Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

52

Arkadaşlar yeni bölüm geç geldi, sınavlarım vardı bu yüzden özür dilerim. Hikayemiz son 3 bölüm sonra bitecek. Yeni hikayem Aşk Her şeyi Affeder Mi?'de de beni yalnız bırakmamanızı, oylarınızı ve yorumlarınızı esirgememenizi dilerim. Herkesin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlarım!

***

2 Hafta Sonra

Victoria'nın yatağının kenarında onun ölü gibi bembeyaz yüzünü izliyordum. Hekim işini bitirdiğini belli eden bir hmm sesiyle yerinden doğruldu.

"Kalbi çok zayıf olsa da atıyor. Sanırım zehirden az miktarda almış."

"Ne zehri bu?" dedim gözlerimi solgun teninden ayırmayarak. Yüzü zayıflıktan kurumuştu. Ballı şerbetle ve sütle besliyorlardı onu. Gözlerinin altındaki halkalar büyümüş, iyice kararmıştı. Dudakları ise çatlak ve kuruydu.

"Emin değilim ama güçlü bir zehir olduğu aşikar. Akrep'in Gözyaşları olabilir."

Seslice yutkundum. Çok güçlü bir zehirdi. Victoria'nın şimdiye kadar ölmemesi bir mucizeydi. "Daha ne kadar sürecek bu hali?"

"Bilmiyorum majesteleri. Tanrılar bilir ancak."

"Pekala. Yine söylüyorum. En küçük bir değişiklikte haberim olsun."

Odadan çıktım. Taç töreni için hazırlıklar vardı. Edmund taç töreninin hazırlıklarıyla ilgilenemiyordu çünkü soruşturmanın başındaydı. Jose ve Barry tutuklanmış, Kara Zindanlar'a gönderilmişti. Kara Zindanlar, ülkedeki en korkunç zindanlardı. Büyük suçlular atılırdı oraya.

Edmund'un çalışma odasına geçtiğimde, George, Rahip Hector ve Şair Nickolas beni bekliyorlardı. Çalışma masasına geçtim ve önüme dizilen kağıtlara boş boş baktım.

"Bu yer planları." dedi George yardımcı olmak için. İsimleri baştan savma bir şekilde gözden geçirdim. Ama gözlerim bir çifte takıldı. Randalss Kontu Robert Gomez ve Kontes Natalia Gomez.

"Bunları çıkartın. Hangi salak bunları koydu ki?"

Rahibin yüzü düştü. "Onlar sizin anne babanız majesteleri."

Ona ters ters baktım. "En son hatırladığımda babam beni red etmişti rahip. Siz unuttunuz sanırım?"

Rahip başını eğdi. "Ama kraliçenin anne babası..."

"Kraliçe ölüm döşeğinde rahip." dedim oldukça sert bir sesle. "Edmund yeni kral olarak tacını giyecek. Kraliçe ben olacağım." Yine dedim içimden. George hızla araya girdi.

"Tamam, üzerini çizin majesteleri."

Tüy kalemi mürekkep hokkasından çıkardım. Ve isimlerinin üzerini hızla çizdim. Bu arada onların topraklarını ziyaret etmeyi aklımın bir kenarına not ettim. Hak etmiyorlarsa, bu unvanı hak edecek insanlar bulunurdu.

"Bu ne?" dedim uzun yazılarla dolu kağıtlara bakarak. Şair Nickolas hızla araya girdi.

"Yeminleriniz majesteleri."

Sessizce yemini okudum. Çok süslü ve çok uzundu. Bir cümleyi uzata uzata kurmuştu. "Bize kısa ve öz şeyler lazım şair." dedim kağıdı ona geri uzatarak. "Amacımızı belli edecek, yolumuzu açıkça gösterecek bir konuşma lazım. Süslü, ağdalı kelimeler değil."

Adam başını eğdi. Onun da yüzü düşmüştü. İnce, uzun boylu bir adamdı. Dudağının üzerinde ince, sarı bir bıyığı vardı. Burnunun üzerine yerleştirdiği gözlüklerinin zinciri boynuna kadar uzanıyordu. Parmakları narin ve uzundu. Sarı saçları ince telli ve seyrekti. Yine de çok gençti.

"Büyük Tapınak'ta mı yapalım töreni majesteleri?" dedi George.

"Evet. Eski usullerle ve tanrılarımızla."

Arthur'un ölümünden sonra mahkemeler kaldırılmış, kazığa bağlanıp, yakılma geleneği durdurulmuştu. Eski usullere dönme zamanı gelmişti.

"Başka?"

"Bir de kralımızın ve sizin giyeceğiniz kıyafeti seçmelisiniz majesteleri." dedi rahip.

George tekrar kağıtlara baktı. "Yer planları hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"Uygundur. Fondaki renk beyaz ve altın tonları olsun. Tapınağın her yerinde beyaz güller ve papatyalar olsun. Perdeler altın sarısı olacak. Tapınağın içindeki halı altın sarısı renginde olacak." dedim kağıtlara göz gezdirerek. "Bana saray terzisini çağırın."

Saray terzisi, Victoria'nın işe aldığı genç ve güzel bir kadındı. Üzerindeki kıyafeti çok şık ve zarifti.

Kadın gülümsedi. Sarı saçlarını şık bir topuz yapmıştı. Açık yeşil gözleri çok parlak ve çok güzeldi. Üzerinde beyaz bir gömlek, altına ise açık yeşil, uzun bir etek giymişti. Belindeki beyaz kuşağını arkasında büyük bir fiyonkla tutturmuştu. Uzun parmaklı, küçük ellerine bilekte biten, beyaz dantelli eldivenler giymişti. Bana diktiği kıyafetlerin birkaç güne hazır olacağını söyledi. Gülümsedi ve başını eğerek odadan çıktı.

Arkama yaslandım ve gözlerimi kapattım. "Hiçbir şey anlamıyorum George."

"İnan ben de."

"Ne planlıyorlar? Loren'ı buldunuz mu?"

George karamsar bir tavırla kafasını salladı. "Belki de adam korktu. Bu yüzden Victoria ve Arthur'u zehirledi ve kaçtı."

Başımı salladım. "Çok saçma."

Omzunu silkti. "Biliyorum ama aklıma başka bir seçenek gelmiyor."

"Umarım kötü bir şeyler olmaz." diye mırıldandım. "Umarım."

***


Tören için dikilen elbisem tam manasıyla muhteşemdi. Altın ışıltılarının ve lacivertin göz alıcı uyumu, mavi gözlerimi olduğundan daha da koyulaştırmış ve altın zerrecikleri, göz bebeğimin çevresinde sarı ışıltılı benekler halinde şekil bulmuştu. Koyu kestane saçlarımı hoş bir topuz yapmışlardı. İki tane küçük saç buklesi yanlarımda çok hoş bir şekilde sallanıyordu.

Törenin yapıldığı tapınak çok eski olduğu kadar büyük ve zarifti. Büyük, üçgen şeklindeki beyaz çatısının önünde, kaymak taşından oyulmuş, çok güzel iki kadın heykeli sanki uçuyormuşçasına dikilmişti. Kadınların taştan elbisesi rüzgarın yaramaz esintileriyle dalgalanıyormuşçasına gerçekçi oyulmuştu. Kadınların saçları da etekleri gibi uçuşuyordu ve ikisi de elleri birbirine uzanacak şekilde yüz yüze bakıyorlardı. Yüzlerinde yumuşak, hüzünlü ve bir o kadar da mutlu bir gülümseme vardı. Çatının altından, mermer merdivenlere kadar inen, uzun ve oldukça kalın iki kolonun gövdeleri altın sarısı, ince bir kumaşla sarmalanmıştı.

Merdivenlerin başında durduk. Edmund'un üzerinde baştan aşağıya beyaz bir takım vardı. Ceketinin yakası ve kolları lacivert ve altın işlemelerinin şık uyumuyla işlenmişti. Sarı saçlarını yan tarafına taramıştı. Gri gözlerindeki bakış sert, sahiplenici ve bir o kadar da affediciydi. Yakışıklı yüzündeki yorgunluk ve hüznü sadece ben görebiliyordum. Bütün bunlara rağmen bana gülümseyerek elini uzattı. Hiç tereddüt etmeden sıkıca elini tuttum ve birlikte merdivenleri çıkmaya başladık. Bahçeye ve sokaklara doluşmuş insanlar tezahüratlar ederek, şarkılar söyleyerek ve yolumuza kır çiçekleri atarak uğurladılar bizi.

Tapınağın içi beyaz mermerle döşenmişti. İki tarafta sıra sıra dizilmiş, tam on iki tane kolon vardı ve kolonların gövdesi altın sarısı kumaşlarla kaplanmış ve beyaz zambaklarla iğnelenmişti. Her kolonun etrafı papatya öbekleriyle süslenmişti.

Girişten, mihraba doğru uzanan yola emrimle altın sarısı, yumuşak bir halı serilmişti. İnsanlar, hiyerarşik sırayla önden arkaya doğru bir grup halinde, ellerinde çiçeklerle bizi bekliyorlardı. Çiçekleri yürüdüğümüz yola ve üzerlerimize attılar. Tacı giydikten sonra atacakları çiçekleri ise kolonların önündeki öbeklerden yeniliyorlardı.

Rahip beyaz cüppesiyle bizi bekliyordu. İki tarafında da ışıltı mavi elbiseleri ile çok genç ve çok güzel rahibeler ellerinde, altın iplikle işlenmiş, açık mavi renkteki kadife yastıklar tutuyordu. Yastıklardan birinde kralın giyeceği taç, büyük, kalın ve safi altından oluşuyordu, kesinlikle Arthur'un tacı değildi. Diğerinde ise kraliçenin tacı vardı. Kralın tacından bir parça daha küçük ve elmaslarla kaplıydı ve o da kesinlikle Victoria'nın tacı değildi.

Mihraba yaklaştığımızda, rahibin sessiz bir duayla bizi kutsadığını, dudaklarının sürekli kıpırdamasıyla anlamıştım. Rahibin önünde durduk. Edmund elimi bırakmadan halkına döndü.

"Eski kralımız Arthur, haince katledildi. Bunun sorumlularını bulmamıza çok az kaldı. En kısa zamanda, bu hainliği yapanları, meydanlarda yaktıracağımdan emin olabilirsiniz. Bugünden itibaren artık Kral Edmund ve Kraliçe İsabella devri başlayacaktır. İktidarlığım boyunca sizin dini görüşlerinize saygı duyacağım, ihtiyaçlarınızı elimden geldiğince gidereceğim ve sorunlarınıza hep birlikte çözüm bulmanıza yardımcı olacağıma kanım üzerine yemin ederim."

İnsanlar neşeyle haykırdı ve alkış tufanına başladılar. Edmund'la gurur duyarak elini sıktım. Rahibe döndük. Rahip gür sesiyle bir ilahi söylemeye başladı. Edmund dizlerinin üzerinde çöktü, ben de onun yanında dizlerimin önüne çöktüm. Adalet Tanrıçası Miranda'nın heykelinin önünde başımızı eğdik. Rahip, ilahiyi yumuşak bir ezgiyle söylerken, Adalet Tanrıçası Miranda'yı ve onun adaletinin temsilcisi terazisi ve kılıcını övüyordu. İlahiyi bitirdi ve ardından bir elini Edmund'un başına, diğer elini benim başıma yasladı.

"Biriniz Miranda'nın terazisi, diğeriniz kılıcı olun. Tanrıçamız gibi sakin olun ve intikam isteğiyle değil adalet arzusuyla dolu olun. Onun yolundan ayrılmayın. Tanrıçamız sizleri kutsasın."

Duası bittikten sonra sağındaki rahibe ona doğru yaklaştı. Rahip, kralın tacını eline aldı ve havaya kaldırdı. "Edmund Richmond, seni Andarkan'ın yeni ve adil kralı ilan ediyorum!"

"DURUN!"

Şimşek gibi gürleyen sesle yerimden sıçradım. Rahip, elinde altın taçla öylece kalakalmış, ziyaretçilerimize şaşkın gözlerle bakıyordu. Edmund hızla ayağa kalktı. Ben de kıvrak bir hareketle yerimden doğruldum. Gelenler Victoria'nın askerleriydi ve başını Jose çekiyordu! Ama onun zindanlarda olması gerekiyordu!

"Burada neler oluyor?" diye gürledi Edmund.

Jose soğuk gözlerini Edmund'un öfkeli gözlerine dikti. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. "Kraliçe uyandı ve katilin kim olduğunu söyledi."

Kalabalıktan bir uğultu yükselmeye başladı. Edmund göz ucuyla askerlerini kontrol etti. Hepsi tetikte ve hazır bekliyorlardı. "Bu sana töreni bölme hakkını vermez!"

"Katil sizken verir! Tutuklayın onları!"

Bir anda on asker önümüze atladı ve kılıçlarını çekerek diğerlerine engel oldular. Victoria'nın askerleri de kılıçlarını çekti. Siyah zırhlarının üzerinde kan kırmızısı pelerinler vardı. Ne kadar da çoklar böyle diye haykırıyordu zihnim.

"Sen buna nasıl cüret edersin!" diye haykırdı Edmund deli gibi.

"Kraliçe, onları sizin zehirlediğini söyledi! Zehirlendikleri akşam sizin odalarınızdaydılar!"

"Kutsal bir tapınakta kılıç çekemezsiniz!" diye haykırdı rahip araya girerek. İşte olanlar o zaman oldu. Bir ok hızla rahibin göğsünü deldi. Çığlık atarak geriye sıçradım. Yaşlı adam boğuk bir inlemeyle yere yığıldı. Beyaz zemin koyu kırmızı kanla kaplandı. Rahibeler çığlık çığlığa kaçıştılar. Altın taç yuvarlanarak çıkışa doğru düştü. Edmund kılıcını çekti ve askerler birbirine girdi. Ama Edmund'un askerlerinin çoğu ona katılmıyordu! Onlara neler oluyordu!

İnsanlar çığlık çığlığa kaçışırlarken, bir el bileğimden tuttu ve beni hızla kendisine çekti. Soğuk metalin keskin ağzı boğazıma dayanmıştı. "Edmund, durmazsan onu öldürürüm!" diye haykırdı Jose. Edmund hızla bana doğru döndü. Tereddütle etrafına bakındı. Sadece on asker onun yanındaydı. İhanete uğramıştı! Bir köşede olanları izleyen askerlerine tiksintiyle baktı ama bir şey demedi. Kılıcı yere attı.

"Teslim oluyorum. Ona zarar verme." dedi yavaşça.

"Hayır Edmund! Teslim olma!" diye haykırdım. Jose bıçağını daha sert bastırdı.

"Yerinde olsam sesimi çıkarmazdım." diye mırıldandı kulağıma doğru. "Zincire vurun!"

Edmund'un ellerini ağır, demir zincirlerle doladılar. Onun yanında olanların da. Ardından benim bileklerimi zincire vurdular. Hızla tapınaktan çıkarıldık. İnsanlar bir kaosa sürüklenmiş gibi etrafta kaçışıyorlardı ve peşlerinde bir sürü kırmızı pelerinli adamlar ellerinde kılıçlarla koşturuyorlardı.

Edmund ve ben ayrı ayrı arabalara bindirildik. Gözlerim bağlandı. Ben deli gibi ağlarken, atlar son sürat koşmaya başladılar.

***

Ne kadar süre geçmişti bilmiyorum. Günler, haftalar? Demir kilit açıldı ve içeriye iki adam girdi. Kollarımdan tutup, havaya kaldırdılar. Ayakta duramayacak kadar bitkindim. O kadar çok ağlamıştım ki gözlerim acıyordu. Hızla merdivenleri çıktılar. Ayaklarım yerde sürünüyordu.

Zindanlardan çıktık. Bir nehir kıyısına geldik. Bir kayık bizi bekliyordu. İçinde iki adam vardı. Beni resmen kayığa ittirdiler. Adamlardan biri bileğimi tuttu ve bir köşeye oturmamı sağladı. Diğerleri kıyıda kaldılar ve zindanlara geri döndüler. Gözlerimi kısıp güneşe baktım. Edmund neredeydi? Nereye gidiyordum? Adamların bana cevap vereceğini hiç sanmıyordum.

Kayık yavaşça nehirde kayarak ilerlemeye başladı. Gözlerimi yumdum ve temiz havanın, suyun arındırıcı kokusunu içime çektim. Üzerimde taç töreninde giydiğim kıyafet vardı hala. Lekelenmiş eteklerine baktım. O kadar yorgundum ki düşünemiyordum bir türlü. Kendimi olacaklara bırakmak en kolayıydı.

Kayık bir süre sonra kıyaya yanaştı. Sarayın kulelerini görebiliyordum. Kayıktan önce adamlar çıktı. Sonra da beni çekiştirdiler. Hızlı adımlarla saraya yürüdük. Bahçeye girdik. Şaşırtıcı derecede sessiz ve ıssızdı. Etrafta kimse gözükmüyordu. Tabii bu pencerelerdeki sinsi gölgeleri de açıklamış oluyordu. Adamlar aynı hızla beni sarayın içine sürüklediler. Yukarı kata, kraliçenin odalarına çıktık.

Victoria koltuğunda tek başına oturmuş, başı önüne eğilmiş bir vaziyetteydi. İçeriye girdiğim gibi ağır ağır kafasını kaldırdı. Çok bitkindi. Yüzü hala beyazdı ve gözlerinin altında koyu halkalar vardı. Ama yataktaki halinden biraz daha canlı ve toplanmış gözüküyordu. Koyu, kan kırmızısı bir elbise giymişti. Bileklerine yakuttan bilezikler, saçlarının tepesine de büyük bir taç takmıştı. Adamlar beni bıraktığı gibi yere yığıldım. Ellerimle yere tutundum ve dizlerimin üstünde doğruldum. Victoria tek bir hareketle adamları dışarıya çıkardı.

O anda içeriye George girdi ve koşar adım yanıma geldi. Omuzlarımdan tutarak ayağa kaldırdı beni. Onu görünce içime bir neşe doldu ve hızla boynuna atladım.

"Ah, George!" diyerek ağlamaya başladım. "Seni gördüğüme o kadar sevindim ki!"

"İyi misin?" diye sordu endişeyle. Daha çok ağlayarak başımı hayır der gibi salladım.

"Edmund, Edmund nerede?"

"Aman ne güzel!" diye mırıldandı alayla Victoria. "Edmund nerede?" dedi düşünür gibi ve sonra kıkırdamaya başladı.

George canı sıkılmış gibi bir ifadeyle ona döndü. "Lütfen."

Victoria homurdandıysa da bir şey demedi. Şaşkınlıkla ikisini izliyordum. "George, neler oluyor?"

"Sana her şeyi anlatacağım." dedi George güven veren bir sesle.

"Önce, Loren'ın varlığından bahset bence." diye araya girdi Victoria alayla dudak bükerek.

"Victoria." dedi George uyarı dolu bir sesle.

"Ne var? Görmüyor musun? Yoksa işine mi gelmiyor? Edmund'u istiyor işte! Seni değil!"

"Bu ne demek oluyor?" dedim George'a şüpheyle bakarak. George'un omuzlarımdaki ellerinin tutuşunun sertleştiğini hissettim.

"İsabel, bana güven. Victoria bizi yalnız bırak."

Victoria yavaşça ayağa kalktı. Gözlerindeki öfkeli bakışları gözyaşlarıyla buğulanmıştı. "Bu sürtüğü benim yerime geçireceğini mi sanıyorsun?" diye mırıldandı dişlerinin arasından. "Gerçekten mi? Gerekirse onu öldürürüm. Yine de onu yerime geçirtmem Loren! Anladın mı beni?" diye haykırdı deli gibi. Sonra alayla gülmeye başladı. "Yoksa George mu demeliyim?"

"Victoria çık dışarı!" diye haykırdı George.

Victoria'nın yüzü beyazladı. Bana öfkeli ama acır gibi bir tavırla baktı. Dudakları titriyordu. Başım deli gibi dönüyordu. Tamam, bir dakika! Ona Loren mı demişti? Bir anda George'un ellerinin altından kurtuldum.

"Yalan söylüyorsun." dedim Victoria'ya. "Biliyorum, beni kandırmaya çalışıyorsun. George, Loren değil. Bu saçmalık."

Victoria dudak büktü. "O tatlı körlüğüne devam et bebeğim. Asıl düşmanın ben değilim."

George hiddetle onun kolunu tuttu ve çekiştirerek kapıya götürdü. Victoria silkelenerek kolunu çekti. "Bırak beni!" diye haykırdı. "Ben giderim. Hain." diye ekleyerek kapıdan çıktı.

"Evet, tamam, güzel. Victoria'ya ne dedin bilmiyorum ya da ne yaptın. Her neyse. Buradasın. Beni kurtardın, sıra Edmund'da. O nerede?"

George yüzünde en ufak bir anlayış olmadan yüzüme bakıyordu. Tanrılar aşkına! O kadar soğuk ve yabancıydı ki duruşu. Hayır diye haykırıyordum. O bana ihanet etmez.

"Edmund, Edmund, Edmund. Tek düşündüğün Edmund." dedi yavaşça. "Günlerdir bir zindanda tutuluyorsun, beni Victoria'yı kapı dışarı ederken izliyorsun ama tek düşündüğün şey lanet olası Edmund!" diye gürledi. Gözlerimi kırpıştırdım ve birkaç adım geriledim.

"George, sen? Ne diyorsun?"

"Diyorum ki Edmund'un canı cehenneme! Onu oraya kim tıktı sanıyorsun! Victoria mı?"

"Evet." dedim titrek bir sesle.

"Victoria ben ne dersem onu yapar."

Dünya ayaklarımın altında sallanıyordu. "George, sen? Sen ne diyorsun?" diye kekeledim.

"Gör artık beni İsabel." dedi hızla bana doğru yürüyerek. Elleri omuzlarımı sardı. "Gör beni. Bu taht benim hakkımdı. Ve onu aldım. Edmund ve Arthur, onlar hainin teki. Arthur öldü. Sıra Edmund'da."

Duyduklarımı algılayabilmek için derin derin nefesler almaya başladım. "Sen, kimsin?" diyebildim zorlukla.

"George'um."

"George ne? Sen Loren mısın?"

Yarım yamalak gülümsedi. "George Loren Wilson'um. Kraliçe Amber Rose Wilson'nun oğluyum."

"Amber cadısı." diye fısıldadım. Neşeli bir kahkaha attı.

"Evet, siz ikiniz beni hep eğlendiriyorsunuz."

"George, lütfen." dedim hıçkırarak. "Bu çok saçma bir şaka."

"Şaka değil. Ben Edmund'un kuzeniyim. Taht benim hakkım! Onlar beni hep görmezden geldiler! Ama artık sıra bende."

"Anlamıyorum. Anlamıyorum!"

"Annem, Edmund'un babasının kabul etmediği biriyle evlenmiş. O, da bu yüzden onları saraydan kovmuş. Babam ölünce de annemi affetmiş. Ama beni kabul etmemiş." dedi öfkeyle yumruklarını sıkarak. "Yıllarca beni oradan oraya savaşlara sürükledi. Sonra Arthur geldi. Beni saraya kabul etti. Ama nedimi olarak. Yıllarca onun gölgesi altında, hizmetinde çalıştım. Sonra bir gün sen geldin."

Gülümsedi ve parmakları, topuzumdan firar etmiş bir saç tutamına dolandı. "Sana aşık oldum. Kaybolmuş hayatıma bir ışık oldun." diye fısıldadı. Söylediklerini dehşetle dinliyordum. Şefkatli bakışları birden sertleşti. "Sonra seni de aldı." diye hırladı. "Bir seni alması eksikti! Sen de ona aşık oldun! Neden? Çünkü o kraldı! Benim gibi basit bir nedim olsaydı onu görmezdin bile!"

Öfkeyle odanın içinde volta atmaya başladı. "Senle yakınlaşmaya çalıştım ama sen bir aptal gibi sürekli Arthur'u sayıklıyordun. Sonra evlendiniz." Ağlamakla gülmek arası bir ses çıkardı. "O seni hak etmedi! Sürekli aşağıladı! Sürekli dövdü!"

Gözlerimi yumdum. Bacaklarım titriyordu. Bütün bunlar berbat bir şakaydı sanki. "Aslında Victoria'yla senin sayende tanıştım. Avelera'da çaresizce bana yaklaşmaya çalışıyordu. Senin aksine, o bana aşık olmuştu." Acıyla güldü. "Daha sonra onu Amber'a yolladın. Onunla orada anlaştık. Benim için her şeyi yapacağına yemin etti. Yeter ki sonunda birlikte olalım diyordu. Planım işledi. Arthur, hemen gözünü Victoria'ya dikti, seni terk etti. Sonunda bana kalmıştın. Ama sen ne yaptın? Bu sefer ikinci adamı buldun!"

Haykırışıyla irkildim. "Ama sen, Rose'u seviyordun! Onunla evlendin!"

"Evet! Dikkat çekmemem lazımdı! Rose, annemin en büyük muhbirlerindendi."

"Arthur'u sen mi öldürdün?"

Omuz silkti. "Evet." dedi şarap sürahisine uzanarak. İki kadehe şarap doldurdu. Odanın içi midemi bulandıran bir şarap kokusuyla doldu. Bir anda yere yığıldım. George hızla yanıma geldi ve belime sarılarak beni ayağa kaldırdı. Victoria'nın koltuğuna oturttu beni. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. George şefkatle gözyaşlarımı siliyordu.

"Arthur'a üzülmen yersiz İsabel'im. O adam ne iyi bir kral oldu ne de iyi bir koca. Seni, çocuklarını terk etti. Halkını bir kadın için cayır cayır yaktı."

"Sen emrettin." diye inledim.

"Evet." dedi yine umursamaz bir sesle. "Meneldur güçlü bir tanrı. Diğer tanrılar gibi değil. İstediğini veriyor. Ama her zaman karşılık istiyor. Herkes gibi."

"Sana ne oldu George?" diye inledim. Bütün bunlar çok fazlaydı. Ellerimi tuttu ve güven verircesine sıktı.

"Benimle ol İsabel. Bak, yakında tacımı takacağım. Kraliçem ol, karım ol."

"Beni bu yüzden mi getirdin buraya?"

"Evet."

Onun gözlerine baktım. Tek dostum dediğim adam, hiç tanımadığım, korkunç bir katildi. O anda aklıma gelen düşünceyle irkildim. "Bebeğim." diye fısıldadım. "Onu da sen öldürdün. Değil mi?"

George'un yüzü buruştu. "Anlamak zorundasın. O bebeğin tahtta hakkı olmamalıydı."

"James! Onun da tahtta hakkı var! O ne olacak! Onu da mı öldüreceksin!" diye haykırdım hiddetle ayağa kalkarak.

"Hayır. Arthur, ölmeden önce onları ret ettiğini bildiren bir belge imzaladı. James ve Cecilia'nın tahtta hakkı yok. Ta ki benimle evlenene kadar."

"Bunu da sen yaptın! Arthur'a bunu sen imzalattın!"

"Beni anlamalısın!" diye haykırdı. Yüzüne bir tokat attım. Çıkan ses odada yankılandı.

"Sen iğrenç bir katilsin. Bir kadının gölgesinde yaşamını sürdüren iğrenç bir sürüngensin. Asla seninle olmam." diye tısladım. George'un yüzü, onda hiç tanımadığım bir ifadeyle karardı.

"O zaman çürümeye devam et. Victoria!"

Kapı açıldı ve Victoria içeriye girdi. Yorgun yüzünde alaycı bir gülümseyiş hakimdi. Ve ardından Rose girdi. Tatlı, küçük Rose. Victoria'nın beline sarılmış, yürümesine yardımcı oluyordu.

"Rose, gidebilirsin hayatım." dedi yumuşak bir sesle. Rose, arzuyla Victoria'nın dudaklarına bir öpücük bıraktı. Bana bakmadı bile. Çıkıp gitti.

"Onu öldüreceğim. Aptal sürtük." dedi ardından Victoria. "Görüyorsun ya İsabel. Buralara gelebilmek için kimlerin yatağına girdim bilemezsin."

"Seni de zehirledi! Hala nasıl onunlasın?"

Victoria alayla güldü. "Bir de bunu benim yerime geçirmek istiyorsun ha? Ah, aptal! Bu planın bir parçasıydı. Arthur ölseydi ve ben sapasağlam karşınızda olsaydım, birinci suçlu ben olacaktım. Ama şimdi kim, kocasıyla birlikte zehirlenen bir kadından şüphe duyar ki?"

"İğrençsiniz!"

"İğrençlik az kalır." diye mırıldandı Victoria. "Ben George'a aşığım. O da bütün bunlara. "dedi ellerini açıp odayı göstererek. "Ve sana."

Gözlerindeki acıyı görebiliyordum. "Valdamir senin oğlun." dedim suçlarcasına George'a dönerek.

"Bilmem, öyle mi?" dedi George umursamayarak Victoria'ya baktı. Victoria acı çekercesine gülümsedi.

"Evet, George'un oğlu"."

"Cevabını aldın. Benimmiş. Askerleri çağır, deliğine tıksınlar." dedi ikimize de arkasını dönerek. George, tatlı, güvenilir, neşeli George! O kadar acımasız ve kötüydü ki!

"Memnuniyetle." dedi Victoria zehirli bir gülüşle.

"Sonra da yanıma gel. Yatağıma." diyerek alayla güldü ardımızdan.

"Askerler! Şunu götürün!"

Beni getiren adamlar kollarıma yapıştı ve aynı hızla sürüklenerek kayıklara bindirildim. Kayıktayken mide bulantım iyice artmıştı. Nehire kustum ve başımı geriye atarak daha çok ağladım. Kıyıya geldiğimizde iki asker beni bekliyordu. O iğrenç yere bir daha gitmek istemiyordum. Adamlar beni itekleyerek kıyıya çıkardılar ve çekip gittiler. Askerlerden biri çok çelimsizdi. Başlarında şövalyeler gibi başlıklar vardı.

"Ben hallederim." dedi çelimsiz olan. Diğeri omuz silkti.

Çelimsiz asker kolumu çekiştirdi ve beni içeriye soktu. Kaldığım hücreye yürürken, duvardan bir meşale aldı ve bana verdi.

"Tut şunu."

Meşaleyi tuttum. Beni farklı bir koridora soktu. Karanlığın içinde gözükmeyen bir koridora. Koridor uzundu ve bitmek bilmiyordu. Hücreme gitmiyorduk. Durdum ve meşaleyi ona uzatarak geriledim.

"Nereye götürüyorsun beni?"

"Sadece yürü.

"Nereye gidiyorum?" dedim ağlayarak. Asker hızla başlığını çekti. Ve bir anda gece karası saçlar beline kadar döküldü. Yüzünü iyice görebilmek için gözlerimi kıstım.

"Cassandra?" dedim hayretle.

"Çabuk olur musun? Seni bulmak ne kadar zor oldu biliyor musun? Fark etmeleri an meselesi. Hadi!"

"Biz, nereye gidiyoruz?"

"Edmund'u kurtarmaya. Bunu sensiz yapamayız İsabel. Yürü!"

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro