11
Yazarlar açısından bile, cinsiyetlerin birbirine kıyasla sahip oldukları erdemler konusunda hiçbir fikir ileri sürülmedi diyebilirsiniz. Bunu kasıtlı yaptım, çünkü böyle bir değerlendirmede bulunmanın zamanı gelmiş olsa bile –şimdi kadınların ne kadar parası ve kaç odası olduğu, onların yeteneklerine dair varsayımlarda bulunmaktan çok daha önemlidir– zamanı gelmiş olsa bile ben, zihinsel olsun, kişilikle ilgili olsun, yetilerin, şeker ya da tereyağ gibi tartıya vurulabileceklerine inanmıyorum, insanları sınıflara ayırmada, başlarına kep, adlarının arkasına da harfler koymada onca usta olunan Cambridge'de bile. Whitaker'in Almanac'ında bulacağınız Öncüller Tablosu'nun bile değerlerin kesin listesini temsil ettiğini sanmıyorum; bir 'Commander of the Bath'ın (21) akşam yemeği için salona girerken bir 'Master in Lunacy'nin (22) arkasında yürüyeceğini varsaymak için geçerli bir neden olacağına da inanmıyorum. Bütün bu cinsiyeti cinsiyete, niteliği niteliğe vurmak; üstünlük taslamak ve aşağılıkla itham etmek, insanın orta öğrenim yıllarında, taraf tuttuğu, bir tarafın ötekini alt etmesinin gerekli olduğu, bir platforma çıkıp okul müdürünün elinden süslü-püslü bir kupa almanın büyük önem taşıdığı çağa ait şeylerdir. İnsanlar olgunlaştıkça taraf tutmaktan vazgeçerler, okul müdürlerine ya da süslü kupalara inanmaktan da. Her ne olursa olsun, kitaplar söz konusu olduğunda, üzerlerine çıkmayacak şekilde meziyet etiketleri yapıştırmak inanılmaz zordur. 'Bu müthiş kitap', 'bu değersiz kitap', aynı kitap her iki şekilde de anılır. Aynı anda övmenin ve kötülemenin hiçbir anlamı yoktur. Hayır, ölçme işi bir meşgale olarak keyif verse de, bütün işler içinde en yararsız olanıdır, ölçenlerin kararlarına boyun eğmek de çok aşağılık bir tavırdır. Önemli olan yazmak istediğinizi yazmanızdır; çağlar boyunca mı birkaç saatliğine mi önemi olacağını kimse bilemez. Ama elinde gümüş bir kupa tutan bir okul müdürüne ya da kolunun altında ölçü çubuğuyla bir profesöre saygıdan dolayı hayalinizin başından bir tel saç, renginden bir ton feda etmek, en iğrenç ihanettir, bununla kıyaslandığında, servetin ve iffetin feda edilmesi –ki bir zamanlar insanın başına gelebilecek en büyük felaket denirdi buna– pire ısırığı kadar kalır.
(21) Order of the Bath: İngiltere'de 1725 yılında Kral I. George'un kurduğu bir şövalye sınıfı. Ortaçağda şövalye olmak için yapılan törenin bir aşamasını, arınmak bağlamında yıkanmak oluşturuyordu, Bath (Banyo) da buradan kaynaklanmaktadır. 'Commander of the Bath', bu sınıfta orta dereceli bir rütbedir. (ç.n.)
(22) Birinin akıl hastası olup olmadığına karar vermesi için mahkemece tayin olunan memur. (ç.n.)
Bütün bunları anlatırken maddi şeyleri fazlasıyla vurguladığımı söyleyerek itirazda bulunabileceğinizi düşünüyorum. Sembolizme geniş bir pay bırakarak yıllık o beş yüz pound'un düşünme gücünü, kapıdaki kilidin insanın kendi başına düşünebilme gücünü temsil ettiğini varsaysak bile, siz yine de zihnimizin bu tür şeylerin üstüne çıkması gerektiğini söyleyebilirsiniz; büyük şairler çoğunlukla yoksul kişilerdi diyebilirsiniz. O zaman izin verin, size kendi Edebiyat Profesörünüzün sözlerini aktarayım, bir şairin nasıl yetiştiğini o benden daha iyi bilir. Sir Arthur Quiller-Couch şöyle yazıyor: (23)
(23) The Art of Writing (Yazma Sanatı).
Yaklaşık son yüz yılın önemli şair adları hangileridir? Coleridge, Wordsworth, Byron, Shelley, Landor, Keats, Tennyson, Browning, Arnold, Morris, Rossetti, Swinburne – burada durabiliriz. Bunların içinde Keats, Browning, Rossetti dışında hepsi üniversiteliydi, üçünden de sadece genç yaşta ölen, ömrünün en verimli çağında göçüp giden Keats'in hali vakti pek yerinde değildi. Söyleyeceğim şeye çok acımasızca diyebilirsiniz, ama çok da üzücü: Şu bir gerçek ki, şiir yeteneğinin kim arzuluyorsa onda, hem zenginde hem yoksulda, geliştiği varsayımı pek doğru değildir. Acı gerçek şu ki, o on iki kişiden dokuzu üniversiteliydi, bunun da anlamı, şöyle ya da böyle İngiltere'nin verebileceği en iyi eğitimi alacak olanağa sahiptiler. Acı gerçek şu ki, geriye kalan üç kişiden Browning'in halinin vaktinin yerinde olduğunu biliyorsunuz, iddia ediyorum ki, varlıklı olmasaydı ne Saul'ü ne de Yüzük ve Kitap'ı yazabilirdi, tıpkı babası varlıklı bir iş adamı olmasaydı Ruskin'in de Çağdaş Ressamlar'ı yazamayacağı gibi. Rossetti'nin küçük bir kişisel geliri vardı; ayrıca resim yapıyordu. Geriye Keats'ten başka kimse kalmıyor; Atropos (24) erken aldı onu bu dünyadan, John Clare'i de bir tımarhaneden aldığı gibi, ilaçlardan umudunu kesince afyon ruhuna başvuran James Thomson'u da aldı. Bunlar ürkütücü gerçekler, ama katlanmamız gerek. Şurası kesin ki –ulus olarak bizi ne kadar alçaltsa da– milletler topluluğumuzun bir kusuru olarak zavallı şairin ne günümüzde ne de son iki yüz yıldır en ufak bir şansı olmamıştır. İnanın bana, ki ben son on yılımın büyükçe bir bölümünü üç yüz yirmi ilk öğretim okulunu gözlemleyerek geçirdim, demokrasimiz var diye boş boş konuşabiliriz ama İngiltere'de yoksul bir çocuğun, büyük yapıtların doğduğu o entelektüel özgürlüğe kavuşma umudu, Atinalı bir kölenin oğlununkinden biraz fazladır.
24 Atropos: Yunan mitolojisinde görevi insan hayatını sona erdirmek olan tanrıça (ç.n.)
Meseleyi bundan daha açık kimse ortaya koyamazdı. 'Zavallı şair ne günümüzde ne de son iki yüz yıldır en ufak bir fırsat bulamamıştır... İngiltere'de yoksul bir çocuğun, büyük yapıtların doğduğu o entelektüel özgürlüğe kavuşma umudu, Atinalı bir kölenin oğlununkinden biraz fazladır.' İşte bu. Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Kadınlarsa hep yoksul olmuşlardır, sadece iki yüz yıldır değil, dünya kurulalı beri. Kadınlar Atinalı kölelerin çocukları kadar bile entelektüel özgürlüğe sahip olmadılar. O zaman kadınların şiir yazmak için en ufak bir şansları yoktu. İşte bu yüzden paranın ve kendine ait bir odanın önemini vurguladım. Bununla birlikte, hem geçmişteki o meçhul kadınların, ki keşke haklarında daha çok şey bilseydik, çabaları sayesinde, hem de, tuhaftır ki, iki savaş sayesinde, yani Florence Nightingale'i oturma odasından çıkartan Kırım Savaşı ve ondan altmış yıl kadar sonra ortalama kadına kapıları açan Avrupa Savaşı sayesinde bu belalar giderilme yolunda. Yoksa bu gece burada olamazdınız, yılda beş yüz pound kazanma fırsatınız, bu konuda hâlâ kuşkuluyum, neredeyse hiç olmazdı.
Kadınların yazdıkları bu kitaplara neden bu kadar önem veriyorsunuz diye itiraz edebilirsiniz bana, söylediğinize göre çok çaba gerektiriyormuş, hatta insanın teyzesini öldürmesine kadar varabiliyormuş iş, öğle yemeğine kesinlikle geç kalınmasına neden olabiliyor ve çok iyi insanlar olan bazı öğretim üyeleriyle ciddi tartışmalara sokabiliyormuş. İtiraf edeyim ki benim nedenlerimin bir kısmı bencilce. Eğitim görmemiş çoğu İngiliz kadını gibi ben de okumaktan hoşlanırım – koca koca kitaplar okurum. Son zamanlarda bu okuma biçimim biraz monotonlaştı; tarih, daha çok savaşları anlatıyor; biyografiler daha çok büyük adamlar hakkında; şiirin de kısırlaşmaya eğilimi olduğunu düşünüyorum, kurmacaya gelince – çağdaş kurmaca yazını eleştirmekte pek becerikli olmadığımı yeterince gösterdim size, artık bu konuda bir şey söylemeyeceğim. Sizden her türlü kitabı yazmanızı istiyorum, ne kadar önemsiz ya da ne kadar geniş görünürse görünsün hiçbir konudan ürkmeyin. Ne yapıp edip seyahatlere çıkacak, tembellik edecek, gelecek hakkında ya da dünyanın geçmiş zamanları hakkında düşünecek, kitaplarla ilgili hayallere dalıp sokak köşelerinde oyalanacak, düşüncelerinizin suların derinliklerine dalmasına imkân verecek parayı elde edeceğinizi umuyorum. Size kesinlikle kurmacayla sınırlı kalın demiyorum. Beni hoşnut etmek isterseniz –ve benim gibi binlerce kişi var– gezi ve serüven kitapları, araştırma ve ilim kitapları, tarih ve biyografi, eleştiri ve felsefe ve bilim kitapları yazarsınız. Böyle yaparsanız kurmaca sanatı bundan yararlı çıkacaktır. Çünkü kitaplar birbirlerini etkilerler. Şiirle ve felsefeyle iç içe olan kurmaca yapıtlar kazançlı çıkarlar. Ayrıca, geçmişteki ünlü kişilerden hangisini olursa olsun ele aldığınızda, örneğin Sappho'yu, Lady Murasaki'yi, Emily Brontë'yi, onun hem bir mirası devralan hem de bir şey başlatan bir kişi olduğunu görürsünüz, kadınlar doğal yazma alışkanlığını edindikleri için bu kişiler ortaya çıkmışlardır; dolayısıyla yaptığınız iş şiire başlangıç bile sayılsa, böyle bir faaliyete girişmenizin değeri büyüktür.
Notlarıma tekrar göz gezdirip onları yazarken kafamda olan düşüncelerimi eleştirirken, nedenlerimin tamamen bencilce olmadığını da gördüm. Bu yorumların ve ifadelerin içinde, iyi kitapların istendiği ve iyi yazarların da, insana özgü her türlü ahlak bozukluğunu gösterseler de, yine de iyi insanlar olduklarına olan güvenim –yoksa içgüdüm mü– yatıyor. Bu yüzden, sizden daha çok kitap yazmanızı isterken kendiniz için ve bütün dünya için iyi olacak bir şey yapmaya zorlamış oluyorum sizi. Bu dürtümü ya da inancımı nasıl haklı çıkaracağımı bilmiyorum, çünkü üniversite eğitimi almadıysanız felsefi sözler size oyun oynayabilir. 'Gerçek' ne demektir? Çok yanıltıcı, çok güvenilmez bir şey gibi görünebilir – kâh tozlu bir yolda bulunur, kâh sokaktaki bir gazete kâğıdında, kâh güneşteki bir nergiste. Bir odadaki bir grubu ışıtır ve sıradan bir sözü damgalar. Yıldızların altında evine yürüyen birini bunaltır, sessiz dünyayı konuşmalar dünyasından daha gerçek kılar – ve sonra yine, Piccadily'nin gürültüsünde, bir otobüste çıkar karşımıza. Bazen de, nasıl bir yapıda olduklarını anlayamayacağımız kadar uzakta olan biçimlerin içinde bulunur. Ama neye dokunsa onu düzeltir ve sürekli kılar. Günün kabuğu çalıların içine atıldıktan sonra geride kalan odur; geçmiş zamandan ve aşklarımızdan ve nefretlerimizden geriye kalan odur. Bu hakikatin karşısında, yazarın diğer insanlardan daha çok yaşama fırsatı olduğunu düşünüyorum. Onu bulmak ve toplamak ve hepimize iletmek onun görevidir. En azından ben, Lear'i, Emma'yı, ya da Kayıp Zamanın İzinde'yi okumuş olmaktan bunları çıkarsıyorum. Çünkü bu kitapları okumak sanki duyuların üzerine bir cila çekiyor; insanın bakışı sonradan çok daha yoğunlaşıyor; sanki dünya örtüsünden sıyrılıyor, hayatı yoğunlaşıyor. Şunlar, gerçekdışıyla düşmanlık içinde yaşayan, imrenilecek insanlardır; şunlar da bilmeden ya da umursamadan yaptıkları şeyin yumruğunu başlarına yemiş zavallılar. Sizden para kazanmanızı ve kendinize ait bir odanızın olmasını isterken aynı zamanda hakikatle birlikte yaşamanızı istiyorum, söyleseniz de söylemeseniz de, görünüşe göre bu hayat insana zindelik verir.
Burada keserdim ama gelenekler, her konuşmanın kapanış sözleriyle bitirilmesini gerektiriyor. Kadınlara hitaben söylenecek bu sözler, kabul edersiniz ki, özellikle yüceltici ve yükseltici olmalı. Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok daha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatle araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması her şeyden daha önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.
Gazetelere ve romanlara ve biyografilere daldığımda, kadınlara konuşan bir kadının işinin hiç de kolay olmayacağı geliyor aklıma yeniden. Kadınlar birbirine karşı serttir. Kadınlar birbirinden hoşlanmaz. Kadınlar – ama bu sözcük ölesiye bulandırmıyor mu midenizi? Emin olun, benimkini bulandırıyor. O zaman gelin anlaşalım, bir kadının kadınlara okuduğu bir bildiri özellikle sevimsiz bir şeyle son bulmalı.
Ama nasıl olacak bu? Aklıma neler gelebilir? Gerçek şu ki, çoğunlukla hoşlanırım kadınlardan. Kalenderliklerinden hoşlanırım. Eksiksiz oluşlarından. Anonim oluşlarından. Hoşlandığım – ama bu şekilde devam etmemeliyim. Şuradaki dolap – içinde sadece temiz peçeteler var diyorsunuz; ama ya peçetelerin arasında Sir Archibald Bodkin (25) gizlendiyse? Gelin, daha ciddi bir ifade takınayım. Az önceki sözlerimle sizlere insanlığın uyarılarını ve kınamalarını yeterince ilettim mi? Mr. Oscar Browning'in sizleri ne kadar hakir gördüğünü anlattım. Bir zamanlar Napoléon'un nasıl düşündüğünü, Mussolini'nin şimdi nasıl düşündüğünü belirttim. İçinizden kurmacaya heveslenen varsa size yardımı olsun diye cinsinizin kısıtlamalarını cesurca ifade eden eleştirmenin tavsiyelerini not ettim. Profesör X'e değindim ve kadınların zekâ, ahlak ve beden açısından erkeklerden aşağıda olduğu ifadesinin altını çizdim. Aramadan önüme çıkan her şeyi sundum size, ve işte son bir uyarı – Mr. John Langdon Davies'ten. (26) Mr. John Langdon Davies, 'çocuklar artık istenmez olunca kadınlar da artık gereksiz olur' diyerek kadınları uyarıyor. Umarım bunu bir kenara yazarsınız.
25 Sir Archibald Henry Bodkin (1862-1957). İngiliz hukukçu ve 1920-1930 yılları arasında Ulusal Kovuşturma Müdürü. Özellikle müstehcen yayınlara karşıydı. (ç.n.)
26 A Short History of Women (Kadınların Kısa Tarihi). (ç.n.)
Hayatı nasıl ele alacağınız hakkında sizi daha başka nasıl yüreklendirebilirim? Genç hanımlar, diyebilirim, ve dikkat edin kapanış konuşması başlıyor, benim nazarımda sizler utanç verecek derecede cahilsiniz. Önemli sayılacak hiçbir keşifte bulunmadınız. Hiçbir imparatorluğu sarsmadınız, ya da bir ordunun başında savaşa gitmediniz. Shakespeare'in oyunlarını siz yazmadınız, bir barbar kavimi asla uygarlıkla tanıştırmadınız. Mazeretiniz ne? Dünyadaki, hepsi de alışverişle, işletmelerle ve sevişmekle meşgul olan siyah, beyaz ve esmer tenli insanlar kaynayan sokakları ve meydanları ve ormanları işaret ederek başka işimiz vardı diyebilirsiniz, içiniz rahat olarak. Biz olmasaydık bu denizlerden gemiler geçmez, şu verimli topraklar çöl olurdu. Biz, istatistiklere göre şu anda yaşayan bir milyar altı yüz yirmi üç milyon insanı doğurduk, besledik, yıkadık ve eğittik, belki altı-yedi yaşına kadar, ve bu da, bir kısmının yardımla olduğunu göz ardı etmeyelim, epeyce zaman alır.
Sözlerinizde gerçek payı var – inkâr etmeyeceğim. Ama aynı zamanda, 1866 yılından beri İngiltere'de kadınlar için iki yüksek okul bulunduğunu size hatırlatabilir miyim; 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkını kazandığını; 1919 yılında –ki aradan tam dokuz yıl geçmiştir– seçme hakkını kazandığını? Şunu da hatırlatabilir miyim ki, neredeyse on yıldır pek çok meslek sizlere kapılarını açmıştır. Bu geniş ayrıcalıkları ve onlardan ne kadar zamandır yararlanıldığını düşünürseniz, ve şu anda iki bin kadar kadının şu ya da bu şekilde yılda beş yüz pound'dan daha fazla kazandığını unutmazsanız, o zaman fırsat, eğitim, teşvik, boş zaman ve para yokluğunun artık geçerli olmadığı konusunda bana hak verirsiniz. Ayrıca iktisatçılar bize Mrs. Seton'un çok fazla çocuk yaptığını söylüyorlar. Elbette çocuk doğurmaya devam edeceksiniz, ama ikişer üçer, öyle deniyor, on-on iki tane değil.
Böylece, elinizde biraz zamanla, kafalarınızın içinde de kitaplardan öğrendiklerinizle –öteki türlüsünden yeterince aldınız, sanırım okula da kısmen eğitim görmemek üzere gönderildiniz– çok uzun, çok zahmetli ve son derece muğlak kariyerinizin bir başka evresine adım atmalısınız. Ne yapmanız gerektiği ve nasıl bir sonuç alacağınız konusunda fikir vermek üzere bin kalem hazır bekliyor. Benim önerim biraz fantastik, itiraf ediyorum; bu nedenle onu kurmaca şeklinde sunmayı yeğliyorum.
Bu konuşmam sırasında Shakespeare'in bir kız kardeşi olduğunu söylemiştim; ama Sir Sidney Lee'nin, şairin hayatı üzerine hazırladığı çalışmada aramayın o kızı. Genç yaşta öldü – ne yazık ki tek bir sözcük bile yazmadı. Şimdi otobüs duraklarının olduğu bir yerde gömülü, Elephant ile Castle'ın (27) karşısında. Ben, tek bir sözcük bile yazmayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hâlâ yaşadığına inanıyorum. Sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor, ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pek çok kadının içinde. Ama o yaşıyor; çünkü büyük şairler ölmezler; onlar süregiden varlıklardır; bizlerin arasında ete kemiğe bürünüp dolaşmak için fırsatları yoktur sadece. Bu fırsatı ona vermek sizin elinizde artık, diye düşünüyorum. Çünkü inanıyorum ki, bir yüz yıl kadar daha yaşarsak –hakiki hayat olan ortak hayattan söz ediyorum, bireysel yaşadığımız ayrı ayrı, küçük hayatlardan değil– ve herbirimizin eline yılda beş yüz pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür yaşarsak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; ortak kullanılan oturma odasından biraz çıkabilirsek ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek; ve gökyüzünü de ve ağaçları da ya da içinde ne varsa onu görürsek; Milton'un kötü ruhundan bakışlarımızı çevirirsek, çünkü hiçbir insan kapatmamalıdır manzaramızı; tutunabileceğimiz bir kol olmadığı gerçeğiyle, çünkü bu bir gerçek, yüzleşebilirsek, yalnız başına yol aldığımızı, ilişkimizin sadece erkekler ve kadınların dünyasıyla değil, gerçeklerin dünyasıyla olduğunu bilirsek, o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare'in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir. Kendisinden önce abisinin yaptığı gibi, hayatını, öncülleri olan meçhul kadınların hayatlarından çekip alarak doğacaktır. Böyle bir hazırlık yapılmadan, biz bir çaba harcamadan, o yeniden doğduğunda yaşamasını ve şiirini yazmasını mümkün kılacak kararlılığımızı göstermeden gelmesini bekleyemeyiz, çünkü bu imkânsız. Ama şuna inanıyorum ki, bizler onun için çalışırsak gelecektir, ve yoksulluk ve karanlık içinde bile olunsa, böyle bir çalışma yapmaya değer.
27 Londra'nın merkezinde bir kavşak. (ç.n.)
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro