10
Altı
Ertesi gün ekim sabahının ışığı perdesiz pencerelerden içeri tozlu oklar gönderiyor, sokaktan trafiğin uğultusu yükseliyordu. Londra bir kez daha kendine geliyordu; fabrika harekete geçmişti, makineler çalışmaya başlıyordu. Okuduğum onca şeyden sonra pencereden bakmak ve 26 Ekim 1928 sabahında Londra'da neler olduğunu görmek kışkırtıcıydı. Peki, neler oluyordu Londra'da? Görünüşe bakılırsa hiç kimse Antonius ve Kleopatra'yı okumuyordu. Belli ki Shakespeare'in oyunlarına tamamen kayıtsızdı Londra. Kurmacanın geleceği kimsenin umurunda değildi –bunun için suçlamıyorum onları–, şiirin öldüğüne ya da ortalama kadının zihnindekini olduğu gibi ifade edecek bir düzyazı üslubu geliştirmesine de aldıran yoktu. Bu meselelerden biri hakkındaki görüşler kaldırıma tebeşirle çizilmiş olsa, kimse durup da okumazdı onları. Telaşla koşuşturan umursamaz ayaklar yarım saat geçmeden silerdi bütün yazıları. Şuradan bir çırak geliyordu, buradan kayışında köpeğiyle bir kadın. Londra sokaklarının büyüleyici yanı, birbirine benzeyen iki kişi bile bulunmamasıydı; herkes kendi özel işinin peşinde gibiydi. Ellerinde küçük çantalarıyla iş adamına benzeyenler vardı; civardaki parmaklıklarda sopalarını takırdatan serseriler vardı; sokakları kulüp odası gibi kullanan nazik kişiler vardı, arabalarıyla geçen adamlara el sallıyor, sorulmadan bilgi veriyorlardı. Kendi ölümlülüklerini ansızın hatırlayan erkekler geçen cenazeleri şapkalarını kaldırıp selamlıyorlardı. Sonra çok kibar bir beyefendi bir kapıdan çıkıp merdiveni iniyor, şu ya da bu şekilde harika bir kürk manto ve bir demet Parma menekşesi edinmiş olan, telaşlı bir hanımefendiye çarpmamak için duruyordu.
O sırada, Londra'da sıklıkla yaşanır ya, bir sessizlik oldu, trafik durdu. Sokaktan kimse geçmiyor, kimse görünmüyordu. Sokağın ucundaki çınar ağacından bir tek yaprak koptu ve o sessizlikte, askıya alınmış o anda yere düştü. Bir bakıma bir işaretti sanki düşen, insanın gözünden kaçan şeylerdeki güce işaret ediliyordu. İşaret, görünmeden akıp geçen bir nehri gösteriyordu, köşeyi dönen, sokaktan aşağı akan bir nehri, Oxbridge'deki nehir, kürek çeken üniversite öğrencisini ve sararmış yaprakları nasıl alıp götürdüyse bu da insanları önüne katıp sürüklüyordu. Şimdi sokağın bir yanından karşı çapraza rugan botlu bir kızı taşıyordu, sonra da kahverengi paltolu bir genç adamı; bir taksiyi de getiriyordu; bu üçünü tam penceremin altında, bir noktada buluşturuyordu; genç kızla genç adam durdular; taksiye bindiler; sonra taksi akıntıyla başka yere sürükleniyormuş gibi kayıp gitti.
Gerçekten sıradan bir manzaraydı bu; tuhaf olan benim imgelemimin onu kuşatan ritmik temposuydu; taksiye binen iki kişinin sıradan görüntüsünün, onların görünürdeki memnuniyetlerinden bir kısmını bize iletme gücüydü. Sokaktan geçen ve köşede buluşan iki kişiyi seyretmek insanın zihnindeki gerilimi azaltıyor gibi, diye düşündüm, taksinin köşeyi dönüp gözden kaybolmasını izlerken. Belki de, son iki gündür benim yaptığım gibi, bir cinsin ötekinden farklı olduğunu düşünmek çaba gerektiriyordur, diye geçirdim aklımdan. Zihnin bütünlüğünü bozuyordur. Şimdi, iki kişinin buluşup bir taksiye bindiklerini görünce bu çaba bitmiş, o bütünlük yeniden sağlanmıştı. Zihin kuşkusuz çok gizemli bir organ, diye düşündüm, başımı camdan içeri çekerken, ona ne çok güveniriz ama hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bedenimiz üzerinde belli nedenlerden doğan baskıların olması gibi, neden zihnimizde de ayrılmalar ve zıtlıklar olduğunu hissediyorum? 'Zihnin bütünlüğü' derken neyi kastediyoruz? diye düşündüm, çünkü zihnimizin herhangi bir anda, herhangi bir noktada yoğunlaşma gücü öylesine büyük ki, tek bir halde olamazmış gibi duruyor. Örneğin sokaktaki insanlardan kopabilir ve kendini onlardan ayrı düşünebilir, yukarıdaki bir pencereden onlara bakıyordur. Ya da başka insanlarla birlikte düşünebilir kendiliğinden, örneğin bir haber dinlemek üzere bekleyen bir kalabalığın arasındayken. Daha önce, yazan bir kadının, anneleri üzerinden eskiyi düşündüğünü söylemiştim, zihin de anneleri ya da babaları üzerinden eskiyi düşünebilir. Bir kadınsanız, bilincinizin ansızın ikiye bölünmesi şaşırtabilir sizi sık sık, örneğin Whitehall'dan aşağı yürürken, o uygarlığın doğal bir varisiyken, bir anda, tam tersine, onun dışında kalır, yabancı ve eleştirici duruma düşer. Belli ki zihin odak noktasını sürekli değiştiriyor, dünyayı farklı perspektiflere oturtuyor. Ama bu ruh hallerinden bazıları kendiliğinden oluşsa bile, ötekiler kadar rahat değildir. Onların içinde sürekli kalabilmek için farkına varmadan bir şeyi engelleriz ve bu bastırma zamanla çaba gerektirir. Ancak çabasız da sürekli kalabileceğimiz bir ruh hali de bulunabilir, çünkü bastırmamız gereken bir şey yoktur onda. Pencereden geri çekilirken, belki bu da onlardan biridir, diye düşündüm. O çiftin taksiye bindiklerini gördüğüm zaman zihnim, daha önce bölünmüşken doğal bir birleşimle yeniden bütünleşmişti. İki cinsin işbirliği yapmasının bunun doğal nedeni olduğu düşünülebilir. Erkekle kadının birleşmesinin en büyük tatmini verdiği, eksiksiz mutluluğu doğurduğu kuramından yanadır gönlümüz, mantıksızca da olsa. Ama taksiye binen iki insanı gördüğüm için ve bunun bana verdiği tatmin yüzünden acaba dedim, bedende iki ayrı cinsiyet olduğuna göre acaba zihinlerde de, bedenlerdekine denk gelen iki ayrı cinsiyet var mı ve acaba mutlak tatmine ve mutluluğa ulaşmak için onların da birleşmesi gerekiyor mu? Amatörce ruhun bir şemasını çizmeye giriştim, her birimizin içinde iki güç bulunacaktı, biri erkek biri kadın; erkeğin beyninde erkek kadına egemen olacaktı, kadının beyninde de kadın erkeğe egemen olacaktı. Bu ikisi uyum içinde bir arada yaşarlarsa, ruhsal işbirliği yaparlarsa, normal ve rahat bir beden hali doğar. Bir kişi erkekse, beyninin kadın tarafı yine de etkilidir; bir kadın da içindeki erkekle ilişki içinde olmalıdır. Coleridge, büyük bir zihnin çift cinsiyetli olduğunu söylerken belki de bunu kastediyordu. Ancak böyle bir birleşme olursa zihin eksiksiz döllenmiş olur ve bütün yetilerini kullanır. Belki de katıksız erkek olan bir zihin yaratıcı olamaz, katıksız kadın olan bir zihin de, diye düşündüm. Durup bir-iki kitaba göz attım, kadınsı erkek ve erkeksi kadınla ne kastedildiğini görmek istiyordum.
Coleridge, büyük bir zihnin çift cinsiyetli olduğunu söylerken kadınlara özellikle sempati besleyen, kadınların meselesini benimseyen ya da kendini kadınları yorumlamaya adayan bir zihin demek istememiştir. Belki de çift cinsiyetli zihin, tek cinsiyetli zihin kadar uygun değildir böyle ayrımlar yapmaya. Belki de çift cinsiyetli zihnin yankılı ve geçirgen olduğunu söylemek istemiştir; engelsizce geçiriyordur duyguları; doğal olarak yaratıcıdır, göz kamaştırıcı ve bütündür. Aslında çift cinsiyetli, kadınsı erkek zihne örnek olsun diye Shakespeare'in zihnine başvurulabilir, ancak Shakespeare'in kadınlar hakkında ne düşündüğünü söylemek mümkün değil. Cinsiyeti özellikle ya da ayrı olarak düşünmemenin, tam gelişmiş zihnin belirtilerinden biri olduğu doğruysa, zihnin bu duruma gelmesi eskiye kıyasla şimdi ne kadar zordur. Bu sırada yaşayan yazarların kitaplarına varmıştım, orada durup bu gerçeğin uzun zamandır aklımı kurcalayan bir şeyin kökeninde yatıp yatmadığını düşündüm. Hiçbir çağ, bizimki kadar rahatsız edici derecede cinsiyetin bilincinde olmamıştır; British Museum'daki, kadınlar hakkında erkekler tarafından yazılmış sayısız kitap bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunun suçu oy hakkı için yürütülen kampanyadadır. (19) Bu kampanya erkeklerin içinde benlik davası gütmek için olağanüstü bir arzu uyandırmış olmalı; kendi cinslerine ve niteliklerine önem vermeye zorlamıştır onları, kendilerine meydan okunmasaydı böyle bir şey düşünme zahmetine girmezlerdi. Ve insana meydan okunursa, birkaç siyah boneli kadın tarafından bile olsa karşılık verilir, eğer daha önce böyle meydan okunmamışsa epeyce sertçe hem de. Bu kitapta rastladığımı hatırladığım özelliklerden bazılarını açıklıyor bu belki de, diye düşündüm, Mr. A.'nın yazdığı yeni bir romanı raftan alırken, genç yaşta olan yazar görünüşe bakılırsa eleştirmenlerden de geçer not almış. Kitabı açtım. Gerçekten de hoşuma gitti yeniden bir erkeğin yazdıklarını okumak. Kadınların yazdıklarından sonra ne kadar dolaysız, ne kadar açıksözlü geldi bana.
(19) Büyük Britanya'da, Şubat 1918'de bazı niteliklere sahip olmaları koşuluyla 30 yaşını doldurmuş kadınlara oy hakkı verildi. Bu şekilde 8,4 milyon kadın oy kullandı. Aynı yıl kadınlara parlamentoya seçilme hakkı da bir yasayla tanındı. 1928 yılındaki bir yasayla da 21 yaşını doldurmuş kadınlara erkeklerle aynı koşullarla seçme ve seçilme hakkı verildi. (ç.n.)
Nasıl da bir düşünce özgürlüğü, kişisel özgürlük ve kendine güven sergiliyordu. İnsan kendini bu iyi beslenmiş, iyi yetiştirilmiş, asla engellenmemiş ya da karşı çıkılmamış, doğumundan başlayarak istediği yönde yayılması için alabildiğine serbest bırakılmış özgür zihnin karşısında bedensel olarak sağlıklı hissediyordu. Bütün bunlar takdire değerdi. Ama bir, iki bölüm okuduktan sonra sayfanın üzerine bir gölge düşer gibi oldu. Dümdüz siyah bir çizgiydi, 'I' harfine benzeyen bir gölge. Arkasındaki manzarayı görebilmek için bir o yana bir bu yana kaçmaya başladım. Ağaç mıydı yoksa yürüyen bir kadın mıydı, emin olamadım. Durmadan 'I' harfine dönüyordum. 'I'dan bıkmaya başladım. Bu 'I' son derece saygın bir 'I' idi; dürüst ve mantıklı; ceviz gibi sert, iyi bir eğitimle, iyi beslenerek yıllardır terbiye edilmişti. Bütün kalbimle saygı ve hayranlık duyuyorum o 'I'ya. Ama –bu noktada bir şeyler arayarak bir, iki sayfa çevirdim– en kötüsü, 'I' harfinin gölgesinde kalan her şey pus içindeymiş gibi şeklini yitiriyor. (20)Bu bir ağaç mı? Yo, bir kadın. Ama... Bedeninde bir tek kemik yok, diye düşündüm, sahilden bana doğru gelen Phoebe'ye bakarken, çünkü adı buydu. Sonra Alan ayağa kalktı, Alan'ın gölgesi hemen Phoebe'yi yok etti. Alan'ın görüşleri vardı çünkü ve Phoebe onun görüşlerinin selinde boğuldu. Sonra tutkuları da var Alan'ın diye düşündüm; burada sayfaları hızlı hızlı çevirdim, krizin yaklaşmakta olduğunu seziyordum, yaklaştı da. Sahilde, güneş altında oldu. Açıkça oldu. Çok sert oldu. Bundan daha yakışıksız bir şey olamazdı. Ama... Ne kadar çok 'ama' dedim. Durmadan 'ama' diyemeyiz ki. Bir biçimde bitir cümleni, diye azarladım kendimi. Bitirecek miyim, 'Ama – çok sıkıldım!' Neden sıkıldım ama? Kısmen 'I' harfinin üstünlüğünden ve dev kayın ağacı gibi, gölgesinin yarattığı çoraklıktan. Burada hiçbir şey yetişmez. Kısmen de daha karanlık bir nedeni var. Mr. A.'nın zihninde, yaratıcı enerji pınarının önünü tıkayan ve onu dar sınırlar içine alan bir engel, bir köstek vardı sanki. Oxbridge'deki öğle yemeğini, sigara külünü, Manx kedisini, Tennyson ve Christina Rossetti'yi, bunların hepsini birden hatırlayınca, engelin orada bulunması mümkün göründü gözüme. Artık, Phoebe sahilde yürürken, Alan ağzının içinden, 'Muhteşem bir gözyaşı döküldü kapıdaki çarkıfelekten', diye mırıldanmadığına göre ve Alan yaklaşırken de Phoebe, artık, 'Kalbim şakıyan bir kuş gibi, su verilmiş bir sürgünde yuva kuran', diye yanıt vermezken, Alan ne yapabilir ki? Mantıklı ve dürüst olursa, yapacağı tek şey var. O da onu yapıyor, hakkını vermek gerek, hem de kaç kez (dedim, sayfaları çevirirken), hem de kaç kez. Bu da, diye ekledim, itirafın korkunç olduğunun farkındaydım, nedense sıkıcı görünüyor. Shakespeare'in ahlaksızlığı insanın zihninde binlerce başka şeyi harekete geçiriyor, sıkıcılıktan da çok uzak. Ama Shakespeare zevk için yapmakta bunu; Mr. A. ise, bakıcıların dediği gibi, kasıtlı yapıyor. Karşı çıkmak için yapıyor. Kendinin üstün olduğunu ileri sürerek karşı cinsin eşit olmasına itiraz ediyor. Bu nedenle de engellenmiş, kösteklenmiş ve içine kapanık; eğer Shakespeare de Miss Clough'yu ya da Miss Davies'i tanımış olsaydı, o da öyle davranırdı. Kadın hareketi on dokuzuncu yüzyılda değil de on altıncı yüzyılda başlamış olsaydı Elizabeth dönemi edebiyatı kuşkusuz çok farklı olurdu.
(20) V. Woolf burada 'I' harfini 'ben' anlamında da kullanarak metafor yapıyor. (ç.n.)
Zihnin iki tarafıyla ilgili bu kuram geçerliyse, o zaman erkeğin cinsel gücü şimdi kendini öne çıkarmış, yani şimdi sadece beyinlerinin erkek yanıyla yazıyorlar demektir. Bir kadının bunları okuması hatadır, çünkü kaçınılmaz olarak bulamayacağı bir şeyi arayacaktır. En çok eksikliğini çektiğimiz şey, telkinde bulunma gücü, diye düşündüm, eleştirmen Mr. B.'yi elime alırken ve çok dikkatli ve saygılı bir şekilde şiir sanatı üzerine düşüncelerini okurken. Çok ustacaydı bu düşünceler, çok kesindi ve öğreticiydiler; ama sorun, Mr. B.'nin duygularının artık birbirleriyle iletişimde olmamalarıydı, zihni farklı bölmelere ayrılmış gibiydi; birinden ötekine hiç ses geçmiyordu. Mr. B.'nin cümlelerinden birini zihninize taşıdığınızda pat diye yere düşüyordu – cansız olarak; ama Coleridge'in cümle-lerinden birini zihninize taşıdığınızda o cümle patlıyor, değişik değişik fikirler doğuruyordu; işte ebedi hayatın sırrı ancak böyle bir yazıda olabilir.
Neden ne olursa olsun, üzülmemiz gereken bir durum bu. Çünkü bu demektir ki –bu arada Mr. Galsworthy ve Mr. Kipling'in kitaplarının bulunduğu raflara gelmiştim–, yaşayan büyük yazarlarımızın en nitelikli eserlerinden bazıları sağır kulaklara hitap edecektir. Bir kadın, ne yaparsa yapsın onların içinde, eleştirmenlerin oradadır diye güvence verdikleri ebedi yaşamın pınarını bulamayacaktır. Neden sadece onların erkeklerin erdemlerini alkışlayıp erkeklerin değerlerini kabul ettirmeye çalışmaları ve erkeklerin dünyasını tanıtmaları değildir; neden, bu kitaplara sinen duygunun kadınlar için anlaşılmaz olmasıdır. Daha kitabın sonuna yaklaşmadan geliyor, yaklaşıyor, başımda patlayacak demeye başlıyoruz. Şu tablo ihtiyar Jolyon'un başına düşecek; şok geçirip ölecek; yaşlı din görevlisi onun başında üç-beş laf edecek; Thames'in üzerindeki bütün kuğular aynı anda şarkıya başlayacaklar. Bütün bunlar olmadan kaçıp Frenk üzümü çalılarının içine saklanacağız, çünkü bir erkek için çok derin, çözümü çok zor, çok simgesel olan duygu kadını sadece şaşırtır. Mr. Kipling'in sırtlarını dönen subayları böyledir; Tohum eken Adamları böyledir; İşlerinin başında olan Adamları; ve Bayrak – erkeklerin katıldığı bir sefahat alemini gizlice dinlerken yakalanmış gibi yüzümüz kızarır bu büyük harfler karşısında. Gerçek şu ki, ne Mr. Galsworthy'nin ne de Mr. Kipling'in içinde bir zerre kadınlık yoktur. Eğer genelleştirmemize izin verilirse, onların bütün nitelikleri kadınlara kaba ve olgunlaşmamış görünür. Telkin güçleri eksiktir. Ve eğer bir kitabın telkin gücü yoksa zihnimizin yüzeyine ne kadar sert çarparsa çarpsın içine nüfuz edemez.
Kitapları raftan alıp hiç bakmadan tekrar yerlerine koyduğum o huzursuz ruh hali içindeyken, profesörlerin mektuplarında (örneğin Sir Raleigh'in mektuplarına bakın) öngördükleri, İtalya'daki yöneticilerinse çoktan kurduğu gibi katışıksız, özgüvenli bir erkek çağını gözümde canlandırmaya başladım. Çünkü Roma'daki eksiksiz erkeklik duygusundan etkilenmemek mümkün değil; eksiksiz erkeklik duygusunun devlet gözündeki değeri ne olursa olsun, şiir sanatı üzerindeki etkisi sorgulanabilir. Hem gazetelere bakılırsa, İtalya'da kurmaca yazın konusunda bir ölçüde kaygı varmış. Akademisyenler toplanmışlar, toplantının konusu 'bir İtalyan romanı geliştirmek'miş. 'Aileden ünlü erkekler, ya da finans, sanayi ya da Faşist kurumlarda çalışan' önemli kişiler geçen gün bir araya gelerek bu konuyu tartışmışlar, sonra Mussolini'ye bir telgraf göndererek 'Faşist dönemin yakında kendine layık bir şair çıkaracağına' dair umutlarını belirtmişler. Bu sahte umuda hepimiz katılabiliriz ama şiirin kuluçka makinesinden çıkacağı kuşkulu. Şiirin hem anası olmalıdır hem babası. Faşist şiir, korkarım ki, kasabaların birindeki müzede, cam bir kavanoz içinde gördüğümüz türden kürtajla alınmış ürkütücü küçük bir cenin olacaktır. Böyle canavarların pek uzun ömürlü olmadığı söylenir; böyle bir harikanın bir tarlada ot biçtiği görülmemiştir. Bir bedende iki baş olması hayatı uzatmaz.
Bununla birlikte, eğer mutlaka kabahat birine yüklenecekse, bütün bunların kusuru ne bir cinstedir ne de ötekinde. Bütün kışkırtıcılar ve yenilikçiler sorumludur: Lady Bessborough, Lord Granville'e yalan söylediği için; Miss Davies Mr. Greg'e gerçeği söylediği için. Cinsiyet bilincini yaratan herkes kabahatlidir ve yetilerimi bir kitabın üzerinde kullanmak istediğimde, o bilinci o mutlu çağda, Miss Davies ve Miss Clough'un henüz doğmadığı, yazarın zihninin her iki tarafını da eşit kullandığı günlerde aramaya beni yönelten de onlardır. O zaman Shakespeare'e geri dönmek zorunda kalıyoruz, çünkü Shakespeare çift cinsiyetliydi; Keats de, Sterne de, Cowper de, Lamb ve Coleridge de. Shelley cinsiyetsiz olabilir. Milton'la Ben Johnson'un içindeki erkeklik bir tutam fazla kaçmış olabilir. Wordsworth ve Tolstoy'un da. Bizim zamanımızda Proust tamamen çift cinsiyetliydi, hatta kadınlık yanı biraz ağır basıyordu. Ama bu kusur yakınamayacağımız kadar nadirdir, çünkü bu iki özelliğin katıldığı bir karışım olmazsa zekâ baskın görünür, zihnin öteki yetileri sertleşir ve çoraklaşır. Yine de belki de bu geçici bir dönemdir diye düşünerek teselli buldum; düşüncelerimin izlediği yolu size anlatacağıma dair verdiğim sözü tutarak söylediklerimin pek çoğu eskimiş görünecektir; gözlerimde parlayan şeylerin çoğunu henüz reşit olmamış sizler kuşkulu bulacaksınız.
Öyle bile olsa, burada yazacağım ilk cümle dedim, yazı masasına gidip tepesinde Kadınlar ve Kurmaca yazılı sayfayı elime alırken, yazı yazan birinin cinsiyetini unutmaması çok tehlikelidir. Katıksız ve basit bir erkek ya da kadın olmak tehlikelidir; kadınsı-erkek ya da erkeksi-kadın olmalıyız. Herhangi bir derdi önemsememek; haklı da olsa sorunlarını savunmak; bir kadın olmanın bilinciyle konuşmak kadınlar için çok tehlikelidir. Mecazla konuşmamak da tehlikelidir; çünkü o bilinçli önyargıyla yazılan her şey ölüme yazgılıdır. Bereketi durur. Bir, iki gün parlak ve etkili, güçlü ve görkemli görünse de gece olunca sararıp solar; başkalarının zihinlerinde gelişemez. İnsanın zihninde kadınla erkek arasında bir işbirliği oluşmalıdır ki yaratıcılık tamamlanabilsin. Zıtlıkların evliliği tamamlanmalıdır. Yazarın deneyimlerini bize kusursuz bir bütünlük içinde aktardığı duygusunu edinebilmemiz için zihnin tamamı apaçık serilmelidir önümüze. Hem özgürlük olmalıdır hem de huzur. Ne bir tekerlek gıcırdamalı ne de bir ışık parlamalıdır. Perdeler sımsıkı kapatılmalıdır. Deneyimi tamamlanınca yazar sırtüstü yatmalı ve zihninin, düğününü karanlıkta kutlamasına izin vermelidir, diye düşündüm. Bakmamalıdır, neler yapıldığını sormamalıdır. Bunun yerine bir gülün yapraklarını yolmalı ya da nehirde sakince yüzen kuğuları seyretmelidir. Üniversite öğrencisini, kayığı ve solmuş yaprakları alıp götüren nehri yine gördüm; taksi adamla kadını aldı, diye düşündüm; ikisinin birlikte sokağın karşısından geldiklerini görerek, akıntı onları da alıp götürdü, diye düşündüm, uzaklardan kulağıma Londra trafiğinin gürültüsü gelirken, o muazzam nehre sürükledi.
Burada susuyor artık Mary Beaton. Eğer kurmaca ya da şiir yazacaksanız, yılda beş yüz pound'a ve kapısı kilitlenebilen bir odaya neden gerek olduğu kararına –sıradan bir karar bu– nasıl vardığını size anlattı. Kendisini böyle düşünmeye sevk eden fikirleri ve izlenimleri açıklamaya çalıştı. Üniversitedeki idare amirinin kollarına düşerken, orada burada yemek yerken, British Museum'da resim çizerken, raftan kitap alırken, pencereden dışarıya bakarken peşinden gitmenizi istedi. O bütün bunları yaparken, siz de mutlaka onun kusurlarını, eksiklerini görmüş ve bunların onun kararları üzerinde nasıl bir etkisi olduğuna karar vermişsinizdir. Ona itiraz edip uygun bulduğunuz eklemeleri ve eksiltmeleri yapmışsınızdır. Doğrusu da budur, çünkü bu tür bir meselede gerçeğe ancak çeşitli hatalar bir araya getirilerek ulaşılabilir. Ben şahsen iki eleştiri beklediğimi söyleyerek son vereceğim sözlerime, öyle belirgin eleştiriler ki bunlar mutlaka yapılacaktır.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro