun oynatılma sesi geldi fakat kapı açılmadı. Çünkü kimse beni rahatsız etmesin diye kilitlemiştim. "Aç şu kapıyı, ne bok yiyorsun içeride." Kapıyı zorlamaya devam etti fakat kapı açılmamak konusunda ısrarcıydı.

Ayağa kalkmaya çalıştım. Zerre mecalim yoktu. Ayağımı hafif oynatsam bile üzerine su atılmış ateş gibi harlıyordu. Artık kıvranamıyordum da. Acımla ben baş başa kalmıştık. Cenazemize kimseyi beklemiyorduk. Kapının arkasında kalan Atlas sonunda kapı ile oynamayı, açmayı denemeyi bıraktı "Seninle mi uğraşacağım ben amına koyayım," diye homurdanarak odanın önünden ayrılmak üzereydi ki akrep yelkovana hançerini geçirdi, kıyamet koptu. Ölüp ölüp dirildim. Mahşer alanında, sıcak güneşin altında zebanilerle yalnız başına kaldım.

Öyle büyük bir sanrı musallat olmuştu ki ayağıma yeri göğü inletip ters yüz edecek bir çığlık koyvermiştim dudaklarımın arasından. Ellerimle ayağımı kavradım, kendime doğru çektim. Hüngür hüngür ağlıyordum. Canım çok fazla yanıyordu. Dayanabileceğim raddeyi geçeli çok olmuştu. Çaresizce tavana baktım. Küçük bir umut ondan bir şeyler bekledim. Onun da yapabileceği çok bir şey yoktu. Tavandı o, ne yapabilirdi ki.

Odanın kapısı zorlanmaya devam etti. Sonra da bu sefer odanın içinden değil, dışından çok büyük bir gürültü koptu. Sesin geldiği yöne dönecek halim bile yoktu. Bakışlarım bulanıklaşmıştı. Başıma dehşet bir ağrı girmişti, hiç bir şeye odaklanamıyordum. Ayağım ölüm ninnisini duymuş kadar acıyordu. Ecel terleri döküyordum. Yüzümden boynuma süzülen her ter damlacığı ölümün yaklaştığını fısıldıyordu. Bedenim iflas etmiş, kefene sarılmayı bekliyordu.

"Ay noldu sana." Bu Miray'ın ince sesiydi. Koşa koşa yanıma geldi, önümde durup vücudumu süzdü, ateşim olup olmadığına baktı. Bomboş bir ifadeyle yüzünü izliyordum. Gözlerimiz kesiştiğinde bir an için insanca gülümsediğini görür gibi olmuştum ya da bulanmış gözlerim bana oyun oynuyordu.

"Neden can çekişiyorsun?" Arkasından gelen ekmekçi çocuktu.

"Gediz," dedi Miray uyarır bir ses tonuyla. "Bu kız hiç iyi değil."

"Neden peki?" Gediz çok fazla sorgulamadan sonuca ulaşmak istiyordu. Uğraşmak istemiyordu.

"Ayağım," diyebildim en nihayetinde, kıvranışlarım arasından, güç bela çıkarabildiğim sesimle.

"Oha."

"Hassiktir."

"Ne oldu lan ayağına." Gediz kapı pervazından ayrılmış, Miray'ın yanına gelmişti. İkisi de ayağımın içler acısı halini görünce kısa süreli şok yaşamıştı. Uyuşmuştu artık, oynatamıyordum. Gözlerim ha kapandı, ha kapanacaktı. Direncim yerlerde sürünüp yeniden doğuş için para dileniyordu.

"Ne yapacağız?"

"Bilmiyorum Miray."

"Hastaneye götürsek tehlikeli mi olur?"

"Büyük ihtimalle."

Beni boşverip kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı. Algılarım kapandığından ne konuştuklarını anlayamıyordum. Sadece peşimde beni öldürmek isteyenlerin olduğunu, Ertuğrul denen adam buraya gelmeden kimliğimin ortaya çıkmaması gerektiğini duymuştum. Ama hastaneye götürmezlerse de Ertuğrul'un onlara çok kızacağı gerçeğinden de bahsetmişlerdi.

Konuşma seslerinin arasına adım sesleri eklendi. Birbirine mühürleyip çift dikiş attığım gözlerimi açmadım, çünkü kimin geldiğini merak etmiyordum. İkilinin konuşması yarım kaldı, büyük ihtimalle odaya giren kişiye odaklandılar.

"Ne yapıyorsunuz burada?" Gulyabani gelmişti. Anlaşılan ölüm döşeğinde bile huzura eremeyecektim. Diğer dünyada da bunun kiraladığı yaver ruhları peşimi bırakmazdı. Gediz'in beni işaret ettiğini hissettim "Kızılın ayak yamulmuş." Benden bir eşya gibi bahsetmesi gerçekten çok gurur kırıcıydı fakat kendimi savunacak gücüm şu anda yoktu. Bu yine de sessizce çemkirmeyeceğim anlamına gelmiyordu.

Gözlerimi araladım, tiksinir bakışlarımı yatağın baş ucunda ayakta dikilen Atlas'a yönelttim. Nefret ettiğim kişiler listesinde katil adamla başı çekiyor, birincilik için kapışıyorlardı. "Memnun oldun mu," diye fısıldadım dudaklarımın arasından.

"Sen mi yaptın bunu," diye sorguladı Miray Atlas'a hitaben. Omuz silkti, yine de Miray'ın ters bakışlarından kurtulamamıştı. "Yazık değil mi kıza," diye homurdandı Miray. "Ertuğrul abi bize emanet etti sen ise ayağını yamultuyorsun, bravo."

Büyük fakat kısa bir sessizlik oluştu odada. Miray çaktırmadan Gediz'in dikkatini çekmeye çalışıyordu. Gediz ise cevap verecek mi diye Atlas'a odaklanmıştı. Kısa süreli dalgınlığımı siyah poşetin içine koyup uçurumdan aşağı attıktan sonra ben de ona odaklandım.

"Ben gidiyorum," diye bağırdı Miray ve Gediz'e omuz atıp odadan çıktı, kapıyı gürültüyle kapattı. Sinirlenmişti. "Bay." Nihayet Miray'ı götüne takmayı ihracata geçirmiş olan Gediz de peşinden koşarak odadan fırlamıştı. Gulyabani ile ikimiz kalmıştık. Bu saatten itibaren koca oda artık çöplükten başka bir anlam ifade etmiyordu. Canım katlanarak yanmaya devam ediyordu. Ama yine de bilenmiş bıçak kadar keskin bakışlarımı onun üzerinden çekmemiştim.

Çığlık atmamak için dudaklarımı ısırmaktan parçalayacak raddeye gelmiştim. "Kalk," dedi. Hemen sonra söylediğinin ne kadar mantıksız olduğunu fark etti ve üzerime yürüdü. "Ne yapıyorsun sen," diye fısıldadım. Normalde bağırırdım fakat bu durumda sesim bile zor çıkmıştı. Yatakta geri geri gitmeye çalıştım ama bu ayağımı daha fazla acıtmaktan başka bir işe yaramadı. Tutamadım. Bir çığlık armağan ettim dünyaya.

"Sorgulama." Tek söylediği bu oldu. İleri doğru hamle yaptı ve üzerime eğildi. Onu itmeye çalıştığımda ise anında hareketlerimi engellemiş, bir elini bacaklarımın altına koyarken diğerini belimin altına koymuştu. "Dokunma bana." Sözlerimi küpe olarak kulağına takmadı ve yatağa dayadığı dizini geri çekerek bedenimi havaya kaldırdı. Kucağına almıştı.

"Dokunma bana." Diretmeye devam ettim. O ise odanın çıkışına doğru yürümeye başlamıştı. "İndir beni." Sessizlik. O konuşmadığı sürece daha da dellenip saldırasım geliyordu. Şalterlerim atmıştı. Boynunu tırnaklamayı denedim, anında engel olup tuttuğu belimle birlikte ellerimi de aynı alana topladı. "Ben yürürüm."

Bir anda pat diye yere bıraktı. Dengemi toparlamaya çalıştım, omzuna tutundum. Uyuşan ayağımla yere basınca, bu acıyı tarif edeceğimi düşünemiyorum. Kıvranmalarım eşliğinde bir çığlık koyverdim. Omzundaki elimi çektim, cilaladan yeni çıkmış ters bakışlarımı ona yönelttim.

"Orospu çocuğu." Nefes alırken göğsüm daralıyordu. Eskisi kadar rahat inip kalkamıyordu. Hala tek bir söz bile söylemedi. Yürümeyi denedim, yüz üstü yere yapıştım. Kalkmam iki dakikamı almıştı. Allah'tan düştüğüm yerin yakınında sandalye vardı da ona tutunarak kalkmıştım.

"Gerçekten yürüyebileceğini mi düşünüyorsun?" Aşağılayıcı bir tonda konuşmuştu.

Başkaldırdım "Evet," diye yanıtladım.

Derin bir nefes çekti içine. Onun çektiği nefesin yarısını şu an ben onun yüzünden ciğerlerime dolduramıyordum.

"Seninle uğraşmak istemiyorum."

"Uğraşma o zaman, sal dışarı."

"Sinirimi bozuyorsun."

"Ben bayılıyorum sana. Al kucağına tüm evi gezdir."

Ofladı. İçinde bulunduğu durumdan hiç hoşnut görünmüyordu. Ben de onunla aynı durumun içinde bulunmaktan hoşnut değildim zaten. Aynı odada nefes almamız bile gidip kendimi veya onu bıçaklamam için çok mantıklı bir nedendi. Gözleri bir kaç ton kararmıştı. Karşılıklı haz etmiyorduk birbirimizden. Kaşları çatıldı. "Beni sınama hastaneye gidelim."

Oldu paşam.

"Sen yolu göster ben yürürüm."

"Yürüyemiyorsun."

"İstersem yürürüm, kendi başıma." Diretecektim, çünkü kafayı takmıştım.

"Yeterli," diye mırıldandı ve odadan çıkıp gitti. Arkasından öküzün trene baktığı gibi bakmak yerine sandalyeye çökmüş, acımla baş başa kalmıştım. Dinmiyordu. O iğrenç herifin yardımımı da, bana dokunmasını da istemiyordum. Çok sinirliydim ona karşı. Onun yüzünden olmuştu her şey.

Yüzümü ellerimin arasına aldım, açık kızıl saçlarım omuzlarımdan aşağıya dökülürken küçük küçük iniltiler çıkardım. Ayağım tamamiyle uyuşmuştu. Sadece ayağımı değil, sağ bacağımı da oynatamıyordum. Ruhum intikam aşeriyordu. Soğuk bir günde intikamın sıcak ve kanlı tadını tatmalıydı.

Saçlarım kavrandı, başım arkaya çekildi, ağzıma bir bez dayandı. Ne olduğunu anlamamıştım.

"Yavaş yavaş yola geleceksin küçük prenses."

Bir anda dünyam kararmıştı.

...

Yıl 2006,

Hava yağmurluydu. Asfalta düşen yağmur damlaları kötü bir günün habercisiydi. Aksini iddia edemezdim. Hem yetim, hem öksüzdüm. Sokaklarda kendi başıma yaşamaya çalışıyordum. Anne ve babam ben daha çok küçükken bir yangın sonucu ölmüşlerdi. Sadece ben hayatta kalmıştım. Başka hiç bir akrabamız yoktu. Koskoca şehirde minik kalbimle yapayalnız idare etmeye çalışıyordum.

Minik kalbim taşlanmış, üzerinde sigara söndürülmüş, küçük bıçak kesikleri almış olsa da hala direniyordu. Gönderildiğim yetimhaneden kaçmıştım. İğrenç bir yerdi. Temizlik yaptırıyorlardı. Sözlerini dinlemeyenleri dövüp aşağı kattaki karanlık odaya kilitliyorlardı hatta zorla tecavüz etmeye bile kalkışıyorlardı. Daha fazla duramazdım orada.

Bir anda sokaklarda buldum kendimi. Banklarda yatıyor, sokak aralarında uyku uyumadan sabahlamaya çalışıyordum. İlk başlarda zor olmuştu. Ama yetimhanede hapis hayatı sürdüğüm günlerin hatrına bu zorluklara alıştığımdan uzun sürmemişti.

Sapık zihniyetli adamlardan kaçıyordum gece boyunca. Pis amellerini üzerimde uygulamayı denediklerinde saldırıyordum onlara. Bir tane falçata çalmıştım kırtasiyenin birinden. Hiç düşünmeden bir yerlerini kesip kaçıyordum. Hırsızlık işini iyice benimsemiştim. Öyle doyuruyordum karnımı. Tüm gün boyunca sokaklarda avare bir şekilde dolaşıyordum. Sokak çocuğu olmuştum iyice. Yoksa prensesler gibi yetiştirecekti ailem beni.

Benim gibi olan küçük çocuklarla kavga ediyor, onları iyice benzetiyordum. Reflekslerim iyiydi, aynı zamanda hızlı koşuyordum. Altı yaşındayım. İsmim Sırça soyadım ise Şahin. Kumralım. Uzun ve dalgalı saçlara sahipim. Ten rengim biraz esmer. Yaşıma göre boyum uzun. Canım bazen bir kıyafeti çok istediğinde onu da çalıyordum. Değişik değişik kıyafetler giymeyi çok seviyordum. Yaptığım iyi bir şey değildi ama başka çarem de yoktu yaşamak için.

Yağmur hızını iyice artırdı. Meydan okurcasına, yeri yarmak istercesine gökyüzünden inmeye başladı. Bir köşeye sığınmam lazımdı. Ara sokağa girdim, yoluma devam ettim. Bir haftadır kendime mekan belirlediğim, inşaatı soğuk havalardan dolayı durmuş şantiyeye gidecektim. Orada daha kimseyle karşılaşmamıştım. Kimseyle yer kavgası için münakaşaya da girmemiştim.

Adımlarımı hızlandırdım. Yerde biriken su birikintisi görünce onun üzerinde zıplıyor, kıkırdayarak gülüyordum. Çok eğlenceliydi. Yağmur biraz daha şiddetini artırıp gök gürlediğinde koşmaya başlamıştım. Mekanımdan bugün epeyce uzaklaşmıştım. Geri dönüşüm saatlerimi almış, alıyordu.

Tel örgülerle çevrilmiş şantiye alanına geldiğimde falçata ile kesip oluşturduğum aralıktan bedenimi içeriye süzdürdüm. Bu esnada saçlarım bozulmuştu, hemen düzelttim onları. Son bir kaç katı tamamlanmamış binaya gidecektim. Yere çöpten bulduğum bir halı sermiştim, onun üzerinde yatıyordum. Yine bir çamaşır askılığından çaldığım yorgana ise üşümeyeyim diye iyice bürünüyordum. Çakmağım vardı sonra, onunla teneke kutunun içinde çalı çırpı yakıp ısınıyordum.

Issız bir yerdeydi şantiye. Etrafında pek bina yoktu. Varsa da ufak tefek, çok katı olmayan binalardı. Akşamları buralarda çok köpek olurdu. Köpeklerle iyi anlaşırdım, onları çok severim. Bana arkadaşlık yapıp beni koruyorlardı.

Yürümeye devam ettim ta ki iki adam gölgesi görene kadar. Elektrik direğinin beni saklayacağına inanarak arkasına sığındım. Biraz daha yaklaştığımda iri yarı iki adamın siyah saçlı bir kızı köşeye sıkıştırdıklarını görmüştüm. Birinin elinde bıçak vardı. Daha net görmek için hafif yana kaydım. Bıçağın ucunu kızın boynuna dolamıştı. Diğeri pis pis gülüp kızın saçıyla oynuyordu. Kız ise yanaklarında göz yaşları kurumuş olmamasına rağmen hala hüngür hüngür ağlıyordu.

Çok korkmuştu. Ya benimle yaşıt ya da benden bir kaç yaş büyüktü. Sinirlendim. Şalterlerim attı. O kıza yardım etmem gerekirdi. Kız çaresizce sağa sola bakınırken bakışlarımız kesişti. Bir elektrik dalgası oluşmuştu aramızda ve ikimizi de çarpıp aynı kutuplara itmişti. "Yardım et," diye fısıldadı çaresizce, sessizce, dudakları arasından.

Her şey bir anda gerçekleşti.

Deli cesaretiyle bıçaklı adamın üzerine koştum, sırtına atladım. Ani hareketimden dolayı adamın dengesi bozulmuştu ve bıçak elinden düşmüştü. Falçatamın ucunu boynuna sapladım. Dengesi zaten kaybolmuş olan adam iyice sersemledi, olduğu yerde sekmeye başladı.

Yardıma arkadaşı koştu. Adamın sırtından beni indirmeye çalıştı. Omuzlarımdan kavradı, kendine doğru çekti. Burnu, gözü, kafası, neresi varsa ulaşabildiğim her yeri ısırdım ve en sonunda tekrardan yüzüne dönüp tekmeyi bastım. Adam geri gitti, yere yapıştı. Toparlanmasını bekleyemezdim. Diğerinin boğazından kanlar akmaya devam ettiğinden benimle pek ilgilenemiyordu. Koyun can derdindeydi.

Fırsat bu fırsat dedim ve falçaladığım adamın sırtından yere atladım. Kızın elinden tutup çekiştirdim, birlikte koşmaya başladık. Yere düşürdüğüm adam da "Ulan bücür," diye havlamış, peşimize takılmıştı. Şantiye alanından çıktık, yola atladık. Bu koşuşturmanın arasında ormanlık alana gitmeyi düşünmüştüm. İzimizi orada daha rahat kaybettirirdik. Kızı orman yoluna çekiştirdim.

İzimizi kaybettirdiğimize adım kadar emin olduktan sonra kızın elini bırakmış, bir ağaca yaslanmış, soluklanmaya başlamıştım. Uzun bir koşu olmuştu. Dalak girmişti bir ara. Soluklanma işim bitip, ağaç kabuğundan destek alıp kayarak yere oturduğumda kıza ancak odaklanmıştım. Kız mahcubiyetle kafasını yere eğmiş, yapraklarla oynuyordu.

"Merhaba," dedim ilk adımı atarak. Ara sıra nefesim daralıp tekrar açılıyordu. Göğüs kafesimle bu konuda aramızda ciddi sorun oluşmuştu.

"Merhaba," dedi kafasını yerden kaldırıp bana bakarken. Utanmasın diye yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim, otuz iki diş sırıttım.

"İsmim Sırça, senin ne?" diye sordum. Gülümsemem hala yüzümde asılıydı.

"Miray," dedi saçını kulağının arkasına sıkıştırıp sorumu cevaplarken. Hala ufak tefek gözünden yaşlar süzülüyordu. Çok kötü bir gün geçirmişe benziyordu.

"Ben altı yaşındayım sen?" Aklıma başka bir şey gelmemişti. Ne olduğunu sorgulayıp onu daha fazla üzmek istemiyordum şu anlık. Ne yapacağını ya da yapacağımızı daha sonra konuşabilirdik.

"Dokuz."

"Büyükmüş-" Sözümü tamamlayamamama sebep olan şey aniden gelip sarılmasıydı. "Çok teşekkür ederim Sırça."

O an aramızda hiç kopmayacak özel bir bağ oluştuğunu hissetmiştim.

...

Gözlerimden içeriye gün ışığını buyur ettiğimde bir arabanın içinde, takırdayan yolda gidiyordum. Bedenim yorgun ve sarsılmıştı. Anımsayamıyordum. Zihnim kapalı bir kutuydu ve anahtarı nereye sakladığımı unutmuştum. Göz kapaklarım tutundukları dallardan ayrılıp yerlerini göz bebeklerime bıraktıklarında yüzümü buruşturdum. Odağıma ilk giren şey sağ tarafımda ki camdan yolup akıp gitmesi olmuştu. Kafamı koltukta önüme çevirdiğimde arabalar, soluma çevirdiğimde ise Atlas'ı görmüştüm. Arabayı sürüyordu.

Bir kaç gündür yüzüm sabit haldeydi. Yine yeni yeniden kaşlarım çatılmıştı. Sinir, tacını takarak duygularımın merkezinde ki tahtta oturuyordu.

"Ne oluyor amına koyayım," diye söylendim araba da son ses çalan müzik sesine karışan sesimle. Zihnimde bir arena vardı ve tarihin en gürültülü savaşını gerçekleştiriyordular, bundan bedenim de nasibini almıştı. Eklemlerim sızlıyordu. Bulanıklaşan görüş açım henüz aydınlanmamıştı. Tam anlamıyla kendime gelememiştim. Kısa süreli olduğum tarafa döndü, ne halde olduğumu süzdü. Hiç bir şey söylemeden yola odaklandı sonra. Bu sefer konuşmak veya tartışmak istemiyordum. Yolu, ağaçları, denizi izledim. Biraz sonra da hatırlama yeteneğimi kapalı kutudan kurtarıp olayları bir bir zihnimde canlandırmıştım. Onu daha fazla uğraştırmayayım diye arkamdan sinsice yaklaşıp beni bayıltmıştı pislik.

Kafamı dayadığım cam bir anda açıldığında rüzgar yüzüme çarpmaya başlamıştı. Atlas yapmıştı bunu. Bana sormadan, kendi başına. İnsanların hayatına onların izni olmadan müdahelerde bulunmak keyfine keyif katıyordu anlaşılan. Yüzüme rüzgar çarpması güzel bir olaydı. Geri çekmedim kendimi. Artık o şahısla muhattap olmak istemediğim için ağzımı da açmadım. Onun olduğu tarafa dönüp göz zevkime küfür etmek de istemedim. Kafam araba koltuğunda yana çevrilmiş, saçlarım rüzgarda uçuşurken yolu izlemeye devam ettim.

Hiçbir şey söyleme, duymam, anlamam

Arabanın içinde en sevdiğim grubun şarkılarından biri çalmaya başlamıştı. Ben hamle yapmadan Atlas hamle yaptı ve sesini sonuna kadar açtı. İyi ki hamle yapmamıştım, yoksa ellerimiz birbirine değecekti. Deterjanla çitilemem gerekirdi onun bulaştırdığı mikroplardan arınmak için.

Hayat bir mucize, düşer zaman, zaman
Yardım et ruhum (yardım et ruhum) yardım et bana (yardım et bana)
Sesini ben duydum (sesini ben duydum) çok var hiç duymayan

Kimler yalansız ki onlar ağlasın
Kimler günahsız ki onlar saklasın
Yalandan kim ölmüş, zamandan kim korkmuş

"Dünya yalan söylüyor," diye mırıldanmıştı Atlas, yoldan dikkatini çekmeden. Eliyle vitesin önündeki boş alana uzandı, sigara paketi çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına aldığında bende ağzımı açacaktım ki pat diye paketi yüzüme attı. Yüzümden süzüldü, kucağıma düştü. Az kalsın gözüm çıkacaktı. Omuz silktim. Ona bana yaptığı şeylerden dolayı o kadar çok sinirlenmiştim ki bir yerden sonra bu duygu onu görür görmez belirdiğinden çok da işleve geçiremiyordum.

"Arsızsın." Ağzından çıkan tek kelime bu olduğunda göz devirdim. Yüzüme atılan paket yüzünden sallanan kafamdan dolayı önüme gelen bir kaç saç tutamımı rastgele alnımın üzerine attım. Sigarayı paketten aldım, iki dudağımın arasına hapsettim. Burnumun biraz ötesinde bir ateş belirdi sonra, onunla da sigarayı yaktım. Sağ tarafımda ki camı sonuna kadar açmıştı. Gözlerimi kapadım, müzik, sigara ve rüzgar eşliğinde ruhumu birazcık huzura erdirmek için çabaladım. Şarkı devam ediyordu.

Özür bekler gibi kızgın sokaklar
Teksas'tan gelen küstah tokatlar
Zalimin durduğu (zalimin durduğu) yerdeyim şimdi (yerdeyim şimdi)
Bu bir karnaval (bu bir karnaval) nerdeyim şimdi? (nerdeyim şimdi?)

Kimler yalansız ki onlar ağlasın
Kimler günahsız ki onlar saklasın
Yalandan kim ölmüş, zamandan kim korkmuş
Elinde güller varmış, üstün başın kan olmuş

Hiçbir şey söyleme, duymam, anlamam
Hayat bir bombadır, düşer zaman zaman
Tarihin durduğu (tarihin durduğu) yerdeyiz şimdi (yerdeyiz şimdi)
Bu bir karnaval (bu bir karnaval) nerdeyiz şimdi?

Kimler yalansız ki onlar ağlasın
Kimler günahsız ki onlar saklasın
Yalandan kim ölmüş, zamandan kim korkmuş
Elinde güller varmış, üstün başın kan olmuş

Dünya yalan söylüyor
Dünya yalan
Dünya yalan
Dünya yalan
Dünya yalan

Dünya yalan söylüyor

Şarkı bitmişti, yol da bitmişti. Araba bir eczanenin önünde durmuştu. Hemen inmedi arabadan şarkıyı tekrar açtı, kafasını koltuğa yaslayıp şarkıyı sonuna kadar dinledi. Sanırım bu günlerde biraz depresif takılmayı seçiyordu. Ya da her zaman böyleydi. Onun da bazı yaraları vardı, hatta onun değil arkadaşlarının hepsinin de çocukluklarından kalma sıkıntıları vardı. Bir şekilde bir araya gelmişlerdi ve ben nasıl bir araya geldiklerini hiç merak etmiyordum. Yaralarının olması bana böyle insan dışı davrandıkları gerçeğini iyileştirmiyordu. Onları tanımayı amaçlamıyordum. Bir an önce not mevzusunu açıklığa kavuşturup onların yanından tüy olacaktım.

Arabadan inip kapıyı gürültülü bir şekilde kapadığında hemen ardından ben bir yerlere tüymeyeyim diye tüm arabayı kilitlemişti. Bu zekayla buralarda harcanıyordu, kesin kanaat getirmiştim. Zaten başımda milyon dert vardı kaçmaya çalışmak ise benim için büyük aptallık olurdu fakat o baya ihtişamlı zekası bunu düşünemiyordu aldığı önlemleri benim ayağım gibi kapıya kıstırdığım. Peşimde tonlarca adam varmış zaten, nereye kaçacaktım ki, beynini zorlayıp bunları düşünmeliydi.

Ayağımda eskisi kadar acı hissetmediğimi fark ettiğimde gözlerimi anca o noktaya çevirebilmiştim. Bileğim sımsıkı sarılmıştı. Sargı bezinin üzerinde ufak tefek kan noktaları vardı. Kaşlarımı çattım, sırtımı siyah deri araba koltuğunda dikleştirip sargıyı daha dikkatli inceledim. Gözlerimi açıp kapayarak halüsinasyon görüp görmediğimi sorguladım. Bu iş ne ara hallolmuştu, artık hayatımın kontrolü benim elime geçmeliydi.

Atlas beş dakika geçmeden elinde poşetle arabaya geri döndüğünde bana konuşacak, sorgulamamı gerektirecek bir konu çıkmıştı. "Hani hastaneye gidecektik," diye sordum o poşeti kucağıma atıp koltuğa yerleşirken. İçini açıp baktığımda merhem tarzı şeylerin ve fazladan sargı bezinin olduğunu görmüştüm.

Beni bayıltmadan önce bundan bahsetmişti fakat şimdi eczaneye gelmiştik. Doğal olarak bende merak uyanmıştı. Mecburi olarak onunla muhattap olmam gerekmişti. "Gittik zaten," diye yanıtladı arabayı çalıştırırken. Bir kolunu benim olduğum koltuğun üzerine koymuş arkayı kontrol ediyordu. Araba hareketlendi. Bir kaç saniye geriye sürdükten sonra sola dönüş yaparak kavşağa girdi ve gaza yüklendi. "Benim niye bundan haberim yok." Cevabı gecikmedi. "Camış gibi uyuyordun çünkü."

"Nasıl yani?"

"Sana açıklama yapmak zorunda değilim. Meraklan." Fazlasıyla netti. Onunla uğraşamazdım en azından ayağıma bir kaç müdahale yapılarak acım hafifletilmişti. Gelişim sürecine kafamı takarak zihnimi daha da dolduramazdım.

Geldiğimiz eczane ıssız bir yerdeydi. İn cin top oynuyordu burada. Sadece bir kaç çift katlı bina serpiştirilmişti yol kenarlarına o kadar. Kovboy filmlerindeki kimsenin pek uğramadığı zengin insanların kafa dinlemek için ev yaptırdığı arazileri anımsatıyordu. Etrafta sararmış çalı çırpı, bozuk bir yol ve yolun üzerinde sürüklenen küçük taş parçaları vardı.

O an ona verilebilecek en güzel cevabı vermiştim ve üzerine kusmuştum. Şok oldum. Kendimden asla böyle bir şey beklemiyordum ama farkında olmadan iyi bir şey yaparak mutlu olmuştum. Şokum geçtiğinde kocaman gülümsedim. Gözlerindeki o inanamaz ifade hala yerindeydi. Atlas duraksadı, onunla birlikte araba da yolun ortasında durmuştu. Ani fren sayesinde yana savrulmuş ve alnımı torpido gözüne çarpmıştım. Acıyla inledim. Bir o yana bir bu yana savrularak bedenime zarar verip duruyordum.

"Senin ceddini sikerim." Aslan gibi kükremişti, siyah kot pantolonunun üzerine bıraktığım mükemmel hatıralarıma bakarken. Göz bebekleri kocaman açılmış, karşısında düşmanını görmüş pitbull gibi soluyordu. En çok bu an sinirlemişti bana. Arabadaki atmosfer kafes dövüşünde birbirlerini ilk defa gören rakiplerin enerjisini çekmişti. Asıl ring bu arabanın içindeydi. Yüzyılın dövüşüne saniyeler kalmıştı.

"Belanı sikerim kızım senin."

"Açım." Bence mantıksız cümleler kurarak onu daha fazla sinirlendirebilirdim.

"Bok ye." Ben daha ne olduğunu anlamadan üzerime uzanmış, arkamda kalan kapıyı açmış ve beni omzumdan tutarak aşağı itmişti. Sırt üstü yere yapıştım. Benim peşimden elinde ıslak mendille arabanın diğer tarafından o da çıkmıştı. Düştüğüm yerde düzgünce bağdaş kurarak oturdum ve büyük bir keyifle hareketlerini izledim. Islak mendille kusmuğumu temizlemeye çalışıyordu.

"Nereden çıktın lan karşıma," diye bağırdı bana bakmadan. "Sana çarptığım güne lanet olsun." Sövüp saymasına ara veren şey benim karnımdaki kurtların günlerdir aç kaldığını anımsadığından karnımın guruldamasaydı. Ne kadar acıktıysam, karnımın sesini bir metre uzağımdan duymuştu. Şaşkınlıkla bana baktı. "Sen ciddi olamazsın," diye bağırdı. İlk defa bu kadar konuşuyordu. Gerçi bana geçiriyordu henüz kuşandığım kalkanı kıramamıştı.

"Hayır ciddiyim, açım." Bende de geri vites yoktu.

Sustu. Son hamlemle yine onu sessizliğe bürümüştüm. Bu sessizlik arasında "Eve gidelim, yalaya yalaya temizleteceğim sana bu pantolonu." Lafı dökülmüştü sadece dudaklarının arasından. Göz devirdim. Odak noktam onun çıldırmış, çığrından çıkmış hareketleriydi. İşini bitirene kadar yerde oturarak bekledim. Ona yardımcı olmadım, zaten olmam da. Kırmızı listemdeydi ismi. Yanımda can çekişse gebermesine izin verir, son anlarında yüzümü görerek acısı pekişsin diye baş ucunda dikilirdim.

Yarım saate üzerini anca temizlemişti. Vadeli kustuğumdan kusmam uzun sürmüş, son bir ay boyunca yediğim tüm yemekleri çıkardığımdan kapsamlı bir alana yayılmıştı. Arabaya yeniden girdiğinde ben de peşinden ön koltuğa tünemiştim. Koltuğa oturmadan önce koltuğunun üzerindeki kusmuk parçalarını da ıslak mendille güzelce çitilemişti. Arabayı çalıştırdı, mor ve ötesi grubunun dünya yalan söylüyor şarkısını tekrar açtı. Bu şarkıyı yolculuk boyunca kaçıncı dinleyişimizdi saymamıştım ama harika bir şarkıydı.

"Geri kalanını sen temizleyeceksin," dedi ve ıslak mendili göğsüme fırlattı. Göğüs kafesim acımıştı. Ona tip tip baktım, inatlaşsam mı diye düşündüm, uslu kız olmakta karar kıldım. "Önce vitesten başla." Zaten öyle yapmayı düşünüyordum fakat o emir verince gittim en alakasız yerden başladım.

Kustuğum gibi de onu bir güzel temizlerim misali her yeri cillop gibi parlatmıştım. Bir kaç gündür yaptığım en ilginç, hatta tek aktivite bu olabilirdi. Islak mendil kucağımda, camdan yolu izlemeye devam ettim.

Hava kararmıştı. Gökyüzü siyahın asilliğini ağırlıyordu bünyesinde. Bulutlar yerlerini küçük kardeşleri olan parlak yıldızlara bırakmışlardı. Gökyüzüne imzalarını atan yıldızlar benek gibi ayın etrafına dizilmişti. Cama yansıyan yansımasından Atlas'ın sigara içtiğini gördüm, anında ona doğru döndüm. "Hayır."

"Öf iyi be," diye çemkirmiştim. Yalvarmayacaktım ona. Zaten açtım, eğer sigara içip içime dumanı çekersem tekrar kusabilirdim. Büyük ihtimalle de yemek yemeyip durup durup sigara içtiğimden kusmuştum. Bir kaç kez gelmişti zaten başıma önceki hayatımda, hayatımın dönüp noktasını yaşamadan önce.

"Çok şımarttım seni," diye homurdandı dudaklarının arasından. Şımarttığı hali buysa şımartmadığı halini hiç merak etmiyordum. Kafalarımızın aynı çarkta çalışmadığı bu cümlesiyle bir kez daha kanıtlanmış olmuştu.

"Şımartmasaydın." Soğuk ve uyuzca konuşmuş, bana baktığını bildiğimden ona bakmayarak omuz silkmiştim.

"Aç kal da geber."

"Ben okeyim." Her türlü tartışıyorduk. Aramızda bu konuda inanılmaz bir çekim vardı. O beni öldürmek istiyordu, gözlerine ve arada bana kayan bakışlarına baktığımda bunu çok net anlıyordum. Ben ise ona ne yapacağıma karar verememiştim. Zıt kutuba mı geçseydim, yoksa kısasa kısas mı yapsaydım muamma.

Yolculuğunun geri kalanında sessizlikten doğma bir girdaba düşmüştüm, aklıma anne ve babam gelmişti. Cesetlerini ne yaptıkları, cenazelerinin olup olmadığı, ben kaçtıktan sonra nelerin yaşandığı aklımı kemirip duruyordu. Bir an önce birilerine ulaşmam gerekiyordu. Arabanın içine bakındım, telefon var mı yok mu diye ama yoktu. Belki ceplerdim, birilerine ulaşırdım diye fakat yoktu. Filmlerde böyle olmuyordu. Hayatımın senaryosunu yazan yazar kesinlikle değiştirilmeliydi. Mala bağlamıştım, dolanıyordum etrafta.

Aklımda başka fikirler de vardı. Hava kararmış olsa bile gidiş yolunu iyice ezberlemem lazımdı. Düşüncelerim ışık hızıyla değişmiş, yeni aldığım kararlarımdan vazgeçmiştim. Yarın bir türlü bu evden kaçmayı düşünüyordum şimdi. Beni öldürmek isteyen insanların arasında barınamazdım. Kılıç denen şahsın adresini kendim bir olaylar yaratıp araştıracaktım. Evin dışına ilk defa çıkmıştım. Dışını, girişini, bahçesini görüp kaçma planımı oturtmalıydım. Bu planı da Atlas kusmuğumu temizlerken düşünmüştüm. Hala pantolonunda beyaz bir leke parlıyordu.

On beş dakikanın ardından araba duraksadı. Atlas elini torpidoya attı, biraz karıştırdıktan sonra aradığını bulmuştu. Siyah bir bez parçası çıkardığında çatık kaşlarla ona döndüm. Kaşlarım sürekli çatılmaktan yakında böyle kalacaktı ve artık beni uğraştırmadan sürekli böyle dolanacaktım.

Atlas hiç bir şey demeden üzerime eğildiğinde vücudumu geri çektim. "Ne yapacaksın onunla."

"Sorgulama."

"Buna izin vermiyorum, haddini aşma."

Ofladı. Kafamı kendine çekti, siyah bezi gözlerime yapıştırdı, arkadan sımsıkı bağladı. Çırpınışlarım yine bir kapıya çıkmamıştı. Çok güçlüydü. Refleksleri de çok iyiydi. Pat diye hallediyordu işini. Tabi o benim gibi yeni düşmemişti bu kuyuya, uzun bir geçmişi vardı.

Karanlıkla aramdaki ciddi problemler sürüyordu. Sevmiyordum. Şu an karanlıktan başka bir şeyle de muhattap olamıyordum. "Senden nefret ediyorum." Ciddi konuşmuş, uzun bir paragrafı bir cümleye sığdırmıştım. Dizlerimi koltuğun üzerine taşıdım, başımı arasına yasladım.

Bedenime olan müdahaleri aşırı rahatsız ediciydi. İstemediğim halde yapıyordu. Beni en çok kızdıran ise bu müdahalere hala bir karşılık verememem olmuştu. Midemi bu anlamda gerçekten bulandırıyor, onu sevmemem için bir başka kapı açıyordu. Hayvanmışım gibi davranıyordu. Ufak, değersiz bir eşya. Bunların bedelini ona teker teker ödetecektim acılarımdan biraz olsun arınmayı başardığımda.

"Cehennemimize hoş geldin prenses, henüz evin çevresini görmeye layık değilsin."

Araba duraksadı, aşağıya indi. Bir kaç dakika sonra benim olduğum tarafın kapısını açıp kolumu tutmuştu. "Sen şimdi göremiyorsun ya eve geldik." Kulağıma eğilip fısıldamıştı.

"Dokunma bana," diye bağırdım kolundaki elini ittirirken. "Sakın, yoksa kırarım o elini." Arabadan bir yerlere çarparak indim, yürümeye başladım. Arkamdan geliyordu.

...

Kimsesizler yurdunda bir kız çocuğu bu gece camdan atlayarak intihar etmişti. Karşılıklı bir pişti oynanmıştı. Yurdun bulunduğu yolda bir araba kazası olmuş, bir çocuk daha yetim kalmıştı. Böylelikle canına kıyan kızın yeri doldurulmuştu. Yavru şeytan bu masadan büyük bir zaferle kalkacaktı. Lanetli, bir o kadar da huzursuz bir geceydi.

Uyuyamıyordum. Ne zaman gözlerimi kapatıp tam anlamıyla uykuya dalacak olsam zihnimde bir şeyler beni dürtüyor, hayal aleminden belime halat bağlayıp çekiyor, gerçek dünyanın dikenlerine atıyordu. En sonunda kendimi düşüncelerle baş başa tavanla bakışırken buluyordum. Döngüyü kırmak, tarihe gömmek istiyordum.

Sabah olmak üzereydi. Güneş doğup doğmamak arasında ki çelişkide bekliyordu. Köprünün ortasında kök gibi durmuş hangi yöne yöneleceğini tartışıyordu ışınlarıyla. Tan vakti yavaş yavaş ağarıyordu.

Ayağım eskisi kadar acımıyordu. Odaya girdiğimde Atlas siyah göz bandını çıkarmış, tek kelime etmeden odadan çıkmıştı. Kendimi tutamamış, arkasından küfürleri sıralamıştım. Gururuma dokunuyordu bana karşı olan tavırları. Ezici bir üstünlüğü olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu ve şu anlık onu yanıltmak için elimden bir şey gelmiyordu. Taşla kafasını ezmek istiyordum sadece. İçimdeki cani ruhu ortaya çıkarıp vahşileşiyordum onun tavırlarından dolayı.

Yatağa yayılmadan önce eczane poşetinin içinde krem ve sargı bezini çıkarmış, talimatları okuyup merhemi ayağıma güzelce sürdükten sonra sargı bezini çıkarıp temiz olanla yenilemiştim.

Odada yapayalnız kalınca da düşüncelerin kötü tarafı zihnime çelme takmış, tuzağına düşürmüştü beni. Hiç uyumamıştım. Dertli olduğumdan canım deli gibi sigara aşeriyordu, aynı zamanda açtım. Gözlerimi kapadım, milyon kaçıncı kez olan uyuma eylemini kader defterine yazmayı denedim. Düşünceler beş dakika kadar sihirli güçleriyle beynimi emmiş, sonrasında dar ağacına gönderildiklerinden çivili yatağın üzerinde uyumuş hissi veren uykuma dalmıştım.

Gürültüye uyanmış, korkudan alel acele yataktan fırlamıştım. Yakınlarda bir yerlerde biri tüyleri diken diken edecek korkunç bir eylem gerçekleştiriyordu. Gözlerim korkumun etkisiyle irileşmişti. Yüzümden sicimle kaynar sular akıyor, çarşafa değince delikler oluşturuyorlardı. Sağa sola bakındım korkuyla. Odada benden başka kimse yoktu. Yüzümdeki terleri elimin tersiyle sildim, yatağa oturdum. Korktuğumda her zaman yaptığım gibi elimle yüzümü kapatmış, saç diplerimi kavramıştım. Derin soluklar çektim içime sakinleşmek için. Kabus gibi bir uyanış yaşamıştım.

Sesler uzun süre kesilmedi. Merak duygusu ona itaat etmeyenleri idam edeceğine yemin etti. Az çok kendime gelmeyi başardığımda, beyaz çarşaflara bürünmüş yataktan kalkmış, bir kere bile açmadığım camın önüne gelip dışarıyı süzmüştüm.

Aşağıdaki bahçede sarışın ve esmer iki kişi vardı. Bunlar Sırça ve Miray'dı büyük ihtimalle. Ne yaptıklarını anladığımda, bu sesin nereden geldiğini gördüğümde ise zerre şaşırmamıştım. Önlerinde duran insan silüetli hedeflere silah atıyorlardı. Onlardan zaten mafyacılık işleri bekliyordum. Tipleri fısıldıyordu ben tehlikeyim, yaklaşma yanarsın diye. Evin etrafı da boş olduğundan ses çıkarıp çıkarmaları sorun değildi. Uzun beton duvarlar örülmüştü evin etrafına.

Atış sırası Miray'daydı. Camdan bakışlarımız Sırça ile kesişti. Gözlerini kıstı, camdaki gölgenin kim olduğunu tanımaya çalıştı. "Alin," dedi dudaklarının arasından beni tanıdığında sonra eliyle aşağı gel işareti yapmıştı. Ölümüme susamıştım. Hemen bu teklifi telesekretere almadan kabul ettim. Odadan çıktım, hızlıca merdivenleri indim. Evet, ecelime susamıştım. Gayelerinden biri beni öldürmek olan iki manyağın yanına ellerinde silah varken gidiyordum.

Odada durup uyuyamamaktan canım sıkılmıştı. Ekşın, macera, aksiyonu pakete sarıp hayatıma yedirmek istiyordum. Yoksa düşünceler kafamı çok şişiriyor, ağlama raddesine getiriyordu. Hüzne kısa bir ara, biraz sinirlenmem lazım mottosunu bulmuştum.

Salon katına indiğimde nereden gideceğimi tam kestirememiştim. Biraz odanın içinde yürüdüğümde bahçeye bakan cam kapıdan kızları görmüştüm. Cam kapıyı açmayı denedim, fakat başarısız oldum. Başka bir konuda başarılı olup bu sefer Miray'ın dikkatini çekmiştim. "Süreceksin onu, kapımızı kırma." Hafif sağa itince kapı açılmıştı. O kadar debelenmem ve enerji harcamam boşu boşunaydı. İki sene İç Mimarlık okuyup üçüncü sınıfa geçmiştim bir de. Kanım deli aktığından unutmuşum olsa gerek.

Yanlarına gittiğimde sıra Sırça'daydı.

"Neden hemen geldin?" diye sordu Miray, lafı uzatmadan. Saçlarını at kuyruğu yapmıştı. Hevesli bir yüz ifadesiyle, güneş gören buldog misali, bir dilini dışarı çıkarmadığı kalmıştı, elindeki silahı tetiğinden kavramış, ileri geri sallıyordu.

"Canım sıkıldı." Doğru bir cevap vermiştim. Canım sıkıldığından biraz tehlikeye dalayım demiştim. Derin sularda yüzecektim ama boğulmayacaktım. Köpek balıklarına yem de olmayacaktım.

"Kafa yapının gideri var ama çok sorunlu girdin hayatımıza." Ben zaten sorunun kendisiyim demedim, sessiz kaldım. Bir ara psikolojim için ilaçlar kullanmıştım. Sebepsiz yere çok fazla sinirleniyordum ve sinirlendiğimde etrafı yakıp küle çeviriyordum. Geçmişimden kalma bir sorundu.

"Haydi sıra sende iyi polis." Sırça da yanımıza gelmiş, elini Miray'ın omzuna atmıştı. "Okeey." Miray memnuniyetle yanımdan sıyrıldı, yerini Sırça aldı. "Hemen geldin," dedi silahın namlusuyla ilgilenirken. "Ben seni korkar da gelmez sanıyordum." Hiç birinden korkmuyor, tırsmıyordum. İstedikleri işkenceyi, zulmü yapabilirlerdi. Ben onlar için değil, kendim için de değil, anne babamın hatrına hayata tutunacaktım.

"Yaparım öyle şeyler," diye diklenme ile karışık geçiştirdim lafını.

Güldü. Sinsi bir o kadar da tehlikeli bir gülüştü. Gizliden gizliye "Yap da ağzına sıçayım." mesajını vermek istemişti. Cebinden bir bez çıkardı, silahını temizleyip kot pantolonun arkasına sıkıştırdı. Yüzümü buruşturdum. O metal parçasını sevmiyordum, hiç bir zaman da sevmeyecektim. Siyahtı, parlak metalden yapılmıştı. Göz alıyordu. Sağlam kazıkladıkları halatı olmayan insanlar bunu alıp bedenlerini kalpten vurup cehennemde yanmaya dünden hazırdılar. Bu silahla kıydım canıma diye güzel hava atılırdı.

Miray yaptığı işten zevk alarak dans edip ateş ediyor, hedefleri teker teker vuruyordu. Sırça "Yeterli," diye bağırdığında Miray kırgın bir ifadeyle ona döndü. Dudaklarını büzmüş, istediğini yapmayan ebeveynlerine istediğini yaptırmaya çalışan çocuk gibi bakıyordu. Boynunu bükerek yanımıza yürüdü. "Ama ben yeni ısınmıştım."

"Sıkıldım."

"Okey." Miray bir bana bir de hala namlusundan duman tüten silaha baktı. "Hazır ısınmışken senin üzerinde mi denesem?" Namluyu şak diye alnıma doğrultmuş, tetiği çekmişti.

Güldüm sadece, hadi yapsana der gibi. Merdivenlerden aşağıya inerken böyle bir anı yaşayacağımı tahmin etmiştim. Olmazlara inat hala hayattaydım.

Cinayet romanının yazarındaki tüm cani kelimeler tükenmişti. Katil, masumların göğüs kafeslerinde delikler açıp oraya toprak dökmüş, çiçek tohumu serpiştirmişti. Her ayın üçünde gelip çiçekleri suluyordu. Mezarlık kocaman bir çiçek tarlasına dönmüştü.

Gece olmaktaydı. Açlığımı poposuna tekmeyi basıp başka bir evrene göndermiştim. O kadar acıkmıştım ki bir tencere makarnanın hepsini bitirmiş, üzerine de bir paket köftenin hepsini tek lokmada yemiştim. Odada kimse olmadığından o kadar yemeğin ardına bir de geğirmiştim. Kucağımdaki tencereyi yatağın yanındaki komidinin üzerine bıraktım. Sırt üstü yatağa uzandım. Uzanmamla kalkmam bir olmuştu.

Canım dünden beri sigara aşeriyordu. Koridorda nöbet tutacak gördüğüm ilk kişiden de sigara isteyecektim. Atlas görmek istemediklerim arasındaydı. Onu görsem bile umursamayıp yüz çevirecektim. Tiksiniyordum kendisinden. Kapıyı açıp odadan çıktım, koridorun ortasına geçtim, insan beklemeye başladım.

Şimdilik bir evde yedi kişi yaşıyorduk. Beni saymazsak altı kişi vardı. Atlas'ı da çıkartırsak geriye beşi kalıyordu. Sarışın kızla pavyoncu çocuğun adını henüz öğrenememiştim. Birinin illa ki bu koridordan geçeceğini düşünüyordum.

Ev öğleden sonra baya bir sessizleşmişti. Kızların silah taliminden sonra kahvaltı masasına oturulmuştu fakat ben tercih etmemiştim. Akşam vakti açlığım dayanılmaz bir hal aldığında Sırça'dan rica etmiştim, ayağımı da bahane ederek odama yemeği getirtmiştim. Sarışın kızla pavyoncu çocuk evden çıkıp gitmişti. Gediz onları takip etmiş, fakat başka yere gideceğinden bahsetmişti. Bu vakte kadar gelmişlerdir diye umut ediyordum.

Aralarında en konuşkanı Miray'dı. Fakat en tehlikelisi de oydu. Saklamıyordu hiç bir şeyi. Pat pat vuruyordu yüze. Sırça ise gevşek olduğu kadar ciddi bir karakterdi. Gediz hayatı dalgasına yaşıyordu. Bir bana ciddiydi. Pavyoncu çocuk da ortalıklarda çok görünmüyordu. En soğuklarından biri sarışın kızdı. Sürekli hedefe odaklıydı. Atlas dan bahsetmek bile istemiyorum.

Kaç dakikadır beklediğimi bilmiyordum ama uzun zamandır buradaydım. Tam umudumu kesip odaya geri dönecektim ki, aşağıdaki salondan bağırış çağırış sesleri yükseldi. Yanına bir de çığlık sesi eklenmişti. Vücudum titredi, tüylerim diken diken oldu. Ani şeylere hala alışamamıştım.

Aşağıdaki çığlık sesi gittikçe belirginleştiğinde inadımı kırdım, aşağıya inmeye karar verdim. Belki bu karmaşa da evden sıyrılıp kaçabilirdim. Çünkü gelen seslerden anladığım kadarıyla büyük bir olay kopmuştu. Merdivenler üçer beşer çıkan Sırça takıldı gözüme. Aceleyle yukarı kata çıkmıştı, yüzü bembeyaz kesilmişti. Merakım bitiş çizgisine ulaşıp patlamak üzereydi.

"Sırça acele et." Bu ses Gediz'indi. Normal ses tonu değildi. Telaşlı bir tondu. Dünyası başına yıkılmıştı, feryatlarıyla dağları yerinden oynatmak istiyormuş gibi.

Aşağıya inmeye hazırlanmıştım ki dikkatimi koridorun sonunda ki odanın kapısının açılma sesi dağıttı, o tarafa döndüm. Atlas bir hışım odadan çıkıp yürümeye başladı. Çok önemli bir gelişme yaşanmıştı. Gözü kimseyi görmüyormuş gibiydi. Elleri sinirden titriyordu. Alnına düşen kıvırcık saçıyla oynarken attığı sert adımlar zemine korku salıyordu. Kıpırdamadım bulunduğum mevkiden, dibime kadar yanaştığında "Çekil önümden," diye kükreyip omzumdan geriye ittirmişti. Yere yapıştım. Anında da ayağa kalktım. Vakit düşünme zamanı değildi. İlginç bir şeyler vardı hemen altımda. İstediğim ekşın hayat ağacıma çivilenecekti galiba.

Aşağıda ne dönüyorsa herkes bir anda gerilmişti. Miray merdivenleri koşarak çıktı, hüngür hüngür ağlıyordu. Artık daha fazla burada duramazdım, hızla salona indim. Merakımdan karnımdaki kurtlar bile elmaları yemeği bırakmışlardı. Kemikleri kemiriyorlardı stresten. Ama köpek değil kurtlardı.

Gördüğüm manzara karşısında gözlerim iri iri açılmıştı. Sarışın kız salondaki koltukta boylu boyuna uzanmış, baygın bir halde yatıyordu. Üzerindeki kıyafetlerin büyük kısmında kan lekesi vardı. Göbek deliğinin biraz üzerinde ise kanlar topaklanmış, koca bir çukur oluşturmuştu. Vurulmuştu. Elim tren garı girecek kadar açılan ağzıma gitti, elimle ağzımı kapattım. Gediz daha fazla burada duramayacağını anlayıp yukarı çıkmış, onun yerine merdivenlerden yuvarlanma pahasına koşarak inen Sırça doldurmuştu. Elindeki bez parçasıyla sarışın kızım yanına gitti. Bezi kan gölünün oraya dayadı.

Atlas'ın aldığı nefeslerin haddi hesabı yoktu. Dehşet içinde soluyordu. Göğüs kafesi er meydanında sonu idam olan cezayı almamak için yiğitçe savaşıyordu. "Ne oldu?" diye sordu pavyoncu çocuğa. Ona dönüp süzdüğümde ise hala şoktan çıkamadığını görmüştüm. Kireç gibiydi, yüz ifadesi dümdüzdü. Ruhu bedenini terk edip çok uzak diyarlara gitmiş bir halde ayakta dikiliyordu. Bir sarışın kıza baktı, bir kana bulanmış ellerine.

"Balın'la iş bitimi markete uğradık. Marketten çıktıktan sonra eve geliyorduk, bizi takip etmişler, yo-lu-lu-mu-zu kes-ti-ti-ler." Sonlara doğru kekelemişti. Monoton bir halde Atlas'a bakıyordu. Omuzları ha çöktü, ha çökecekti. Atlas tek bir soru sordu "Kim?" diye.

Pavyoncu çocuk bilmediğini göstermek için kafasını sağa sola salladı. Sonra da Balın'ın baş ucuna gidip saçlarını okşadı. Sonunda sarışın kızın adını böyle kötü bir zamanda öğrenmiştim. Her ne kadar beni öldürmek isteselerde yine de bu halini görünce içim parçalanmıştı. Çok kötü benzetilmiş, kanıyordu.

Balın sağ elini güçlükle hareket ettirip pavyoncu çocuğun avucuna bir not bırakarak "Oku," dedi sonrasında öksürük krizine tutulurken.

Çocuk notu boşverip Balın'la ilgilendi. Bu hale düşmesinden kendi payı olduğunu düşünüp suçluluk duyduğu gayet aşikardı. Atlas bir hışım avucundan notu aldı ve okudu. Her okuduğu kelimeden sonra kaşları mümkünmüş gibi daha fazla çatılıyordu. Gözlerinde ki siyah ton ulaşabileceği en maksimum noktaya ulaştı ve notu okuması biter bitmez boynumda bir hançer yarası açmak isteyen keskin bakışları beni çeperine aldı.

Çakan şimşek buz kütlelerini ortadan ikiye ayırmıştı. Toz taneleri kaçacak delik arıyorlardı. Salonun ışığı gelip gitti. Kısa bir süreliğine karanlığın puslu aynasıyla yüzleştirdi. "Belanın tekisin," diye kükredi elindeki notu üzerime fırlatırken. Bağırınca yer sallanmıştı, ev yerinden oynayacaktı siniri ve kudretinden. Saat 03.33'dü.

Notu bacağımdan aşağıya kayarken yakalamış, hemen açıp okumuştum. Zincire vurulup ölümümü beklemek daha mantıklıydı artık. Ölüm benim için bir kurtuluş olurdu.

NEREDE OLDUĞUNU BİLİYORUM, PEŞİNDEYİM ALİN YILDIZ!

...

BÖLÜM SONU.

Multimedia: Alin Yıldız (Düşünceleri alalım)

Bir gün dolmadan yeni bölümü yayınladım ha, kıymetimi bilin jdhfedjksl

Şimdi sınavlarım falan bittiği için rahatım, yani hızlı bir şekilde ilerler ve olayları toparlarız diye düşünüyorum.

*Bölüm hakkındaki düşünceleriniz?

*Bölümün en sevdiğiniz veya en sevmediğiniz yeri?

*Karakterler hakkındaki düşünceleriniz?

Oy vermeyi ve bol bol yorum atmayı unutmayın, sizi seviyoree 🫶🏻

Kendinize iyi bakın, yeni bölümde görüşürüz 🤍

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro