İkinci Bölüm -7
II
Tanrının Rahmetine Kavuşan Rahip ve Keşiş Staretz Zosima'nın Hayatı: Staretzin Ağzından Aleksey Fyodoroviç Karamazov Yazmıştır.
Hayat Hikâyesiyle İlgili Bilgiler
a) Staretz Zosima'nın Genç Ağabeyi Hakkında
— Aziz Pederler ve hocalarım, Kuzeyin uzak bir eyaletinde, B. şehrinde doğdum. Babam soyluydu, ama ne çok ünlüydü, ne de büyük rütbe sahibiydi. Ben iki yaşındayken öldüğü için onu hiç hatırlamam. Anneme ufak, ahşap bir evle bir miktar, çok değilse bile çocuklarıyla sıkıntısızca geçinecek kadar para bırakmıştı. İki kardeştik, ben Zinovi ve ağabeyim Markel... Ağabeyim benden sekiz yaş büyüktü; hırçın, öfkeli tabiatlıydı, gene de iyi kalpli, alay nedir bilmez ve özellikle evde bana, anneme, hizmetçilerimize karşı tuhaf denecek kadar sessiz bir çocuktu. Jimnazda iyi okudu, ama öğrenci arkadaşlarıyla kavga etmediği halde pek fazla da bağdaşamadı. Annemin ağabeyime ait hatıraları bundan ibaretti. Markel ölümünden altı ay önce on yedisini doldurduğu sırada şehrimizde tek başına yaşayan, galiba serbest fikirliliği yüzünden Moskova'dan siyasi sürgün olarak bize gönderilmiş bir adamın evine gidip gelmeye başladı. Sürgün, oldukça büyük bir üniversite bilgini ve yaman bir filozoftu. Nedense bizim Markel'i sevdi, onunla sık sık görüşüyordu. Bizim delikanlı bütün kış her akşam ona gitti geldi. Sürgün tekrar Petersburg'a, devlet hizmetine çağırılana kadar —koruyanları olduğu için işini yaptırmıştı— bu böyle devam etti. Büyük Perhiz ayı başladı. Markel, perhiz tutmak istemiyor, alay ediyor, "Saçma şey bunlar," diyordu. "Tanrı neymiş ki..." sözleriyle annemi, hizmetçilerimizi, beni de korkutuyordu. O zaman henüz dokuz yaşındaydım, ama bu sözleri duyunca fena halde korktum. Dört hizmetçimiz vardı; bunlar, tanıdık bir mülkçüden satın aldığımız kölelerdi. Şimdiki gibi hatırlıyorum, annem bunlardan topal, yaşlı aşçı kadın Afimye'yi altmış banknota satıp yerine azat edilenlerden aylıklı bir aşçı tutmuştu. Perhiz ayının altıncı haftasında ağabeyim birden fenalaştı; zaten öteden beri sağlığı pek yerinde değildi. Göğsü zayıftı. Uzun boyu, narin yapısıyla vereme epey yatkındı. O sıralarda soğuk almıştı galiba; doktor geldi, muayene etti, anneme usulca Markel'in hastalığının gırtlak veremi olduğunu, baharı bulamayacağını fısıldadı. Annem ağlamaya başladı, ağabeyime sezdirmemeye çalışarak, ihtiyatla, günah çıkarıp Kutsal Şarapla Ekmek almasını yalvarıyordu. Ağabeyim bunlara kızdı, Kiliseye bile küfretti, ama bir aralık düşünce aldı onu: annesinin, hastalığı tehlikeli olduğu için, henüz gücü yerindeyken günah çıkarmak, Kutsal Şarapla Ekmek almak için kiliseye yolladığını sezdi. Hasta olduğunu çok önceden de biliyordu. Bir yıl önce, bir gün sofrada annemle bana büyük bir soğukkanlılıkla "Bu dünyada yaşayıcı değilim, belki bir yılım bile kalmadı..." demişti. Kehaneti çıktı. Üç gün sonra Kutsal Haftaya girdik. Ağabeyim salı sabahından günah çıkarma ayinlerine devam etmeye başladı. Anneme, "Sırf sizi sevindirmek, gönlünüzü hoş etmek için yapıyorum," diyordu. Annem hem sevincinden hem kederinden ağlıyordu: "Markel'in bu derece değişmiş olması, sonunun pek yaklaştığına işaret..." diye düşünüyordu. Ama ağabeyim kiliseye çok gidemedi, yatağa düştü; günah çıkarma ayinleri evde yapıldı. Günler ışıklı, hava temizdi, ortalık bahar korkuyordu. O yıl Paskalya yortusu geç geliyordu. Hatırımdadır, ağabeyim bütün gece durmadan öksürüp doğru dürüst uyuyamadığı halde, sabah gene de giyinir, koltuğa oturmaya çabalardı. Sakin, uslu, sessizce gülümsemeyle gözümün önünde; yüzü gene de canlı, neşeliydi. Ruhu da hayret verici şekilde değişmişti. İhtiyar dadımız odasına girip, "Evladım, izin ver de ikonun önündeki kandili yakayım," derdi. Eskiden buna imkân mı vardı, o saat kandili üfleyiverirdi! Oysa şimdi, "Yak dadıcığım, yak," diyordu. "Önceleri sana engel olmakla canavarlık ediyormuşum. Sen kandili yakarken dua edersin, ben de sana bakıp içim sevinç dolu duana katılırım. İkimiz de aynı Tanrıya dua etmiş oluruz." Sözlerini tuhaf bulurduk, annem odasına çekilip ağlardı, ama yanındayken gözlerini kurular, neşeli görünmeye çalışırdı. Markel, "Ağlama anneciğim, ağlama," derdi, "daha çok yaşayacağım. Sizinle birlikte güzel günlerimiz olacak... Hayat tatlı, neşe dolu!" "Neşe neresinde bunun oğlum, bütün gece ateşler içinde yanıp öksürüyorsun, göğsün parça parça olacak nerdeyse..." Markel gene, "Yo, ağlama anne," diye tekrarlardı, "ağlama; hayat cennettir, hepimiz cennetteyiz, yalnız bunu bilmek istemiyoruz. Bilmek isteseydik hemen yarın bütün dünya gerçek bir cennete dönerdi." Sözlerine şaşardık; garip ama kesin bir şekilde konuşuyordu. Biz de ona bakarak duygulanıyor, ağlıyorduk. Eşdost gelince, "Aziz dostlarım, sevginizi neyle hak ettim," diyordu. "Bu halimle beni nasıl seviyorsunuz. Önceden nasıl oldu da sevginizi bilemedim, değerlendiremedim!" Odasına giren hizmetçilere de ikide bir, "Canım, bana ne diye bu kadar bakıyor, hizmet ediyorsunuz, layık değilim buna!" diyordu. "Tanrı affedip hayatımı bağışlarsa, ben size hizmet edeceğim, zira hepimizin birbirimize hizmet etmesi gerek." Sözlerini duyan annem başını sallıyor, "Sana bunları hastalık söyletiyor yavrum," diyordu. "Canım anneciğim, uşaklar olmadan beylik olmaz, ama ben uşaklarımın uşağı olmak istiyorum; onlardan farklı olmaya dayanamıyorum! Şunu da bil ki, anneciğim, hepimiz birbirimize karşı suçluyuz, hele ben herkesten çok..." Annem elinde olmadan gülümsedi. Hem ağlıyor, hem gülüyordu. "Neden herkesten suçlu olasın oğlum? Ortalıkta katiller, haydutlar varken sen ne yaptın da kendini bu kadar suçlandırıyorsun?" "Anneciğim, kan damlacığım benim (o sıralar böyle akla gelmedik tatlı adlar bulurdu), tatlı ruhum benim, şunu bil ki, herkes birbirine karşı her bakımdan suçludur. Bunu sana nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Gerçeğin bu olduğunu, içim sızlayacak kadar hissediyorum. Nasıl oluyor da önceden yaşıyorduk, birbirimize kızıyorduk ve hiçbir şeyden haberimiz yoktu!" Ağabeyim her gün uykudan kalkınca biraz daha fazla duygulanıp coşuyor, içi sevgiden titriyordu. Doktor gelince —Eisenschmidt adında yaşlı bir Almandı bu— Markel ona takılırdı: "E, bir güncük daha yaşamama izin var mı, doktor?" Adam, "Bir değil, daha çok, çok yaşarsınız," diye yanıt verirdi. "Aylarınız, yıllarınız var..." "Yılı, ayı, günü saymaya gerek var mı!" diye bağırırdı Markel. "İnsanın mutluluğun derinliğine varması için bir gün bile yeter. Ne diye birbirimizle kavga ediyor, böbürlenip kin tutuyoruz. Hep birlikte hemen bahçeye inmeliyiz; gezmeli, eğlenmeli, birbirimizi sevmeli, kucaklaşmalıyız, hayatı kutsamalıyız!" Annem doktoru kapıya kadar uğurlarken adam, "Oğlunuzun günleri sayılı," dedi. "Hastalık beynine vurdu." Odanın pencereleri bahçeye bakıyordu; yaşlı ağaçlarla dolu loş bir bahçemiz vardı. Ağaçlar yavaş yavaş tomurcuklanmaya başlamıştı. Erkenci kuşlar pencerelerin önünde cıvıldaşıp duruyorlardı. Ağabeyim bunları hayranlıkla seyrederken birdenbire onlardan da af dilemeye başladı: "Tanrının kuşçukları, sevgili kuşçuklarım, siz de bağışlayın beni, size karşı bile suçluyum!"
Ne demek istediğini o zamanlar anlayamamıştık. Ağabeyim de sevinçten ağlayarak, "Evet," diyordu, "çevrem gök, kuşlar, ağaçlar, tarlalar gibi Tanrı görkemiyle dolu olduğu halde, kirli yaşadım; her gördüğüm şeyi kirlettim, bütün bu güzelliklerden, görkemden hiç haberim olmadı." Annem ağlıyor, "Üzerine ne çok günah alıyorsun oğlum!" diyordu. "Hayatım anneciğim benim, kederimden değil, keyfimden ağlıyorum. Onlara karşı suçlu olmayı kendim istiyorum. Anlatamam ki sana; onları nasıl seveceğimi bilemiyorum da ondan... Varsın herkese karşı suçlu olayım, böyle olunca hepsi beni bağışlar... İşte sana cennet. Zaten şimdi bile cennette değil miyim?"
Daha da pek çok unutulmuş, anlatmakla bitmez tarafları vardı. Hiç unutmam, bir gün odasında yalnızken içeri girmiştim. Akşamın ilk saatleriydi, hava açıktı, batan güneşin pencereden çaprazlama düşen ışığı bütün odayı aydınlatıyordu. Beni görünce yanına çağırdı. Yaklaştım. Omuzlarımı iki eliyle kavradı, sevgiyle, duygulanarak, yüzüme baktı, baktı, bir an hiç ses çıkarmadı. Sonra, "Hadi git, oyna, benim için de yaşa!" dedi. Çıkıp oynamaya gittim. Kendisi için yaşamamı istediğini her hatırlayışımda gözlerim yaşarmıştır. O sıralar buna benzer şaşırtıcı, bir anlam veremediğimiz halde güzel bulduğumuz daha pek çok şey söylemişti. Paskalyadan sonra üçüncü hafta içinde öldü. Ölürken kendini biliyordu, konuşmadığı halde son saatine kadar değişmemişti; gözlerinde sevinç, neşe vardı. Bakışlarıyla hepimizi arıyor, nerdeyse gülümsüyor, bizi yanına çağırıyordu. Bütün şehir ölümünden söz etti. Gömülürken çok ağladığım halde fazla sarsılmış değildim. Ne de olsa toydum, çocuktum, ama kalbimde unutulmaz bir iz gömülü kaldı. Zamanı gelince bu duygular baş verecek, canlanacaktı. Öyle de oldu zaten.
b) Staretz Zosima'nın Hayatında Kutsal Kitabın Yeri
— Annemle yalnız kaldık, iyi dostlarımız ona, "Gene bir oğlunuz var; fakir değilsiniz, az çok geliriniz olduğu için siz de herkes gibi çocuğunuzu Petersburg'a yollayabilirsiniz. Burada bırakmakla belki geleceğine engel olursunuz," diyorlardı. İleride Çarın muhafız alayında subay olabilmem için askeri liseye yazılmamı salık verdiler. Annem, son kalan oğlundan ayrılmaya kıyamıyor, kararsızlık içinde bocalıyordu, ama sonunda mutluluğuma engel olmamak için ayrılığa katlandı. Beni Petersburg'a götürüp okula yerleştirdi; bir daha da göremedim onu, zira üç yıl sonra o da öldü. O üç yıl hep evlatlarının özlemini çekti. Baba evimden bana sadece değerli anılar kaldı. İnsanın en değerli anıları aile ocağında geçen çocukluğunun anıları oluyor. Ailede bir parçacık sevgi ve dirlik varsa bu böyledir. Hatta insanın ruhunda iyi, değerli şeyleri bulup çıkarabilecek gücü varsa düzensiz bir aileden de değerli anılar edinilebilir. Evimden kalan anılarımın başında kutsal tarihe ait olanlar geliyor. Bu kitabın içinde neler olduğuna öğrenmeye henüz pek küçükken heves etmiştim. İçi nefis resimlerle süslü, Tevrat ve İncil'den 104 Kutsal Hikâye adında bir kutsal tarih kitabıydı. Zaten okumayı da o kitaptan öğrendim. Hâlâ burada, rafta duruyor; değerli bir hatıra olarak saklıyorum onu. Ama kutsallık âlemine aklım ilk ermeye başladığı zaman sekiz yaşındaydım, henüz okuma yazma bilmiyordum. Ağabeyimin o gün nerede olduğunu hatırlamıyorum, annem beni yalnız olarak Kutsal Haftanın pazartesi günü sabah ayinine götürmüştü. Açık bir gündü; buhurdanlıktan tütsünün yukarı doğru ağır ağır yükselişi şimdiymiş gibi gözümün önünde... Tanrının ışığı kilise kubbesinin dar penceresinden içeri süzülüyor, tütsü dumanları dalgalanarak güneş ışığına karışıp eriyordu. Duygulanarak seyrederken Tanrının Sözü ilk olarak o zaman ruhuma bir tohum gibi düştü. Bir genç, kilisenin ortasına çıktı, elinde büyük bir kitap tutuyordu. Kitap öylesine büyüktü ki, bana, son derece güçlükle taşıyormuş gibi geldi. Kitabı rahleye koyarak açtı, okumaya başladı. O anda ilk olarak kilisede okunanları anladım. Un ülkesinde yüreği temiz, dini bütün bir adam yaşarmış; malının mülkünün, deve, koyun ve eşeğinin hesabı yokmuş. Çocukları mutluluk içinde yaşar, o da onları çok sever, günah işlemişseler iyilikleri için Tanrıya dua edermiş. Bir gün şeytan, Tanrı oğulları arasına karışmış, Rabbın huzuruna çıkıp yeryüzünü ve yeraltını dolaştığını söylemiş. Tanrı, "Eyyüb kulumu gördün mü?" diye sormuş ve bu örnek, aziz kuluyla şeytana övünmüş. Şeytan, Tanrının sözlerine gülmüş. "Onu bana bırak," demiş, "o zaman sevgili kulunun nasıl söylenmeye, adına lanet okumaya başladığını göreceksin!" Tanrı, pek sevdiği temiz ruhlu adamı şeytanın eline teslim etmiş, iblis de birdenbire, sanki gökten inen yıldırımlarla Eyyüb'ün varını yoğunu dağıtmış, çocuklarını, sürülerini yok etmiş. Eyyüb, üstünü başını parçalayarak kendini yere atmış, "Anamın karnından dünyaya çıplak geldim, toprağa da çıplak olarak gideceğim. Her şeyimi Tanrı verdi, Tanrı aldı!.. Tanrının adı bugünden sonsuzluğa kadar kutsal olsun!" diye bağırmış.
Pederlerim ve hocalarım, karşınızda döktüğüm şu gözyaşlarını hoş görün. Elimde değil, bütün çocukluğum gözlerimin önünde canlanıyor, sekiz yaşındaymışım gibi soluk alıyorum, o zamanki gibi hayret, şaşkınlık ve sevinç içindeydim. Develer, Tanrıyla bu şekilde konuşan iblis, kulunun mahvolmasına rıza gösteren Tanrı, "Bana verdiğin acıya, cefaya rağmen adına övgüler olsun!" diye bağıran kulu, hepsi hayalimi baştan başa doldurmuştu. Ardından da "Duam tütsü gibi Sana kadar yükselsin" ilahisinin tatlı ezgileri, papazın salladığı buhurdanlıktan çıkan duman, diz çökerek dua okuyanlar... O zamandan beri bu kutsal hikâyeyi gözlerim yaşarmadan okuyamam. Ne büyük, esrarlı, insan aklının eremeyeceği şeyler var içinde. Zaman zaman, alaycıların, din düşmanlarının gurur dolu sözlerini duyduğum oldu: Tanrı en sevgili, en pak kulunu iblisin eğlencesi etmeye nasıl kıymış, onu evlatlarından edip vücudunu irinli yaralarla ne diye sardırmış! Bunlar öyle yaralarmış ki, adam içindeki irini bir çömlek parçasıyla kazıyarak temizlermiş... Bütün bunlar sadece şeytana, "Bir azizin, uğrumda nelere katlanacağını gör!" diye gösteriş yapmak içinmiş... Oysa amaç, ölümlü dünyayı bir an ölümsüz gerçekle karşı karşıya getirmektir. Ulu Tanrı dünyayı yarattığı günlerde, her günün sonunda, "Yarattığın her şey iyidir," diye övündüğü gibi Eyyüb'le de gururlanmaktadır. Tanrıya övgüleri duyuran Eyyüb de yalnız Yaradana değil, bütün insanlığa sonsuzluğa kadar hizmet etmektedir. Zaten dünyaya gelişinin nedeni budur. Tanrım, bu ne kitap, içinde ne yüce örnekler var! Kutsal tarih gerçekten büyük, insanlara mucizevi güçler veren bir eserdir! Sanki bütün dünyayı, insanları ve insan tabiatını temsil eder, içinde her şey gösterilmiş, adlandırılmış, sonsuzluğa dek kararlaştırılmıştır. Bundan başka nice çözümlenmiş, açıklanmış sır da var içinde!.. Yıllar sonra Tanrı, Eyyüb'ü tekrar kalkındırır, servetini yeniden bağışlar. Bir zaman sonra da ona yeni çocuklar verir. Hey Ulu Tanrım! İnsan düşünürse, kaybolan, yokluğunu çektiği evlatların yerine yenilerini sevmek kolay mıydı acaba?.. Ne kadar sevse de öbürlerini hatırladıkça tam anlamıyla mutlu olabilir miydi? Olabilirdi, mümkündü bu. Büyük tabiatın o sırlı eli eski bir acıyı yavaş yavaş onarıp sakin, içli bir sevinç haline getiriyor, coşkun delikanlılığı durulmuş, huzurlu ihtiyarlığa döndürüyor. Her sabah güneşin doğuşunu kutsarken kalbim eski günlerdeki gibi övgülerle dolu. Ama günbatımının o upuzun, çapraz ışıklarıyla gelen, artık geride kalmış huzurlu bir hayatın sevgili anılarını ve hepsinin üstünde, ruhumuzu dinlendiren, her şeyi bağışlayan Kutsal Tanrı gerçeğini daha çok seviyorum... Hayatım sona ermek üzere, bunu biliyor, duyuyorum. Her kalan günümde buradaki hayatımın sonu olmayan, bilmediğimiz, ama artık yaklaşmış yeni bir hayata biraz daha yakınlaştığını duyuyorum. Bu önsezi içimi ferahlatıyor, zihnim açılıyor, kalbim sevinçle doluyor... Dostlarım ve hocalarım, önceden de bazen kulağıma gelen, son zamanlarda da daha sık duymaya başladığım bir şikâyet var: papazlarımız, hele köy papazlarımız, her yere başvurarak aldıkları paranın azlığından, küçümsendiklerinden sızlanıyorlar. Basına da geçmiş bu, kendim okudum. Gelirlerinin azlığı yüzünden halkla ilgilenemediklerinden, kutsal kitapları anlatmaya gerektiği kadar zaman ayıramadıklarından yakınıp duruyorlar. Ama Lutercilerle din sapıkları iman sahiplerini doğru yoldan çekiyorlarsa, varsın yapsınlar; biz geçim derdine düştük, falan filan... Rabbim! Sen onlardan bu kadar değer verdikleri geçim araçlarını esirgeme! diye yalvarıyorum. Çünkü şikâyetlerinde bir dereceye kadar haklıdırlar. Gene de inanarak söylüyorum, bu işlerde yarı yarıya biz kendimiz suçluyuz. Varsın Kiliseye ait ödevlerle başka işlere fazla zaman ayırdığı için vakti az olsun, gene de Tanrıyı hatırlamak için haftada bir saat olsun ayıramaz mı? Hem başından sonuna kadar bütün yıl durmadan çalışılmaz ya... Bir köy papazı haftada bir, akşamüstü evinde, ilkin yalnız çocukları toplar, arkasından duyunca babaları da gelmeye başlarlar. Bunun için konaklar falan yaptırmaya gerek yok, kendi kulübeciği yeter: içerinin kirlenmesinden yana tasa çekmesin, topu topu bir saat sürer bu toplantı... Açsın Kutsal Kitabı, sade bir dille, kurumlanmadan, çevresindekilere tepeden bakmadan, duyguyla, tatlılıkla, okuduklarının karşısındakilerce dinlenmesinin zevkini tadarak okusun. Arada bir, basit halkın anlayamayacağı bir kelimeyi açıklamak için durmalı. Ama merak etmeyin, her şeyi anlar onlar. Hıristiyan kalbinin anlamadığı yoktur! Onlara İbrahim, İsaak ve Rebeka'nın menkıbelerini, Yakub'un Lavana'ya giderken uykuda Tanrıyla nasıl mücadeleye girip "Korkunç yerdi burası!" dediğini anlatır, saf halk üzerinde büyük bir etkisi olur bunların. Özellikle çocuklara; kardeşlerinin rüya habercisi ve büyük peygamber Yusuf'u nasıl sattıklarını, babalarına onu vahşi hayvanın parçaladığını söyleyerek kanlı elbisesini gösterdiklerini anlatan hikâyeyi okumalı. Daha sonra kardeşlerin buğday almak için Mısır'a geldikleri zaman, sarayda yüksek bir mevkiye gelen Yusuf'un onları suçlayıp nasıl eziyet ettiğini, en küçükleri Bünyamin'i yanında alıkoymasını dinletmeli. Yusuf, "Seviyorum sizi ve severek eziyet ediyorum!" demiş... Kardeşlerinin onu kızgın çölde, kuyu başında, yabancı tüccarlara nasıl sattıklarını, kenetlenmiş ellerini onlara uzatarak, yaban illere köle olarak göndermemeleri için nasıl yalvarıp yakardığını unutmamış... Ama bunca yıl geçtikten sonra onlara kavuşunca yeniden olanca kalbiyle sevmiş onları, fakat gene de ezmiş, eziyet etmiş, hep severek yapmış bunu. Yanlarından ayrılarak odasına gidip kendini yatağına bırakmış, doyasıya ağlamış, sonra gözlerini kurulayarak, sevinçle parlayan bir yüzle karşılarına çıkmış ve "Sizin kardeşiniz Yusuf'um ben!" demiş. Gerisini de okumalı: ihtiyar Yakub'un, sevgili oğlunun sağ olduğunu duyunca nasıl anayurdunu bırakarak yabancı illere gidip orada sonsuzluğa kalacak büyük sözler vasiyet ederek öldüğünü... Ömrü boyunca mazlum, ödlek kalbinde gizlediği sözler şunlardı: zamanı gelince soyundan, Yahuda sülalesinden dünyanın biricik umudu bir Barışçı ve Kurtarıcı doğacaktı... Pederlerim ve hocalarım, hep bildiğiniz, benden çok daha ustalıkla anlattığınız, bana öğreteceğiniz şeylerden böyle çocukça söz açtığım için bağışlayın, gücenmeyin bana! Coşkunluğum söyletir bunları bana; gözyaşlarımı da bağışlayın, çünkü bu kitabı pek severim. Bunu okuyan Tanrı hizmetkârı papaz da ağlasın. O zaman onu dinleyenlerin kalbinde karşılıklı bir duygulanma belirecek. Ufak, minnacık bir tohum yeter, ruhu temiz bir insanın kalbine at onu, günah mezbelesinin karanlığında ışıklı bir noktacık halinde sonsuzluğa kadar yaşayacaktır. Hem öyle uzun boylu yorumlara, derslere gerek yok, topluluk anlatılmak isteneni kavrar. Basit halkın bunlara akıl erdiremeyeceğini mi sanıyorsunuz? Deneyin; ona güzel Ester'le gururlu Vastiye'ye ait hisli, içli hikâyeyi ya da balinanın karnına düşen Peygamber Yunus'un efsanesini okuyun. Bir de benim yaptığım gibi, İncil'den, en iyisi Luka'dan, İsa'nın mesellerini. Resullerin İşleri kitabından, özellikle Saul'un doğru yola girmesini okumalı, bunu mutlaka okumalı!.. Çetyi Minei'den, mesela Tanrı kulu Aleksey'in ve çilekeşlerin en büyüğü, gönüllü çilekeş, İsa'yı gören Mısırlı Maria'nın hayatlarını da geçmemeli; bu sade hikâyelerle kalpler kazanırsınız. Aldığınız paranın azlığına katlanarak haftada topu topu bir saatçik ayırarak yapacaksınız bunu! Ondan sonra halkımızın ne kadar sevecen, iyilik bilir olduğunu, şükranlarını kat kat ifade etmek için nasıl çaba harcayacağını göreceksiniz. Papazlarının iyi niyetini, duygulu sözlerini hatırlayan halk, gönüllü olarak, tarlasında, evinde ona yardım ederek eskisinden daha çok saygı gösterecektir. Böylece gelirinin artması da sağlanmış olacaktır.
Bu öyle basit bir şey ki, bazen alay etmesinler diye sözünü etmekten kaçınırız, oysa ne kadar doğrudur!
Tanrıya inanmayan, kullarına da inanmaz. Kullarına inanan, o zamana kadar hiç inanmamış bile olsa kutsal ışığa erecektir. Ancak halk ve onun manevi gücü, kütlemizden kopmuş inkârcıları doğru yola getirebilir. Örnekler olmasa İsa'nın sözü etkili olabilir miydi? Tanrı sözlerini bilmeyen bir ulus yok olmaya mahkûmdur, çünkü ruhu büyük sözünün, her türlü güzelliğin ve yüksek duygunun özlemi içindedir.
Gençliğimde, yani şöyle böyle kırk yıl önce, Anfim Pederle manastır için bağışlar toplayarak bütün Rusya'yı dolaştık. Bir keresinde, gemilerin işlediği büyük bir nehir kenarında balıkçılarla beraber gecelemiştik. Yanımıza on sekiz yaşlarında, sevimli bir genç sokuldu: Ertesi gün büyük bir tüccar mavnasını çekecekti;ödevinin başına bir an önce gitmek için acele ediyordu. Çocuğun temiz, içli bakışı dikkatimi çekti. Aydınlık, sakin, ılık bir temmuz gecesiydi. Geniş nehrin üzerinden kalkan sis etrafa serinlik veriyordu, arasıra bir balık hafif bir şırıltıyla suyun üstünde görünüyordu. Kuşlar, her şey susmuş, sessizlik, huzur içindeydi, bütün doğa Tanrıya dua ediyordu. Yalnız gençle biz uyanıktık. Oturmuş, dünyanın güzelliğinden, evrenin o ulaşılmaz sırrından söz ediyorduk. En ufak bir ot sapı, bir böcek, bir karınca, altın kanatlı arı zekâdan yoksun oldukları halde, hepsi şaşılacak bir yetkinlikle kendilerine çizilen yolu bilirler, bu halleriyle Tanrının sırrının canlı birer küçücük parçasıdırlar. Baktım, sevimli çocuk da coştu. Açıldı bana: ormanı, orman kuşlarını pek severmiş, eskiden kuşçuymuş, bütün kuşların seslerini, istediği kuşun ötüşünü taklit edebilirmiş. "Ormandan daha güzel şey olamaz," dedi, "her şey iyidir orada!" "Doğru, çünkü her şey gerçektir ormanda," dedim. "Ata bak, soylu, insana yakın bir hayvan; veya insanı besleyen, onun için çalışan şu boynu bükük, düşünceli öküze, onun suratına bak. Ne mazlum, onu sık sık döven insana karşı bağlılığını gösteren, ne tatlı, açık bir bakışı var, yüzü de ne kadar güzel! Günahsız olduğunu bilmek insanı büsbütün duygulandırıyor. Evet, insandan başka her şey temiz ve mükemmeldir; İsa bizden önce onlarladır..." Delikanlı, "Ne diyorsun?" diye şaşırdı. "Demek onlar da İsa'yı tanırlar?.." "Pek tabii değil mi," dedim. "Tanrı sözü herkes içindir, her canlı, ağaçların yaprakları bile bu sözü arar. Tanrının şanını över, İsa'ya derdini döker. Bütün bunları bilmeyerek, günahsız varlıklarında yaşayan kutsal sırrın etkisiyle yaparlar. Bak, bir zamanlar ormanda korkunç, vahşi bir ayı dolaşıyormuş. Hayvanın böyle oluşunda kendi suçu yok tabii..." Ormanın kuytu bir köşesinde, kulübede yaşayan büyük bir ermişin karşısına bir gün bu koca ayının çıktığını, ermişin de hiç korkmadan ona bir dilim ekmek uzatarak, "Hadi güle güle git!" dediğini, hayvanın uslu uslu, ermişe hiç dokunmadan tekrar ormana döndüğünü delikanlıya anlattım. Delikanlı, ayının zararlı olmayışına, İsa'nın onunla bile ilgilenişine pek duygulandı. "Tanrıya ait her şey ne kadar iyi, ne kadar olağanüstü!" dedi. Oturduğu yerde sessizce, tatlı düşüncelere daldı. Baktım, anlamıştı. Sonra yanıma uzanarak temiz, huzurlu bir uykuya daldı. Tanrı gençliğini bağışlasın! Yatarken onun için dua ettim. Kullarına aydınlık, huzur ver, Ulu Tanrı!
c) Staretz Zosima'nın Dış Dünyasından Gençlik Anıları: Düello
Petersburg'da, Askeri Lisede aşağı yukarı sekiz yıl okudum. Oradaki yetiştirilme şeklim, çocukluk izlenimlerimden pek çoğunu büsbütün silmemekle beraber körletti. Yerine öyle yeni alışkanlıklar, yeni fikirler peydahladım ki, tepeden tırnağa bir değişmeye uğradım, vahşi budalanın biri oldum. Takma kibarlığı, toplum hayatının gerçeklerini, Fransızca konuşmayı iyice belledim. Lisedeyken bize hizmet eden erleri öteki öğrenciler gibi ben de insan yerine koymazdım. Hatta ben, belki diğer çocuklardan daha hassas olduğum için bunda onları geçiyordum bile. Subay çıktığım zaman alayımızın şerefi uğruna kanlarımızı dökmeye hazırdık, oysa gerçek şerefin ne olduğunu bilenimiz yoktu. Öğrenen biri çıksa, bununla herkesten önce alay edecek de kendisi olacaktı. Sarhoşlukla, sefahat ve hovardalık âlemlerimizle adeta övünürdük. Kötü olduğumuz söylenemezdi, hep iyi gençlerdik, yalnız yaşayış şeklimiz kötüydü; hele ben hepsini bastırıyordum. Bunun baş nedeni paralı olmamdı. Bu yüzden genç yaştan başlayarak dileğimce bir hayat sürmeye başladım, yelkenleri fora ederek gençliğin verdiği hızla hayat deryasına daldım. İşin garibi, bu halimle bile kitap okumayı bırakmamıştım, hatta okumaktan zevk alıyordum. Yalnız Kutsal Kitabı açtığım yoktu; oysa hiç yanımdan ayırmıyor, her yere beraber götürüyordum. Aslına bakılırsa saklıyordum onu, ama "hangi gün, saat, ay ve yıl" için sakladığımı kendim de bilmiyordum. Dört yıl kadar böylece geçti. Sonunda ben, alayımızın bulunduğu K. şehrine geldim. Şehir halkı kalabalık, neşeli, konuksever ve zengin insanlardı. Ben de tabiatça neşeliydim, toplumda önemli sayılan bir niteliğim de vardı: paralı biliniyor, bu yüzden her yerde kapışılıyordum. İşte her şeyin başlangıcı olan mesele orada çıktı. Saygıdeğer bir ailenin akıllı, her bakımdan üstünlükleri olan, ahlakı temiz, soylu kızına gönlümü kaptırdım. Seçkin, zengin, nüfuzlu, olanakları geniş bir aileydi. Beni çok candan karşılıyorlardı. Nedense, kızın da bana ilgisi olduğunu sandım; hayalim işledikçe ateşim arttı. Sonraları kendim de, onu belki o derece sevmediğimi, sadece zekâsına, temiz ahlakına üstün bir saygı duyduğumu —başka türlü olamazdı zaten— iyice anladım. Bencilliğim kızı istememe engel oldu: bu kadar gençken, üstelik param da varken bekârlık sultanlığını, özgürlüğümü ne diye kaybedecektim! Ama bazı imalarda bulunmadım desem yalan olur. Yalnız, ne olursa olsun, bir zaman için kesin bir karara varmamayı uygun bulmuştum. Ardından, görevle iki ay için başka bir bölgeye gönderildim, iki ay sonra dönünce genç kızın o civarda bir toprak sahibiyle evlendiğini haber aldım. Adam benden yaşlı olmakla beraber gene de henüz genç sayılırdı, ayrıca başşehrin hem de gözde çevrelerinde nüfuz sahibi olmak gibi bir üstünlüğü vardı. Ondan başka çok sevimli, çok okumuş bir adamdı, öğrenimi benim gibi köksüz değildi. Bu durum düşüncelerimi bozacak kadar şaşkınlığa uğrattı beni. Meselenin en önemli tarafı, genç toprak sahibinin kızla çoktan nişanlı olduğunu; evlerinde sık sık karşılaştığımız halde kendimi dev aynasında gördüğüm için onu ciddiye almadığımı o sıralar öğrenmem oldu. En çok da bu dokundu bana; herkesin bildiği bir şeyi ben fark etmemiştim! İçimi birdenbire dayanılmaz bir öfke sardı. Kıza kaç kere, hem oldukça açık bir şekilde aşkımdan söz açtığımı yüzüm kızararak hatırlamaya başladım. Sözümü kesmediğine, beni uyarmadığına göre demek alaya alıyordu... Sonraları düşündükçe, sözlerimi gülerek karşılamadığını, bu konuyu açtıkça tatlı bir şakayla sözü değiştirdiğini hatırladım. Ama ben ilk zamanlar bunu düşünemiyor, öç alma hırsıyla yanıyordum. Hayretle hatırlıyorum, öç alma, hiddet benim için yabancısı olduğum duygulardı. Yalın yaratılışlı olduğum için uzun zaman kimseye kin tutamazdım. Bu sefer kendimi bayağı zorla kışkırtıyordum. Sonunda iğrenç bir hal aldım, aptallaştım, boyuna fırsat kolluyordum. Bir gün, kalabalık bir toplantıda, "rakibime" başka bir nedeni öne sürerek, hakaret ettim: o zamanın önemli olayı —1826 yılındaydık— hakkındaki düşüncelerini alaya aldım. Orada bulunanların söylediğine göre, bunu pek zarif, ustalıklı bir şekilde başarmıştım. Sonra haşin konuşmamla adamın üstüne vara vara aramızda hem yaş, hem mevki bakımından büyük fark olduğuna bakmadan —ondan daha genç, daha toy, rütbece daha küçüktüm— onu düello teklifimi kabul etmek zorunda bıraktım. Daha sonraları, iyi bir kaynaktan, düello teklifimi biraz da kıskançlıktan kabul ettiği kulağıma geldi. Daha nişanlıyken karısını az da olsa benden kıskanırmış. Bu sefer, benimle dövüşmek istemezse, karısının onu küçümseyeceğinden, sevgisinin azalacağından korkmuş. Tanık işini kolayca yoluna koydum: bunu alayımızın teğmenlerinden bir arkadaşım kabul etti. O sıralar düello şiddetle yasak olduğu halde askerler arasında tam salgın halindeydi. Bazen öyle vahşi âdetlerin her şeye rağmen kökleşmesi önlenemiyor. Haziran sonuydu, bir gün önce, sabahın yedisinde şehir dışında karşılaşmaya karar verdik. Tam o sırada bir münasebetsizlik daha yaptım. Akşam, hiddetten burnumdan soluyarak berbat bir halde eve dönünce emirerim Afanasi'ye kızdım, suratına olanca gücümle iki tokat yapıştırdım. Adamcağızın yüzü kanadı... Hizmetime gireli çok olmamıştı; önceleri de vurmuştum ona, ama bu derece vahşiliğe varmamıştım hiç...
İnanır mısınız dostlarım, üzerinden kırk yıl geçtiği halde bunu hatırladıkça hâlâ utanç, azap duyuyorum. Yatağıma girdim, üç saat uyudum, gün ağarırken uyandım. Hemen kalktım, uykum da yoktu zaten. Bahçeye bakan pencereyi açtım, bir süre güneşin doğuşunu seyrettim. Havanın tatlılığı, güzelliği, kuşların cıvıl cıvıl ötmesi dokundu bana. İçimi, çirkin, alçakça bir iş yapmış gibi bir duygu kapladı. Kendi kendime, neden acaba, diye sordum. Kan dökmeye hazırlandığım için mi? Yo, bu değildi sanki... Ölümden, vurulmaktan mı korkuyordum? Hayır, o da değil, hiç değildi! Birdenbire, ne olduğunu anladım: o akşam Afanasi'yi dövmüştüm ya! Her şey gözümün önünde, yeniden oluyormuş gibi canlandı: Afanasi önümde duruyordu, ben de olanca gücümle yüzüne tokadı yapıştırıyordum. Afanasi esas duruşta, kolları yanlarına yapışık, başı dik, gözleri alabildiğine açılmış duruyor; her vuruşumda sarsılıyor, kendini korumak için elini siper etmeye bile cesaret edemiyordu. İnsan ne hallere gelebiliyor; kendi gibi bir insanı döven bir insan!.. Cinayetten ne farkı var bunun! Sanki sivri bir iğne saplanarak ruhumu deldi. Şaşkın şaşkın pencerenin önünde duruyordum. Güneş parlıyor, yapraklar ışıl ışıl, kuşlar, hele kuşlar alabildiğine Tanrıya övgülerini yolluyordu!.. Yüzümü ellerimle örterek kendimi yatağa attım, ağlamaya başladım. O anda Markel ağabeyimi, ölürken uşaklarımıza söylediği sözleri hatırladım: "Canım sevgililerim, bana niçin hizmet ediyor, neden seviyorsunuz beni, hizmetinize layık mıyım ben!" "Evet, layık mıyım buna?" düşüncesi birdenbire aklıma takıldı. Gerçekten ben neyim ki, kendim gibi, Tanrının benden farksız olarak yarattığı bir insan bana hizmet etsin? Bu soru ilk olarak kafama burgu gibi mıhlandı. "Kan damlacığım, anacığım benim, gerçekten, hepimiz her birimize karşı ve birbirimiz için suçluyuz; yalnız insanlar bilmez bunu, bilseler, dünya şimdiden cennet olurdu!.." Yarabbim, bunun yalan olması mümkün mü? diye ağlayarak düşünüyordum: Belki gerçekten herkes için, herkesten çok sorumlu, dünyada herkesten kötü bir insanım!.. O anda bütün gerçek olanca açıklığıyla gözlerimin önünde canlandı: ne yapmaya gidiyordum? İyi , akıllı, soylu, bana karşı hiç suçu olmayan bir insanı vurmaya; ömrümün sonuna kadar mutsuz kılacağım karısını azaba, ölüme mahkûm etmeye gidiyorum. Yatağımda, yastığıma gömülmüş, yüzükoyun yatıyordum, vaktin nasıl geçtiğinin bile farkına varmadım. Birdenbire, odaya tabancalarla beraber teğmen arkadaşım girdi. "İyi ki kalktın, vakit geldi," dedi, "gidelim." Telaşlandım, büsbütün şaşkına döndüm, dışarı çıktık. Arabaya binerken, "Azıcık dur," dedim, "cüzdanımı unuttum, şimdi geliyorum." Koşarak eve döndüm, doğruca Afanasi'nin kulübesine daldım. "Afanasi," dedim, "dün sana iki tokat attım, bağışla beni," Afanasi bayağı korktu, titremeye başladı, gözlerini yüzüme dikti. Hayır, bu kadarı az, çok azdı! Olduğum gibi üniformamla, apuletlerimle emirerimin ayaklarına kapanıverdim, alnımı yere değdirerek, "Bağışla beni!" dedim. Çocuk büsbütün şaşırdı. "Beyefendi, anam babam. Beyim... ne yapıyorsunuz?.. Ben kimim..." diye mırıldanarak tıpkı az önce benim yaptığım gibi yüzünü elleriyle örttü, pencereye döndü, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Arkadaşımın yanına koştum, arabaya atladım. "Çek!" diye bağırdım. "İşte muzaffer düellocu karşında!" dedim. İçime bir sevinç, bir coşkunluk doldu, yol boyunca gülüp konuştum, ama neler söylediğim aklımdan çıktı artık. Arkadaşım da bana bakarak, "Aferin, erkek adamsın!" diyordu. "Üniformamızın şerefini lekelemeyeceksin." Düello yerine geldik, ötekiler bizi bekliyordu. On iki adım uzaklıkta karşılıklı durduk, ilk o ateş edecekti. Karşısında, yüzüne, gözlerinin içine bakarak gayet neşeli bir halle göz kırpmadan duruyordum. Düşmanıma sevgiyle bakıyordum, ne yapacağımı biliyordum çünkü. Ateş etti; kurşun yanağımla kulağımın ucunu hafiften sıyırarak geçti. "Çok şükür, bir cana kıyamadınız!" diye bağırdım. Arkaya dönerek tabancamı kaptığım gibi yukarı kaldırdım, ormana doğru fırlattım. Peşinden, "Hadi uğurlar olsun!" diye de bağırdım. Sonra hasmıma dönerek, "Sayın bayım, bu akılsız genci bağışlayın," dedim. "Kendim suçlu olduğum halde size hakaret ettim, üstelik silah çekmek zorunda bıraktım. Sizden on kat, belki daha da kötüyüm ben. Bunu her şeyin üstünde saydığınız birisine söyleyin lütfen." Ben sözümü bitirir bitirmez üçü birden bağırmaya başladı. Hasmım bile kızdı: "Rica ederim, dövüşmek niyetinde değildiniz de ne diye bizi bu zahmete soktunuz?" "Dün aptalın biriydim, ama bugün akıllandım," dedim, son derece neşeli konuşuyordum. "Dünküne inanıyorum, ama bugünküne inanmak güç," dedi. Ellerimi çırparak, "Bravo!" diye bağırdım. "Bunda da sizinle beraberim, hak ettim bunu!" "Ateş edecek misiniz, etmeyecek misiniz?" "Etmeyeceğim," dedim. "İsterseniz siz bir kere daha edin, ama etmezseniz daha iyi ." Tanıklarımız, hele benimki barbar bağırıyordu: "Düello sahasında af dilemek alayımızın şerefine leke sürmek demektir! Daha önce bilseydim..." Karşılarına geçtim; gülümsüyordum. "Baylar," dedim, "zamanımızda insanın ahmaklığını anlaması, bunu açıkça söyleyerek af dilemesi bu kadar şaşırtıcı mı?" Tanığım, "Ama düello alanında yapılmaz bu!" diye tekrarladı. "Orası öyle," dedim. "Aslında, buraya gelir gelmez, karşımdakini silah kullanmak günahına sokmadan af dilemeliydim. Ama toplumumuzun öyle çirkin âdetleri var ki, bunu yapmam olanaksızdı. Çünkü ancak şimdi, on iki adım uzaklıktan üzerime kurşun sıkıldıktan sonra sözlerime önem verilecektir. Bunu gelir gelmez, silah çekilmeden önce yapsaydım, sadece, 'Tabansız, silahtan korktu, dinlemeyin tıraşını...' denilirdi." Birdenbire, içimden gelerek, "Baylar!" diye bağırdım, "çevremizi saran şu Tanrı nimetlerine bakın bir kere: gök açık, hava temiz, otlar körpe, kuşlar, doğa alabildiğine güzel ve günahsız... yalnız bizler, Tanrı bilmez ahmaklar hayatın bir cennet olduğunun farkında değiliz. Bunu anlamaya azıcık niyetimiz olsa cennet bütün güzelliğiyle karşımızda şekillenir, biz de birbirimizle kucaklaşır ağlamaya başlardık." Daha da devam edecektim, ama yapamadım, soluğuma tatlı bir kesiklik geldi, içim o zamana kadar duymadığım mutlulukla doldu. Hasmım, "Sözleriniz çok akıllıca ve dindarca," dedi, "ne olursa olsun orijinal bir adamsınız." Güldüm: "Şimdilik alay edin benimle ama sonra dediğimi anlarsınız." "Dediğinizi kabule şimdiden hazırım," dedi. "Buyrun, elimi uzatıyorum size çünkü gerçekten samimi bir insansınız galiba." "Hayır, şimdi değil," diye karşılık verdim, "ilerde düzeleceğim, saygınızı kazanacağım zaman elinizi uzatırsanız memnun olurum."
Eve döndük. Tanığım beni azarladı durdu, bense ikide bir boynuna sarılıyordum. Düello meselesi arkadaşlar arasında hemen duyuldu, aynı gün haysiyet divanı toplandı; "Üniformayı lekelediği için istifa etsin" kararı verildi. Ama beni savunanlar da oldu: "Kurşundan kaçmadı ya," diyorlardı. "Evet ama ikincisinden korktu, düello alanında af dilemeye kalktı." Beni savunanlar, "İkinci kurşundan korksaydı özür dilemeden önce kendisi de ateş ederdi," diye itiraz ettiler. "Oysa o, dolu tabancayı ormana fırlattı. Yo, bu bambaşka, orijinal bir hareket..." Onları dinledikçe keyfim artıyordu. Sonra, "Sevgili dost ve arkadaşlarım," diye başladım, "istifamdan yana hiç üzülmeyin, bu sabah kaleme gidip verdim istifamı. İstifam kabul edilir edilmez manastıra gireceğim."
Ben bunu söyler söylemez oradakiler hep birden kahkahayı bastılar. "Mesele anlaşıldı: Baştan söyleseydin ya; bir rahibi suçlayacak değiliz. Boyuna gülüyorlardı ama bu sefer alayla değil, tatlı, neşeli gülüyorlardı. Hep birden, hatta en çok hücum edenler bile bana ısındılar. Sonra, tam bir ay, istifam kabul edilene kadar el üstünde tuttular beni. "Seni gidi rahip efendi..." diye takılıyorlardı. Herkes tatlı bir söz söylemek istiyor, kimi de kararımdan vazgeçirmeye çalışıyordu: "Yapma, yazık değil mi sana?" Başkaları da "Cesurdur," diyorlardı, "kurşuna karşı durdu, kendisi de ateş ederdi ama, bir gece önce manastıra gidip rahip olacağını düşünde görmüş, o yüzden böyle hareket etmiş..." Şehir muhitinde de böyle konuşmalar oluyordu. Eskiden pek fazla göze çarpmazdım, sadece hoş karşılanırdım. Şimdiyse birdenbire paylaşamaz olmuşlardı, hem takılıyorlar, hem seviyorlardı beni. Ayrıca, düellomuz her tarafta duyulduğu halde, büyükler meseleyi örtbas etmişti, çünkü hasmım generallerimizin yakın akrabasıydı. Zaten iş kan dökülmeden, adeta şakaya bağlanarak halledilmişti. İstifa etmem işi büsbütün tatlılaştırdı. O zaman takılmalara, alaya aldırmadan —bunların kötülükle yapılmadığını biliyordum— ben de sesimi yükselttim, korkusuzca konuşmaya başladım. Konuşmalarım çoğu zaman geceleri, kadınlar muhitinde oluyordu. Kadınlar beni daha istekle dinliyor, erkekleri de dinlemeye zorluyorlardı. Hepsi de suratıma gülerek, "Dünyanın günahlarından ne diye sorumlu olalım," diye takılırlardı. "Sizin işlediğiniz suçların benimle ilgisi ne olabilir?" "Anlayamazsınız bunu," diye karşılık veriyordum. "Dünya çoktandır başka yola sapmış, yalanı gerçek diye kabul etmiş, herkesten aynı yalana katılması isteniyor, işte ben ömrümde bir kere içimden geldiği gibi hareket ettim de ne oldu; meczup yerine koydunuz beni. Belki seversiniz, ama gene de hepiniz için bir alay konusu oldum." Ev sahibi bayan, "Sizi sevmemek mümkün mü?" diye güldü. O günkü toplantı hayli kalabalıktı. Birdenbire kadın grubundan kendisi için düelloya kalkıştığım, daha pek yakında nişanlanmayı tasarladığım genç bayanın yerinden doğrulduğunu gördüm. Toplantıya ne zaman geldiğini fark etmemiştim. Bana yaklaştı, elini uzattı: "İzin verirseniz, sizinle alay etmediğimi herkesten önce ben söyleyeyim," dedi. "Tam tersine, gözlerim yaşararak, şükran borçlu olduğumu ve o günkü hareketiniz yüzünden saygı duyduğumu bildirmek isterim." Kocası da yanıma geldi, arkasından hepsi birden etrafımı sardılar, nerdeyse boynuma atılıp öpeceklerdi. İçim sevinçle doldu. O sırada orada bulunan ve bana sokulanlar arasında bir adam dikkatimi çekti. Yaşlıydı; eskiden beri adını bildiğim halde tanışmamış, o geceye kadar kendisiyle hiç konuşmamıştım.
d) Esrarengiz Ziyaretçi
Epey zamandır şehrimizde bir görevle bulunan bu zat yüksek bir makam işgal ediyordu. Herkesçe sayılan, zengin, hayırsever bir adamdı. Düşkünler evine, öksüzler yurduna epey bağışta bulunmuş, ayrıca gizli olarak da çokça hayır işlediği öldükten sonra anlaşılmıştı. Yaşı elliye yakındı, hayli sert bir görünüşü vardı. Konuşkan değildi; on yıllık evliydi, karısı epey gençti, üç küçük çocukları vardı. Toplantının ertesi günü evimde otururken kapı açıldı, içeriye bu zat girdi.
O sıralar eski evde değildim, istifamı verir vermez yaşlı, dul bir memur karısının evine taşınmıştım. Ev sahibinin bir kadın hizmetçisi de vardı. Düello dönüşü Afanasi'yi hemen bölüğe yolladığımı da söylemeliyim: sabahki halimden sonra yüzüne bakamaz olmuştum. Aslına bakılırsa taşınmam da bu yüzdendi. Kendini Tanrı hizmeti için hazırlamamış insanlar bazen en doğru hareketleri yüzünden bile utanç duyabilirler.
Odama giren adam, "Birkaç gündür ahbap evlerinde sizi büyük bir merakla dinliyorum," diye söze başladı. "Daha etraflıca konuşabilmek için sizinle tanışmaya karar verdim. Bu büyük lütfu benden esirgemezsiniz herhalde?" "Hay hay," dedim, "son derece memnun olurum." Ama ilk etki o kadar güçlüydü ki doğrusu ürktüm biraz... Gerçi ondan önce de beni dinleyenler, ilgilenenler olmuştu, ama böyle ciddi, içine kapanık bir halle karşıma ilk olarak o çıkıyordu. Üstelik evime gelmişti. Oturdu. "Sizde büyük bir kişilik gücü seziyorum," diye devam etti. "Böyle nazik bir durumda doğruluğa, gerçeğe hizmet etmek için toplumun gözünde küçülmekten çekinmediniz." "Beni böyle övmekle değerimi belki biraz büyültüyorsunuz," dedim. "Hayır," diye karşılık verdi. "Emin olun, yaptığınız şey düşündüğümden çok daha zordur. Beni hayrete düşüren, size gelişimin nedeni de bu zaten. Merakımı münasebetsizlik saymazsanız ve eğer hatırınızda kaldıysa, düelloda af dilemeye karar verdiğiniz zamanki duygularınızı anlatabilir misiniz bana? Bunu boş bir gevezelik olsun diye sormuyorum, kendime göre bir amacım var... Tanrı isterse, ilerde daha yakından tanışırsak, nedenini açıklarım size..." O konuşurken yüzüne bakıyordum. Birdenbire bu adama karşı derin bir güven, aynı zamanda büyük bir merak duydum; ruhunda bir sır gizlendiğini hissediyordum. "Hasmımdan af dilediğim anda neler hissettiğimi soruyorsunuz," dedim. "Size baştan, şimdiye kadar kimseye açmadığım bir şeyi anlatayım." Bunun üzerinde Afanasi ile aramızda geçen sahneyi, ayaklarına nasıl kapandığımı da atlamadan anlattım. Sonunda, "Bundan anlayabilirsiniz ki hazırlığı evde yapmıştım, düello işi kolay yürüdü," dedim. "Böylece hey şey zahmetsizce, sevinçli, neşeli bir halle oldu."
Dinledi. Bakışı canlanmıştı. "Çok meraklı doğrusu," dedi. "Size daha çok geleceğim."
Ondan sonra gerçekten hemen her akşam uğramaya başladı. Kendisinden de söz açsa iyi arkadaş olabilecektik; ama o, sözü hep bana getiriyor, bana ait şeyler soruyordu. Gene de çok sevdim bu adamı, içimi olduğu gibi döküyordum ona. Kendi kendime, "Onun sırlarından bana ne," diyordum, "dürüst bir adam olduğu belli. Yaşça akranım olmadığı halde kendisinden epey genç olan beni küçümsemeden görüşüyor..." Üstün bir zekâsı olduğu için hayli faydalandım ondan. Bir keresinde, durup dururken, "Ne zamandır düşünüyorum! Hayat bir cennettir!" dedi. Sonra, "Hep bunu düşünürüm zaten!" diye ekledi. Yüzüme bakarak gülümsüyordu. "Buna sizden de çok inanıyorum. Neden böyle olduğunu sonra anlarsınız," dedi. İçimden, "Galiba bir şeyler açmak istiyor," diye geçti. "Cennet hepimizin içinde saklı," diye devam etti. "İstersem hemen yarın, hem ömrümün sonuna kadar kavuşurum ona." Duygulanarak konuştuğunu sezdim. Bakışlarında esrarengiz bir ifade vardı. Devamla, "İnsanların içinde taşıdıkları kendi günahlarından başka herkes ve her şey için de sorumlu oldukları inancınız doğrudur," dedi. "Bu fikri bütün genişliğiyle kavrayabilmeniz gerçekten hayrete değer, insanlar bu düşünceyi benimseyebilseler cennetin onlar için gerçekleşmesi kolayca mümkündür." İçimden kopan acıyla, "Ama ne zaman olur bu!" diye bağırdım. "Hem olacak mı? Ya sadece hayal olarak kalırsa?.." "İnanmıyorsunuz," dedi. "Hem öğüt veriyor, hem öğütlediklerinize inanmıyorsunuz! Hayal saydıklarımızın gerçekleşeceğini bilin, inanın buna. Yalnız dünyadaki olayları düzenleyen belirli yasalar olduğu için hemen gerçekleşemez bu. Psikolojik engelleri var bunun. Dünyayı yeni bir şekle sokmak için insan ruhuna başka, yeni bir yol açmalı. Herkesle içten, gerçekten kardeş olabilmek gücünü kazanmazsan yeryüzünde kardeşlik nasıl gerçekleşir? İnsanlar ne bilgilerini, ne çıkarlarını isteyerek başkalarıyla paylaşmıyor, haklarından geçmeye razı olmuyorlar. Açgözlülük, kıskançlık içlerini kemirecek, birbirlerini yiyecekler. Hayalin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşmesine gerçekleşecek, ama önce insan için yalnızlık devrinin sona ermesi gerekiyor." "Ne yalnızlığı?" diye sordum. "Her yerde, hele yüzyılımızda alıp yürüyen yalnızlığı kastediyorum. Ancak henüz vadesi yetmedi bunun... Zamanımızda herkes kütleden sivrilerek bireysel bir hayat yaşamak peşinde... Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan, bu çabalamanın sonunda ruhsal bir yalnızlığa düşer. Böylece dolgun, dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir. Evet, yüzyılımızda herkesin tekliğe kaçması, kendi kabuğuna çekilmesi, varını yoğunu başkalarından kaçırması insanları sadece hemcinslerinden uzaklaştırmak, karşılarındakini de kendinden nefret ettirmek sonucunu veriyor. Biriktirdiği servetin miktarı arttıkça 'Artık kudretliyim, hiçbir ihtiyacım kalmadı!' diye düşünür. Çılgının, ne kadar çok biriktirse kendisini o ölçüde ölüme götüren bir iktidarsızlığa güttüğünden haberi yoktur, çünkü yalnız kendine güvenmeye alışmıştır o. Toplumda tek olarak sivrilmiş, ruhunu insanlara, insanların yakınlığına inanmamaya alıştırmıştır. Elde ettiği parayla sağladığı hakları yitirmemekten başka derdi, tasası yoktur. İnsan zekâsı gitgide kişilerin güvenliğiyle rahatının tek, özel çabalarla değil, toplumun birleşmesiyle sağlanabileceği konusunda alaycı bir anlayışsızlık göstermeye başladı. Ama bu korkunç ruh yalnızlığının sonu mutlaka gelecektir, insanlar hep birden, kişilerin birbirinden ayrılmasının doğal yaşayışa ne kadar aykırı olduğunu anlayacaklardır. Böylece herkes, bunca zaman nasıl karanlıkta yaşadıklarına şaşacaktır. O zaman göklerdeki Tanrı oğlunun dönüş işaretleri de görünmeye başlayacak... Yalnız o güne kadar bayrağı yüksek tutmalı; tek tük de olsa, meczup görünmek pahasına da olsa kardeşçe birleşme, ruhların yalnızlıktan kurtarılması yolunda çabalar görülmeli. Büyük fikri yaşatmak için yapmalı bunu!.."
Böylece ateşli, coşkun konuşmalarla akşamlar birbirini kovalıyordu. Bizim muhitten ayrılmış gibiydim. Ahbapların evlerine daha seyrek gidiyordum, zaten salonlarda modam da geçmeye başlamıştı. Gene de hâlâ seviliyordum, herkes iyi davranıyordu bana... Ama şurası kesin ki, toplumda modanın büyük yeri var. Esrarengiz konuğuma nerdeyse hayranlıkla bakıyordum. Beni hayranlığa düşüren yalnız zekâsı değildi. Kafasındaki bir tasarıyı geliştirerek bir şeyler yapmaya hazırlandığını seziyordum. Görünüşte sırrıyla ilgilenmemem, ne açıktan açığa, ne de dolambaçlı yoldan bir şeyler öğrenmeye kalkışmamam hoşuna gidiyordu. Ama sonunda, bana açılmak için dayanılmaz bir istek duyduğunu fark ettim. Bu, bana gelmeye başladığından aşağı yukarı bir ay sonra iyice belli oldu.
"Biliyor musunuz," dedi bir gün, "şehirde herkes bizi merak ediyor, size neden bu kadar sık geldiğime şaşıyorlar. Zarar yok, nasıl olsa her şey yakında anlaşılır."
Bazen, durup dururken son derece heyecanlanırdı, böyle hallerde de hemen her zaman kalkıp giderdi. Arada bir de, uzun, içime işleyen bir bakışla beni süzerdi. "Şimdi söyleyecek..." diye düşünürdüm. Oysa o, hemen başka, basit bir konuya atlayıverirdi. Son zamanlarda sık sık baş ağrısından şikâyet etmeye başlamıştı. Bir gün uzun, hararetli bir konuşmadan sonra birdenbire sarardı, yüzü çarpıldı, gözlerini bana dikti.
— Ne oldunuz? dedim. Rahatsız mısınız?
Gene baş ağrılarından yakındı.
— Ben mi?.. Şey... biliyor musunuz... adam öldürdüm ben... diye mırıldandı. Gülümsüyordu, yüzü kireç gibiydi.
Meseleyi kavramadan önce, "Neden öyle gülümsüyor?" diye düşündüm. Ben de sarardım.
— Ne oluyorsunuz? diye bağırdım.
Hep o uçuk gülümsemesiyle,
— Gördünüz ya, girişi yapmak ne kadar zor geldi bana, dedi. Ama başladım artık, devam edeceğim.
Uzun zaman inanmadım ona, ama ilk akşamdan sonra daha üç akşam gelip olanı bütün ayrıntılarıyla anlatınca söylediklerinin doğruluğuna aklım yattı.
On dört yıl önce büyük bir cinayet işlemişti. Cinayetin kurbanı genç, güzel, zengin bir dul kadındı. Şehrimizdeki evine yerleşmek üzere gelmişti. Kadını büyük bir aşkla sevmiş, duygularını açmış, evlenmeleri için yalvarmış. Ama kadının kalbi o sırada seferde bulunan ünlü, oldukça yüksek rütbeli bir subaydaymış; yakınlarda dönmesini bekliyormuş. Adamın teklifini kabul etmemiş, evine gelmemesini istemiş. O da, evin planını bildiği için bir gece büyük bir cüretle, yakalanmayı göze alarak bahçeye girmiş, oradan çatıya tırmanmış. Çoğu zaman en büyük küstahlıkla işlenen cinayetler en başarılı olanlarıdır. Bacanın deliğinden tavanarasına geçmiş; tavanarasından odalara inen merdivenin aşağısında bulunan kapıyı hizmetçilerin kapatmayı unutmuş olmalarını umuyormuş, gerçekten de kilitli değilmiş kapı. Böylece eve girip karanlıkta, kandili yanan yatak odasına dalmış. Aksi gibi kadının oda hizmetçilerinden ikisi de hanımlarına haber vermeden aynı sokakta isim günü kutlayan bir ahbabın evine kaçmışlar. Öbür uşaklarla kadın hizmetçiler alt katta, odalarında ve mutfakta uykudaymışlar. Kadının uykulu halini gören adam ilkin şiddetli bir tutkuya kapılmış. Ardından içkinin, kıskançlığın verdiği bir öfkeyle dolmuş. Sarhoş gibi kendinden geçerek bıçağı kalbine saplamış... Kadın gık dememiş... Daha sonra, canilere özgü şeytanlıkla kuşkuyu uşaklar üzerine çekmek için kendine göre bir hile bulmuş: kadının para çantasını almış. Yastığın altından aldığı anahtarlarla çamaşır dolabını açmış, bazı şeyler çalmış. Hem de hırsızlığa tam cahil bir uşağın yapacağı şekli vermiş. Değerli kâğıtları bırakarak yalnız para ve birkaç irice, göz dolduracak mücevher almış. Pahada ağır, ama gösterişli olmayan nesnelere el sürmemiş. Hatıra olarak birkaç şey daha almış. Ama bunlardan sonra söz edelim. Bu korkunç işi bitirdikten sonra girdiği yoldan geri dönmüş. Ne ertesi gün cinayet meydana çıkınca, ne de ondan sonra gerçek katilin kim olduğu asla bulunamamış! Zaten içine kapanık, çok konuşmayan, candan dostu olmayan bir adammış. Kadına olan aşkından kimsenin haberi yokmuş. Ölenin sadece bir ahbabı, hatta son iki hafta ziyaretlerini kestiği için pek yakın olmayan bir ahbabı olarak biliniyormuş. Bütün kuşkular kadının, Pyotr adındaki kölelikten gelme uşağı üzerinde toplanmış. Durum kuşkuların doğrulanması için pek uygunmuş, çünkü uşak hanımının o yıl askere göndermek için kendisini ayırdığını duymuş. Hanım da bunu saklamıyormuş zaten: Pyotr'un arkasında bırakacağı ailesi filan olmadığı için güvenilir bir adam da değilmiş. Meyhanede içip içip hanımını öldüreceği yolunda tehditler savurduğunu duyanlar varmış. Kadının ölümünden iki gün önce evinden kaçan Pyotr'un nereye gittiğini bilen yokmuş. Cinayetin ertesi günü onu şehir kapısında, yerde, zilzurna sarhoş bulmuşlar. Cebinde bir bıçak da varmış. Sağ avucu nedense kanlıymış... Pyotr, burnunun kanadığını söylemiş, ama inandıramamış. Kadın hizmetçiler misafirliğe gittiklerini, gelinceye kadar sokak kapılarının açık kaldığını itiraf etmişler. Başka birtakım kanıtlar da uşağın yakalanmasına yol açmış. Tutuklanmış; mahkemeye başlanmış, ama tam bir hafta sonra sanık hummaya tutularak hastanede, kendine gelmeden ölmüş. Mesele böyle kapandığı için her şeyi kadere bağlamışlar. Adliyecilerden başlayarak bütün büyükler, şehir halkı cinayeti işleyenin ölen uşaktan başkası olmadığında birleşmişler. Gerçek katilin cezası ondan sonra başlamış. Artık candan dostum olan esrarengiz konuğum ilkin hemen hemen vicdan azabı duymadığını söyledi. Uzun zaman sadece sevdiği kadının ölmesine, onu bir daha göremeyeceğine üzülmüştü, şehvet alevi hâlâ damarlarını yakıyordu. Suçsuz birinin kanını döktüğünü, bir adam vurduğunu hemen hemen hiç aklına getirmiyordu. Kurbanını başkasının karısı olarak düşünmek ona olanaksız göründüğü için başka türlü hareket edemeyeceğine inanıyordu; bu yüzden vicdanı uzun zaman rahattı. Baştan uşağın tutuklanmasına üzülmüştü, ama sanığın kısa hastalığıyla ölümü onu teselli etti. O zamanki tahminine göre ölümü ne hapse girmesi yüzünden, ne de korktuğu içindi. Kaçtığı gece alabildiğine içmiş, yaş toprakta yatmış, soğuk almıştı, o kadar. Çalınan parayla eşyadan yana da fazla üzülmüyordu: hırsızlığı mal hırsıyla değil, kuşkuları başka yana çevirmek için yapmıştı. Hem çaldıklarının büyük değeri yoktu, az zaman sonra bundan daha büyük bir parayı şehrimizde yeni açılan düşkünler evine bağışlamıştı. Bunu sadece hırsızlıktan yana vicdanını huzura kavuşturmak için yapmıştı. İşin garibi bir zaman, hatta epey zaman için rahatladı da... Bunu kendisi söylüyordu. Daha sonra kendini çalışmaya verdi, oldukça güç, yorucu bir memuriyet istemişti. İki yıl kadar uğraşmış, didinmiş, güçlü bir irade sahibi olduğu için geçmişi aşağı yukarı unutmuş, hatırladıkça düşünmemeye çalışmıştı. Kendini hayır işlerine vermişti; birçok hayır kurumu kurmuş, şehrimize bağışlar yapmış, adı başşehirlerde sık sık duyulmaya başlamıştı. Hem Moskova'da, hem Petersburg'da hayır kurumlarına üye seçildi. Ama sonunda içini kemiren düşünceler yeniden başkaldırmaya başladı; artık yenemiyordu onları. Tam o sırada güzel, ağırbaşlı bir kızla karşılaştı, hoşlandı ondan, az sonra da evlendi. Evlenmeyle onu kemiren iç sıkıntılarından kurtulacağını; karısına, çocuklarına karşı ödevlerinin onu eski anılarından uzak tutacağını umuyordu. Ama beklediğinin tam tersi oldu. Daha evlenmenin ilk ayında "Karım şimdilik seviyor beni, ya o meseleyi öğrenirse?.." düşüncesi zihnini aralıksız kurcalamaya başladı. Karısı ilk gebeliğini müjdelediği zaman birdenbire tuhaflaştı: "Bir cana kıyan benim hayat vermeye hakkım var mı?" Çocuklar gelmeye başladı: "Bunları sevmeye, terbiye etmeye, ders vermeye, onlara erdemden söz açmaya hakkım yok; ben kan dökmüş bir insanım..." Çocuklar büyüyordu; hepsi güzeldi, sevimliydi, içinden onları sevmek geliyordu. Ama bir yandan da, "Temiz, masum yüzlerine bakmaya layık değilim..." diye kendi kendini yiyordu. Sonunda, haksız döktüğü kanın, öçsüz kalan mahvolmuş genç hayatın acı, korkunç hayalleri ona gitgide artan bir azap vermeye başladı. İradesiyle acıya uzun zaman göğüs gerdi. "Cezamı, kendi kendimi yemek pahasına acıya dayanmakla çekeceğim..." diyordu. Ama umudu boşa çıktı, içindeki azap gittikçe şiddetleniyordu. Muhitlerinde sert, karamsar yaratılışı yüzünden ondan çekinirlerdi, yalnız hayırseverliğinden ötürü herkesin saygısını kazanmıştı. Ama zamanla artan bu saygıya da katlanamaz oldu. Bana açıkladığına göre, kendine kıymayı bile düşünmüştü. Kıymamıştı, ama başka hayaller kurmaya başladı. İlkin, tamamen olanaksız, hatta çılgınlık saydığı hayali sonunda iyice benimsedi: bir gün ahali karşısına çıkıp adam öldürdüğünü açıklamak istiyordu... Tam üç yıl bu hayalle yaşamış, gözünün önünde çeşitli sahneler canlandırmıştı. Sonunda işlediği cinayeti itiraf ederse huzura kavuşacağı inancı kökleşti, yalnız bu işi nasıl başaracağı kaygısını bir türlü atamıyordu. Tam o sırada bizim düello meselesi ortaya çıkmıştı. "Sizden cesaret aldım," dedi.
Yüzüne baktım, ellerimi birbirine vurarak,
— Demek bu kadar önemsiz bir olay size böyle bir karar için cesaret verdi! diye bağırdım.
— Bu karar içimde üç yıldır yaşıyordu. Düello olayı onu gerçekleştirme gücünü kazanmama yardım etti. Size baktıkça kendimi kınadım; sizi adeta kıskanıyordum.
Bu sözleri sert, haşin bir tavırla söyledi.
— Ya inanmazlarsa? dedim. Cinayetin üzerinden on dört yıl geçti.
— Kanıtlarım güçlü. Göstereceğim.
Ağlayarak kucakladım onu.
— Yalnız şuna karar verin, dedi, soyluluk, (sanki her şey benim elimdeydi artık) karımla çocuklar ne olacak?.. Karım kederinden ölür belki, çocuklar soyluluk unvanlarıyla mülklerini kaybetmeseler bile sonuna kadar katil çocuğu olarak damgalanacaklar. Kalplerinde benimle ilgili nasıl bir hatıra kalacağını Tanrı bilir!
Ses çıkarmadım.
— Bir de ayrılma var; onlardan ayrılmam, temelli ayrılmam gerekiyor... Temelli, değil mi?
Karşısında ses çıkarmadan oturuyor, sadece içimden dua ediyordum. Sonra ayağa kalktım, içimi korku sardı. Yüzüme bakıyordu:
— Ne yapmalı?
— Gidin, haber verin, dedim. Dünyada her şey geçici, geçici olmayan tek şey gerçektir. Çocuklarınız büyüyünce azminizin büyüklüğünü değerlendirecektir.
Benden çıktığı zaman gerçekten kararlı bir hali vardı. Ama o günden sonra iki haftadan fazla her akşam geldi, hazırlıklarını bir türlü kesin bir kararla sonuçlandıramıyordu. Bu haliyle beni de hırpalıyordu. Bakarsın, pek kararlı gelir, duygulu bir tavırla,
— Biliyorum, her şeyi açıklar açıklamaz cennete kavuşacağım, derdi. On dört yıldır cehennem azabı çekiyorum. Acı çekmek istiyorum. Asıl acıya kavuşunca yaşamaya başlayacağım. Eğrilikle dünyanın öbür ucuna gidilir; ama geri dönülmez. Şimdi yalnız yakınlarımı değil, öz evlatlarımı bile sevmeye cesaret edemiyorum. Tanrım, belki ilerde çocuklarım çektiklerimin bana neye mal olduğunu anlar, suçlamazlar beni! Tanrı kuvvette değil, doğruluktadır.
— Kahramanlığınızı herkes değerlendirecektir, dedim. Şimdi olmasa bile ilerde... Çünkü gerçeğe hizmet ettiniz; büyük, soylu, bu dünyanın üstünde olan bir gerçeğe...
Sözlerimle yatışır, eve giderdi. Ertesi akşam öfkeden burnundan soluyarak, beti benzi uçmuş gelir, alaya başlardı:
— Buraya ne zaman gelsem yüzünüzde "E, hâlâ haber vermedin mi?" gibilerden bir merak var. Yo durun, o kadar tabansız görmeyin beni, bu düşündüğünüz kadar da kolay bir iş değil. Hem belki de hiç yapmam bunu. Gidip beni haber verecek değilsiniz ya!
Oysa ben, onu öyle münasebetsiz bir merakla incelemek şöyle dursun, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Hasta olacak derecede üzgündüm, içimden ağlamak geliyordu. Geceleri uyuyamaz olmuştum.
O,
— Karımdan geliyorum, diye devam ediyordu. Karısı insan için ne demektir bilir misiniz? Demin sokağa çıkarken çocuklarım arkamdan, "Güle güle baba, çabuk dönün, bize Okuma Kitabından hikâyeler okuyacaksınız!" diye bağırdılar. Yo, siz anlamazsınız bunu... Her koyun kendi bacağından asılır...
Gözleri alevlenmiş, dudakları titriyordu. Birdenbire masaya bir yumruk indirdi; üzerinde ne varsa sallandı. Sakin, yumuşak adamda bu hali ilk olarak görüyordum.
— Gerekli mi? diye bağırdı. Bunu yapmam mutlaka gerekli mi?.. Kimse hüküm giymedi benim yüzümden, kimseyi sürgüne yollamadılar; uşağın ölümü de hastalığından oldu. Döktüğüm kanın kefaretini çektiğim acılarla çoktan ödedim. Zaten kimse inanmaz bana, kanıtlarımın hiçbirine inanmazlar... O halde ne diye açıklayayım, ne lüzum var buna? Karıma çocuklarıma bu darbeyi indirmemek için ömrümün sonuna kadar acı duymaya razıyım. Onları mahva sürüklemeye hakkım var mı? Hayır. Yanılmadığımızı kim söyleyebilir? Gerçeğin bu olduğunu nereden biliyoruz? İnsanlar bu gerçeği anlayacaklar mı, değerlendirip saygı gösterebilecekler mi?
"Tanrım," diye düşündüm, "böyle bir anda insanların saygısı aklına geliyor!" Ona öyle acıdım ki, bir yararı dokunacağını bilsem, kaderini paylaşmaya hazırdım. Adamcağız çılgın gibiydi; böyle bir karar vermenin ona neye mal olduğunu yalnız aklımla değil, bütün ruhumla anlıyor ve ürküyordum.
— Kaderim elinizde, karar verin! diye bağırdı.
Duyulur duyulmaz bir sesle,
— Gidin, haber verin, dedim. Sesim fısıltı gibiydi, ama kesindi.
Masamın üstünden İncil'in Rusçasını aldım, Yuhanna'nın XII. babından 24. ayeti gösterdim:
"Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki: toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün doğurur."
Bu ayeti onun gelişinden az önce okumuştum. Okudu.
— Doğru, dedi, acı acı gülümsedi. Kısa bir sessizlikten sonra,
— Bu kitaplarda ne korkunç şeylere rastlanır, dedi. Herkesin burnuna sokmak kolay bunları... Yazan kim acaba, insanlar mı dersiniz?
— Kutsal Ruh yazmış, diye karşılık verdim.
Nefret dolu bir gülümsemeyle,
— Size göre hava hoş tabii... dedi.
Kitabın başka bir yerini açtım, İbranilere Mektup'tan X. bap, 31. ayeti gösterdim.
— "Yaşayan Tanrının eline düşmek korkunçtur..." diye okudu, kitabı öteye fırlattı. Bütün vücuduyla ürperdi.
— Korkunç bir ayet. Tam yerinde bir buluş, diyeceğim yok.
Oturduğu iskemleden kalktı.
— Eh, hoşça kalın. Belki gelmem bir daha, cennette görüşürüz. Demek on dört yıldır "Yaşayan Tanrının eline düşmüşüm ben." O on dört yılım böyle adlandırılacak demek... Demek yarın bu ellere, beni kurtarması için düşeceğim.
Onu kucaklayıp öpmek istedim, ama cesaret edemedim, yüzü çarpılmış, bakışları durgunlaşmıştı. Gitti. Arkasından, "Tanrım, nereye gitti bu adam?" diye düşündüm. İkonumun önünde yere kapanarak büyük yardımcımız ve şefaatçımız Tanrısal Ana'ya gözyaşları içinde dua ettim. Yarım saat kadar bir zaman böyle geçti; gece epey ilerlemişti, saat on ikiye geliyordu. Ansızın kapı açıldı, karşımda gene o vardı. Şaşırdım:
— Neredeydiniz? dedim.
— Şey, galiba... mendilimi unuttum da... Yok yok, hiçbir şey unutmadım. Müsaadenizle oturayım biraz...
İskemleye oturdu; karşısında öylece duruyordum.
— Siz de oturun, dedi.
Oturdum. Bir iki dakika sessizce durduk, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gülümsedi, gülümseyişi iyice aklımda kaldı. Daha sonra doğrularak bana sıkı sıkı sarıldı, öptü.
— Bu ikinci gelişimi unutma, emi? dedi. Unutmayacaksın, anladın mı?
İlk kez bana sen diyordu. Gene gitti. "Yarın," diye düşündüm. Düşündüğüm çıktı. Ertesi gün yaşgünü olduğunu bilmiyordum. Her yıl o gün evinde büyük bir toplantı yapılır, şehrin kalburüstü kişileri gelirdi. Bu kez de öyle olmuştu. Yemekten sonra ev sahibi elinde hazırladığı itirafnameyle salonun ortasına çıktı. Amirlerinin hepsi oradaydı: konukların önünde, yüksek sesle baştan sonuna kadar okudu, işlediği cinayeti bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu. Yazıyı şöyle bitiriyordu: "Kendimi insanlar sırasında yaşamaya layık olmayan bir canavar saydığım için çekiliyorum. Tanrı aydınlattı beni, cezam neyse çekmek istiyorum." Arkasından, kendisinden şüpheyi uzaklaştırmak için çalıp on dört yıldır sakladığı ölenin mücevherleriyle öbür eşyasını getirip masaya bıraktı. Bunlar, kadının boynundan çıkardığı madalyonla altın haç —madalyonun içinde nişanlısının resmi vardı— bir not defteri, iki de mektuptu. Mektuplardan biri nişanlısındandı, yakında geleceğini müjdeliyordu. İkincisi, ölenin başlayıp bitirmeden masanın üzerinde bıraktığı bu mektubun yanıtıydı. İkisini de almıştı. Almıştı da ne olmuştu? Suçunun kanıtı olan bu mektupları yok edecek yerde on dört yıldır ne diye saklamıştı sanki? Salondakiler kimi hayret, kimi de korkuyla karşılarındakine hasta gözüyle bakarak büyük bir merakla dinlediler. Anlatılana kimse inanmak istemedi. Birkaç gün sonra bütün şehir, zavallı adamın aklını kaçırdığına hükmetti. Amirleriyle adli makamlar işi hasıraltı edemediler, ama ağırdan aldılar. Gerçi ortaya konulan eşya ve mektuplar düşündürücü şeylerdi, ama bunların gerçekliği saptansa bile kesin bir suçlamayı yalnız bu kanıtlara dayandırmayı mümkün görmüyorlardı. Üstelik bu eşyayı ölenin ahbabı olarak yanında emanet şeklinde saklamış olabilirdi. Duyduğuma göre, sonraları eşyanın uydurma olmadığı, ölenin birçok akraba ve tanıdıkları tarafindan doğrulanmış, bu bakımdan bütün tereddütler kalkmıştı. Ama gene de meselenin bir sonuca bağlanması kısmet değilmiş. Beş gün sonra zavallı adamın hastalandığı, hayatının tehlikede olduğu duyuldu. Hastalığının ne olduğunu bilemiyorum, bir kalp rahatsızlığının sözü ediliyordu, ama doktorların, karısının ısrarlarına dayanamayarak ruhsal bozukluğu olduğunu söyledikleri dolaşıyordu herkesin ağzında. Sonunda deliliğe benzer bazı belirtiler buldular. Bana başvurarak ağzımı aradılar, ama ben boşboğazlık etmedim. Kendisini ziyaret etmek istediğim halde uzun zaman yanına almadılar. Zaten karısı, "Onu siz bozdunuz," diyordu. "Eskiden de gamlıydı, son zamanlarda fazla heyecanlanıyor, bazı garip hareketleri herkesin gözüne çarpıyordu. Ama siz onu büsbütün mahva götürdünüz! Sizin devamlı işlemeniz yüzünden oldu bu, bir aydır evinizden çıkmıyordu."
Hem işin garibi, yalnız karısı değil, bütün şehir bana hücum etti, beni suçlu çıkardılar: "Sizin eseriniz bu," diyorlardı. Ses çıkarmıyordum, içimden memnundum, çünkü kendi kendine zulmederek ceza veren bir adama karşı Tanrının merhametli davrandığını görüyordum. Deliliğine inanamıyordum. Sonunda yanına bıraktılar beni, benimle vedalaşmak için kendisi ısrar etmişti. Odasına girer girmez yalnız günlerinin değil, saatlerinin bile sayılı olduğunu anladım. Bitkindi, sararmıştı, elleri titriyor, tıkanıyordu, ama bakışı duygulu, sevinç doluydu.
— Oldu işte! dedi. Seni ne zamandır görmek istiyordum. Neden gelmiyordun?
Bırakmadıklarını söylemedim.
— Tanrı bana acıdı, yanına çağırıyor. Ölmek üzere olduğumu biliyorum. Ama bunca yıldır içimde ilk olarak huzur, sevinç duyuyorum. Ödevimi yapar yapmaz ruhumun cennete kavuştuğunu hissettim. Artık çocuklarımı sevmeye, öpmeye cesaretim var. İnanmıyorlar bana, kimse inanmadı, ne karım, ne yargıçlarım; çocuklarım da asla inanmayacaklar... Bunu, Tanrının evlatlarıma bahşettiği bir lütfu sayıyorum. Ben ölünce taşıyacakları isim lekesiz kalır. Tanrıyı içimde duyuyorum, kalbim, cennetteyim gibi sevinç dolu... ödevimi yaptım!
Konuşamıyor, tıkanarak elimi hararetle sıkıyor, alevli bakışını benden ayırmıyordu. Ama çok konuşmadık, karısı ikide bir içeri bakıyordu. Gene de hasta yalnız kaldığımız bir anda,
— Sana o gün ikinci gelişimi hatırlıyor musun?.. dedi. Hatta bunu unutmamanı söylemiştim. Niçin geldiğimi biliyor musun? Seni öldürmeye gelmiştim.
Bütün vücudumla ürperdim.
— Evinden çıktım; karanlıktı... Sokaklarda dolaştım durdum. Kendimle mücadele ettim. Sonra birdenbire sana karşı öyle bir nefret duydum ki kalbim çatlayacaktı nerdeyse... "Şimdi bana yalnız o köstek oluyor," diyordum. "Yargıçlığımı yalnız o yapabilir. Onun yüzünden yarın kendimi teslim etmek zorundayım. Çünkü her şeyi bilen yalnız o var..." Beni ele vereceğinden korkum yoktu, (bunu aklımdan bile geçirmiyordum) ama şöyle düşünüyordum; "Gidip haber vermezsem yüzüne nasıl bakardım?" Dünyanın öbür ucunda bile olsan; sağ olduğunu, her şeyi bildiğini ve beni kınadığını düşündükçe dayanamazdım. Sanki her şeyin nedeni, suçlusu senmişin gibi senden nefret ediyordum. Geri döndüm; hatırlıyorum, masanın üzerinde bir kama vardı. Oturdum ve sana da oturmanı söyledim, uzun bir an düşündüm. Seni vursaydım, eski suçumu söylemesem de bu cinayet yüzünden mahvolacaktım. Ama o anda bunu da düşünemiyor, düşünmek istemiyordum. Sadece senden nefret ediyor, olanca gücümle her şey için senden öç almak istiyordum. Ama Tanrım kalbimdeki şeytanı yendi. Gene şunu bil ki, hiçbir zaman o andaki kadar ölüme yakın değildin.
Bir hafta sonra öldü. Tabutunu mezarlığa kadar bütün şehir uğurladı. Başpapaz çok duygulu bir konuşma yaptı. Herkes hayatına son veren korkunç hastalık için üzülüyordu. Cenazesi kaldırıldıktan sonra şehirliler bana cephe aldı, bütün kapılar yüzüme kapandı. Gerçi bazı kimseler, baştan pek az, sonraları daha çoğu, ölenin itirafına inanmaya başladılar. Bana sokuldular, sık sık gelerek merakla, adeta zevkle ağzımdan bir şeyler kapmaya çalıştılar. Zira insanlar temiz kimsenin düşmesine, rezil olmasına sevinirler. Ama ben ağzımdan bir şey kaçırmadım; az sonra da ayrıldım o şehirden... Beş ay sonra Tanrının inayetiyle doğru, sağlam yola girdim ve bu yolu gösteren kutsal eli minnetle, şükranla kutsadım. Tanrı kulu çilekeş Mihayl'i bugüne kadar dualarımda anarım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro