49
Merhaba arkadaşlar. Sanırım uzun bir bölümle karşınızdayım. Sona yaklaşıyoruz. Bu hikayeden sonra yeni bir hikayeye başlayacağım. Beni yalnız bırakmamanızı dilerim. Şimdiden teşekkürler beğenileriniz ve yorumlarınız için.
***
"İsabel, dur!"
Ona bakmamaya ısrar ederek hızla odama doğu ilerlemeye devam ettim. Peşimden koşturan ayak seslerini işitince adımlarımı hızlandırdım ve ben de koşmaya başladım.
"İsabel, yalvarırım. Dur, lütfen." diye yakardı ardımdan.
Odamın kapısını titreyen ellerimle açtım. Kapıyı kapatacakken vücudu araya girdi. Korkuyla bir çığlık attım ve yere düştüm. George hızla içeriye girdi ve kapıyı örttü. Yerde geri geri sürünerek ondan uzaklaşmaya çalıştım. Ellerini hızla havaya kaldırdı.
"Sana zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. Lütfen beni dinle. Yalvarıyorum."
Sesindeki acı durmama neden oldu. Belki de ona bir şans vermeliydim. Aylardır ondan kaçıyordum. O günden beridir hiç konuşmamıştık. Çünkü izin vermiyordum. Tepkisiz halimi bir süre inceledi. Sonra tedirgin bir tavırla elini uzattı. Bir süre eline baktım. Sonra kaçmaktan vazgeçerek elimi uzattım. Tek bir hareketle beni ayağa kaldırdı.
"Bak, özür dilerim. Çok, çok özür dilerim. Ben bir pisliğim kabul ediyorum. Ama..." Umutsuzca gözlerimin içine bakıyor, anlamamı diliyordu. "O kadar şey üst üste geldi ki... Sen o kadar kötüydün ki ve ben... Korkmuştum. İsabel, seni kaybetmekten ölesiye korktum. Ve birden kendimi kaybettim. Özür dilerim."
Dikkatle yüzünü inceledim. Bir pişmanlık kırıntısı arıyordum ama sadece keder ve sonsuz bir acı vardı. Son birkaç ayda iyice zayıflamış, yakışıklı yüzü sararmıştı. Gözlerinin altı uykusuzluktan morarmıştı.
"Tamam, seni dinledim. Şimdi gidebilirsin."
George acıyla haykırdı. "Lütfen affet beni! Seni kaybetmek istemiyorum. Özür dilerim. Milyonlarca kez özür dilerim."
Ve hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. Bu kadar pişman olmuş muydu yani? İçimin hüzünle titrediğini hissettim. Hey, o benim güvenilir ve tek dostum Geo'ydu. Her kötü zamanımda bana destek çıkan, başım her sıkıştığında yanımda olan Edmund'dan sonra tek insandı. Omuzlarım düştü ve ona doğru yürüyerek elimi sarsılan omzuna koydum.
"Hey, Geo. Sorun değil. Herkes hata yapabilir. Şu sıralar ikimiz de sevdiklerimizden ayrıyız ve..." Derince içimi çektim. "İkimiz de çok korkuyoruz. Seni anlıyorum."
Gözyaşları arasından bana hüzünle baktı. Ona yumuşacık bir gülümseme bahşettiğimde yüzü aydınlandı. Ve hızla kollarını belime doladı.
"Teşekkür ederim. Teşekkür ederim. Aylardır o kadar boktanım ki!"
"Ah! Ben de. Yapayalnız kaldım." diye mırıldandım kollarımı boynuna dolarken. Ama fazla uzun tutmadan geri çekildim.
"Sana haberlerim var." dedi nefes nefese. "Duymak istersin diye düşündüm."
"Evet?"
Dikkatle kapıya baktı. Sonra beni pencere kenarına çekti. "Uzun zamandır Barry ve Jose'yi takip ediyorum. Bu işin içinde başka bir adam daha var. Herşeyin başı o."
"Kim?"
"Loren. Loren diye bir adam. Ondan bahsettiklerini duydum bir kaç kere. Adam kimse ondan çok korkuyorlar. Ve sanırım Victoria'nın önemsediği kişi Jose değil. Loren."
Loren. Bu ismi daha önce hiç duymamıştım. Kaşlarımı çattım. Nasıl bir işin içindeydik? George gergince pencereden dışarıya baktı. "Yine başladılar."
Hızla arkamı döndüm. Şehrin ortasında kan donduran bir ateş parlıyordu. Çığlıkları duyuyor gibiydim. Yanan etin ağır kokusunu alıyordum sanki. Midem bulandı. "Bu daha ne kadar sürecek?" dedim titreyerek. George kolunu omzuma sardı. Aylar sonra güven veren sıcaklığını duymak çok iyiydi doğrusu.
"Herkes onu kabul edene kadar."
"Bu çok... vahşice." diye fısıldadım. George omuzlarımı çekip beni kendisine döndürdü. Endişeli gözleri gözlerimi taradı.
"Artık onlara tapmıyorsun değil mi?" diye fısıldadı.
"Tabiki tapıyorum. Onlar gerçek tanrılarım ve..."
George hızla elini dudaklarıma bastırdı. Korku dolu gözleri boş odayı taradı "Lütfen İsabel. Çocuklarını düşün." diye yalvardı.
Çocuklarımı düşünmek kalbime derin bir acının girmesine neden oluyordu. Kederle içimi çektim. "Sadece kalbimle. Ama görünürde Tanrıça Shae'nin kuluyum. Korkma."
Tuttuğu nefesini bıraktı. "O kadar korktum ki. Senin de kafa tutacağını sandım ve seni de yakacaklarını sandım."
"Dediğini yaptım. Çocuklarımı düşündüm."
Sonunda olmuştu. Victoria kazanmıştı. Arthur'u kendi tarafına çekmişti ve Arthur, Tanrıça Shae'yi kabul etmeyenleri acımasızca yakıyordu. Kralın en güzel şehri, yanık etin iğrenç kokusu ve küllerle kaplıydı. Ülkenin dört bir yanından acı dolu feryatlar kopuyordu. Edmund ise hala gelmemiş, adalardaki savaşı bir türlü bitmemişti. İşin kötü tarafı ondan uzun süredir haber de almıyordum. Tabi mektuplarım kral muhafızlarının, Jose ve Barry, kontrollerinden geçtikten sonra Edmund'a yollanıyordu. Yani Edmund, ne yaşadığımızı, ülkesinin artık nasıl bir cehenneme dönüştüğünü bilmiyordu. Bebeğimizin öldüğünü de bilmiyordu. Onu buraya erkenden getirecek hiçbir haberi bilmiyordu. Ve şimdi ondan da haber yoktu.
"Sence Edmund öldü mü?"
"Hayır!" diye atladı. "Gelecek tamam mı? İnsanların ne dediğini biliyorum. Onlar her zaman işin trajedi kısmına bayılırlar İsabel. Edmund dönecek."
Kederle pencereye döndüm. İnsanları yakan deli ateşe ve iğrenç kokan dumana baktım. Meneldur bir daha rüyama girmemişti. Ama sözleri hala aklımdaydı. Ateşinin besleneceğini ve benim bunu göreceğimi söylemişti. O güçleniyordu.
"Gelse de ne yapacak ki? Artık çok geç."
"Hiçbir şey için geç değil. Düzelebilir." dedi ısrarla. Göğe yükselen, insan etiyle beslenen, ve içindeki canavarı sadece benim görebildiğim ateşe baktım. "Bu, ölen onca insanı geri getirmez Geo."
"Ama geri kalanını kurtarabilir."
Bir düşündüm. Haklı olabilirdi. Ama nasıl olacaktı bu? Edmund, Arthur'a savaş açar mıydı? Açsa da kazanır mıydı?
"Edmund gelmelisin." diye fısıldadım karanlık göğe bakarken. "Bunu tek başıma başaramam."
***
Victoria odasında yine bir ileri bir geri gidiyordu. Tırnaklarını dişleriyle adeta parçalamıştı. Karnı o kadar şişti ki, yakın zamanda doğum yapacaktı. Barry onu sakinleştirmek istercesine elini omuzlarına koydu.
"Sakin ol aşkım."
"Olamam." diye tısladı Victoria "Doğuma çok az kaldı. Ya bebek kız doğarsa? Ya beni öldürürse doğarken?"
"Saçmalama, o erkek. Ve ikiniz de sapasağlam olacaksınız."
Victoria bebeğin erkek olduğunu biliyordu. Onu rüyasında görmüştü. İsabel, Meneldur'u ikinci kez red ettikten sonra Victoria elini çabuk tutmuş ve Arthur'u en sonunda kendi tarafına çekmişti. Kurbanlarının ruhuyla beslenen tanrısı şimdilik durgundu ve halinden memnundu. Bunu biliyordu. Ve Victoria'yı bu üstün çabalarından dolayı bir erkek çocukla ödüllendirecekti. Ama hala İsabel'i istiyordu. Neden? diye haykırıyordu kendi kendine. Gencim, güzelim ve ondan daha güçlüyüm. Zekiyim, neden o? Çünkü İsabel, senden daha sadık.
Öfkeyle inledi. "Ya bebek doğduktan sonra beni öldürürlerse? Hala İsabel'i istiyor."
Barry endişeyle kaşlarını çattı. "Bir rüya daha mı?" dedi tatsız bir sesle.
"Hayır!" Beklediğinden daha sert çıkmıştı söz ağzından. "Şu an bir şey yaptığı yok. Besleniyor."
Gözleri şehirden yükselen ateşe kaydı. Bedeni ürpermişti. Bu heyecan verici olsa da gerçekten korkunç bir manzaraydı. Bu onun zaferiydi. Ama ağzında acı bir tad bırakıyordu.
"İsabel senin yaptıklarını yapamaz. Sen ondan çok daha güçlüsün."
"Biliyorum."
Biliyordu. Ama içinden bir ses bunun yeterli olmadığını söylüyordu. O artık istenmiyordu. Ve ortadan kaldırılması an meselesiydi. Elini karnına koydu. Onu şu anda hayatta tutan tek şey içindeydi. Ve o da yakın zamanda onu terk edecekti.
"Beni koruyacak mısın?" diye fısıldadı halsizce belki de bininci kez. Barry onun elini öptü.
"Kanımın son damlasına kadar aşkım."
***
Sarayda yankılanan gürültüyle zorlukla gözlerimi açtım. Bağıranların sesleri, koşturan ayak seslerine karışıyordu. Hızla üzerime bir sabahlık geçirdim. Kapı sertçe çalındı.
"İsabel!"
"Gir."
George bembeyaz bir yüzle odama daldı. "Victoria. Bebek geliyor."
George hizmetçileri çağırdı ve hızla giyindiğim gibi Victoria'nın odasına koştum. Kapının önü meraklı nedimelerle doluydu. İçeriden Victoria'nın çığlıkları geliyordu. Nedimeler beni görünce sustular, önümde eğildiler ve kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Onları önemsemedim. Hızla odaya girdim. Her yerde ebeler vardı. Victoria çarşaflara yapışmış can havliyle haykırıyordu. Teni bembeyazdı.
"Sürekli bayılıyor. Kendine gelmesi lazım. Yoksa bebeği kaybedeceğiz." dedi bir ebe. Derin bir nefes aldım ve yarı baygın yatağa yığılan Victoria"nın yanına yaklaştım. Gözleri beni görünce deli bir ışıltıyla parladı. "Sen." dedi halsizce. Cılız sesinden bile alaycılık akıyordu. "Benim bebeğim yaşıyor ve onu doğuracağım." dedi nefes nefese. "Oğlum dünyaya gelecek." Ve haince gülümsedi. Yüzüm buz kesmişti. Gözyaşlarımı içime akıttım. Kulağına eğildim. "Henüz ölme vaktin gelmedi Victoria. Senin ölümün çok daha acı verici olacak."
Alaycı gülümsemesi dondu ve korkuyla yüzüme baktı. "Beni öldüremeyeceksin. Sen onu red ettin. Seni öldürecek. Çünkü sen..." devam edemeden bir çığlık daha attı.
Ne demek istiyordu? Rüyalarımı nerden biliyordu? Victoria'nın acı dolu haykırışları düşüncelerime engel olurken bir köşeye oturdum.
Doğum saatler sürdü. Bebek çıktığında Victoria yatağa yığıldı ve derin bir uykuya daldı. Sonucu söylemelerine gerek yoktu. Biliyordum. Ebe, kanla kaplı küçük, buruş buruş bebeği havaya kaldırdı.
"Erkek! Bir prens oldu!"
***
Bebek bir ay sonra Granuit adında, garip bir törenle kutsandı ve adı Valdamir olarak kondu. Arkće'de Cehennem demekti. Ama bunun anlamını sadece ben biliyordum. Rüyamdaki siyah cübbelere benzeyen cübbelilerle sarılı mumlarla aydınlatılmış bir çemberin ortasında bebeğin alnına şarapla çarpı işareti konmuştu. Ve o şarabın kanla karıştırıldığını da sadece ben biliyordum. Bebek ilginç bir şekilde ürkütücüydü. Yeni açılmış ve şaşırtıcı derecede daha önce gördüğümü hissettiğim siyah gözleri büyük bir dikkatle etrafını inceliyordu. Sanki içinde yüz yaşındaki bir adamın ruhunu taşıyordu. Adına yaraşır bir bebekti doğrusu. Cehennemden çıkmış gibiydi. Biliyordum, bir bebekten böyle enerjiler almak çok saçmaydı ama onda gerçekten yanlış bir şeyler vardı. Bunu biliyordum. Bu bebek doğmamalıydı.
Şenlikler düzenlendi ve düzinelerce insan yakıldı. Arthur çok mutlu ve huzurlu gözüküyordu. Gerçek tanrıçasını bulduğuna inanıyor ve onun biricik aşkı, tek kocası Meneldur'a saygı duyduğunu keyifle dile getiriyordu. O artık benim tanıdığımı sandığım adamdan da öte biriydi. Arthur ölmüş yerine zalim bir kral gelmişti.
Bir yıl sonra Edmund'un ülkeye zaferle döndüğünü öğrendim. Valdamir bir yaşına girmişti ve ben çocuklarımı çok uzun zamandır göremiyordum. Victoria her zamanki güzelliği ve coşkusuyla etrafta koşturuyordu. Mutluydu ve bebeğinin üzerine titriyordu. Ama bazen gözlerinden ani korku pırıltıları geçiyor, kimseye belli etmeden etrafını inceliyordu. Birkaç kez yemeklerine bile şüpheyle baktığını görmüştüm. Her zamankinden daha asabiydi. Ve Barry hep dibindeydi. Loren'ın kim olduğunu ise hala bulamamıştık. George araştırmalarına devam ediyordu ama elimizde hiçbir şey yoktu. Şimdi Edmund dönüyordu. Ne olacağını tanrılar bilirdi.
***
Edmund'un sancağını pencereden görüyordum. Bahçeye girmek üzereydi. Heyecandan kalbim duracaktı. Onu o kadar çok özlemiştim ki! Ona nasıl söyleyeceğimi ise hiç bilmiyordum.
"Ona nasıl söyleceyecegim?" dedim titreyerek. George omuzlarımı sıktı.
"Sana kalmadan Victoria söyler zaten."
Hızla ona doğru döndüm. "Hayır! Bunu benden duymalı. Kalbi daha fazla kırılsın istemiyorum."
"Bizim elimizde değil ki." Derin bir nefes aldı. "Krala, bunun senin söylemenin özel isteğin olduğunu bildirdim. Kabul da etti. Ama, Victoria'yı uyarır mı bilmiyorum."
"Yılan. Zehirli bir yılan. Geo, Victoria gördüğüm rüyaları biliyor."
George'un kaşları çatıldı. "Nasıl?"
"Bilmiyorum." Başımı salladım. "Sadece, bana onu iki kez red ettiğimi ve beni öldüreceğini söyledi."
"Bu kadın cadı." diye mırıldandı George. Sonra elimi tutup, sıktı. "Hadi gidelim."
Son kez aynaya baktım. Bu çok saçmaydı ama ona güzel gözükmek istiyordum. Saçlarımı omuzlarımın arkasına attım. Üzerimde göğüs kısmı altın renkli desenlerle süslü, etekleri düz siyah bir elbise giymiştim. Başıma altından, incecik bir taç takmıştım. Yüzüm solgundu ama mavi gözlerim parlıyordu. Derin bir nefes aldım ve odadan çıktım.
Arthur, yanında Victoria, arkasında Barry, Jose ve saray halkıyla sarayın bahçesinde Edmund'un kafilesini karşılamak için bekliyordu. Victoria ateş kırmızısı bir elbise giymişti. Elbisenin üzerindeki değerli taşlar ile ateş parçası gibi parlıyordu. Koyu kahverengi saçları yumuşak ve parlak bir kadife gibi beline dökülüyordu. Yanındaki sarışın nedime, kucağında Valdamir'i tutuyordu. Bebek, siyah ipekten tulumu ve küçük altın tacıyla bir kral gibiydi. Soğuk, siyah gözleri ciddiyetle insanları inceliyordu. Çok değişik bir bebekti. Gerçekten beni ürkütüyordu. Arthur düşünceli bir ifadeyle beni inceledi. Bakışlarımı bahçenin girişine çevirdim. Geliyordu.
Beyaz atıyla bahçeye giriş yapan ilk o olmuştu. Arkasından askerleri ve sancaktarı geliyordu. Nefesimi tuttum. Tanrılar! Hiç değişmemişti! Yüzünde her zamanki soğuk ve ciddi ifadesi vardı. Sarı saçlarını düzgünce arkaya taramış, siyah pantalon ve siyah bir ceket giymişti. Atını durdurdu ve çevik bir hareketle üzerinden atladı. Arthur'un önüne geldi ve başını eğerek selam verdi.
"Hoşgeldin kardeşim."
Edmund başını salladı. Ve gözleri beni buldu. Gri gözleri anında yumuşadı. Yüzünde derin bir tebessüm oluştu. O kadar yakışıklıydı ki! Boğazıma bir yumru oturmuş gibi yutkunamıyordum. Gözlerimdeki yaşlar dolmuş, taşıyordu. Titrek bir gülümse ile karşılık verdim. Arthur ikimizi inceliyordu.
"Karına gidebilirsin." dedi yavaşça. Edmund onu duymamıştı bile. Hızla belime sarıldı ve yüzünü saçlarıma gömdü. Bende kollarımı boynuna dolayıp, yüzümü boynuna sakladım ve kokusunu içime çektim. Bedeninin sıcaklığı, sertliği ve kokusu ile neredeyse bayılacaktım. O kadar uzun zaman olmuştu ki! Her gece onun kokusunu ve sıcaklığını hayal ederek, ağlayarak uyuyordum. Ve o, şimdi yanımdaydı. Buradaydı!
"Bebeğimiz nerede? Neden mektuplarında hiç ondan bahsetmedin?"
Bu kadar zor geleceğini bilmiyordum. Cevap vermek için yutkundum.
"Çok yazık oldu gerçekten de!"
Edmund'un kaşları çatıldı ve buz gibi bakışları Victoria'nın yılan bakışlarını buldu. Arthur öfkeyle araya girdi.
"Victoria!" diye haykırdı uyarı dolu bir sesle. Victoria onu hiç duymayıp pervasızca gülümsedi ve Valdamir'i kucağına aldı.
"Ama ben ülkemize bir prens verebildim, İsabel'in aksine. Valdamir'e merhaba de." diye devam etti abartılı bir neşeyle. Edmund göz ucuyla bebeğe baktı. Ardından gözleri bana döndü.
"Neler oluyor İsabel?"
Bir şey diyebilmek için ağzımı açtım ama sadece bir hıçkırık sesi yükseldi. Arthur hızla yanımıza geldi. Elini, Edmund'un omzuna koydu.
"Bunu sana bildirmedik. Çünkü savaştaydın ve sana moral lazımdı. Bebeği kaybettik Edmund. Bunu İsabel'in söylemesi uygun düşerdi aslında." dedi öfkeyle Victoria'ya bakarak. Victoria omzunu silkti.
"Daha gençsiniz. Yine olur." dedi küçük, sinsi bir gülümseyişle.
Edmund'un ifadesiz yüzüne baktım. Gri gözlerindeki bütün ışık sönmüştü.
"Özür dilerim, ben..." devam edemedim. Elimle ağzımı kapattım. Edmund hiçbir şey demeden beni kollarına aldı. Çenesi kasılmıştı. Saçlarımın tepesini öptü.
"Başarını kutlamak için bir yemek düzenledik. Sizi biraz yalnız bırakalım. Tekrar hoşgeldin."
Arthur göz ucuyla bana baktı. Ardından saray halkına eliyle bir hareket yaptı. İnsanlar dağılmaya başladılar. Edmund elimi tuttu ve saraya girdik. Hiç konuşmadan odaya girdik. Sessiz hıçkırıklarla ağlıyordum. Kapıyı kapattıktan sonra omuzlarımı kavradı.
"Neden yazmadın? Bunu şimdi mi öğrenmeliydim?" dedi öfkeyle.
"İzin vermediler."dedim ince bir sesle.
"Kim?"
"Arthur ve muhafızları."
"John Tully nerede?"
"Gitti. Gönderdiler."
"Nereye?"
Daha çok ağlamaya başladım. "Bilmiyorum."
Edmund elini saçlarının arasına daldırdı. "Neler oluyor İsabel? Buraya gelene kadar kimseyi görmedim. Ve şehirde iğrenç bir koku var."
"Sana herşeyi anlatacağım. Seni çok özledim Edmund."
"Her gece senin hayalinle uyudum İsabel." diye fısıldadı. "Ve bebeğimizin hayaliyle." dedi zorlukla. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. "Bu nasıl oldu?"
"Anlatacağım. Ama şu an sadece seni istiyorum. Çok korkuyordum Edmund. Sen..."
Devam edemeden dudaklarıma kapandı. Ellerimi yumuşak saçlarına daldırdım, o belime sarılırken. Öyle şiddetli öpüyordu ki dudaklarım şişecekti. Aniden durdu ve bedenimi çevirerek dudaklarını enseme dayadı. Gözlerimden yaşlar süzülürken inledim. Elleri elbisemin bağcıklarını hızla çözüyordu. Sırtım açıldı ve öpücükleri çıplak tenimde devam etti. Beni tekrar kendine çevirdi ce elbiseyi aşağıya çekti. O ceketini ve pantolonunu yırtarcasına çıkarırken ben de iç elbisem ve çamaşırlarımdan kurtuldum. O da tamamen soyundu ve beni kucağına aldı. Yatağa girdiğimizde başımı çıplak göğsüne dayadım ve ağladım. Saçlarımı okşadı. Ve dudaklarıma uzandı.
***
Akşam yemeği için giyinirken Edmund pencerenin önünde duruyor, yakılan ateşi izliyordu. "Neler oluyor? Bu ateş ne?"
"Tanrıça Shae'yi kabul etmeyenleri yakıyorlar."
"Ne?"
"Edmund, Arthur doğru inancın Tanrıça Shae'nin yolundan gidildiğine inanıyor. Kutsal Tanrılarımız ve Tanrıçalarımızın bütün heykelleri, sembolleri kaldırıldı. Onlara inanmak artık kafirlik sayılıyor. Shae'yi kabul etmeyenler ise ona kurban ediliyor."
Elimle dışarıyı gösterdim. Edmund anlamayarak ateşi izliyordu.
"Benim halkımı mı yakıyorlar?" dedi zorlukla. Başımı salladım.
"Arthur, bu saçmalığı nasıl yapar?"
O gittikten sonra olan herşeyi anlattım. Meneldur'un rüyama girişini, onu red edişimi, Victoria'nın tehditini. Edmund anlam vermeye çalışarak beni dinliyordu.
"Bebeğimiz nasıl öldü İsabel?" dedi aniden. Gözlerimin dolduğunu hissettim.
"Victoria odama gelmişti. Bir şeyler zırvaladı ve benden şarap istedi. Ben de ona verdim. Sonra beni, onu zehirlemek istemekle itham etti. Onu öldürmeye çalıştığımı söyledi ve şarabı içmemi istedi. Yoksa Arthur'u çağıracağını söyledi. Ben de içtim. Ve o gece..." Ağlamaya başladım. "Çok aptalım." diye inledim.
"Arthur..."
"Arthur bana inanmadı. Beni yalan söylemekle itham etti ve Victoria'ya iftira atmaya devam edersem, beni idam ettireceğini söyledi."
Edmund iki adımla yanıma geldi ve beni kollarına aldı. "Özür dilerim. Seni yalnız bırakmamalıydım." diye inledi boğuk bir sesle. "Ama artık geldim. Buradayım. Ve bu saçmalığa bir son verme vakti geldi."
Ben daha ne olduğunu anlayamadan odadan çıktı. Peşinden koşturdum. Hızlı adımlarla yürüyordu. Yüzü sert ve kararlı bir ifadeye bürünmüştü. O taht odasına ilerlerken ben onu durdurmaya çalışıyordum.
"Odaya gir İsabel." dedi sertçe. Etrafıma baktım. George'u bir köşede bir adamla konuştuğunu görünce ona koştum. "George!"
George adamı bırakıp hızla yanıma geldi. Elimle taht odasını gösterdim.
"Edmund... onu durdur."
Koşmaya başladı. Ben de peşine düştüm. Ama geç kalmıştık. Edmund'un kükreyişi sarayın duvarlarında yankılanıyordu.
"Buna bir son vereceksin!"
"Sen bana emir veremezsin!"
"Halkımı bir şeytana kurban ettirmem!" diye kükredi Edmund. Onu ilk defa bu kadar çileden çıkmış görüyordum.
"Doğru konuş! O kutsal bizim tanrıçamız!" diye çığlık attı Victoria ayağa fırlayarak.
"Seni tanımıyorum kadın!"
"O senin kraliçen!" diye böğürdü Arthur tahtından kalkarak. Taht acı bir ses çıkararak geriye savruldu.
"O bir şeytan! Onu öldüreceğim! Gerekirse seni de öldüreceğim!"
"Tutuklayın bu haini!"
"Hayır!" diye çığlık attım. George hızla araya girdi.
"Majesteleri, prensimiz sadece kutsal amacımızı anlamadı. Ona anlaması için zaman verin."
"Sen ne diyorsun! Ben yeterince anladım! İnsanları yakmanın kutsal bir amacı olmaz! Bu şeytan kadının şeytan tanrısını kabul etmiyorum!"
Arthur kılıcını çekti. Edmund da George'un kılıcını belinden çekti.
"Sen haddini yeterince aştın." diye tısladı Arthur. Boynunda bir damar atıyordu.
George hızla araya girdi. Barry ve Jose'de beni şaşırtarak kralın karşına geçtiler.
"Efendim, George haklı. Prensimiz bizi yanlış anladı. Danışmanlarınız olarak..."
"ÇEKİLİN!" diye böğürdü Arthur.
Jose, Victoria'ya ısrarla bakıyordu. Victoria istemeyerek Arthur'a yöneldi ve elini omzuna koydu. "Haklılar aşkım. Edmund bizi yanlış anladı. Ona zaman ver. Tanrıçamız da böyle olsun isterdi. O affedicidir."
Arthur'un gevşediğini gördüm. Hızla Edmund'un kolunu tuttum. "İki çocuğumuz daha var Edmund." diye fısıldadım. O da gevşedi.
Arthur kılıcını yerine taktı. Soğuk bir ifadeyle ikimizi süzdü. Ona yalvaran gözlerle bakıyordum. Bakışları beni bulunca yumuşadı. "Seni affediyorum. Şimdilik." diye mırıldandı Edmund'a.
Edmund hiçbir şey demeden kılıcı yere attı. Elimi tuttu ve odadan çıktık.
"Onu öldüreceğim." diye mırıldandı dişlerinin arasından. "İkisini de öldüreceğim."
"O senin kardeşin." dedim cılız bir sesle.
"Artık değil."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro