Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

40


"Saçmalık! Beni nereye getirdin? Başka bir kaleye falan mı kapatılacağım? Hani şu kimsenin bilmediğini iddia edip de bütün ülkenin haberinin olduğu kalelerden?" diye söylendim öfkeyle. Edmund'un elini tutarken sıkıntıyla içini çektiğini duydum.

"Senin şu çenen yok mu?" diye söyleniyordu. Gözlerim, Edmund'un ısrarlarıyla siyah ipekten bir mendille bağlanmıştı. El yordamıyla arabadan çıktım. Çıkarken başımı sertçe kapıya çarptım. Çileden çıkmış gibi çığlık attım.

"Lanet şey!"

Edmund neşeyle güldü. "Andarkan Prensesi'ne yakışmayan kelimeler. Prenses bu kelimeleri nereden öğrendi?"

"A..." diye ağzımı açacak oldum ama öfkeme yenik düşmeyip, gerçekten de bir prensese hiç yakışmayan o kelimeyi yuttum. "Yeter artık! Çıkarıyorum bu aptal mendili!" diye ciyakladım onun yerine. Sinirle mendili çıkarıp bir köşeye fırlattım. Gözlerimi alan güneş ışığı görüşümü bozduğu için gözlerimi kıstım. Bulanıklık geçince karşımda James ve Cecilia'nın olduğunu gördüm. Kalbimde bir sızı aynı zamanda da bir sıcaklık hissettim.

İkisi de bir yıl içinde nasıl da büyümüştü! James'in kızıl saçları arkaya taranmış, krem rengi bir pantolon, yakasına mavi papyon taktıkları beyaz gömleğin üzerine mavi renkli bir yelek giydirmişlerdi. Mavi gözleri çocuksu bir heyecanla yüzüme bakıyordu. Tabi bir miktar da ciddi gözükebilmek için uğraştığı hafifçe çattığı kaşlarından belli oluyordu.

Cecilia'm ise bir su perisi kadar güzeldi. Doğduğu gün yeşile çalan gözleri gittikçe koyulaşmış, ağabeyi gibi mavinin eşsiz bir tonuna bürünmüştü. Kızıl saçları omuzlarına dökülmüş, üzerine beyaz fırfırlarla süslü açık mavi bir elbise giydirmişlerdi. Bir prenses olduğu duruşundan belliydi. Ağabeyinin omzuna geliyordu. İkisini de takım gibi giydirmek istemişlerdi belli ki ve itiraf etmeliyim, bu çok şirin olmuştu. Olduğum yere çöküp kollarım iki yana açtım. Koşarak boynuma atladılar. Saçlarını, yanaklarını öptüm. Burnumu boyunlarına sokup kokularını içime çektim. Gözlerimden akan yaşları minik elleriyle silmeye başladılar hemen.

"Ağlama anne. Sen ağlayınca biz çok üzülüyoruz."

"Üzüntüden değil ki, mutlu olduğum için ağlıyorum." dedim hem ağlayıp hem gülerek.

"Seni her gece rüyamda görüyorum." dedi Cecilia'm ince sesiyle.

"Ben de ikinizi görüyorum bir tanem. Sizi o kadar çok özledim ki!"

"Biz de seni çok özledik. James bazı geceler ağlıyor."

"Hiç de bile!" diye karşı çıktı oğlum utanarak. Onun kızaran yanaklarını öptüm.

"Hiç ağlamayın, üzülmeyin ikinizde. Yanınıza gelemesem de hep sizinleyim. Sizi görüyorum, duyuyorum. Sizi kalbimde hissediyorum. Ben de sizin kalbinizdeyim bu yüzden aslında hep sizin yanınızdayım."

"Beni özleyen yok anlaşılan." diye araya girdi Edmund yapmacık bir huysuzlukla.

"Seni de çok özlüyoruz!" diye haykırarak kollarımdan çıkıp Edmund'a koştular. Edmund'un yüzünde neşeli bir gülücük oluştu. Hava çok sıcaktı ve ben çok bunalmıştım.

"Hadi, şatoya dönelim güneş bizi çarpmadan." dedim. Edmund, Cecilia'yı kucakladı, James de benim elimi tuttu.

Kaldıkları şato küçük ama oldukça temiz bir yerdi. Küçük, bakımlı bir bahçesi, zararsız görünen bir ormanlık alanı vardı. Bahçenin ortasında küçük, balıklarla dolu bir havuz, birkaç tane de taş bank vardı. Hizmetkarlar şatonun kapısının önünde başları önlerinde eğilmiş bizi bekliyorlardı. Hepsi temiz kıyafetli, oldukça derli toplu gözüküyorlardı. Şatonun girişindeki dört şövalye dikkatimden kaçmadı. Tek dizlerinin üzerine çökerek selam verdiler. Burasını hemen sevmiştim.

Edmund hizmetçilere emirler verirken, ben çocuklarla oturma odasına girdim. Pembeli ve mavili koltuklar, temiz yanmayan bir şömine ve odanın bir köşesinde büyükçe bir yemek masası vardı. Akşama kadar çocuklarla oturduk. Onlara artık bir kraliçe olmadığımı, Edmund'la evlenerek bir prenses olduğu anlatmak istiyordum ama sonraya sakladım.

Akşam yemekten sonra birlikte bahçeye çıktık. Gece yarısına kadar çocuklarla oynadık. Sanırım hayatımın en güzel günüydü. Victoria ve Arthur'suz, meraklı saray eşrafından uzak istediğimi yapabildiğim ve en önemlisi de çocuklarımla vakit geçirebildiğim bir yer kadar huzur verici başka bir yer olabilir miydi? Çocuklarsız uzun bir yıldan sonra en sonunda mutluydum.

Önce Cecilia'mın saçlarını taradım özenle. Ardından geceliğini giydirdim. Yatağa girdiği gibi uykuya yenik düştü. Alnına öpücük kondurduktan sonra James'in yan taraftaki odasına girdim. Yatakta oturmuş, sütünü içerek beni bekliyordu. Benimle uyumak istiyordu. Onunla birlikte yatağa girdim. Bir süre gözleri açık beni izledi.

"Edmund'la evlendiğinizi biliyorum." dedi birden. Şaşkınlıkla yüzüne baktım.

"Nasıl?"

"Daha önce gittiğimiz şatoda hizmetçiler konuşurken duydum. Bizi de buraya Edmund getirdi değil mi?"

"James... ben, yani biz..." diyecek oldum. Nasıl anlatacaktım ki?

"Bizi öldürmek isteyen Victoria kraliçe olmuş." dedi yavaşça. Ardından elimi tuttu küçücük elleriyle. Mavi gözleri anlayışla ve sevgiyle bakıyordu yüzüme. "Çok sevindim anne. Yani Edmund'la evlenmene. O seni koruyacaktır. Artık huzurla uyuyabilirim geceleri. Eskiden seni düşünmekten, senin için dua etmekten geceleri çok zor uyurdum."

Yüce Tanrılar aşkına! Küçücük bir çocuktan ne olgunca düşünceler! James'in kendinin, bizim ve çevresinin bu kadar farkında olması! Sanırım küçük oğlum, büyüyordu.

"Cecilia biliyor mu?"

"Ona anlattım. Önceleri babam için çok ağladı ama sonunda babamın bizi umursamadığını asla da umursamayacağını anladı. Hem o da sevindi. Edmund'u çok sever bilirsin. Benden daha çok düşkün ona."

Gülümseyerek saçlarını okşadım. "Bunları düşünme artık. İyi olacağız. Hem babanızın sizi umursamadığı falan yok."

"Umursasaydı, bizi öldürmeye çalışan bir kadınla evlenmezdi. Biz saraydan giderken, elveda bile demedi."

Ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Rahat bir uykuya dalması için bir ninni söyledim. Ama aklım düşüncelerle doluydu. Evet, Arthur çocuklarını umursamıyordu. Bana verdiği yazılı belgeyi düşündüm. Onları red edemezdi. Ama ya kağıdı da geçersiz sayarsa? Bizim evliliğimiz gibi? Bunun için hazırlıklı ve planlı olmalıydım.

James'in uyuduğunu anlayınca yanından kalktım. Her ne kadar ben de onunla uyumak istesem de üstümde hala yolun yorgunluğu vardı ve banyo yapmak istiyordum. Odama çıkarken Madge adlı bir hizmetçiye odama küvet ve sıcak su getirmelerini istedim.

Soyunduktan sonra köpüklü sıcak suya gül suyu ve yağından döktüm. Küvete girdiğimde rahatlayarak arkama yaslandım. Saçlarımı sıcak suyla ıslattım. Köpüklerle kaplanarak, gözlerimi yumdum.

"Madge, bana biraz soğuk şarap getirir misin?"

Madge başını sallayıp çıktıktan sonra çıplak bacaklarımı öne doğru uzattım ve köpüklerle ovalamaya başladım. Bir süre sonra gözlerim kapalı, uyuklamaya başlamıştım ki kapı açıldı.

"Ah Madge, saçlarımı yıkar mısın?"

Madge hızlı ama sessiz adımlarla yanıma gelip, saçlarımı köpürtmeye başladı. Parmakları kafa derime masaj yaparak uzun uzun köpürttü saçlarımı. Ardından sıcak suyla duruladı. Köpükler akarak saçlarımın altında duran kovaya doldu. Boğazımdan hoşnut dolu bir ses yükseldi. Ardından Madge'in elleri omuzlarıma masaj yapmaya başladı. Ama elleri bir tuhaftı. Bir kadına göre oldukça büyük ve serttiler.

"Madge, ellerin..." diyecek oldum. Ama o Madge değildi. Hızla başımı arkaya çevirdim ve Edmund'un sırıtan yüzüyle karşılaştım.

"Tanrılar aşkına!" diye ciyakladım.

"Masajımı beğenmedin mi?" dedi sırıtarak.

Küvetin diğer tarafına kaydım ve iyice köpüklere gömüldüm. "Sen gerçek bir sapıksın." diye homurdandım öfkeyle. "Banyo yapıyorum ve sen bunu bile bile odama giriyorsun!"

"Sen de ben banyodayken odama girersin, ödeşiriz." dedi aynı pişkinlikle. Suratına bir avuç köpüklü su fırlattım.

"Ahmak!"

Yüzü köpüklü suyla ıslanmıştı. Gözlerini kısarak yüzüme baktı. "Bu ne demek biliyor musun?"

"Ne demek?" dedim meydan okuyarak.

"Savaş başladı demek. Ve ben savaşları kazanmak konusunda oldukça ustayımdır."

"Yok canım!" dedim alayla dudak bükerek ve bu sefer daha fazla köpüklü su sıçrattım üzerine. Gömleği ıslanmıştı. Ve o anda savaş başladı. Edmund o kadar hızla su sıçratıyordu ki yüzüme ben de avucuma doldurduğum suları rastgele fırlatıyordum. Yerler taşan suyla ıslanmıştı. Çığlık atarken bir yandan da kahkaha atıyordum. İşte ne olduysa tam da o sırada oldu. Edmund'un ayağı yerdeki köpüklü suya basarak kaydı ve boylu boyunca küvetin içine, çıplak bedenimin üstüne düştü. Küvetin iki yanından taşan su tahta zeminde küçük bir göl oluşturmuştu. Edmund'un bedeni tamamen bana yaslıydı. Islanmış saçlarından yüzüme damlalar düşüyordu. Islanmış yüzü, heyecanla ve şaşkınlıkla parlayan gri gözleri ve yarı gülümseyen dudaklarıyla öylece gözlerime bakıyordu. Şimdi ne olacak diyen alaycı sesini duyabiliyordum. Bedenini ıslanmış pantolonu ve gömleğinin altından bile hissedebiliyordum. Ve sanırım aynı şekilde o da benim çıplak bedenimi hissediyor olmalıydı. Suyun yarısı boşaldığı için çıplak göğüslerimi saklayan su yoktu. Sadece dikleşmiş meme uçlarımın üzeri ince, köpüklü bir tabakayla kaplıydı. Çıplak bacaklarım yarı suyun içinde olduğu halde ortadaydı. O an Edmund'un bir elinin çıplak baldırımda olduğunu fark ettim. Heyecandan hızlanan nefesim göğüslerimin hızla inip kalkmasına neden oluyordu. Edmund bedenini biraz daha bastırdığında kabaran erkekliğini bacaklarımın arasında hissedebiliyordum. Kalbim öyle çok gümbürdüyordu ki eminim tenimin altından gözükebiliyordu. Mideme bir kramp girdi. Edmund'un nefesi yüzüme, dudaklarıma vuruyor ama hiç hareket etmeden öylece gözlerime bakıyordu. Bir şeyler demem gerekiyordu, ona üzerimden kalkmasını söylemeliydim, şu an aramızda gerçekleşecek olan herhangi bir yakınlaşmaya hazır değildim. Ama kelimelerin hepsini unutmuştum sanki. Bir türlü ne diyeceğimi kafamda toparlayamıyor, hiç sesim çıkmıyordu. Şimdi ne olacaktı?

Islak dudakları dudaklarıma kapandığında neredeyse kendimden geçecektim. Hayır, hayır, hayır! İçimden hayır diye haykırıyor, onu iteklemek için çok büyük bir arzu duyuyor ama bir türlü ona itiraz edemiyordum. Evlendiğimiz günden beridir bir kere bile aynı yatakta uyumamış, saray halkının önünde el ele tutuşmak ve sahte, anlamsız öpücükler dışında hiç yakınlaşmamıştık. Dudakları yumuşak bir baskıyla öpmeye devam ederken kokusunu içime çektiğimin bile farkında değildim. Bu öpücüğün diğer öpücükler gibi sahte ve duygusuz olmadığının, o her defasında dudaklarımı büyük bir açlıkla sömürürken benim de ona aynı iştahla karşılık verdiğimin ve daha fazlasını istediğimin dehşetle farkındaydım. Çok geç olmadan durmamız lazımdı!

O an kapı açıldı ve Madge'in yapmaması gereken bir şey yaptığını hissettiren iç çekişini duyduk. Utançla başını önüne eğdi ve şarap sürahisini başı eğik bir şekilde en yakın masaya koydu. "Özür dilerim efendim, bağışlayın." dedi titrek bir sesle.

"Önemli değil Madge. Gidebilirsin." dedi Edmund pürüzsüz bir sesle. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi normal çıkmıştı sesi. Madge beceriksizce önümüzde reverans yaptıktan sonra hızla çıktı. Bakışlarımı kaçırarak Edmund'a döndüm.

"Müsaade edersen..." diyebildim kuru bir sesle. "Durulansam iyi olacak. Sen de üzerindekileri değiştir istersen. Hasta olma." dedim hızlı hızlı.

Evet, haklısın gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra üzerimden kalktı. Artık dizlerimi bile kapatamayan suyun içinde ellerimle çıplak bedenimi elimden geldiğince kapatmaya çalıştım. Edmund'un parıldayan gri gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Utangaç denecek bir bakış attım. Kes şunu!

"E...evet. Ben gideyim. Sen de..." durdu. "Sen de giyin. İyi geceler." dedikten sonra yere sular damlatarak kapıya yöneldi.

"Edmund."

O kadar hızlı döndü ki neredeyse ayağı yeniden kayacak ve düşecekti. "Evet?"

"Bana Belle'yi çağırır mısın?"

Başını salladı ve çıktı. Kapıyı kapattığı gibi derin bir nefes alarak başımı geriye yasladım. Beş dakika geçmişti ki Belle geldi. İnce, uzun boylu esmer bir kızdı ve adı gibi gerçekten çok güzeldi. Durulanmama yardım etti ve sıcak havlularla bedenimi sardı. Havlunun güven veren yumuşaklığına ve sıcaklığına sarıldım. Üzerime ince, uzun bir gecelik geçirdikten sonra pikenin altına kıvrıldım. Hiçbir şey düşünmek istemeyerek gözlerimi kapattım. Ama her gözlerimi kapattığımda Edmund'un arzuyla parlayan gri gözleri beliriyordu zihnimde. Derin bir iç çekerek sırt üstü döndüm ve tavanı izlemeye başladım. Madge odaya girmeseydi neler olacaktı acaba? Ona dur demeyi başarabilecek miydim? Yoksa kollarında mı kaybolacaktım? Hayır, hayır! Elbette dur diyecektim diye söylendim öfkeyle. Düşünme artık! Uyu diye hırladım iç sesime. Ve rahatsız edici bir uykuya daldım. Rüyamda Edmund'u gördüm. Her defasında ben ondan kaçıyorken o benim peşimden geliyordu. Girdiğim dolambaçlı yollarda onu kaybediyor ama o bir şekilde beni buluyordu. Başka bir yola girerken, birden yol ağzında kanlar içinde yerde yatan Arthur'u gördüm. Ölü gözleri boş boş gökyüzüne bakıyordu. Tam çığlık atacakken ter içinde uyandım.

***

Ertesi günü çocuklarla ormanda piknik yaparak geçirdik. Birlikte oyunlar oynadık. Bizimleyken o kadar mutluydular ki! Saraya dönmeyi hiç istemiyordum. Çocuklar etrafımızda dönerek birbirlerini kovalarken Edmund'la ormanın içinde bir yandan yürüyor bir yandan da konuşuyorduk.

"Buraya geleceğimizi bana söylemeliydin."

"O zaman sürpriz olmazdı."

"Onlara vermek istediğim hediyeler vardı."

Başını yana yatırarak muzipçe yüzüme baktı. "Yine veririz." dedi neşeyle. Sonra elimi tutup koluna sıkıştırdı. Dün geceki yakınlığımızdan dolayı teması kızarmama neden olmuştu. "Seninle şehre ineriz. Ve çocuklara bir dolu oyuncak alırız."

"Ben bir dolu oyuncak almak istemiyorum. Sadece benden bir hatıra taşımalarını istiyorum."

"O da olur." dedi neşeyle. Kendimi tutamayarak güldüm.

"Seni hiç böyle neşeli görmemiştim."

Yarı gülümser yarı ciddi bir ifadeyle yüzüme baktı. "Şey, aslında ben de kendimi hiç böyle neşeli hissetmemiştim. Bu çocuklar bana yaşam enerjisi veriyor." dedi James'i yakalayıp havaya atarak. Endişeyle öne atladım.

"Düşüreceksin!"

Ama James kahkahalar atarak kollarına geri düştü. Rahatlayarak gülümsedim. Çocuklar öğle uykusu için odalarına çekildiğinde ben de elbiselerimin içinden en basit ve göze çarpmayan elbisemi giyiyordum. Yeniden halkın arasına karışmak, basit, göze çarpmayan biri olmak çok hoş bir histi. Kahve ve krem renginin karışımı, ince kumaşlı düz bir elbiseydi. Saçlarımı omuzlarıma döktüm ve başıma güneşten korunmak için kahverengi bir şapka taktım. Bahçeye çıktığımda Edmund'u her zamanki kılığıyla görünce çok şaşırdım. O da beni görünce şaşırdı.

"Halkı teftişe gitmiyoruz, gezmeye gidiyoruz."

"Neden? Problemleri var mı öğreniriz ve..." derken parmakları dudaklarıma değince sustum.

"Onlara artık yardım edemeyiz İsabel."

"Edebiliriz! Edebildiğimiz kadar!" dedim öfkeyle. Onlardan bu kadar kolay vazgeçeceğine inanamıyordum. Öfkeyle arabaya bindim. Bir beş dakika sonra o da arabaya bindi. "Bu kıyafetler de pek dikkat çekici değil zaten."

Rue, Andarkan'ın batısında, sıcak iklimli bir şehirdi. Siyah, üçgen çatılarıyla taş evlerin balkonlarında saksılar içinde pembe, mor menekşeler ve temiz, taştan yollarıyla huzur verici bir sakinlik vardı şehirde. Asiller ellerinde süslü şemsiyeleri kol kola geziyordu. Birlikte uzun süre merkezde gezdik. Şehrin en büyük tapınağının önündeki gölette yüzen ördekleri ve kuğuları seyrettik. Çeşitli dükkanlara girdik. Birlikte çok güzel bir öğlen geçirdik. Bu şehri çok sevmiştim. Evlerin ön cephesi çiçekli sarmaşıklarla kaplanmıştı. Şatoya geri dönerken James için tahtadan küçük bir oyuncak at, ayaklarında küçük tekerlekler vardı, Cecilia'ya ise bezden bir bebek almıştım. İkisi de hediyelerine bayılmıştı.

Çocukları uyuttuktan sonra Edmund'u oturma odasında buldum. Koltuğa oturduğumda elime bir kadeh verdi.

"Ne zaman dönüyoruz?" dedim istemeyerek.

"İşte bu da yeni bir sürpriz." dedi kocaman bir gülümseyişle. "Bütün yaz buradayız."

"Peki ya, saray? Senin yapmak zorunda olduğun görevler?" dedim heyecanla.

"Arthur yapsın biraz da."

Neşeyle boynuna atladım ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. "Sen dünyanın en harika kocasısın!"

Aynı anda ne dediğimi idrak ederek utançla başımı salladım. Ah, ne kadar aptalım! Edmund ise pis pis yüzüme doğru sırıtıyordu. Ona iyi geceler dileyerek odama koştum.

Huzurla dolu bir ay daha geçmişti. Zamanımın çoğunu çocuklarımla geçiriyordum. Hatta James için bir gömlek, Cecilia içinse çok şirin bir şapka örmüştüm. Çoğu geceler ikisini yatağıma alıyor, hep birlikte uyuyorduk. Ama çocukları benimle uyumaya bu kadar alıştırırsam, saraya döndüğümde çok sıkıntı çekeceklerini söyleyen Edmund'un tavsiyesine uymaya başlamıştım en kısa sürede. Cecilia bazen babalarının neden onları ziyarete gelmediğini ya da benim neden onları bırakıp gitmek zorunda olduğumu soruyor, onu tatmin edecek cevabı ararken soğuk soğuk terler döküyordum. Neyse ki James, kardeşinin dikkatini çabucak dağıtacak bir şeyler yaparak beni kurtarıyordu.

Edmund'la küvet maceramızdan sonra bir daha hiç yakınlaşmamıştık. İşlere ara verdiğini söylese de bu sefer buradaki işlere el atmıştı. Sabahları ortadan kayboluyor, tarlaları kolaçan ediyor, öğlenleri çiftçilerle konuşup, isteklerini, dertlerini dinliyor, akşamları ise saatlerce çalışma odasına kapanıp, sorunlar için bir çözüm yolu üretiyordu. İlk başlarda ona yardım etmek istemiştim. Ama o, çocuklarımla vakit geçirmemi önermişti. Nasılsa onları koca bir yıl daha, şu an için düşünmek istemesem de belki de hiç, görmeyecektim.

Yine de çocuklarımla geçirdiğim uzun saatlere rağmen, kendime ayıracak zaman da buluyordum. Bazen atımla ormanda dolaşıyordum. Genellikle bu zamanlar çocukların öğle uykusu için odalarına gittikleri zamandı. Ormanı seviyordum. Beni sakinleştiriyordu. Kuş cıvıltılarıyla dolu, her tarafın yumuşak yeşilliklerle donatıldığı bir yerdi.

Yine bir gün ormanda geziyordum. Ağaçların etrafını sardığı, ıssız bir yerde büyükçe bir göl vardı. Suyu o kadar berrak ve pürüzsüzdü ki, sakinleşmemi sağlıyordu. Dalgasız yüzeyine bakarak yansımamı izliyordum. Mavi gözleri ışıl ışıl, kahverengi saçları eskisine nazaran daha parlak, cildi sağlıklı bir pembelikte olan bir kadın vardı artık karşımda. Çocuklarımla birlikte olmanın huzuru ve mutluluğu tenime, gözlerime, saçlarıma, ruhuma yansıyordu. Peki ya saraya dönünce ne olacaktı? Bizi ne gibi tehlikeler bekliyordu? Birden Arthur'u yerde kanlar içinde yatarken gördüğüm rüya geldi aklıma. Sudaki yansımama baktım. Kaşlarım çatılmış, yüzüm düşüncelerimin ağırlığıyla kararmıştı. Başımı salladım. Bunları şimdi düşünerek sadece değerli vaktimi mahvediyordum. Şimdi sırası değildi. Bu anın tadını çıkarmam gerekiyordu. Sudaki yansımamda görene kadar soyunduğumun farkında değildim. Elbisemin kemerini çıkardım önce. Sonra askılarını indirdim. İpek kumaş tenimden kayarak ayaklarımın üzerine yığıldı. Ardından elimden geldiğince hızlı bir şekilde korseyi çıkarmaya çalıştım. Ama titreyen parmaklarım beni engelliyordu. O sırada başka parmaklar korsemin iplerini ustalıkla çözdü. Bu parmakları tanıyordum. Geri çekilmedim. Arkamı dönmedim. Korsem çıkınca beyaz iç elbisemle kalmıştım.

Beyaz, ince elbiseyi çıkarmadan göle yürüdüm. Ayaklarımı serin suya soktum. Yavaş yavaş yürüyerek gölün içine doğru geldim. Su artık belime geliyordu. Omuzlarım suyun içine gömülü kalana dek yürümeye devam ettim. Su çeneme gelince durdum ve suyun içine daldım. Öyle huzurluydu ki hiç çıkmak istemiyordum. Ama nefes almam gerekiyordu. Başımı yukarı kaldırarak sudan çıktım. Sonra ona döndüm. Kıyıda durmuş beni izliyordu. Sonra o da soyunmaya başladı. Kızararak bakışlarımı kaçırdım ve yüzmeye başladım. Onu çıplak görmeye hazır değildim. Serin su vücudumdaki harareti dindirirken defalarca suyun içine daldım.

Edmund suya girmiş bana doğru yüzüyordu. Beyaz içliğim suda hiçbir işe yaramıyordu. Kumaş saydamlaşmış ve çıplak göğüslerim tahrik edici bir şekilde gözükür olmuştu. Ve rahatsız edecek kadar ağırdı. Suyun içine girdim ve elbiseyi çıkardım. Elbise suyun üzerine çıkarak yavaş yavaş kıyıya doğru yüzmeye başladı.

"Biraz mahremiyet istemem çok mu zor bir dilek?" dedim alaycı bir tavırla Edmund'a.

Hiçbir şey demeden yanıma yüzdü. Çok yaklaşmadan tam karşımda durdu. Aramızdaki bu cinsel gerilim beni çok yıpratıyordu. Ona kapılmamaya çalışarak yüzdüm. O da benimle yüzmeye başladı. Birbirimize hiç değmeden etrafımızda dönerek yüzdük. İçimde yanan ateşi, gölün serin suyuyla dindirmeye çalışıyordum. Birden ellerini belimde hissettim. Kaskatı kesilmiştim. Narin hareketlerle belime sarıldı ve kalçama yaslandı. Onu kalçalarımda hissedebiliyordum! Bir eliyle omzumdaki saçlarımı diğer yanıma topladı. Nefesi boynuma değiyordu. Bu kadarı çok fazlaydı! İçimde yanan ateş, harlanmış, alevler içimden geçerek tenimi yakıyordu. Dudakları boynumda küçük bir gezintiye çıkmıştı. Başım dönüyordu. Belimdeki elleri gevşeyince aklım başıma geldi ve hızla ondan uzaklaştım. Onun da durumu benden farklı değildi. Yüzü uzaklaşmamla allak bullak olmuş, yarım kalmış bir arzuyla acı çeker gibi gözlerime bakıyordu.

"Akşam oluyor." dedim sadece ve sudan çıktım. Su damlaları çıplak bedenimden süzülüyordu. Edmund'un gözleri kalçalarımdan, göğüslerime giden yolda mekik dokuyordu. Utanarak hızla elbisemi üzerime geçirdim. İpek kumaş ıslak bedenime yapışmış, göğüs uçlarım ortaya çıkmıştı. Ben üstümle başımla uğraşırken Edmund'da sudan çıkmıştı. Kolumu tutup beni kendisine çevirdi. Gözlerimi gözlerine sabitledim.

"Sana dokunmamı istemiyor musun?"

"Böyle anlaşmıştık." dedim çatlayan bir sesle. Yüzüme anlaşılmaz bir şekilde baktı. Gözlerinde öfke, kırgınlık ve arzuyla. Ve başka karanlık düşüncelerle.

"Anladım." dedi sadece. Ve üzerini giyinmeye başladı. Hızla arkamı döndüm. Kalbim göğsümün içinde deli gibi atıyordu.

"Önden buyur." dedi oldukça soğuk bir sesle. Ben önden, o arkadan şatoya doğru yürüdük. O günden sonra Edmund bir daha bana yaklaşmadı. Bir daha görüş alanıma bile girmedi.



Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro