9
Sayfaya yeniden göz atarken, erkekler gibi kadınların da sürüp giden ev ve aile hayatının dışında da ilgilendikleri şeyler olduğu ortaya çıkmakta, diye devam ettim. 'Chloe Olivia'dan hoşlanıyordu. Aynı laboratuvarı paylaşıyorlardı...' diye okumaya devam ettim ve bu iki genç kadının, görünüşe bakılırsa ölümcül kansızlığa çare olan ciğer doğradıklarını keşfettim; oysa biri evliydi ve –söylememde bir sakınca olmadığını düşünüyorum– iki küçük çocuğu vardı. Bütün bunların tabii dışarıda bırakılması gerekmişti, bu yüzden kurmacadaki kadının muhteşem portresi fazlasıyla basit ve fazlasıyla yavan kalmıştı. Örneğin erkeklerin edebiyatta asla erkeklerin arkadaşları, asker, düşünür, hayalperest olarak değil de sadece kadınların sevgilileri olarak temsil edildiğini varsayın; Shakespeare'in oyunlarında ne kadar az yer verilebilirdi onlara; edebiyat nasıl da çekerdi bunun acısını! Othello'dan pek bir şey eksilmezdi; Antonius'tan da öyle; ama ne Sezar olurdu, ne Brutus, ne Hamlet, ne Lear ne de Jaques – edebiyat inanılmaz derecede yoksullaşırdı, tıpkı kadınların suratına kapatılan kapılar yüzünden edebiyatın ölçülemeyecek derecede yoksullaşması gibi. İstemeden evlendirilmişlerdi kadınlar, bir odaya tıkılıp bir tek şeyle meşgul olmaya zorlanmışlardı, bu durumda bir oyun yazarı onları nasıl eksiksiz, ilginç ya da gerçeğe uygun şekilde anlatabilirdi ki? Tek olası tercüman aşk olabilirdi. Şair, eğer kadınlardan nefret etmiyorsa, ya şehvetli olmak zorundaydı ya da üzücü, bunun da anlamı kadınların ondan hoşlanmamasıydı.
Chloe Olivia'dan hoşlanıyorsa ve ikisi aynı laboratuvarda çalışıyorlarsa, arkadaşlıkları kendiliğinden daha renkli ve sürekli olur, çünkü fazla kişisel sayılmaz; Mary Carmichael nasıl yazılacağını biliyorsa, ki onun üslubu hoşuma gitmeye başlamıştı; kendine ait bir odası varsa, ki bundan pek emin değilim; kendine ait yıllık beş yüz poundluk bir geliri varsa –ama bunun kanıtlanması gerek– o zaman büyük önemi olan bir şey yaşandığını düşünürüm.
Çünkü eğer Chloe Olivia'dan hoşlanıyorsa ve Mary Carmi-chael bunu nasıl ifade edeceğini biliyorsa, henüz hiç kimsenin adım atmadığı o kocaman odada bir fener yakacaktır. Orası loş ışıklar ve koyu gölgelerle dolu olacaktır, tıpkı elimizde bir mumla girip nereye bastığımızı bilmeden sağa sola göz attığımız o dolambaçlı mağaralar gibi. Kitabı yeniden okumaya başladım, Olivia bir rafa bir kavanoz koyarken Chloe'nin onu nasıl izlediğini, çocuklarının yanına gitme vaktini ona hatırlattığını okudum. Dünya kurulalı beri böyle bir manzara görülmemiştir, diye bağırdım. Ve ben de seyrettim, hem de büyük bir merakla. Çünkü, kadınlar karşı cinsin yanardöner ve renkli ışığıyla aydınlanmadan yalnız kaldıklarında oluşan, ancak pervanelerin tavana vuran gölgesi kadar hissedilebilen o kayda geçmemiş hareketleri, o söylenmeyen ya da yarım yamalak söylenen sözleri Mary Carmichael'ın nasıl yakaladığını görmek istiyordum. Eğer bunu yapacaksa, dedim, okumaya devam ederken, soluğunu tutması gerekecek; çünkü arkasında belli bir neden yoksa kadınlar herhangi bir ilgiden çok kuşkulanırlar, gizlemeye ve bastırmaya öyle feci alışmışlardır ki, kendilerine dikilen bir göz kırpıldığı anda fırlayıp kaçmaya hazırdırlar. Bunu yapmanın tek yolu diye düşündüm, Mary Carmichael karşımdaymış gibi ona hitap ederek, sürekli camdan dışarı bakarak başka bir şeyden söz etmek ve böylece çok çok kısa sözcüklerle, hatta neredeyse heceye dönüşmemiş sözcüklerle –ama kalemle deftere yazarak değil– not tutarak, Olivia –milyonlarca yıldır kayanın gölgesi altında kalmış bu organizma– ışık vurduğunu hissettiğinde ve tuhaf bir gıdanın, bilgi olabilir bu, serüven ya da sanat, üzerine geldiğini gördüğü anda neler olduğunu kaydetmek. Elini ona doğru uzatır, diye düşündüm, gözlerimi yine sayfadan kaldırırken, başka amaçlar için epeyce geliştirilmiş olan kaynaklarını kullanıp bütünün son derece girişik ve karmaşık dengesini bozmadan yeniyi eskinin içine sindirmek için tamamıyla yeni bir birleşim oluşturur.
Ne yazık ki yapmamaya karar verdiğim şeyi yapmıştım; düşünmeksizin kendi cinsimi övmeye girişmiştim. 'Epeyce geliştirilmiş' – 'son derece çetrefil' – bunlar kesinlikle övgü sözcükleriydi, ve insanın kendi cinsini övmesi her zaman kuşku uyandırırdı, çoğunlukla da budalacaydı; hem bu örnekte nasıl haklı gösterebilirdim kendimi? Haritanın başına gidip Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfettiğini ve kendisinin bir kadın olduğunu söyleyemezdim ya; ya da elime bir elma alıp Newton'un yerçekimi yasasını bulduğunu ve bir kadın olduğunu söyleyemezdim; ya da göğe bakıp tepemde uçakların uçtuğunu, uçakları kadınların icat ettiğini de söyleyemezdim. Duvarda, kadınların tam boyunu gösteren bir işaret çizgisi yok. İyi bir annenin niteliklerini ya da bir kız evladın bağlılığını ya da bir kız kardeşin sadakatini ya da bir kâhyanın yeteneklerini ölçebileceğimiz, düzgünce milimetrelere ayrılmış uzunluk ölçüleri yok. Şimdi bile pek az kadın üniversitelerden mezun olmuştur; ordu ve donanmanın, ticaretin, politikanın ve diplomasinin önemli sınavlarından geçmiş sayılmazlar. Şu anda bile herhangi bir gruplandırmaya tabi tutulmamışlardır. Ama Sir Hawley Butts hakkında bilmek istediğim her şeyi öğrenmek için Burke ya da Debrett'i açmam yeterlidir, orada onun şu şu dereceleri elde ettiğini, bir okulu olduğunu, bir varisi olduğunu, komite sekreterliğinde bulunduğunu, Kanada'da Büyük Britanya'yı temsil ettiğini ve birçok derece aldığını, madalyalara ve nişanlara sahip olduğunu ve bu aldıklarının yeteneklerinin damgasını onun üzerine kazıdığını okuyabilirim. Sir Hawley Butts hakkında bundan fazlasını ancak Tanrı bilir.
Bu nedenle, kadınlar için 'epeyce geliştirilmiş', 'son derece çetrefil' dediğimde, bu sözlerimi ne Whitaker ve Debrett'te ne de üniversitenin akademik takviminde doğrulatabilirim. Bu tatsız durumda ne yapabilirim? Yeniden kitap rafına baktım. Biyografiler vardı: Johnson, Goethe, Carlyle, Sterne, Cowper, Shelley, Voltaire, Browning ve daha pek çok kişi. Karşı cinsten bazı kişileri şu da ya bu nedenle arayıp bulan, birlikte yaşayan, onlara içini döken, sevişen, hakkında yazan, güvenen, ancak ihtiyaç ve güvenme diye nitelenebilecek şeyi göstermiş olan bütün o büyük adamları düşünmeye başladım. Bu ilişkilerin tamamının platonik olduğunu söyleyecek değilim, Sir William Joynson Hicks de muhtemelen inkâr ederdi. Ancak, bu ünlü adamların bu birlikteliklerden teselli, pohpohlanma ve bedensel zevkler dışında bir şey elde etmediklerinde ısrar edersek onlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Besbelli ki onlar, kendi cinslerinin veremedikleri şeyi elde etmişlerdi; hatta bunu, şairlerin kuşkusuz coşkulu sözlerinden alıntı yapmaksızın, bir uyarıcı, yaratıcılığın tazelenmesi olarak tanımlamak düşüncesizlik sayılmayabilir, ki böyle bir şeyi sadece karşı cinsten biri sağlayabilir insana. Erkek salonun ya da çocuk odasının kapısını açar, diye düşündüm, ve belki kadını çocuklarının arasında bulur, ya da kucağında bir nakışla – ne olursa olsun farklı bir düzenin, farklı bir yaşam sisteminin merkezidir kadın, bu dünyayla kendi dünyası, ki orası mahkeme salonları ya da Avam Kamarası olabilir, arasındaki tezat hemen tazelendirecek, canlandıracaktır erkeği; en basit konuşmada bile öyle doğal bir görüş farklılığı ortaya çıkacaktır ki erkeğin içindeki kurumuş fikirler yeniden döllenecektir; kadını, kendisininkinden farklı bir ortamda bir şeyler yaratırken görmek erkeğin yaratıcılığını öylesine hızlandıracaktır ki kısır zihni yavaş yavaş yeniden plan yapmaya başlayacak ve erkek, şapkasını başına oturtup kadının yanına gelmeden önce eksik olan cümleyi ya da sahneyi bulacaktır. Her Johnson'ın kendi Thrale'i vardır, ve bunun gibi nedenler yüzünden o kadına sıkı sıkı sarılır, Thrale İtalyan müzik üstadıyla evlenince Johnson öfkeden ve nefretten deliye döner adeta, sadece Streatham'deki güzel akşamları özleyeceği için değil, hayatının ışığı 'sönmüş gibi olacağı' için.
Bir Dr. Johnson, Goethe, Carlyle ya da Voltaire olmasak da, bu büyük adamlardan çok farklı olarak bile, bu entrikanın yapısını ve kadınların bu son derece gelişmiş yaratıcı yetisinin gücünü hissedebiliriz. Odaya gireriz – bir kadın bir odaya girdiğinde neler olacağını söylemeye fırsat bulana kadar İngilizcenin olanakları fazlasıyla uzatılıp genişletilmiş, havada küme küme uçuşan sözcükler izinsizce hayatiyet kazanmış olur. Odalar birbirinden öyle farklıdır ki; sakin olabilirler ya da gürültülü; denize bakarlar ya da tam tersi, bir hapishanenin avlusuna; yıkanmış çamaşırlar asılı olabilir; ya da opal kumaşlar ve ipekler canlandırır içlerini; at kılı kadar sert ya da tüy gibi yumuşaktırlar – kadınlığın bu aşırı karmaşık gücünün insanın suratına çarpması için herhangi bir sokaktaki herhangi bir odaya girmek yeterlidir. Zaten başka türlü olabilir mi? Çünkü kadınlar milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öylesine zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara, iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır. Ancak kadınların yaratıcılığı erkeklerinkinden çok farklıdır. Asırlar süren çok katı bir disiplin sonunda kazanılmıştır, yerini de hiçbir şey alamaz, bu yüzden eğer engellenirse ya da ziyan edilirse çok yazık olur, diye düşünürüz. Kadınlar erkekler gibi yazsalardı ya da erkekler gibi yaşasalardı, onlar gibi görünselerdi çok yazık olurdu, dünyanın ne kadar geniş ve çeşitli olduğunu düşünürsek, iki cins bile pek yetersiz kaldığına göre sadece tek bir cinsle nasıl idare edebilirdik? Eğitim, benzerlikleri değil de farklılıkları meydana çıkarıp güçlendirmemeli mi? Çünkü zaten oldukça fazla benziyoruz birbirimize; bir kâşif gittiği yerden dönüp başka ağaçların dallarının arasından başka göklere bakan başka cinslerin olduğu haberini getirecek olsa, insanlığa bundan büyük yardımda bulunamazdı; biz de ayrıca Profesör X'in kendi 'üstünlüğünü' kanıtlamak üzere koşup ölçü çubuklarını almasını seyretmenin tadını çıkarırdık.
Mary Carmichael, diye düşündüm, hâlâ sayfayı biraz uzakta tutarak, seyirci olarak kalacak, işi başkası kotaracaktır. Korkarım ki natüralist romancı olmak gelecektir içinden, düşünen romancı değil, bu da türlerin içinde en az ilginç olan daldır. Gözlemleyeceği öyle çok yeni olgu vardır ki. Artık kendisini üst-orta sınıfın saygıdeğer evleriyle sınırlaması gerekmeyecektir. Nezaket göstermeden, tenezzül eder gibi yapmadan, arkadaşlık ruhuyla fahişelerin, orospuların ve buldoklu hanımların oturduğu o küçük, mis kokulu odalara girecektir. O kadınlar orada erkek yazarın sırtlarına zorla giydirdiği o kaba, hazır dikim kıyafetlerle oturmaktadır hâlâ. Ama Mary Carmichael makasını çıkarıp o kıyafetleri, kadınların üzerlerine kalıp gibi oturtacaktır. Bu kadınları oldukları gibi görmek şaşırtıcı olacaktır, ama biraz beklemeliyiz, çünkü Mary Carmichael cinsel barbarlığımızın mirası 'günah'ın mevcudiyeti karşısında hâlâ çekinip sıkılacaktır. Ayaklarında hâlâ, çaputlardan yapılma, ait olduğu sınıfı gösteren o eski zincirler bulunacaktır.
Bununla birlikte kadınların çoğunluğu ne fahişedir ne de orospu; ne de yaz ikindilerinde akşama kadar buldoklarını tozlu kadifelere bağlayarak otururlar. O zaman ne yaparlar? Zihin gözümün önünde nehrin güneyinde bir yerde, sıra evlerini insanların doldurduğu o uzun sokaklardan biri belirdi. İmgelemimin gözüyle, sokakta karşıdan karşıya geçen çok yaşlı bir hanım gördüm, orta yaşlı bir kadının, kızı olabilirdi, koluna girmişti, her ikisinin ayakkabıları da kürkleri de öyle derli topluydu ki öğleden sonraları böyle giyinmek onlar için bir ritüel olmalıydı, kıyafetleri de herhalde her yıl yaz ayları boyunca naftalinlenip dolaplara kaldırılıyordu. Tam sokak lambaları yanarken karşıdan karşıya geçiyorlardı (çünkü en sevdikleri saat alacakaranlığın çöktüğü saatti), herhalde yıllardır sürdürüyorlardı bu alışkanlığı. Yaşlı olan seksenine yakındı; biri ona hayatınızın nasıl bir anlamı vardı, diye soracak olsa alacağı yanıt, Balaklava Savaşı için sokakların aydınlatıldığını hatırlıyorum olurdu, ya da Kral Yedinci Edward'ın doğumu şerefine Hyde Park'ta top atıldığını duymuştum, derdi. Yaşanan bir ânı tarihiyle ve mevsimiyle belirlemek amacıyla 1868 yılının 5 Nisan'ında ya da 1875 yılının 2 Kasım'ında ne yapıyordunuz diye sorulsa boş boş bakar, hiçbir şey hatırlamadığını söylerdi. Çünkü bütün yemekler pişirilmiş, tabak-çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderilmiş, dünyaya çıkılmıştır. Bütün bunlardan geriye hiçbir şey kalmamıştır. Hiçbir biyografide ya da tarih kitabında bununla ilgili bir not yoktur. Romanlar da, ister istemez, yalan söylerler.
Bütün bu karanlıkta kalmış hayatların kayda geçirilmesi gerek, dedim Mary Carmichael'a, sanki yanımdaymış gibi, sonra düşünceler içinde Londra sokaklarına çıktım, suskun kalmanın baskısını, yazılmamış hayatların birikimini hissettiğimi hayal ederek; ya köşebaşlarında duran, elleri belinde, şişman, şişmiş parmaklarındaki yüzükleri etlerine gömülü, Shakespeare'in sözcüklerindeki ahengi hatırlatan el kol hareketleriyle konuşan kadınların hayatlarıydı bunlar; ya menekşe satan, kibrit satan kadınların, kapı eşiklerine yerleşmiş kocakarıların; ya da güneşe ve buluta girip çıkan dalgaları andıran yüzlerine bakınca kadınların ve erkeklerin geldiğinin işareti ve yanıp sönen vitrin ışıkları görülen, avare dolaşan kızların. Bütün bunları, dedim Mary Carmichael'a, eline fenerini alıp araştırmalısın. Her şeyden önce, kendi ruhunu aydınlatacaksın, bütün derinliklerini, sığ yüzeylerini, ruhundaki kibri ve cömertliği; ve sonra kendi güzelliğinin ya da gösterişsizliğinin sana ne ifade ettiğini anlatacaksın; zemini suni mermer kaplı, giyim malzemesi satılan çarşılarda, eczacıların şişelerinden sızan hafif kokuların arasında dalgalanan eldivenlerin ve ayakkabıların ve kumaşların sürekli değişen ve dönen dünyasıyla nasıl bir ilişkin olduğunu söyleyeceksin. Çünkü bir mağazaya girdiğimi hayal etmiştim o sırada; siyah-beyaz döşenmişti; harika güzellikte renkli kurdeleler sarkıyordu tavandan. Mary Carmichael geçerken pekâlâ bir göz atabilir buraya, diye düşündüm, çünkü bu manzara da And Dağları'ndaki karlı bir tepe ya da kayalık bir geçit kadar uygun düşer yazıya dökmeye. Tezgâhın gerisindeki kız da var – Napoléon'un hayatını yüz ellinci kez, ya da Profesör Z ve benzerlerinin şimdi kâğıda dökmekte oldukları Milton'ın cümle içindeki sözcük sırasını çevirme tarzını kullanan Keats'in incelenmesini yetmişinci kez okumaktansa o kızın gerarzını kullanan Keats'in incelenmesini yetmişinci kez okumaktansa o kızın gerçek hikâyesini yeğlerdim. Sonra gayet ihtiyatlı bir şekilde, son derece dikkatli davranarak (bu kadar ürkeğim, bir zamanlar neredeyse sırtıma inecek olan kırbaçtan böylesine korkuyorum), o kızın da karşı cinsin bütün bu gösterişine –fazla saldırganca olmasın diye tuhaflıklarına desem daha iyi olacak– hiç kızmadan, gülmeyi öğrenmeye hak kazandığını mırıldandım. Çünkü kafamızın arkasında, kendimizin asla göremeyeceği bir şilin büyüklüğünde bir nokta vardır. Kafanın arka tarafındaki bir şilin büyüklüğündeki o noktayı betimlemek için cinslerden birinin ötekini sorumluluktan kurtarması iyi bir iştir. Juvenal'in taşlamalarından, Strindberg'in eleştirilerinden kaç kadının yararlandığını bir düşünün. Erkeklerin, ilk çağlardan beri nasıl bir insaniyet ve parlak zekâyla kadınlara kafanın arkasındaki o karanlık noktayı işaret ettiğini düşünün! Eğer Mary çok cesur ve çok dürüst olsaydı karşı cinsin arkasına geçer ve orada ne gördüğünü bize söylerdi. Bir kadın bir şilin büyüklüğündeki o noktayı bize betimlemedikçe bir erkeğin eksiksiz bir portresi çizilemez. Mr. Woodhouse ile Mr. Casaubon o büyüklükte ve o yapıda noktalardır. (18) Elbette ki aklı başında hiç kimse Mary'ye kasten alaycılığa, küçümsemeye kalkışmasını öğütlemez – bu tarzda yazılan şeylerin amacına ulaşmadığını edebiyat göstermektedir bize. Gerçeğe bağlı kalınması önerilir, sonuç şaşırtıcı ölçüde ilginç çıkacaktır. Komedi mutlaka zenginleşecektir. Yeni durumlar mutlaka keşfedilecektir.
(18) Mr. Woodhouse ve Mr. Casaubon: Kadın yazarların kitaplarındaki iki sevimsiz karakter. Woodhouse, Jane Austen'ın Emma adlı romanında Emma'nın babası. (Rahip) Casaubon, George Eliot'un Middlemarch adlı romanında, Dorothea'nın kocası. (ç.n.)
Bununla birlikte gözlerimi yeniden sayfaya çevirmenin zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Mary Carmichael'ın ne yazabileceğini ve yazması gerektiğini düşünecek yerde onun aslında ne yazdığını görmeliydim. Böylece yeniden okumaya koyuldum. Ona kızdığım yerler olduğu geldi aklıma. Jane Austen'ın cümlelerini bölmüştü, bu yüzden kusursuz zevkimle, zor beğenen kulağımla böbürlenme fırsatı vermemişti bana. Çünkü, 'Evet, evet çok hoş bu; ama Jane Austen sizden çok daha iyi yazmıştı,' demek gereksizdi, çünkü açıkça söylemeliydim ki o ikisinin benzeştiği bir tek nokta bile yoktu. Daha da ileri gitmiş ve cümle düzenini bozmuştu – beklenen sırayı. Belki de bilinçsizce yapmıştı bunu, her şeye doğal düzenini vererek, kadın gibi yazan bir kadının yapacağı gibi. Ama sonuç nedense şaşırtıcıydı; kabaran bir dalgayı, yaklaşmakta olan krizi göremiyordunuz. Bu nedenle de ne duygularımın derinliğiyle ne de insan yüreği hakkındaki eksiksiz bilgimle övünebiliyordum. Ne zaman aşk üzerine, ölüm üzerine bildik şeyleri bildik yerlerde hissetmek üzere olsam, önemli nokta biraz daha ilerideymiş gibi can sıkıcı yaratık kapıp götürüyordu beni. Böylece 'temel duygular', 'insanlığın ortak konusu', 'insan yüreğinin derinlikleri' türünden gösterişli cümlelerimi ve yüzeyde ne kadar akıllı görünsek de aslında çok ciddi, çok derinlikli ve çok insani olduğumuza dair inancımızda bizi destekleyen öbür cümleleri dolu dolu söylememi olanaksızlaştırıyordu Mary Carmichael. Üstelik tam tersine, ciddi ve derinlikli ve insani olmak yerine –ve bu düşünce çok daha az kışkırtıcıydı– tembel zihinli ve basmakalıp olabileceğimi hissettiriyordu bana.
Okumaya devam ederken birtakım başka durumlar da fark ettim. Mary Carmichael üstün yetenekli değildi – apaçık belliydi bu. Lady Winchilsea, Charlotte Brontë, Emily Brontë, Jane Austen ve George Eliot gibi önemli öncüllerinin doğa sevgisi, coşkulu hayal gücü, vahşi şiirselliği, parlak zekâsı, düşünceli bilgeliğine sahip değildi; Dorothy Osborne'un ezgisi ve vakarı da yoktu yazdıklarında – aslında, yayıncıların kitaplarını on yıl sonra hamura dönüştürecekleri becerikli bir küçük kızdan öte değildi. Ama yine de yarım yüzyıl önce bile çok daha yetenekli kadınların sahip olmadıkları bazı avantajları vardı. Erkekler artık 'muhalif hizip' değildi onun karşısında; zamanını onlara bağırıp çağırarak geçirmesine gerek yoktu; dama çıkıp gezilere gitmek, dünyayı, karşılaşamadığı karakterleri tanıyıp öğrenmek için kıvranarak bunalım geçirmesine gerek yoktu. Karşı cinsi ele alırken korkudan da nefretten de hemen hemen arınmıştı, ya da bunların izleri sadece, özgürlükten duyulan sevincin biraz abartılarak gösterilmesinde, romantik sözlere değil de iğneleyici ve alaycı sözlere yatkınlıkta belli ediyordu kendini. Kuşku yok ki romancı olarak bazı doğal ve önemli avantajlardan da yararlanıyordu. Duyarlılığı yüksekti, hevesli ve özgürdü. Belli belirsiz bile dokunsanız hemen yanıt veriyordu. Temiz havaya yeni çıkarılmış bir bitki gibi ne görse ne işitse seviniyordu. Neredeyse hiç bilinmeyen ya da fark edilmemiş şeylerin arasında da zarafetle, büyük bir merakla geziniyordu; küçük şeylerin üzerinde ışıyor ve belki de bunların hiç de küçük olmadıklarını gösteriyordu. Gömülü şeyleri gün ışığına çıkarıyor ve onları gömmeye ne gerek vardı diye şaşırmamızı sağlıyordu. Ne kadar acemi olsa da, Thackeray'in ya da Lamb'in kaleminin ufacık bir dönüşünün bile kulakları okşamasını sağlayan, uzun bir geçmişe sahip olmanın sağladığı ve fark edilmeden edinilen tavırdan yoksunsa da –öyle düşünmeye başlıyordum– ilk önemli dersinin üstesinden gelmişti; kadın gibi yazıyordu, ama kadın olduğunu unutmuş bir kadın gibi, öyle ki sayfaları, ancak cinsiyet kendinden habersizse gelen o tuhaf cinsellikle doluydu.
Bütün bunlar olumluydu. Ancak Mary Carmichael geçici ve kişisel olanı alıp devrilmeden kalacak bir yapı inşa edemediği sürece duygu bolluğu da seziş inceliği de uçup giderdi. Yazar 'bir durumla' karşılaşana kadar bekleyeceğimi söylemiştim. Demek istediğim, sadece yüzeylere değip geçmediğini, derinlere de bakmış olduğunu çağırarak, el ederek ve bir şeyleri bir araya getirerek kanıtlayana kadar bekleyecektim. Bir an gelecek, işte zamanı geldi diyecekti içinden, şiddete başvurmadan bütün bunların anlamını gösterebilirim. Ve işaret vermeye, el etmeye başlayacaktı –nasıl da belli olur bu hızlanma!–, o zaman okurken bir kenara bırakılan öteki bölümlerin içinden belki de önemsiz görülen, unutulmaya başlanan küçük şeyler bellekte canlanacaktı. Son derece doğal bir biçimde dikiş diken ya da piposunu içen birileri o küçük şeylerin varlığını hissettirecekti bize ve yazar yazmaya devam ederken biz sanki dünyanın en tepesine çıkacak ve bütün dünyayı ayaklarımızın altında büyük bir görkem içinde serilmiş bulacaktık.
Ne olursa olsun deniyordu Mary Carmichael. Onun bu sınav için uzatmasını izlerken ona seslenen, uyaran, öğüt veren piskoposları ve dekanları gördüm, doktorları ve profesörleri, patrikleri ve pedagogları gördüm ve keşke Mary görmese, dedim. Bunu yapmamalısın, şunu yapmayacaksın! Çimenlere sadece öğretim üyeleri ve öğrenciler basabilir! Elinde tavsiye mektubu olmayan hanımlar giremez! Hevesli ve zarif kadın romancılar şu taraftan! Yarış alanındaki çitin arkasında bekleşen kalabalıklar gibi bırakmadılar peşini, onun görevi, sağa da sola da bakmadan kendi çitine ulaşmaktı. Lanet etmek için durursan, yolunu kaybedersin dedim ona; gülmek için durursan da. Tereddüt edersen ya da beceremezsen işin biter. Sadece atlayışı düşün, diye yalvardım ona, sanki bütün paramı ona yatırmışım gibi; o da kuş gibi tekrarladı dediklerimi. Ama ilkinin ötesinde bir çit daha vardı, onun da ötesinde bir tane daha. Dayanacak gücü olup olmadığına bilemiyordum, çünkü alkışlar ve çığlıklar sinir bozucuydu. Ama o elinden geleni yaptı. Mary Carmichael'ın üstün yetenekli olmadığını, oturma odası olarak da kullandığı yatak odasında ilk romanını yazan, zaman, para ve tembellik gibi arzulanan şeylere yeterince sahip bulunmayan, tanınmamış bir kız olduğunu düşünürsek, yine de fena iş çıkarmamış, diye düşündüm.
Son bölümü okurken –insanların burunlarının ve çıplak omuzlarının gerisinde yıldızlı gökyüzü göründü, çünkü biri salondaki perdeyi yana çekmişti–, eline yüz yıl daha verilse, dedim, kendine ait bir oda ve yılda beş yüz pound verilse, aklındakileri söyleyebilse, yazmış olduklarının yarısını çıkarıp atsa, yakında daha iyi bir kitap yazabilir. Yüz yıl sonra bir şair olacaktır, dedim, Mary Carmichael'ın yazdığı Hayatın Serüveni'ni kitap rafının en ucuna koyarken.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro