45
Edmund'u beyaz atına bindirdiler. Çelik zırhı gümüş gibi parlıyordu. İnsanlar ismini tezahürat ediyor, kadınlar üzerine çiçekler atıyordu. Sör Jose Blackwine kendine oldukça güvenerek gülümsedi. Bakışları ve gülüşü buz gibiydi. Ondan korktuğumu fark ettim. Jose de siyah aygırına bindi ve başlığının siperliğini indirdi. Yüreğim korkuyla çarpıyordu. Edmund mızrağını kaldırdı ve atını ileri sürdü. Jose de harekete geçti. İlk mızrak darbesini Edmund kolaylıkla savuşturdu. İkincisinde Jose'nin kalkanına mızrağını sapladı. Jose kalkanını bir kenara attı. Edmund da aynı şeyi yaptı yeni bir mızrak alırken. Üçüncü darbe Edmund'un zırhına denk geldi. Öyle bir ses çıkmıştı ki hızla ayağa fırlamıştım. Edmund atının üstünde iki büklüm oldu bir an. Sonra doğruldu. Dördüncü darbe Jose'nin omzuna geldi. Edmund öyle bir hırsla mızrağı geçirmişti ki genç adamın omzunun çıkacağını düşündüm bir ara. Adam gürültüyle yere düştü. Edmund başlığını çıkardı. Atılan bir gül goncasını tuttu. Onu sevinçle alkışlıyordum. Atını bana doğru sürdü ve beyaz goncayı bana attı. Victoria endişeyle Jose'yi izliyordu. Ayağa kalkan genç adam iyiydi. Başlığını çıkardığında yüzünde yine aynı sinsi gülüş vardı. Edmund'a başıyla selam verdi. John Tully yanımda Edmund'u alkışlıyordu.
"Size katılıyorum Sör Tully." diye mırıldandım yavaşça. "Onu korumalıyız."
Adam ağır ağır başını salladı. Gözleri sahadan ayrılmadan cevap verdi. "Kral da müsabakaya katılacağını duyurdu. Prensimiz, kralımızı halkın önünde yenmemeli."
"Bu daha iyi olmaz mı? İnsanlar kolaylıkla onun arkasında olmayı kabul eder."
"İnsanlar zaten onun arkasında." diye mırıldandı çok yavaşça. "Ama Arthur'la aralarının açılması için henüz erken."
Güldüğümü fark ettim. "Onların arası zaten açıldı."
"Arthur, Edmund'a karşı tedbir almamalı."
"Onunla konuşurum."
Adam yeniden başını salladı belli belirsizce. Ardından Edmund'un çadırına doğru yürümeye başladım. Üzerine altın sarısı şeritler basılmış yumuşak yeşil renginde bir çadırdı. İçeriye girdiğimde bir sürprizle karşılaştım. Arthur altın işlemeli zırhı, pırıl pırıl bir gülümsemesi ile bana doğru döndü. Beni görmeyi beklemiyor gibi kaşları çatıldı birden. Elinde bir kadeh vardı. Onunla uzun zaman sonra ilk defa tek başımıza bir yerde bulunuyorduk. Kalp atışlarım hızlandığı gibi dışarıya çıkmaya yeltendim.
"Dur."
Emriyle donakalmıştım. Nabzım kulaklarımda atıyordu. Korkumu belli etmemek için başımı dik tuttum ve ona doğru döndüm. Yavaş adımlarla yaklaşıyordu. Ellerimin titremesine engel olmak için elbisemin eteklerine yapıştım.
"Yaklaş. Çadırın içine doğru." dedi yavaşça. Dediğine uyarak ortaya doğru ilerledim. Yeşil gözleri ısrarlı bakışlarla beni baştan aşağıya süzüyordu. Ürperdiğimi hissettim.
"Nasılsın İsabel?" diye mırıldandı yumuşak bir sesle.
Yutkundum. "Sayenizde çok iyiyim majesteleri."
Daha da yaklaştı. Ilık nefesinin saçlarıma değdiğini hissedebiliyordum. Yeni ürperti dalgası yayıldı vücuduma. "Evet, gayet iyi görünüyorsun. Yeni evlilik sana çok yakışmış. Güzelleşmişsin. Neredeyse metresim olduğun zamanlardan bile daha güzelsin."
"Majesteleri çok nazik." dedim titrek bir fısıltıyla.
Artık o kadar yanımdaydı ki bedeninin sıcaklığını arkamda hissedebiliyor, tanıdık kokusunu alabiliyordum. İşaret parmağı bir tüy gibi kolumu baştan aşağıya okşamaya başladı. Gözlerimi kapattım, zemin ayaklarımın altında titremeye başlamıştı. Bu de neydi böyle? Bunca zamandan sonra bana birden nasıl bu kadar yaklaşmıştı? Ve neden böyle bir şey yapıyordu? Ne düşünüyordu bu adam? Beni kendine çekerek Edmund'a zarar vermeyi mi? Aklıma başka bir seçenek gelmiyordu. O sırada çadırın ipek kumaşı hareketlendi ve içeriye Edmund girdi. Yerimden korkuyla sıçradım ve hızla Arthur'dan uzaklaştım. Edmund'un kaşları bizi yalnız görünce çatıldı. Gri gözlerine derin bir öfke yerleşti. Yanıma geldi ve bir elini belime sardı.
"Seni burada görmeyi beklemiyordum." dedi sertçe Arthur'a. Arthur'un yüzünde manalı bir gülümseme oluştu. Bana doğru göz kırptı. Edmund'un eli belimi öyle sert sıktı ki nefesim kesildi.
"Tebrik etmeye gelmiştim. Karın da benim ardımdan aynı şeyi düşünmüş olmalı ki aynı zamanda yanıma geldi."
Edmund'un çenesini sıktığını gördüm. Arthur'un böyle bir imada bulunması hiç hoşuma gitmemişti. "Hoş bir sürprizdi majesteleri." dedim göz ucuyla Edmund'a bakarak. Edmund bana hiç bakmıyordu. Öfkeli gözleri Arthur'un alaycı bakışlarına sabitlenmişti.
"Müsaadenle." dedi sertçe Edmund çadırın çıkışını göstererek.
Arthur uzanıp nazikçe elimi öptü. Zarif adımlarla dışarıya çıktı. Edmund belimi saran elini bıraktı. Bir an ne yapacağımı bilemeyerek olduğum yerde donup kaldım. Acaba Arthur'a inanıp aramızda bir şeyler geçtiğini mi sanmıştı?
"Neden geldin?"
"Söylediği gibi değil. B...ben geldiğimde o seni burada bekliyordu. Çıkmak istedim ama izin vermedi." dedim telaşla.
"Peki neden gelmiştin?"
Duraksadım. Ne düşündüğünü kestiremiyordum. "Sör Tully..." diye başladım. "Arthur müsabakalara katılacağını duyurmuş. Sör Tully dedi ki, senin onu halkın önünde küçük düşürmemen gerektiğini söyledi çünkü..."
"İyi olan kazanır." diye lafımı kesti sertçe.
"Edmund... Arthur sana karşı cephe alırsa..."
"John'un lafına göre hareket edecek değilim!"
"Ama..."
Bana döndü. Yüzünde öyle çarpıcı bir gülümseme vardı ki yakışıklılığı kusursuzlaşmıştı. Ona zarar gelmesini istemiyordum. Arthur bu küçük piyesi onu kendisine karşı törpülemek için oynamıştı. Ona zarar gelmesine dayanamazdım. Hızla ona doğru yürüdüm, kollarımı boynuna doladım ve dudaklarını öpmeye başladım. Yüzündeki sertlik yavaşça yok oluyordu. Yerini derin bir arzu almıştı. Belime sarılan eli istekle kıpırdanıyordu. Zorlukla geri çekildim. Nefes nefese kalmıştım.
"Seni kışkırtmaya çalışıyor, buna izin verme. Sana zarar vermesine izin verme. Buna dayanamam. Yemin ederim dayanamam." dedim hızlı hızlı.
"İyi olacağım. Onunla ne yapıyordunuz?"
Gözlerindeki kıskançlık istemeden de olsa gülümsememe neden olmuştu. "Hiçbir şey. Sadece senin moralini bozmaya çalışıyordu. Seni kışkırtmasına izin verme."
"Seni kullanması çok adice." diye homurdandı.
"Arthur herkesi kullanır."
"Beni değil." dedi dişlerinin arasından.
***
O kadar gerilmiştim sanki birisi boğazımı sıkıyormuşçasına nefes alamıyordum. Kalbim göğüs kafesimi parçalamak ister gibi hızla atıyordu. Edmund'a saatlerce dil dökmüştüm. Artık zamanı gelmişti. Edmund ve Arthur müsabakanın ve turnuvanın sonunu getirecek olan dövüş için karşı karşıyaydılar. Bahisler fırlamıştı. İnsanlar derin bir sessizliğe gömülmüş, merakla olacakları izliyorlardı. Bu karşılaşmada eğer Edmund, Arthur'u yenerse aralarındaki taht savaşı başlamış olacaktı. Bu dövüşten sonra yanımızda kimler var işte şimdi anlayacaktık. Tanılara çocuklarımı korumaları için dualar ediyordum. Bu savaşta en önemli ve en masum oyuncular onlardı. Edmund beyaz atına yerleşti. Arthur'da hemen karşısında siyah atına bindi. Altın işlemeli gümüş zırhı haince parlıyordu. Başlığının tepesinde altından küçük bir taç vardı. Onun kral olduğunu herkese hatırlatmak ister gibi düşmemesi için başlıkla kaynatılmıştı. Edmund, Arthur'un şaşalı kılığından çok daha sadeydi. Sanki sıradan bir şövalye gibiydi. Mızraklarını aldılar. Arthur atını sürerek mızrağını karısının, Victoria'nın oturduğu sıranın önüne, yere sapladı. Böylece onu selamlamış oldu. Edmund'da aynı şeyi benim için yaptı. Victoria'ya baktım. İpek, siyah elbisesinin içinde oldukça güzel gözüküyordu. Onun da benim gibi gergin olduğunu anlamak zor değildi. İki kardeştik ama bir o kadar da birbirimizden uzaktık. O siyah elbisesinin içinde, bense beyaz elbisemin içinde tarafımızı yeterince belli ediyorduk. Ben Işığın Kraliçesi, Andarkan'ın Güneşi'ydim. O ise Karanlık Kraliçe'ydi. Yıllardır süren savaşımız çok yakında son bulacaktı. Hayat ikimizi de hiç ummadığımız yerlere sürüklemişti.
Victoria yerinden kalktı. Arkasında her zamanki korumaları Sör Barry ve Sör Jose duruyordu. Sör Barry oldukça gergin gözükmesine rağmen Sör Jose şaşırtıcı bir biçimde soğukkanlı duruyordu. Soğuk kahverengi gözleri birazdan olacak olayları analiz ediyor gibiydi. Victoria bir eli düz karnında, bebeğinin üzerinde, diğer eli beyaz bir mendili almış, ileriye uzatıyordu. İşlemeli, ipek mendil sessiz bir rüzgarla parmaklarının arasında dalgalandı. Nabız atışlarımı kulaklarımda duyabiliyordum, o kadar sessizdi herkes. Arthur ve Edmund yerlerini aldılar. Victoria her zamanki işvesinden uzak, gergin bir gülümseme sundu. Her şey bir saniyeliğine durmuştu sanki. Victoria çok yavaşça mendili bıraktı. Mendil ağır çekimle rüzgara kapılarak havada dönüyordu. Herkes durmuştu, sadece havada çok yavaşça dönen mendil vardı. Mendil dalgalanarak döndü, döndü ve yere, toprağın üzerine yine aynı yavaşlıkla düştü. O düştüğü gibi sesler yeniden kulaklarıma doldu ve atlar büyük bir hızla birbirlerinin üzerine koşmaya başladılar. İlk mızrak darbesi Edmund'un omzuna vurdu. Korkuyla yerimden sıçradım. Sıcak bir el omzuma dokundu. Bu George'du. Edmund atının eyerine deli gibi yapıştı. Düşmekten son anda kurtulmuştu. Yavaşça doğruldu ve omzunu oynattı. Arthur yeniden karşısına geçmiş, delice bir zevk içinde gülümseyerek onu izliyordu.
"Bu çok zalimce bir hareketti." dedim incecik bir fısıltıyla. Edmund'un omzuna vuran mızrak sanki kalbime saplanmış gibi garip bir acı içindeydim. George sessizce başını salladı.
İkinci darbe son anda Edmund'un kalkanını kaldırmasıyla göğsüne gelmesine engel olmasıyla son buldu. Mızrak öyle sert vurmuştu ki parçaları etrafa uçmuştu. Kalkanın ortasının yamulduğunu görünce nefesim kesildi. Arthur, onu öldürmek mi istiyordu? Arthur yeni bir mızrak aldı. Üçüncü darbe Edmund'dandı. Arthur kalkanını karnına gelen darbeye karşı tuttu. Edmund'un mızrağının ucu yamulmuştu. Yeni bir mızrak aldı ve dövüş yeniden başladı. Dördüncü darbe için birbirlerine doğru koşmaya başladılar. Herkes nefesini tutmuştu. İkisi de kararlı gözüküyordu. Arthur mızrağını Edmund'a savurdu. Edmund kolaylıkla savuşturdu ve kendi mızrağını Arthur'un tam kaburgasına denk gelecek şekilde savurdu. Mızrak zırha sertçe çarptı, Arthur dengesini korumaya çalıştı, kayışı tutan sol eli birden kaydı ve gümbürtüyle yere çakıldı. Alandaki herkes nefesini tutmuştu. Ne bir alkış, ne de bir çığlık yükselmişti. Herkes şok olmuş, nefes almayı bile unutmuşlardı. Göz ucuyla Victoria'ya baktım. Teni süt beyazına dönüş, gözleri kocaman açılmıştı. Her zaman kendini belli eden güveni yok olmuş gibiydi. O sırada yerde küfürler savuran Arthur'u fark ettim. Yaverleri koşarak alana girdi. Kollarından tutarak kaldırmaya çalıştılar. Edmund'da atından inmiş ona doğru yürüyordu. Bir yeri incinmemiş gibi duruyordu. O sırada kınından çıkan kılıç sesiyle hızla ayağa fırladım. George bir küfür savurdu. Arthur kılıcını Edmund'un göğsüne dayamıştı. Sör Tully koşarak yanlarına gelmeye çalışıyordu. Ama geç kalmıştı. Kılıcın kılıca çarpan metalik ses alanı doldurdu birden. Arthur delirmiş gibi kılıcını öfkeyle Edmund'a savuruyordu. Edmund ise ustalıkla darbelere karşılık veriyordu. Birden ortalık karışmıştı. Arthur'un kılıcı Edmund'un zırhını deldi. Edmund sendeledi, kolundan sicim gibi kan süzülüyordu. Çığlık atan dudaklarımı George'un eli kapatmıştı. Diğer eli belimde çekiştirerek beni götürmeye çalışıyordu. Ona karşı koydum. Edmund'u bırakıp kaçamazdım. Yeni bir darbe göğsünü deldi. Gözlerimdeki yaşlardan onları zorlukla görüyordum. George'un elinden kurtuldum. Omuzlarını tuttum.
"Onu kurtar! Onu kurtar!" diye haykırmaya başladım delirmiş gibi. Kalabalıktan bir çığlık yükseldi. Sahaya döndüm. Edmund bu sefer karşı atağa geçmişti. Arthur darbelerin hızıyla sendelemişti. Ama yaralanmadığını gördüm. Bu iyi bir şeydi. Edmund için iyi bir şeydi. O sırada kılıcını kaldırdı. Yeni bir çığlık boğazıma takılmıştı. Kafasına doğru savurdu kılıcını. Bir çığlık tufanı yükseldi. Başlığın tepesine tutturulan altın taç sert bir darbeyle uçtu. Yerde üç kere sekti. Arthur darbenin şaşkınlığıyla aptal aptal bakıyordu. Edmund'un göğsü körük gibi hızla inip kalkıyordu. Kılıcını bir köşeye attı. Arthur ise sakinleşmiş, daha yeni olan olayları anlamaya çalışıyor gibi öylece duruyordu. Kılıcı elinden kaydı ve yere düştü. Edmund ağır adımlarla yerde ters duran altın taca yürüdü. Yerden aldı ve dikkatle inceledi. Ardından Arthur'a fırlattı. Arthur tacı havada tuttu. Bir süre birbirlerini süzdüler. Edmund arkasını dönüp çadırına doğru yürümeye başladı. George'u iterek ona doğru koştum. İçeriye daldığımda yaverleri Edmund'un zırhını çıkarmışlardı. Çıplak göğsünde ince, uzun bir yara, sol kolunda ise derin bir kesik vardı. Kan oluk oluk akıyordu. Onu öyle görünce ağlamaya başladım. Gözleri benimle buluşunca yüzünü buruşturdu. Yaverlerine başını salladı. Adamlar beni dışarıya çıkarmak istediler.
"Hekim nerede?" diye haykırdım.
"Arthur'un yanındadırlar." diye mırıldandı Edmund
"İyi de onun bir şeyi yok ki! Yaralanmadı bile!"
"Çünkü yaralanmasını istemedim."
"Ama o istedi! Seni yaralamak istedi!"
Deli gibi ağlıyordum. Bu halim durumu düzeltmek yerine daha da zorluyordu. Kendimi toparlamam lazımdı. Bu durumu düzeltebilirdim. Gözlerimdeki yaşları çabucak sildim. "Bana sıcak su, temiz bez ve acı damkoruğu otu getirin. Çabuk!"
Yaverlerden biri hızla çadırdan çıktı. Genç bir çocuktu. Babası, Edmund'un katıldığı savaşlardan birinde can vermişti. Hasta bir annesi, küçük bir kız kardeşi olduğunu söylemişti Edmund. Uzun zamandır Edmund'un yaverliğini yapıyordu. Ona karşı olan minnettarlığını her seferinde belli ediyordu. Diğer çocuk çekingen ve ürkek bir tipti. Edmund, arkadaşı olan babasının ricasıyla onu da yaveri yapmıştı. Neden boş boş dikildiğini haykırdığımda yüzü kızardı hemen.
"Otu nereden bulacağım majesteleri?" dedi dolan gözlerini indirerek.
"Hekimlerden iste. Emrettiğimi söyle!"
Edmund'u koltuğa oturttum. Yüzünde sıkılgan bir ifade vardı. Sanki görmek istediği en son insan benmişim gibiydi. Yaralarını inceledim. Şükürler olsun ki çok derin değillerdi. Sadece kolundaki kesiğin iyileşmesi biraz daha zaman alacaktı. Yaverlerden çadırdan ilk çıkan çocuk geldi. Elinde küçük bir kap, sargı bezi ve temiz bir bez de vardı. Bezi, sıcak suya daldırdım. Bez, suyu çekip, ağırlaşınca iyice sıktım. Ardından dikkatlice göğsündeki yarayı temizlemeye başladım. Kanama durunca ortaya pembe, uzun bir çizik çıktı. Kanlı bezi yeniden ıslattım. Kanın yarısı suya karıştı. Bez pembe lekelerle kaplanmıştı. Koldaki yarayı temizlemem biraz zaman aldı. Sonucunda kan durmamıştı ama eskisi kadar kanamıyordu da artık. Kanlı bezi, kırmızıya dönmüş suyun içine attım. O sırada diğer çocuk geldi. Elinde bir avuç acı damkoruğu vardı. Otları aldım ve Edmund'un hançeriyle saplarını kestim. Edmund'dan keyifsiz bir kıkırtı yükseldi o an. İstem dışı gülümsedim. Bir zamanlar birbirimizden ne kadar da nefret ediyorduk. Ya da sevgimizi, nefret sanıyorduk. Bilemiyordum. Sadece ona zarar geleceği düşüncesi delirecek kadar korkmama ve sonsuz bir acıya sebep oluyordu. Masadaki bakır kadehlerden birini aldım ve otları içine attım. Elimde macunu hazırlayacağım şurup yoktu, ateş de yoktu. Hançerin kabzasıyla otları dövmeye başladım. Suyu çıkana ve pelte olana kadar ezdim. İstediğim kıvama gelince bir avuç aldım ve koluna sürdüm. Yüzünü buruşturdu. Aldırmadım, ona müstahaktı. Ne yaptığını sanıyordu orada? Pelte sızan kanın durmasını sağladı. Sargı bezini istediğim boyutta kestim. Kolunu sardıktan sonra iki yanını sıkıca düğümleyerek sargıyı sabitledim. Aynı işlemi göğsüne de yaptım. Kadehin dibindekileri yaraya iyice yaydıktan sonra sargı bezini göğsünü sırtıyla birlikte sardım ve sıkıca düğümledim. Bütün bu işlem sırasında kimseden çıt çıkmıyordu.
"İdare eder." diye mırıldandım. Edmund inanamaz gözlerle yüzüme bakıyordu.
"İdare eder mi? Şimdiden acısı dindi bile!"
"Tüh! Buna üzüldüm bak!"
Gözleri masumca açıldı, kaşları sorgularcasına havaya kalktı. Yaverlere ters ters baktım. Ne demek istediğimi anlamış olmalılar ki hızla dışarıya çıktılar. Edmund'a öfkeyle bir tokat attım. Şaşkınlıkla yüzüme bakan gözlerine öfke dolmaya başlamıştı.
"Ne yaptığını sanıyordun acaba?" diye haykırdım. "Neyin havasını atıyordun orada?"
Kaşları çatıldı. Yüzü iyice karardı. "Üzerimde hakimiyet kurmasına izin mi vermeliydim yani!" diye bağırdı. "Beni yenmesine izin mi verecektim!"
"Şimdi çok mu iyi oldu? Ya seni ortadan kaldırmak isterse! Sensiz ne yaparım!"
"Merak etme, sizi garanti altına alırım!" diye hırladı.
"Bu da ne demek?"
"Ben ölürsem, çocuklarına ve sana zarar gelmeyecek demek. Ben olmadan da rahat rahat yaşarsınız."
İnanamayan gözlerle yüzüne baktım. O kadar öfkelenmiştim ki gözlerimden süzülen yaşları fark etmiyordum bile. "Bu yüzden mi endişelendim sandın?" dedim hayretle. Kaşları iyice çatıldı. Öfkeden değil de daha çok beni anlamaya çalışır gibi. "Sen tam bir aptalsın! Gözlerin var ama hiçbir bok gördüğün yok senin! Aptal herif!" diye çığlıklar atmaya başladım. "Kendim için mi endişelendiğimi sandın aptal! Senin için endişelendim! Sana zarar geleceği düşüncesi beni mahvettiği için endişelendim! Çünkü sensiz nefes alamayacak kadar seviyorum seni!" Bu itirafla bir an sustum. "Ben sana aşığım Edmund." diye fısıldadım yumuşak gri gözlerine. Yeniden hayat bulduğum gözlere. Varlığını unuttuğum, hatta olmadığına inanmaya başladığım duyguları bana yeniden ve daha derinden yaşatan, beni gerçek aşkla tanıştıran gözlere ısrarla baktım. Aslında ne kadar yanıldığımı, hata yaptığımı anlatan ama şimdi doğru hayatı yaşadığıma inandıran gözlerine baktım. Artık benim hayatım o gözlerin içinde saklı bir bahçeydi. Edmund benim cennetimdi. Hiç hak etmediğim ve bir gün kovulmaktan korktuğum saklı bahçemdi. O benim için taze nefesti, o hayattı. Benim hayatım. Bunu idrak etmek bir o kadar rahatlatıcı ama bir o kadar da acı vericiydi. Onun ellerimden kayıp gittiğini görecektim. Hayatımın onunla birlikte son bulduğunu. Ve ben, hiçbir şey yapamadan bu son perdeyi izlemek zorunda kalacaktım. Sanki düşüncelerimi anlamış gibi sıkıca sarıldı. Saçlarımı öptü, gözyaşlarımı öptü. Onun güven ve huzur veren kokusunu içime çektim. Sıcaklığı o kadar tatlıydı ki, onun kollarındayken bana kimse zarar veremezdi. Bunu biliyordum.
"Korkma." diye mırıldandı. "Seni tanıyana kadar hiçbir kadına aşık olmadım. Olacağımı da sanmazdım. Bazen hala inanamıyorum. Dünyamı yerle bir ettin." Başımı ellerinin arasına aldı ve sıcacık gözlerini, ıslak gözlerime dikti. "Ama kurduğun bu yeni dünya, benim dünyam, o kadar güzel ki İsabel! Kolay kolay vazgeçmem bu dünyadan. Kolay kolay ayrılmayacağım gibi. Seni yeni bulmuşken, asla kaybetmem İsabella. Birbirimize yani kavuşmuşken asla ayrılmamıza izin vermem."
***
Üç ay daha geçti ve kışa girdik. Her yeri bembeyaz, yumuşak karlar kaplamıştı. Kimse turnuvadan bahsetmiyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Victoria'nın karnı yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Küçük bir yuvarlaklık vardı önünde. Ben de yeni bir sürprizle karşılaşmıştım bu sırada. Hamileydim. Edmund'un çocuğunu taşıyordum. Edmund'a söylediğimde sevincinden deliye dönmüştü. Naralar atarak sarayın bahçesinde koşturmuştu. Gözünün önünden bir kere olsun ayırmıyordu beni. Arthur ve Victoria'nın öfkeli ve kıskanç, zehirli bakışlarından uzak tutuyordu. Ama ocak ayına girdiğimizde Arthur, Edmund'a bir görev verdi. Baehir Adaları'nı savunmaya gidecekti. Andarkan'ın sömürge adalarındandı. Dünyanın en güneyine, üç ay sürecek gemi yolculuğuyla, gidecekti. Orada kakao ve muz bahçeleri gibi egzotik meyvelerle dolu bahçeler de vardı. Arthur'a göre bu mesele, vatan meselesiydi. Bana göreyse sürgündü. Edmund'un da aynı şeyi düşündüğünü biliyordum her ne kadar bir şey demese de. Arthur onu sürgüne yolluyordu ve en kısa zamanda oradan küçük bir kabın içine doldurulan külleriyle gelmesini sağlayacağından emindim. Edmund artık Arthur'un kardeşi değildi. O, Arthur'a karşı büyük bir tehditti şu an. Ve Arthur bunu gayet iyi biliyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro