İkinci Bölüm -6
VI
Karanlık Henüz Dağılmamış
İvan Fyodoroviç, Alyoşa'dan ayrılınca doğruca eve, Fyodor Pavloviç'in evine gitti. Ama garip şey, içini birdenbire dayanılmaz bir sıkıntı kapladı. İşin tuhafı bu sıkıntı onu eve yaklaştıran her adımda bir kat daha artıyordu. Tuhaflık sıkıntıda değil, İvan Fyodoroviç'in bu sıkıntının nereden kaynaklandığını anlayamamasındaydı. Eskiden de sık sık canının sıkıldığı olurdu. Ertesi gün, onu burada tutan bütün bağlarını kopararak yolunu değiştirmeye, yani hiç bilmediği bir âleme girmeye hazırlanıyordu. Tekrar, önceleri olduğu gibi, yeni umutlar besleyecek, hayattan çok, pek çok şey bekleyecekti; ama ne beklediğini, neler istediğini bir türlü bilemeyecekti. Gene de o anda, yeni, bilinmedik özlemin etkisi altında olduğu halde, içini kemiren başka bir şey vardı. "Baba evine karşı duyduğum nefret olmasın bu?" diye düşündü. "Buna benziyor; buradan öylesine soğudum ki, bugün bu uğursuz yere son olarak ayak basacağım halde gene de tiksinti duyuyorum..." Ama hayır, o da değil! Belki de Alyoşa ile vedalaşmaları ve aralarında geçen konuşmaydı?.. "Bunca yıl bütün dünyaya karşı sustum, sustum, kimseyi açılmaya değer bulmadım da şimdi durup dururken saçmalayıverdim." Gerçekten bu genç, tecrübesiz bir varlığın, içindekileri gereken şekilde açıklamayı beceremediği için kendi kendine duyduğu öfke olabilirdi, hele bu Alyoşa gibi bir insana karşı olursa... Şüphesiz can sıkıntısında bunun da payı vardı, hatta mutlaka vardı, ama gene de tam o değildi. "Bulantı verici bir can sıkıntısı, ama ne istediğimi bir türlü bilemiyorum. Hiç düşünmesem daha iyi..."
İvan Fyodoroviç "düşünmemeyi" denedi, ama bu da kâr etmedi. İçinde bulunduğu durumun onu en çok kızdıran yanı, can sıkıntısının ona yabancı, tamamen dışında bir nitelik taşımasıydı. Önünüze dikilmiş gereksiz bir varlık ya da eşya gibiydi bu. Tıpkı bazen gözünüzün önünde duran, ama konuşmanın coşkunluğuna kapılarak düzeltmeyi akıl etmediğiniz bir aksaklığa benziyordu; yere düşmüş bir mendil, dolaba kaldırılmış bir kitap, vs. gibi; çoğu zaman pek önemsiz, hatta gülünç şeylerin hem farkına varmaz, hem de çevrenizde bir düzensizlik olduğunu hissederek sıkılır, rahatsız olursunuz nerdeyse... Neden sonra bunu fark ederek yerine koyarsınız.
Sonunda İvan Fyodoroviç, sinirleri gerilmiş bir halde baba evine ulaştı. Kapıya tam on beş adım kala, ansızın, onu üzen, keyfini kaçıran şeyin ne olduğunu anladı.
Kapının önünde, tahta sırada, uşak Smerdyakov akşam keyfi yapıyordu. İvan Fyodoroviç ona bakar bakmaz içindeki rahatsızlığın uşak Smerdyakov'dan geldiğini, bu adama dayanamadığını anladı. Birdenbire her şey aydınlanıverdi. Daha demin Alyoşa Smerdyakov'la karşılaşmasını anlatırken yüreğine kötü bir duygu saplanıvermiş, sinirlenmişti. Konuşmaları sırasında Smerdyakov olayı sadece küllenmişti. İvan Fyodoroviç, Alyoşa'dan ayrılıp yalnız başına ev yolunu tutunca içinde aynı duygu yeniden kabarmaya başladı. Olanca hırsıyla, "Nasıl olur da böyle bir mendebur beni bu derece rahatsız eder!" diye düşündü.
Aslına bakılırsa, İvan Fyodoroviç son zamanlarda, hele şu son günlerde bu adamı gerçekten çekemez olmuştu. Hatta içinde gitgide ona karşı bir nefret kabardığını fark ediyordu. Nefret duygusunun artması belki de İvan Fyodoroviç'in ilk geldiği sıralar durumun tam ters olmasından ileri geliyordu. O sıralar İvan Fyodoroviç, Smerdyakov'a özel bir ilgi göstermiş, hatta onu çok ilgi çekici bulmuştu. Smerdyakov'u kendisiyle konuşmaya alıştırdı. Gene de adamın sersemce hallerine, daha doğrusu içini kemiren tedirginliğe her zaman şaşıyor, böyle bir "hayat seyircisi"ni durup dinlenmeden rahatsız edenin neler olabileceğini anlayamıyordu. Felsefeyle ilgili konular üzerine tartışırlarken dünyanın yaratılışına geldiler; güneş, ay ve yıldızlar dördüncü gün yaratıldığına göre ilk gün ışığının nereden geldiğini konuştular. Ama İvan Fyodoroviç, güneş, ay ve yıldızlar çok ilginç bir konu olduğu halde Smerdyakov için ancak üçüncü derecede önem taşıdığını, kafasında bambaşka şeyler olduğunu hemen anlamıştı. Sınırsız onur düşkünlüğü daha o zamanlardan baş vermeye başlamıştı. İvan Fyodoroviç bundan hoşlanmadı. Smerdyakov'a karşı nefreti de böyle uyandı. Daha sonra evdeki tatsızlıklar, Gruşenka olayı, Dmitri ağabeyiyle meseleler, bir sürü telaş, üzüntü geldi... Bunlar üzerine konuştukları da olurdu. Smerdyakov bu konularda her zaman büyük bir heyecan gösterdiği halde, niçin böyle davrandığı bir türlü anlaşılmıyordu. Ayrıca, bazen, elinde olmadan açığa vurduğu, ama gene de tam olarak anlaşılmayan isteklerinin mantıksızlığına, karışıklığına şaşmamak mümkün değildi. Smerdyakov hep sorguya çeker gibi konuşuyor, soruları dolambaçlı, besbelli önceden hazırlanmış şeyler oluyordu. Ama bunları ne diye sorduğunu açıklamıyor, çoğu zaman da sorgusunun en hararetli anında bambaşka bir konuya geçiyordu. İvan Fyodoroviç'in sabrını taşıran ve Smerdyakov'dan nerdeyse nefret ettiren şey, adamın ona karşı aşırı ölçüde senlibenli davranması oldu. Üstelik bu senlibenlilik gitgide artıyordu. Terbiyesini bozduğu söylenemezdi; tam tersine, her zaman çok saygılı konuşuyordu. Ama ne olursa olsun, Smerdyakov'un kendisini İvan Fyodoroviç'le —neden ve ne bakımdan olduğunu Tanrı bilir— fikir arkadaşı saydığı anlaşılıyordu. Onunla konuşurken aralarında gizli, önceden konuşulmuş, yalnız ikisinin bildiği ve etrafta kaynaşıp duran basit ölümlü yaratıkların akıl erdiremeyeceği şeyler varmış gibi davranıyordu. İvan Fyodoroviç gene de içinde artan nefretin gerçek nedenini bir türlü bulamıyordu; bunun ne olduğunu ancak son zamanlarda anlayabildi. Hırçın bir halle, tiksinerek ve Smerdyakov'u görmemiş davranarak geçmek istedi. Ama Smerdyakov ayağa kalktı, İvan Fyodoroviç sırf bu hareketinden, uşağın onunla özel olarak konuşmak istediğini anladı. Yüzüne baktı, durdu. Az önce düşündüğü gibi geçip gitmediği için de kendi kendine kızdı. Smerdyakov'un solgun, hadımlarınkine benzeyen suratını, özenle taranmış şakaklarını, alnında kabartılmış saçlarını öfkeyle, nefretle süzdü. Uşak hafiften kısılmış sol gözüyle sanki gülümsüyor, "Nereye gidiyorsun, geçemezsin işte! Bilmiyor musun, bizim gibi iki akıllı insanın konuşacakları var..." demek istiyordu. İvan Fyodoroviç silkindi. "Defol karşımdan kerata, senin akranın mıyım, hayvan!" diye bağırmak üzereyken nasıl olduğunu kendisi de bilmeden usul usul, hiç beklenmeyen bir şekilde,
— Babam uyuyor mu, uyandı mı? dedi. Aynı umulmaz tavırla da sıraya oturdu. Bir an adeta ürktüğünü sonraları hatırladı.
Smerdyakov, elleri arkasında bağlı olarak, kendinden emin, hatta sert bir tavırla karşısındaydı. Acele etmeden,
— Henüz uyanmadılar, diye karşılık verdi. Halinde, "İlk konuşan ben değilim, sensin..." edası vardı. Biraz sustuktan sonra, kırıtarak, gözlerini indirdi, sağ ayağını ileriye uzatarak, rugan ayakkabısının ucunu oynattı.
— Size şaşıyorum, beyefendi, diye ekledi.
İvan Fyodoroviç olanca gücüyle kendini tutarak sert, kesik bir sesle,
— Neyime şaşıyormuşsun? dedi ve o anda, nerdeyse tiksintiyle, son derece merak duyduğunu, merakını gidermeden buradan dünyada ayrılmayacağını anladı.
Smerdyakov ansızın gözlerini ona kaldırarak laubali bir tavırla sırıttı:
— Çermyaşnaya'ya neden gitmiyorsunuz, beyefendi?
Sol gözünün, "Akıllı adamsın, neye güldüğümü anlaman gerekir," demek isteyen bir hali vardı.
— Çermyaşnaya'ya gidip ne yapacağım? dedi hayretle İvan Fyodoroviç.
Smerdyakov gene ses çıkarmadı. Sonra, acelesiz, sanki verdiği karşılığı kendisi de değersiz sayıyormuş, laf olsun diye söylüyormuş gibi,
— Fyodor Pavloviç kendisi size o kadar yalvardılar da... diye geveledi.
İvan Fyodoroviç yumuşaklıktan vazgeçip kabalaştı, öfkeyle,
— Açık konuşsana be cehennemlik herif! diye bağırdı.
Smerdyakov ayaklarını bitiştirdi, vücudunu dikleştirdi, ama hep o soğukkanlı gülümsemesiyle,
— Ne var yani... öyle söyleyiverdim işte... dedi.
Gene sessizlik oldu. Bir dakika kadar konuşmadan durdular. İvan Fyodoroviç hemen yerinden kalkarak adama kızması gerektiğini anlıyordu. Smerdyakov da karşısına geçmiş, "Görelim bakalım, nasıl kızacaksın bana!.." der gibi bir tavır takınmıştı. Ya da İvan Fyodoroviç'e öyle geliyordu. Sonunda kalkmak için öne eğildi, Smerdyakov bu anı kolluyordu sanki. Kesin bir tavırla, tane tane,
— Durumum çok korkunç, İvan Fyodoroviç, nereden yardım göreceğimi bilemiyorum, dedi, sözünü tamamladıktan sonra göğüs geçirdi.
İvan Fyodoroviç yeniden oturdu. Smerdyakov,
— İkisinin de aklı başında değil, çocuktan farksız oldular, diye devam etti. Pederinizle ağabeyiniz Dmitri Fyodoroviç'i kastediyorum. Fyodor Pavloviç şimdi kalkar, dakika başı, "Daha gelmedi mi? Neden gelmedi?.." diye beni sıkıştırmaya başlar. Gece yarısına kadar, hatta gece yarısından sonra da devam ediyor bu. Hele Agrafena Aleksandrovna gelmezse (belki de onun gelmeye zaten niyeti yok) o zaman mutlaka saldırır: "Neden, niçin gelmedi? Ne zaman gelecek?" diye, sanki suç bendeymiş... Öte yandan şu durum da var: ortalık kararır kararmaz, hatta daha önce, ağabeyiniz tüfeğiyle şuraya, yakınımıza geliyor... "Sen bana baksana aşçı bozuntusu, madrabaz herif, onu kaçırır da bana haber vermezsen hepsinden önce seni gebertirim!" diyor. Gece gelince bey bana cehennem azabı çektirmeye başlıyor: "Niçin gelmedi, ne zaman gelecek?" Sanki kadının gelmeyişi bendenmiş, bunda benim suçum varmış gibi... İkisi de günden güne, saatten saate öylesine hırçınlaşıyor ki, anlar oluyor, korkudan canıma kıymayı düşünüyorum. Güvenim kalmadı onlara beyefendi.
İvan Fyodoroviç, öfkeyle,
— Niye karıştın, ne diye Dmitri Fyodoroviç'e habercilik etmeye başladın? diye karşılık verdi.
— Karışmayıp ne yapayım? Aslına bakarsanız, karışmadım da... Başlangıçta hep sustum, ağzımı açmaya cesaret edemiyordum. Yanlarında uşak olarak bulunmamı emrettiler. Ama o zamandan beri de, "Onu kaçırırsan kendini ölmüş bil kerata!" lafını ağızlarından düşürmüyorlar. Öyle sanıyorum ki beyefendi, yarın bana uzun bir sara nöbeti gelecek.
— Nasılmış bu uzun sara nöbeti?
— Uzun, son derece uzun bir nöbet. Birkaç saat, hatta bazen bir iki gün sürer... Bir defasında üç gün sürdü; tavanarasından düşmüştüm. Kasılmalar bir süre durur, sonra yeniden başlar; tam üç gün kendime gelemedim. Fyodor Pavloviç buranın doktoru Herzenstube'yi getirtti; adam tepeme buz koydu, başka bir ilaç da kullandı... Gidiyordum az daha...
İvan Fyodoroviç, tuhaf, karşı konulmaz bir ilgiyle,
— Saranın ne zaman geleceği önceden belli olmazmış derler; yarın tutulacağını nerden biliyorsun? diye sordu.
— Belli olmaz, doğrudur.
— Hem o zaman tavanarasından düşmüşsün.
— Tavanarasına her gün çıkarım ben; yarın gene düşünebilirim. Tavanarasında olması şart değil ya, bakarsınız bodrumda düşerim, iş icabı bodruma da her gün inip çıkıyorum.
İvan Fyodoroviç onu uzun uzun süzdü. Yavaşça, ama tehditle,
— Saçmalıyorsun sen galiba, dedi, söylediklerin birbirini tutmuyor pek... Yoksa yarın üç günlük sara nöbeti rolü mü yapacaksın?
Yere bakarak sağ ayağının ucunu oynatan Smerdyakov sol ayağını öne attı, başını kaldırarak gülümsedi.
— Dediğinizi, tecrübeli biri için pek zor olmayan bu işi yapsam bile, buna canımı kurtarmak amacıyla başvuracağımdan kınanmamam gerekir. Çünkü ben hasta döşeğimdeyken Agrafena Aleksandrovna pederinize gelse bile, Dmitri Fyodoroviç hasta adama, "Niye haber vermedin," diyemez, utanır bu kadarından...
Yüzü hiddetinden karışan İvan Fyodoroviç birden çıkıştı ona:
— Ee, canın cehenneme senin de! Ne bu, hayatının üstüne bu kadar titriyorsun! Bunlar Dmitri'nin korkutmaları, hepsi kurusıkı... Vurmaz o seni; vurur, ama seni değil!
— Vurur, sinek gibi vurur; ilkin beni vurur. En çok, pederine yapacağı münasebetsizlik yüzünden beni de suç ortağı saymalarından korkuyorum.
— Seni neden suç ortağı sayacaklarmış?
— Sayarlar. Çünkü büyük bir sır olarak o işaretleri bildirdim.
— Ne işaretleri? Kime bildirdin? Açık konuşsana Allahın belası!
Smerdyakov, ukalalığa varan bir soğukkanlılıkla, uzata uzata,
— Fyodor Pavloviç'le aramızda bir sır bulunduğunu açıklamak zorundayım, diye başladı. Bildiğiniz gibi o (tabii biliyorsanız eğer) birkaç gecedir, hatta akşam olur olmaz hemen odasına çekilip kapısını kilitliyor. Siz şu son zamanlarda odanıza erkenden çıkmaya başladınız, hele dün dışarı da çıkmadınız, bu yüzden, geceleri ne büyük özenle odasına kapandığının farkında değilsiniz belki... Grigori Vasilyeviç'e bile ancak sesinden tanıyarak kapıyı açıyor. Hoş artık Grigori Vasilyeviç'in de geldiği yok ya... Oda hizmetlerini yalnız başına ben görüyorum. Bu kararı, Agrafena Aleksandrovna ile işi pişirmeyi aklına koyalı beri vermişti. Gece oradan kulübeye geçiyorum, ama gene de gece yarısına kadar ayaktayım. Nöbet bekliyor, kalkıp avluyu dolaşıyor, Agrafena Aleksandrovna'nın gelişini kolluyorum. Fyodor Pavloviç birkaç gündür çılgınlar gibi onu bekliyor. Tahmini de şu: "O, korkar ondan," diyor, Dmitri Fyodoroviç'ten korktuğunu kastediyor, (tabii babanız Dmitri Fyodoroviç değil, "Mitka" diyor). Bunun için bana, "Geç vakit, arka sokaklardan gelecektir; sen gece yarısına kadar, hatta daha da sonra bekle onu," diyor. "Gelirse, hemen kapıya koş, kapıya yahut bahçeye çıkıp elinle pencereye vur. İlk defa yavaşça, şöyle: bir, iki; sonra da üç kere daha hızlı: tak-tak-tak... Ben, hemen onun geldiğini anlar, sana usulcacık kapıyı açarım," diyor. Acele bir durum için bana başka bir işaret de öğretti: önce iki kere üst üste, "tak-tak", sonra az ara ile bir kere daha ve kuvvetlice vuracakmışım. Beklenmedik bir durum olduğunu, onu mutlaka görmem gerektiğini anlayacak, kapıyı açacak, ben de haber verecekmişim. Bunu, Agrafena Aleksandrovna'nın kendisi gelmeyip haber göndermesi ya da Dmitri Fyodoroviç'in gelmesi olasılığını düşünerek söylüyordu. Dmitri Fyodoroviç'ten ödü kopuyor! Agrafena Aleksandrovna gelip birlikte odaya kapanmışlarken Dmitri Fyodoroviç'in bastırması halinde de üç defa vurarak haber vereceğim. Böylece beş vuruşlu bir işaretin anlamı: "Agrafena Aleksandrovna geldi," ikinci, üç vuruşlu işaret: "Önemli bir durum var, sizi görmeliyim." Bunları bana kaç kere anlatıp tekrarlattı. Dünyada bu işaretleri onunla benden başka bilen olmadığına göre kimseyi şüphelendirmeden, seslenmeden (beni yüksek sesle çağırmaktan pek korkar çünkü) kapıyı açabilir. İşte bu işaretleri şimdi Dmitri Fyodoroviç de öğrendi.
— Nasıl öğrendi, sen mi söyledin? Nasıl yaptın bunu?
— Hep korkudan efendim. Ona karşı nasıl susabilirdim! Dmitri Fyodoroviç Tanrının günü beni sıkıştırıp duruyordu: "Aldatıyorsun beni, benden sakladığın var... Bacaklarını ayırırım senin herif!" diyordu. O zaman, gayretimi görsün, onu aldatmadığıma, kendisinden hiçbir gizlim olmadığına inansın diye işaretleri söyleyiverdim.
— Bu işaretlerden yararlanarak girmek isteyeceğine aklın kesiyorsa, bırakma.
— Ya ben o sırada sara nöbetine tutulmuş olursam, nasıl bırakmam! Bu kadar gözüpek olduğunu bildiğim halde kendim de karşı koymaya cesaret etsem bile...
— Nöbet geleceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, şeytanın dölü? Yoksa benimle alay mı ediyorsun?
— Sizinle alay etmek ne haddime! Hem de bu korku varken... sırası mı? Nöbet geleceğini hissediyorum, önsezi bu, aşırı korkunca yüzde yüz gelir.
— Hay Allahın belası! Sen yatarsan, Grigori bekler onu. Grigori'ye önceden haber ver, dünyada sokmaz ötekini.
— Beyden emir çıkmadıkça Grigori'ye işaretler hakkında tek bir kelime söyleyemem. Grigori Vasilyeviç'in bekçilik etmesine gelince: dünkü olaydan sonra hastalandı, Marfa İgnatyevna yarın onu tedaviye hazırlanıyor. Demin konuşuyorlardı. Tedavi şekli de pek ilginç: Marfa İgnatyevna'nın sırrını kimseye söylemediği birtakım otlarla yaptığı keskin bir şurubu var. Grigori Vasilyeviç'e senede iki üç defa felce benzeyen bir bel tutulması gelince bu esrarlı ilaçla tedavi eder. Havluyu ilaca batırır, sırtını ovar; yarım saat, havlu kuruyup adamcağızın sırtı kızarıp şişene kadar ovar. Şuruptan kalanı da kendi bildiği birtakım dualar okuyarak içirir, ama tamamını değil, bir kısmını da kendine ayırır, o da içer. Şunu da söyleyeyim, ikisi de içki içen insanlar değildir, bunu içer içmez oldukları yere yığılır, uzun zaman deliksiz uyku çekerler. Grigori Vasilyeviç uyanınca daima turp gibi sağlamdır. Marfa İgnatyevna'nın da tersine her zaman başı ağrır. Bu yüzden, Marfa İgnatyevna tasarladığını yarın yaparsa, bir şeyler duyup Dmitri Fyodoroviç'in içeri girmesine engel olacaklarını hiç sanmam!
— Saçma! Hem neden öyle olacakmış: senin sara nöbetin, onların baygın yatması!.. Yoksa bunları sen mi böyle düzenlemek istiyorsun?
İvan'ın kaşları tehditle çatıldı.
— Bunu düzenlemek elimde mi?.. Neden düzenleyecekmişim? Bu işleri sadece Dmitri Fyodoroviç'in düşüncesi düzenleyecek. Bir şeyler yapmayı canı isterse yapar; yoksa onu mahsus getirip babasının odasına sokacak değilim ya...
Yüzü öfkeden sararan İvan Fyodoroviç,
— Mademki, Agrafena Aleksandrovna, dediğine göre, hiç gelmeyecekmiş, Dmitri, hem de gizli olarak, babasına niçin gelsin, diye devam etti. Sen öyle söylüyordun, ben de burada kaldığım sürece ihtiyarın sadece hayal kurduğuna, bu karının gelmeyeceğine emindim. O gelmeyince Dmitri ne diye kapıyı zorlayacak? Söylesene! Ne düşündüğünü bilmek istiyorum!
— Neden geleceğini kendiniz biliyorsunuz. Benim düşüncelerimi öğrenmenize ne lüzum var! Öfkesinden ya da kuşkusundan gelir. Hastalığından şüphelenerek, dünkü gibi sinirlenir, kadın kaş göz arasında içeri girmiş olmasın diye odaları aramaya kalkışabilir. Öte yandan Fyodor Pavloviç'in kurdele ile bağlı üç mühürlü, üzerinde "Meleğim Gruşenka gelmek isterse..." yazılı büyük bir zarf içinde üç bin ruble hazırladığını da biliyor. (Üç gün sonra "meleğimin" yanına "ve yavrum" diye ekledi.) Bunlar kuşkulandırıyor insanı...
İvan Fyodoroviç, iyice köpürdü.
— Saçma! diye haykırdı. Dmitri para çalmaya, hele bu amaçla babasını öldürmeye gelmez. Dün, çılgın bir budala gibi, Gruşenka uğruna onu vurabilirdi, ama hırsızlık yapamaz!
— Bu sırada paraya çok ihtiyacı var onun, İvan Fyodoroviç, son derece ihtiyacı var. Ne kadar ihtiyacı olduğunu bilemezsiniz.
Smerdyakov, sakin bir tavırla konuşuyordu.
— Hem bu üç bini kendi parası biliyor, bana, "Babamın bana tam üç bin borcu var," demişti. Aslına bakarsanız Agrafena Aleksandrovna istedikten sonra kendisini ona aldırtır; yani böylece Fyodor Pavloviç'le evlenir demek istiyorum, isterse eğer... Belki de ister. Gelmez diyorum, ama belki o bundan fazlasını, doğrudan doğruya hanımefendi olmayı isteyebilir. Onun tüccarı, şu Samsonov var ya, evlenmenin hiç de fena olmayacağını söylediğini, söylerken de güldüğünü biliyorum. Agrafena Aleksandrovna oldukça kafalı kadın, Dmitri Fyodoroviç gibi çıplağın birine varmak işine gelmez. Bütün bunlar hesaba katılırsa, siz de anlarsınız ya İvan Fyodoroviç, pederinizin ölümünden sonra ne Dmitri Fyodoroviç'e, hatta ne de sizinle kardeşiniz Aleksey Fyodoroviç'e bir tek ruble bile kalacak değildir. Çünkü Agrafena Aleksandrovna sırf her şeyin üstüne oturmak, mal, servet ne varsa kendi üzerine yaptırmak için ona varacaktır. Oysa pederiniz şimdi, henüz bu iş olmadan ölürse her birine, hatta bu kadar nefret ettiği Dmitri Fyodoroviç'e bile sağlam kırkar bin düşer. Çünkü henüz vasiyetnamesini yapmış değil, Dmitri Fyodoroviç de bunu çok iyi biliyor.
İvan Fyodoroviç'in yüzünde bir çarpıklık, bir seğirme belirdi. Birdenbire kızardı. Smerdyakov'un sözünü keserek,
— Öyleyse bütün bunlardan sonra benim Çermyaşnaya'ya gitmemi ne diye tavsiye ediyorsun? Ne demek istiyorsun bununla? Ben gideceğim, arkamdan da bunlar olacak demek...
İvan Fyodoroviç güçlükle soluyordu.
Smerdyakov yavaş, ağırbaşlı bir tavırla, gene de İvan Fyodoroviç'i kollayarak,
— Çok doğru, dedi.
İvan Fyodoroviç, güçlükle kendini tutarak,
— Nesi doğru? diye sözünü kesti, gözleri hiddetle parlıyordu.
— Size acıyarak söylüyorum efendim. Sizin yerinizde olsam... böyle bir işe bulaşmaktansa hepsini bırakır giderdim.
Smerdyakov, bunu İvan Fyodoroviç'in parlayan gözlerine dimdik bakarak söyledi. İkisi de susuyordu.
İvan Fyodoroviç, ansızın oturduğu yerden doğruldu.
— Galiba sen koskoca bir aptal ve mutlaka... müthiş bir alçaksın! dedi.
Hemen kapıdan girmek istedi, ama birden durdu, Smerdyakov'a doğru döndü ve o anda tuhaf bir şey oldu. İvan Fyodoroviç birdenbire kısılan dudağını ısırdı, yumruklarını sıktı, Smerdyakov'un üstüne atılacaktı. Öteki hemen fark etti, titredi, bütün vücuduyla geriledi. İvan Fyodoroviç de sessizce, ama oldukça şaşkın bir tavırla kapıya doğru döndü. Öfkeyle, yüksek sesle, tane tane,
— Yarın Moskova'ya gidiyorum, dedi. Bilmek istiyorsan, öğren.
İvan Fyodoroviç, sonraları, bunu Smerdyakov'a söylemeye neden gerek gördüğüne kendisi de şaşmıştı.
Öteki, bunu bekliyormuş gibi,
— En iyisi bu zaten, diye atıldı. Ama belki burada bir şeyler olur da sizi Moskova'dan telgrafla çağırırlarsa o başka...
İvan Fyodoroviç yeniden durduğu yerde Smerdyakov'a doğru hızla döndü, ama onun hali de değişmişti. Laubaliliği, kayıtsızlığı o anda kayboldu; yüzünde dikkatli ama yaltaklanan, ürkek bir bekleyiş ifadesi belirdi. Sabit bakışında, "Bir şeyler daha söylemeyecek misin, hadi durma!" gibilerden bir anlam vardı.
İvan Fyodoroviç nedense sesini alabildiğine yükselterek,
— Böyle bir durumda Çermyaşnaya'dan da çağırmazlar mıydı sanki? diye haykırdı.
— Evet, Çermyaşnaya'dan da rahatsız ederlerdi... tabii...
Smerdyakov alçak sesle konuşuyor, şaşırmış görünüyordu. Gözleri hâlâ İvan Fyodoroviç'in üstündeydi.
— Yalnız Moskova Çermyaşnaya'dan daha uzaktır. Çermyaşnaya için direttiğine göre ya yol masrafına acıyor, ya da yol yorgunluğumu düşünüyordun, öyle mi?
Smerdyakov pis pis sırıtarak, kısık bir sesle,
— Pek doğru efendim... diye mırıldandı, ne olur ne olmaz diye kendini geriye atmaya hazırlandı.
Ama İvan Fyodoroviç, birdenbire, Smerdyakov'u o şaşkın haliyle bırakarak güldü ve gülmeye devam ederek hızla kapıdan içeri girdi. O anda yüzüne bir bakan olsa neşesinden gülmediğini anlardı. Zaten kendisi de o sırada içinde bulunduğu durumu açıklayamazdı. Hareketleri, yürüyüşü insana nöbet geçiriyormuş hissi veriyordu.
VII
"Akıllı İnsanla Konuşmak Zevklidir!"
Konuşması da öyleydi. Girer girmez, salonda Fyodor Pavloviç'le karşılaşınca ellerini sallayarak ona,
— Size gelmedim; yukarı çıkıyorum, Allahaısmarladık! diye bağırdı, babasına bakmamaya çalışarak önünden geçti.
Belki o anda ihtiyardan çok nefret ediyordu, ama böylesine açıktan açığa gösterilen düşmanlık duygusu Fyodor Pavloviç için bile beklenmedik şeydi. Anlaşılan ihtiyar ona acele bir şey anlatmak için kendisini salonda karşılamak istemişti. Ama bu davranış karşısında sessizce durdu, oğlunun tavanarasında kaybolana kadar merdivenden çıkışını alaylı bir bakışla seyretti.
İvan Fyodoroviç'in ardından giren Smerdyakov'a dönerek,
— Ne olmuş ona? diye sordu.
— Kim bilir, belki bir şeye kızmış... diye kaçamak bir karşılık verdi öteki.
— Canı cehenneme! Varsın kızsın. Semaveri çabuk getir de defol buradan, çabuk! Şey... ne var ne yok?
Ondan sonra, Smerdyakov'un demin İvan Fyodoroviç'e şikâyet ettiği, yani beklenen konuk kadınla ilgili birtakım sorular başladı. Biz geçelim bunları... Yarım saat sonra ev kilit altındaydı, kaçık ihtiyar tek başına odalarda geziniyor, heyecan içinde kararlaştırılan beş tıklatmayı duymayı umuyordu. Arada bir karanlık pencerelerden dışarı bakıyor, ama gecenin karanlığından başka şey göremiyordu.
Vakit çok geç olduğu halde İvan Fyodoroviç hâlâ uyumuyor, hep düşünüyordu. O gece, çok geç, saat ikide yatmıştı. Kafasından neler geçtiğini anlatmayacağım, hem ruhuna girmemizin henüz sırası değil; onun da zamanı gelecek. Zaten içindekileri aktarmaya ne kadar çabalasak, kolay olmayacaktı bu, çünkü kafası belirli düşüncelerden çok birtakım karmakarışık, anlaşılmaz duygularla doluydu. Kendisi de dizginleri elden kaçırdığını hissediyordu. Ayrıca birtakım acayip, akla gelmez isteklerle hırpalanıyordu. Mesela, gece yarısından sonra birdenbire aşağı inip kapıyı açmak, kulübeye giderek Smerdyakov'a sopa çekmek için dayanılmaz bir istek duydu. Ama bunun nedenini kesin olarak açıklayamazdı, sadece bu uşağı dünyanın en büyük yalancısı olarak görüyor, bu yüzden ondan nefret ediyordu. Bir yandan da zaman zaman anlaşılmaz küçültücü bir ürkeklik bütün benliğini kaplıyordu. İvan Fyodoroviç hiç dermanı kalmadığını hissediyor, midesi bulanıyordu. Kötü bir duygu ruhunu sarmış, acı ile bağırıyordu, sanki birisinden öç almak istiyordu. Deminki konuşmayı hatırlarken bazı anlar Alyoşa'dan bile nefret ediyordu. Katerina İvanovna'yı hemen hemen hiç aklına getirmiyordu; buna sonraları çok şaşmıştı. Çünkü daha bir gün önce, sabah, Katerina İvanovna'da, "ertesi gün Moskova'ya gideceğim," diye yüksekten atarken içinden bir ses, "Atıyorsun, gidemezsin, övündüğün gibi kolay kolay ayrılamazsın!" diye fısıldıyordu. Çok zaman sonra o geceyi düşünen İvan Fyodoroviç, sedirinden birdenbire kalkarak, sanki görülmekten son derece korkuyormuş gibi, usulca kapıyı açtığını, merdivene çıkıp alt kattaki odalarda Fyodor Pavloviç'in hareketlerini nasıl kolladığını anlaşılmaz bir tiksintiyle hatırladı. Uzun uzun, belki beşer dakikalık sürelerle ve garip bir merakla, soluğunu tutarak, kalbi çarpa çarpa aşağısını dinliyor, ama bunu neden, ne amaçla yaptığını şüphesiz kendi de bilmiyordu. Bu hareketini ömrünün sonuna kadar "çirkin" saymış, yaşadığı sürece varlığının en gizli köşesinde buna "hayatındaki en adi hareket" adını vermişti. O dakikalarda Fyodor Pavloviç'e nefret falan duyduğu yoktu, sadece içini dayanılmaz bir merak kemiriyordu.
Karanlık pencerelere bakıp bakıp odanın ortasında birdenbire durarak, dışardan camı tıklatan var mı diye nasıl dinlediğini düşünüyor, gözünün önüne getiriyordu. Bu amaçla tam iki defa merdiven başına çıkmıştı. İvan Fyodoroviç, ortalık tamamen sessizleştikten, Fyodor Pavloviç saat ikiye doğru yattıktan sonra yattı. Uyuyacaktı, kesin olarak karar vermişti; kendisini pek bitkin hissediyordu. Gerçekten, yatar yatmaz deliksiz bir uykuya daldı, hiç düş görmeden uyudu, ama erkenden, saat yediye doğru uyandı. Gözlerini açınca kendini umulmadık derecede dinç, güçlü hissederek şaşırdı. Hızla yataktan fırlayıp aynı hızla giyindi, bavulunu çıkarıp hemen, acele acele hazırlanmaya koyuldu. İyi bir rastlantıyla, bir gün önce yıkamaya verdiği çamaşırı hazırlanmış, gelmişti. İvan Fyodoroviç gülümsedi; işi uz gidiyordu, ani gidişine bu bakımdan da engel yoktu. Gidişi ani olmasına gerçekten aniydi. Gerçi dün, ilkin Katerina İvanovna'ya, sonra da Smerdyakov'a ertesi gün gideceğini söylemişti, ama gece yatarken —bunu gayet iyi hatırlıyordu— o anda gitmeyi, hiç olmazsa yataktan kalkar kalkmaz ilk işinin bavulunu hazırlamak olacağını aklından bile geçirmiyordu. Sonunda bavulu da, çantası da hazırdı. Marfa İgnatyevna her zamanki gibi, "Çayınızı burada mı, aşağıda mı içeceksiniz?" diye geldiği zaman saat dokuza yaklaşıyordu. İvan Fyodoroviç aşağı indi. Hareketlerinde bir dağınıklık, bir telaş sezildiği halde oldukça neşeliydi. Babasıyla güler yüzle selamlaştı, hatta ayrıca sağlığıyla ilgilendi, ama adamın verdiği karşılığın sonunu beklemeden birden, bir saat sonra temelli olarak Moskova'ya gideceğini haber verdi, araba getirtmesini istedi. İhtiyar bu haberi hiç hayret göstermeden dinledi, oğlunun gidişine, pek de nazik olmayan bir şekilde üzülmeyi unuttu. Onun yerine kendine ait çok önemli bir işi hatırladı.
— Oldu mu bu, ne olurdu haber verseydin!... Neyse, zarar yok, işi şimdi yoluna koruz. Bana büyük bir iyilik yapsana iki gözüm: Çermyaşnaya'ya uğrayıver ne olur. Zaten Volovye istasyonundan on iki verst ya tutar ya tutmaz. Sola saptın mı, Çermyaşnaya'dasın.
— Yapamam, kusura bakmayın: istasyona seksen verstlik yol var, Moskova'ya giden tren akşamın yedisinde kalkar; ancak yetişirim.
— Yarın ya da öbür gün gidersin, bugünlük Çermyaşnaya'ya uğrayıver oğlum. Babanın şu kadarcık isteğini yerine getirsen ne olur sanki! Burada işlerim olmasa çoktan kendim bir koşu gider dönerdim. Orada son derece önemli ve acele bir işim var... Ama burası da... öyle zamana geldi ki... Bak anlatayım: benim Begiçev'le Diyaçkin'de birer fundalığım var. Baba oğul Maslov'lar bunlara sadece sekiz bin fiyat biçmişler. Oysa daha geçen yıl bir alıcı on iki bin veriyordu, ama adam buralı değildi, mesele de burada zaten. Buradakiler arasında alıcı çıkmıyor; baba oğul Maslov'lar yüz binlik herifler, milleti avuçlarına almışlar; ne verilirse almak zorundasın, yerlilerden kimse karşı koyamıyor. Geçen perşembe İlyinski papazından bir mektup geldi: Gorstkin'in geldiğini yazıyor. Bu da ufakça bir tüccar, tanırım onu. Buralı değil, değeri de bunda... Pogrebov'lu; anlayacağın Maslov'lardan korkusu yok, buralı değil çünkü... Koruya on bir bin vereceğini söylüyormuş, anladın mı? Papaz, burada ancak bir hafta kalacağını yazıyor. Sen gitsen de anlaşsan onunla.
— Papaza yazın, o anlaşsın.
— Yapamaz, beceremez o, kolay değil ki bu... İşten anlamaz. Paha biçilmez adam, eline senetsiz sepetsiz yirmi binimi emanet ederim. Gelgelelim işe hiç aklı ermiyor, kargalar bile dolandırır onu! Oysa okumuş adam, düşün bir kere. Gorstkin'e gelince; o, görünüşte "mavi mintanlı" köylünün biri, ama hinoğlu hinlikte üstüne yoktur, işin belalı tarafı da bu zaten... Herif yalancının biri. Bazen öyle uyduruyor ki bunu ne diye yaptığına bir türlü akıl erdiremezsin. Evvelsi yıl, karısının öldüğünü, ikinci kez evlendiğini uydurmuştu; oysa hiçbirinin aslı yok, karısı hâlâ sağ, herifi günde üç kere bir temiz dövüyor... İşte şimdi, onun yalan mı, doğru mu söylediğini anlamamız gerekiyor: koruyu gerçekten satın almaya ve on bir bini vermeye niyeti var mı, yok mu öğrenmeliyiz.
— Bunu ben de beceremem, benim de işten anladığım yok.
— Yo, dur; sen yaparsın, sana Gorstkin'in bütün özelliklerini anlatacağım, epeydir onunla alışverişim var. Bak dinle: sakalına bakmak lazım onun; pis, cılız kırmızı bir sakalcığı var. Sakalı titrerse, ayrıca kendisi de konuşurken hiddetlenirse âlâ, doğruyu söylüyor, iş yapmak istiyor demektir. Ama sol eliyle sakalını sıvazlayıp sırıtıyorsa bil ki kafeslemek peşinde... Gözlerine bakmayacaksın onun, madrabaz olduğu için gözlerinin bulanık sudan farkı yok; sakalına bak, sakalına... Sana bir mektup vereceğim, gösterirsin ona. Asıl adı Lyagavıy, Gorstkin değil. Ama sakın ona Lyagavıy deme, gücenir. Anlaşırsan, durumu uygun görürsen bana yaz. Kısaca şöyle yazsan yeter: "Yalanı yok." Şey, on bir binden bir binlik ikram edebilirsin, fazlasına yanaşma. Düşün, sekiz nerde, on bir nerde! Tam üç bin fark var. Üç bin sokakta bulunmuyor ya!.. Böyle alıcıyı kaçırmamalı, üstelik paraya dehşetli ihtiyacım var. İşin, ciddi olduğunu bildirirsen, oraya bir koşu gelir işi bağlarım, ne yapıp yapıp vakit bulurum artık. Oysa şimdi ne diye gideyim, belki de bunlar sadece papazın uydurmasıdır. E, söyle bakayım, gidiyor musun gitmiyor musun?
— Gidemem, vaktim yok, bağışlayın.
— Canım, babana bir iyilik yapsan ne olur, ben de bunu unutmam elbette. Hiçbirinizde duygu yok yani! Bir iki gün geç gidersen ne çıkar sanki! Nereye gidiyorsun şimdi, Venedik'e mi? İki günde Venedik'in yerinden kaçmaz ya! Alyoşa'yı gönderirdim ama, ne anlar o böyle işlerden! Sen akıllı adamsın da ondan istiyorum. Kereste sattığın yok, ama anlayışın var. Adamın söylediklerinin ciddi olup olmadığına dikkat et, yeter. Diyorum ya, sakalına bakacaksın: sakalcığı titriyorsa niyeti ciddi demektir.
İvan Fyodoroviç yüzünü buruşturarak, hırçın bir sırıtışla,
— Zorla mı göndereceksiniz beni o uğursuz Çermyaşnaya'ya! diye bağırdı.
Fyodor Pavloviç, oğlunun kızgınlığını fark etmemiş ya da fark etmek istememiş gibi davranarak sadece gülümseyerek karşılık verdi.
— Öyleyse gideceksin; gideceksin, değil mi? Hemen iki satırcık bir şey yazıvereyim.
— Gidip gitmeyeceğimi henüz bilmiyorum, yolda karar veririm.
— Neden yolda karar veriyorsun, hemen şimdi ver kararını. Hadi canım, hadi! Anlaşırsan, bana iki satırcık çiziktiriver, papaza bırak; bana lahzada yetiştirir. Ondan sonra sana engel olmam, Venedik'e mi, nereye istersen güle güle git! Volovye istasyonuna papazımız bırakır seni.
İhtiyar, sevincinden kabına sığamıyordu. Mektubu yazdı, araba için haber gönderdiler. Mezeyle konyak geldi. İhtiyar sevindiği zaman hep fazla duygulanır coşardı, ama bu kez kendini tutuyordu. Mesela, Dmitri Fyodoroviç'in adını ağzına almıyordu. Ayrılma ona zerre kadar dokunmadı. Hatta konuşacak söz bulamıyormuş gibi bir hali vardı. İvan Fyodoroviç, bunu iyice fark etti. "Hayli bıktırdım onu galiba..." diye düşündü. Ancak oğlunu merdivenden aşağı uğurlarken ihtiyarın yüzünde bir gülümseme belirdi, kucaklaşmak için sokulmak istedi. Ama İvan Fyodoroviç bundan açıkça kaçınarak elini uzattı, ihtiyar da kendini toparladı.
— Hadi uğurlar olsun, uğurlar olsun! Bir kere daha uğrarsın, değil mi? diye tekrarlıyordu. Her zaman gel, memnun olurum. Hadi Allaha emanet ol!
İvan Fyodoroviç, arabaya bindi. Babası son kez,
— Güle güle İvan, pek gücenme bana! diye seslendi.
Bütün ev halkı İvan Fyodoroviç'i uğurlamaya çıkmıştı: Smerdyakov, Marfa ve Grigori. O da hepsine onar ruble bahşiş verdi. Arabaya binince, Smerdyakov dizlerindeki battaniyeyi düzeltmek için sokuldu.
İvan Fyodoroviç gene dünkü gibi, hem de sinirli bir gülüşle,
— İşte görüyorsun ya... Çermyaşnaya'ya gidiyorum... diye ağzından kaçırdı.
Sözlerini sonradan da uzun zaman unutamadı.
Smerdyakov, derin bakışını İvan Fyodoroviç'e dikerek kesin bir tavırla,
— "Akıllı insanla konuşmak zevklidir" diye boşuna söylememişler, dedi.
Araba hareket etti ve hızla uzaklaştı. Yolcunun içi huzursuzdu, ama hasret dolu bakışını etrafta gezdirerek tarlaları, bayırları, ağaçları, pırıl pırıl gökte uçan yaban kazı sürüsünü seyrediyordu. Birdenbire içine ferahlık doldu. Arabacıyla konuşmayı denedi. Köylünün verdiği karşılıkta onu çok ilgilendiren bir taraf buldu, ama bir an sonra sözlerinin bir kulağından girip öbüründen çıktığını, aslında adamcağızın verdiği karşılıkları pek kavrayamadığını fark etti. Sustu, böylesi de iyiydi: hava temiz, serin, gökyüzü açıktı. Gözünün önünden Alyoşa ile Katerina İvanovna'nın hayalleri geçti. Hafifçe gülümsedi, sevgili hayallerinin üzerine üfledi, onlar da dağılıverdiler. "Bunlara da zaman gelecek..." diye düşündü. İlk menzile çabuk vardılar, atları değiştirerek Volovye'ye doğru yol almaya başladılar. Ansızın kafasına "Akıllı insanla konuşmak pek zevklidir..." sözleri takıldı. Bununla ne demek istemişti acaba?.. "Çermyaşnaya'ya gittiğimi haber vermem çok gerekliydi sanki!.." Hep o hızla Volovye istasyonuna vardılar. İvan Fyodoroviç arabadan indi, oradaki arabacılar etrafını sardı. Çermyaşnaya'ya köyler arasından geçen on iki verstlik yol vardı, kendi hayvanlarıyla götüreceklerdi. İvan Fyodoroviç arabayı hazırlamalarını söyledi. Menzil binasına girdi, etrafa bakındı, müdürün karısına baktı, sonra birden tekrar dışarı çıktı.
— Çermyaşnaya'dan vazgeçtim. Yediye kadar trene yetişir miyim, çocuklar?
— Ulaştırırız beyim. Arabayı koşalım mı?
— Hemen. Yarın şehre gideniniz olacak mı acaba?
— Olmaz mı, Mitri gidecek.
— Senden ufak bir ricam var, Mitri. Babam Fyodor Pavloviç Karamazov'a uğra, Çermyaşnaya'ya gitmediğimi söyle. Yapabilir misin?
— Uğrarız, niye uğramayalım! Fyodor Pavloviç'i eskiden beri tanırız.
İvan Fyodoroviç,
— Güzel. Bahşişini de al; ondan kolay kolay para çıkmaz!
Neşeyle güldü. Mitri de güldü.
— Vermez ya. Sağol bey! Hiç meraklanma, dediğini yaparım.
Akşamın yedisinde İvan Fyodoroviç trene binip Moskova'ya yollandı. "Geçmişle, eski âlemle her şey, birden bitti, oradan ne bir haber, ne bir ses isterim artık! Yeni âleme, yeni yerlere, hem de bir daha geriye bakmadan..." Ama ruhunu sevinç yerine derin bir karanlık kapladı; kalbi, ömründe duymadığı bir hüzünle sızlıyordu. Bütün gece düşündü durdu.
Tren uçarcasına gidiyordu. Ancak gün ağarırken, Moskova'ya girdikleri sırada kendine gelir gibi oldu. İçinden,
— Alçağın biriyim... diye mırıldandı.
Fyodor Pavloviç, oğlu yola çıktıktan sonra pek memnun bir haldeydi. Tam iki saat mutluydu, oturmuş konyağını çekiyordu. Birdenbire evde pek aksi, herkes için pek tatsız, Fyodor Pavloviç'i son derece telaşlandıran bir olay oldu: Bir şey almak için bodruma inen Smerdyakov, merdivenin üst basamağından aşağı yuvarlandı. Bereket o sırada avluda bulunan Marfa İgnatyevna gürültüyü duydu. Düştüğünü görmedi, ama çığlığını, özel, garip, öteden beri bildiği, nöbete tutulan saralılara özgü çığlığını duydu. Nöbete merdivenden inerken tutulmuşsa, tabii o zaman baygın halde düşmesi gerekirdi; belki de nöbet, düşmesi yüzünden gelmişti. Hangisinin doğru olduğu anlaşılamadı. Smerdyakov'u bodrumun dibinde, ağzı köpürmüş, sarsıntılar içinde buldular. İlkin kolunun, bacağının, bir yerinin kırıldığını sandılar. Ama Marfa İgnatyevna'nın söyleyişiyle "Tanrı korudu" da böyle bir şey olmadı. Yalnız bodrumdan yukarı çıkarmak hayli güç oldu. Komşulardan yardım isteyerek ancak başardılar. Besbelli korkmuş, şaşırmış halde olan Fyodor Pavloviç de onlara yardım ediyordu. Hasta bir türlü kendine gelemiyordu; nöbetler arada bir kesilir gibi oluyor, yeniden başlıyordu. Oradakiler bu nöbeti, geçen yıl kaza ile tavanarasından düştüğü zamankine benzetiyorlardı. O zaman tepesine buz konulduğunu hatırladılar. Bodrumda henüz buz vardı; Marfa İgnatyevna bu işle ilgilendi. Fyodor Pavloviç de akşamüstü doktor Herzenstube'yi çağırttı. Doktor hemen geldi, hastayı büyük dikkatle muayene etti. (Herzenstube yaşlı, pek saygıdeğer bir adamdı, eyaletin en titiz, en dikkatli doktoruydu.) Nöbetin son derece önemli ve "büyük tehlikeler doğurabilecek çeşitten" olduğunu söyledi. Şimdiki halde kendisi hastanın durumunu tamamen anlamış değildi, ama bugünkü önlemler yarar sağlamazsa, yarın sabah başka çareler düşünecekti. Hastayı Marfa İgnatyevna ile Grigori'nin kulübedeki odalarına bitişik odaya yatırdılar. Fyodor Pavloviç daha sonra da bütün gün ardı ardına tersliklerle karşılaştı: yemeği Marfa İgnatyevna yaptı; çorbası Smerdyakov'unkiyle kıyaslanınca "bulaşık suyu" gibiydi. Tavuğu öylesine kurutmuştu ki çiğnenmiyordu. Marfa İgnatyevna efendisinin bu acı, ama haklı sitemlerine, tavuğun zaten pek kart olduğunu, kendisinin de aşçı okuluna gitmediğini söyleyerek karşılık verdi. Akşam yeni bir üzüntü çıktı: Fyodor Pavloviç'e, evvelsi günden beri rahatsız olan Grigori'nin büsbütün yatağa düştüğünü, belinin iyice tutulduğunu haber verdiler. Fyodor Pavloviç çayını bir an önce bitirerek tek başına eve kapandı. Son derece kuşkulu bir bekleme içindeydi. Artık bu gece Gruşenka'yı kesinlikle bekliyordu; mesele buydu. O sabah Smerdyakov'dan, "Kesin olarak geleceklerine söz verdiler," diye teminat almıştı. Uslanmak bilmez ihtiyarın kalbi huzursuzlukla çarpıyor, boş odaların birinden çıkıp birine giriyordu. Kulağı kirişteydi; Dmitri Fyodoroviç'in onu bir köşeden kollaması pekâlâ mümkündü. Kadın pencereye vurur vurmaz (Smerdyakov daha evvelsi gün, Gruşenka'ya nereye, nasıl vuracağını öğrettiğini Fyodor Pavloviç'e söylemişti), kapıyı açacak, —Allah korusun— korkudan kaçıp gitmesin diye, antrede bir saniye eğlenmeden hemen içeri alacaktı.
Fyodor Pavloviç, pek telaşlıydı, ama kalbi hiçbir zaman bu kadar tatlı umutlarla dolup taşmamıştı: öyle ya, bu sefer mutlaka gelecekti, bunu kesin olarak söyleyebilirdi!
ALTINCI KİTAP, RUS RAHİBİ
I
Staretz Zosima ve Konukları
Alyoşa, yüreği kuşku, acı dolu olarak Staretzin hücresine girince şaşkınlıkla durakladı. Ölmek üzere, koma halinde bulmaktan korktuğu hasta koltuğunda oturuyordu. Pek halsiz, pek bitkindi, ama yüzünde dinlenmiş, neşeli bir ifade vardı. Konuklarıyla sakin, rahat konuşuyordu. Zaten yatağından Alyoşa'nın gelişinden ancak çeyrek saat önce kalkmıştı. Konukları daha önce hücreye toplanmış, uyanmasını bekliyorlardı. Paisiy Peder, kesin olarak, Staretzin o sabah söz verdiği gibi, "kalbine aziz olan kimselerle bir daha konuşmak için" mutlaka kalkacağını söylemişti. Ölmek üzere olan Staretzin her sözü gibi bu vaadine de bütün kalbiyle inanan Paisiy Peder, hastayı kendini kaybetmiş, hatta soluksuz bile görse yeniden ayağa kalkıp sözünü yerine getirmesini beklerdi; Staretze inancı öylesine güçlüydü.
O sabah Staretz Zosima, uykuya dalmadan önce, kesin olarak, "Kalbimin sevgilisi olan sizlerle konuşma zevkini bir kere daha tatmadan ölmeyeceğim, sevimli yüzlerinize bakıp içimdekini bir kere daha dökeceğim!" demişti. Staretzin belki de son konuşmasını dinlemek için toplanmış olanlar yıllardan beri ona candan bağlı dostlarıydı. Dört kişiydiler: Yosif Pederle Paisiy Peder; oldukça az okumuş, henüz çok yaşlı olmayan, basit tabakadan geldiği halde sağlam bir ruha, sade, sarsılmaz bir imana sahip olan keşişhane Başrahibi Mihayıl Peder üçüncü konuğuydu. Görünüşte sertti, ama kalbi derin, ince duygularla doluydu; besbelli utangaçlığından hassaslığını dışarı vurmaya çekinirdi. Dördüncü konuk, çok yoksul bir köylü rahip, ihtiyar Anfim kardeşti. Okuması yazması pek yoktu; kimseyle konuşmaz, sinek gibi hali vardı. Akıl erdiremediği korkunç bir şey karşısında ürkmüş gibi duruyordu. Bu ödlek, çekingen adamı Staretz Zosima çok sever, derin bir saygı beslerdi ona. Oysa hayatında en az konuştuğu adam da rahip Anfim'di. Aslına bakılırsa ikisi, çok eskiden, belki kırk yıl kadar önce anayurdu baştan başa beraberce dolaşmışlardı. Fakir, tanınmamış Kostroma manastırlarından birinde rahipliğe başlayan Staretz Zosima, bağış toplamaya çıkmış Anfim Pedere katılmış, birlikte dolaşmışlardı.
Ev sahibiyle konuklar, önce de söylediğimiz gibi, Staretzin avuç içi kadar olan ikinci odasında toplanmışlardı. Ayakta duran rahip adayı Porfiri'den başka dördü de Staretzin koltuğunun çevresinde birinci odadan getirilen sandalyelere yerleşmişlerdi. Hava kararıyordu, odayı sadece ikonların önündeki kandillerle mumların ışığı aydınlatıyordu. Kapıda şaşkın şaşkın duran Alyoşa'yı gören Staretz onu sevinçli bir gülümsemeyle karşıladı, elini uzattı.
— Merhaba benim uslu oğlum, merhaba canım; geldin demek! Yetişeceğini biliyordum.
Alyoşa, yaklaşarak yere kadar eğildi, ağlamaya başladı. Kalbinden bir şey kopacakmış gibi içi titriyor, ağlamamak için güç tutuyordu kendini.
Staretz, sağ elini başına koyarak gülümsedi:
— Dur ağlama, daha sırası gelmedi. Görüyorsun ya, oturmuş konuşuyorum. Belki, dünkü kızı Lizaveta'yı kucağında tutan Vışegorya'lı o sevimli tazenin dilediği gibi, daha yirmi yıl da yaşarım. (İstavroz çıkararak) Ulu Tanrım, anasıyla kızı Lizaveta'yı koru!.. Porfiri, kadıncağızın bağışını söylediğim yere götürdün mü?
Staretz, dün, "kendisinden yoksul birisine" verilmek üzere bırakılmış altmış kapiği hatırlamıştı. Hayır sahipleri, kendi emekleriyle kazandıkları paradan bu gibi bağışları çeşitli nedenlerle yapıyorlardı. Staretz, o parayı daha o akşamdan, o sıralar evi yanarak çocuklarıyla dilenmeye çıkan, kasabamızdan bir dul kadına yollamıştı. Porfiri ödevini hemen yaptığını, parayı emredildiğini söyleyerek verdiğini bildirdi.
Staretz, Alyoşa'ya döndü:
— Kalk yavrum, dedi. Bırak da yüzünü göreyim. Seninkilere gittin mi, ağabeyini gördün mü?
Staretzin böyle kesin ve emin bir tavırla kardeşlerinden birini sorması Alyoşa'nın tuhafına gitti.
— Ağabeylerimden yalnız birini gördüm; diye karşılık verdi.
— Dünkünden, büyükten; hani ayaklarına kapandığım kardeşinden söz ediyorum.
— Onu yalnız dün gördüm, bugün bir türlü bulamadım, dedi Alyoşa.
— Bulmaya çalış. Yarın gene git, hem acele git, her şeyi bırak ve git. Belki korkunç bir şeyi önleyebilirsin. Dün, çekeceği büyük acının önünde eğilmiştim...
Staretz ansızın sustu, düşünceye daldı. Sözleri garipti. Staretzin bir gün önce yere kapanmasına tanık olan Yosif Peder, Paisiy Pederle bakıştı. Alyoşa dayanamadı, büyük bir heyecanla,
— Babamız ve hocamız, dedi, sözleriniz açık değil... Ne çeşit bir acı çekeceğini kastediyorsunuz?
— Bu kadar meraklı olma! Dün korkunç bir şey görür gibi oldum... Bakışında bütün kaderi belirmişti sanki... Öyle bir bakışı vardı ki... bu adamın kendisi için hazırladıkları ürperti verdi bana... Hayatımda bir iki defa bazı kimselerin böyle... kaderlerinin yüzlerine vurduğunu görmüştüm. Yazık ki her defasında da kaderin dediği oldu. Seni onun yanına, varlığının faydası olur diye yollamıştım. Ama her şey Tanrıdandır, kaderimizi de o çizer... "Toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün doğurur." Bunu aklında tut. Seni çok defadır yüzün için kutsadım Aleksey, bunu bil. (Staretzin yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.) Senin için şunu düşünüyorum: bu duvarlar arasından çık, ama dünyada da rahip gibi kal. Senin de birçok düşmanların olacak, ama onlar da sevecek seni. Hayatta çok acı çekeceksin; bu acılar senin mutluluğunu artırmaya yarayacak. Hem kendin şükredeceksin, hem de başkalarına öğreteceksin bunu. Sen böylesin işte.
Staretz duygulu bir gülümsemeyle döndü:
— Pederler ve hocalarım, dedi. Bu gencin yüzünü neden bu kadar cana yakın bulduğumu şimdiye kadar kendisine bile söylememiştim. Şimdi söyleyeceğim işte: onun yüzü benim için bir hatırlatma, nerdeyse bir kehanet anlamı taşıyordu. Hayatımın başlangıcında, henüz pek küçükken, on yedi yaşında bir ağabeyim gözümün önünde öldü. Aradan zaman geçince, ağabeyimin, benim için yukarıdan gönderilmiş bir işaret, bir örnek olduğu kanısına vardım. Gerçekten, öyle sanıyorum ki, hayatımda o olmasaydı belki hiçbir zaman rahip olmaz, bu değer biçilmez yolu seçmezdim. Hayat yolunun başlangıcında onu gördüm; şimdi, bu yol sona ererken de Aleksey, tıpkı onun bir eşi gibi karşıma çıktı. Hem işin garibi, pederler ve hocalarım, Aleksey'in ağabeyime yalnız dış görünüş bakımından değil, daha çok manen benzemesi; o kadar ki, çoğu zaman onu şu günlerimde geçmişi hatırlatmak, canlandırmak için esrarlı bir şekilde yanıma gelen genç ağabeyim olarak görüyor, bu duruma şaşırmaktan kendimi alamıyordum.
Hizmet eden rahip adayına dönerek,
— Duydun mu Porfiri? dedi. Kaç kere halinden, Aleksey'i senden çok sevdiğim için üzüldüğünü anlamıştım. Şimdi, neden böyle olduğunu anladın, değil mi? Ama seni de seviyorum, bunu bilmelisin; üzüldüğünü görmek beni de kederlendiriyordu. Şimdi aziz konuklarım, size genç ağabeyimden söz açmak istiyorum, çünkü hayatımda ondan değerli, anlamlı ve duygulandıran bir varlığım olmadı. Şu anda hayatım gözümün önüne geliyor, hayatı baştan yaşıyorum sanki...
Burada ayrıca belirtmem gereken bir nokta var: Staretzin hayatının son gününde ziyaretçileriyle konuşmasının yalnız bir kısmı yazılı olarak saklanmıştı.
Bunu, Staretzin ölümünden bir süre sonra, Aleksey Fyodoroviç Karamazov aklında kaldığı gibi kaleme almıştı. Ama yazdıkları tıpatıp o günkü konuşma mıydı, yoksa yazarken hocasıyla eski konuşmalarından da bazı şeyler katmış mıydı, söyleyemem. Hem de Staretz bu notlarda, dostlarına hikâye eder şekilde hiç aralıksız konuşuyor. Oysa, şüphesiz, gerçek durum oldukça farklıydı. Çünkü o akşam toplu bir konuşma yapılıyordu, konuklar arada bir de olsa konuşmaya katılmış olmalıydılar. Belki zaman zaman konu da değişmişti. Ayrıca, Staretzin bazen tıkanarak sesinin kısılması, uyumasa ve konukları yerlerinden kalkmamış olsa bile yatağına uzanması pek mümkündü. Kısacası, o haliyle sürekli olarak konuşmuş olması düşünülemezdi; konuşma süresince Paisiy Peder bir iki kere İncil okumuştu. Dikkate değer başka bir yön de, orada bulunanlardan hiçbirinin Staretzin o gece öleceğini aklına getirmemesiydi. Zaten ömrünün son akşamı dostlarıyla yapacağı uzun sohbet için gündüz çektiği deliksiz uykudan sonra yeniden güç kazanmıştı. Bu onu ayakta tutan son heyecan, son duygulanmaydı. Ama bu pek kısa sürdü, hayatı ansızın kopuverdi. Fakat bundan ileride söz açacağız. Şimdilik şunu haber vermek istedim: Ben Staretzin hikâyesini ayrıntılara dalmadan, Aleksey Fyodoroviç Karamazov'un notlarından aktarmakla yetineceğim. Bunu daha kısa, daha az sıkıcı buldum. Ama tekrar söylüyorum, Alyoşa notlarına, hiç şüphesiz, Staretzle eski konuşmalarından da bazı kısımlar eklemişti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro