Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

İkinci Bölüm -5

IV

İsyan

— Sana bir itirafta bulunmak zorundayım, diye başladı İvan. Ben oldum olası yakınlarımı sevmek nedir bilmedim. Bence, özellikle yakınlar sevilmez de uzaklarımız sevilir. Bir zaman, bir yerde, "Merhametli Yohan"ın (bir ermiştir bu) kapısını fakirin biri çalmış. Aç, üşümüş bir halde ısınacak bir köşe istemiş. Ermiş onu kendi yatağına almış, kötü bir hastalıktan cerahatlanmış, pis kokan ağzının içine soluk vermeye başlamış. Eminim ki, bunu kendini zorlayarak, yakınını sevmek ödevini yerine getirmek için yalana katlanarak yapmıştı. Bir insanın sevilmesi için kendini göstermemesi gerekir; yüzünü gösterdi mi, sevgi ortadan silinir.

— Bundan Staretz Zosima da zaman zaman söz açardı, dedi Alyoşa. O da, insan yüzünün sevgide tecrübesiz olanlara çoğu zaman engel olduğunu söylerdi. Ama insanlığın sevgisi boldur, hemen hemen İsa'nın sevgisine benzeyen bir sevgidir bu, bunu biliyorum İvan...

— Ben henüz bilmiyorum, anlamıyorum da... Benim gibi daha pek çok insan bulunduğuna da inancım var. Ama bu, insanların kötü huylu olmalarından mı geliyor, yoksa yalnızca yaratılışları gereği mi kabul edilmeli, sorun burada. Bence, İsa'nın insan sevgisi dünyamıza göre mümkün olamayacak, mucize gibi bir şeydir. Gerçi o, bir Tanrıydı; biz Tanrı değiliz. Diyelim ki, derin bir acım var; karşımdakinin acımın ölçüsünü tam olarak öğrenmesi olanaksızdır. Çünkü o hiçbir zaman benliğime giremez, sadece bir başkası olarak kalır. Üstelik herhangi bir kimse "acı çeken" sıfatını, sanki bu bir rütbeymiş gibi, başkasına kolay kolay kaptırmaz. Buna neden razı olmaz dersin? Çünkü kötü bir kokum, anlamsız bir yüzüm var, çünkü vaktiyle ayağına basmıştım onun!.. Sonra acının çeşitleri var; velinimetim, mesela alık gibi küçültücü, beni aşağılayan acılarımı hoş görür. Ama bir düşünce uğruna acı çekmeyi bana yakıştıramaz, çünkü yüzümü düşünce uğruna acı çekenler için hayalinde canlandırdığı tipe uygun bulmamıştır. O anda beni hemen bütün iyiliklerinden yoksun kılar, üstelik bunu kalbinin kötülüğünden yapmaz. Dilenciler dışarıda hiç görünmemeli, gazete aracılığıyla dilenmelidir. Yakınlarımızı kuramsal olarak, hatta bazen uzaktan sevebiliriz, ama yakından hemen hemen hiçbir zaman sevemeyiz. Her şey sahnedeki gibi olsa, dilenciler balelerdeki gibi ipek paçavralarıyla, yırtık danteller içinde zerafetle dans ederek dilenseler, eh, o zaman zevkle seyredilebilirdi. Seyredilirdi, ama sevilmezdi. Artık yeter bu konu. Ben sadece senin de görüş noktamda birleşmeni istedim. İnsanların acılarından genel olarak söz açmayı düşünüyordum. Belki ortaya attığım görüşle on kat zayıf duruma düşeceğim, ama biz gene de sadece çocuklar üzerinde duralım. Bunda kaybeden de benim tabii. İlkin çocukların kirli, çirkin olanları (hoş, bence çocuğun çirkini yok ya) yakından da sevilebilir, ikinci olarak, çocuklar suçsuzdur; büyüklerden söz açmamamın nedeni iğrenç oluşları, sevgiyi zaten hak etmemiş bulunmaları... Buna karşılık elmayı tadarak iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu öğrendiler, "Tanrılaştılar"... Elma yemekten vazgeçmeyi düşündükleri de yok. Çocuklar bir şey bilmedikleri için henüz suçsuzdurlar. Çocukları sever misin, Alyoşa? Sevdiğini biliyorum, niçin yalnız onları ele almak istediğimi anlarsın. Yeryüzünde acı çekmeleri babalarının yüzündendir, elma yiyen babaları yüzünden ceza görüyorlar... Ama bu öteki dünyadan gelme, yeryüzünde insan yüreğine tamamen yabancı bir görüştür. Bir suçsuza, hele bu derece masum bir yaratığa başkasının günahları ödetilemez! İstersen bana hayret et Alyoşa, ben de çocukları çok severim. Şuna da dikkat et: zalim, ihtiraslı, vahşi... Karamazov cinsinden insanlar bazen çocuklara çok düşkün olurlar. Çocuklar, tam çocukluk çağında, mesela yedi yaşına kadar büyük insanlardan çok farklıdır, sanki bambaşka yaratıklardır. Hapishanede yatan bir cani tanıyorum. Geceleri hırsızlık etmek için girdiği evlerde çocuk öldürdüğü de olmuştu. Ama, hapishanede yatarken çocukları garip derecede sevmeye başlamıştı. Bütün vaktini penceresinden hapishane avlusunda oynayan çocukları seyretmekle geçiyordu. Küçüklerden birini öyle alıştırmıştı ki, yavrucak sık sık pencerenin önüne geliyordu, bayağı dost olmuşlardı... Acaba neden anlatıyorum bunları Alyoşa?.. Başım ağrıyor, canım sıkılıyor...

["Konuşurken garip bir görünüşün var," diye endişeyle belirtti Alyoşa, "sanki çılgın gibisin."

İvan Fyodoroviç, kardeşini dinlemiyormuş gibi konuşmaya devam etti:

"Yeri gelmişken, geçenlerde Moskova'da bir Bulgar, Bulgaristan'da, onların oralarda Türkler'le Çerkezler'in, Slavlar'ın genel ayaklanmasından korkarak her tarafta cinayetler işlediklerini, yakıp yıktıklarını, insanları kılıçtan geçirdiklerini, kadınların ve çocukların ırzına geçtiklerini, tutukluları kulaklarından duvara çivilediklerini ve sabaha kadar öylece bıraktıklarını, sabahleyin de astıklarını falan anlatıyordu. Daha akla hayale gelmedik neler neler. Aslında zaman zaman insanın acımasızlığı 'vahşi' sözcüğüyle ifade edilir ama bu, vahşi hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık ve hakarettir: Vahşi hayvan hiçbir zaman ustalık ve zevk almak bakımından bir insan kadar acımasız olamaz. Bir kaplan sadece parçalar, kemirir ve sadece bunu yapabilir. Yapabilse bile bütün gece insanları kulaklarından çivilemek aklına gelmez. Bununla birlikte bu Türkler, çocuklara büyük bir zevk alarak işkence etmişler, onları analarının karnından hançerle çıkarıp almaktan emzikteki bebekleri havaya fırlatıp analarının gözü önünde süngüleriyle yakalamaya kadar pek çok şey yapmışlar. Asıl zevki anaların gözlerine bakarak almışlar. İşte benim çok ilgimi çeken bir tablo, hayalinde canlandır: Tir tir titreyen bir ananın kucağında bir bebek. Çevresini sarmış Türkler, neşeli bir oyun başlatıyorlar. Bebeği okşuyorlar, onu güldürmek için gülüyorlar ve bebeği güldürmeyi başarıyorlar. Bu anda Türk, bebeğin yüzüne dört verşok mesafeden tabancasını doğrultuyor. Çocuk sevinçle gülüyor, tabancayı yakalamak için minicik ellerini uzatıyor ve birden bu artist tetiği çekiyor ve bebeğin beynini dağıtıyor... Sanatsal, doğru değil mi? Türkler'in tatlıyı çok sevdiklerini söylerler."]

Alyoşa merakla:

— Bunları ne diye söylüyorsun ağabey?

— Düşünüyorum da, şeytan yoksa, o zaman onu insan icat etmiştir; hem de kendi benzeri olarak icat etmiştir.

— Tıpkı Tanrı gibi, değil mi?

İvan güldü.

— Sen de Hamlet'teki Polonius'un dediği gibi, taşı gediğine yerleştirmeyi pek biliyorsun. Kendi sözümle yakaladın beni. Ziyanı yok, memnunum. İnsanın yarattığı Tanrı da kendine benziyorsa nasıl bir Tanrıdır bilmem. Demin, bunlardan ne diye söz açtığımı sordun. Bak; ben belirli olayları, hikâyeleri toplayıp yazmaya pek meraklıyım. Gazetelerde okuduklarımı, kulaktan duyduklarımı not eder yazarım. Hayli zengin bir koleksiyonum var. Bizde bilirsin, daha çok dayak, sopa, kırbaç geçer; ulusal bir nitelik kazanmıştır bunlar. Bizde kulaktan çivilemek yoktur, ne de olsa Avrupalıyız, ama sopa, kırbaç özbeöz malımızdır, elimizden alınamaz. Yabancı ülkelerde dayak faslı kalkmış galiba; ahlak mı düzelmiş, yeni yasalar mı insanlara birbirlerini dövmek için izin vermiyormuş ne... Ama oradakiler kendilerini başka, tıpkı bizdeki gibi tam anlamıyla ulusal bir biçimde ödüllendirmiştir; o kadar ulusal ki, bizde gerçekleşemeyeceğe benzer. Gene de son zamanlarda yüksek çevrelerinizde dini bir akımın başlamasıyla galiba bizde de rağbet bulacak. Fransızcadan çevrilmiş nefis bir broşürcüğüm var. Oldukça yakın, topu topu beş yıl önce, Cenevre'de, galiba yirmi üç yaşında Richard adında bir haydut ve katil hüküm giymiş. Delikanlı idam edilmek üzereyken tövbekâr olmuş, dinine dönmüş. Sözü geçen Richard birisinin yasadışı çocuğuymuş. Henüz beş altı yaşındayken anası babası onu İsviçre'de dağda bir çoban ailesine hediye etmişler, ötekiler de çocuğu işlerinde kullanmak üzere yetiştirmişler. Richard, vahşi bir hayvan yavrusu gibi büyümüş, çobanlar ona hiçbir şey öğretmemişler, yedi yaşını bitirince, kara, yağmura, soğuğa bakmadan yarı çıplak, yarı aç, yarı tok bir halde sürülerin başına göndermeye başlamışlar. Hareketlerini hiç de kötü bulmuyor, vicdan azabı duymuyorlarmış, tam tersine buna hakları olduğuna inanıyorlarmış. Çünkü Richard onlara bir eşya gibi hediye edilmiş; karnını bile fazladan, gönüllerinden koparak doyuruyorlarmış... Richard kendi söyleyişiyle, o yıllar, İncil'in Müsrif oğlu gibi yaşıyormuş; açlığını, satış için semirtilen domuzların kepek bulamacıyla gidermeye can atarmış. Ama sahipleri bunu da vermiyor, domuzların yemliğinden çalacak olursa kıyasıya dövüyorlarınış. Richard'ın çocukluğuyla ilk gençliği, büyüyüp gürbüzleşip hırsızlığa başlamasına kadarki zamanı böyle geçmiş. Bu vahşi yaratık Cenevre'ye yerleşmiş, gündelik kazandığı parayı içkiye veriyor, vahşi hayvandan farksız yaşıyormuş. Sonunda bir ihtiyarı öldürüp soymuş. Yakalanıp mahkemeye verilince idam hükmü giymiş. Orada bu gibi işlerde fazla duygulu davranmazlar! Hapishanedeyken Richard'ın çevresini bir yığın papaz, çeşitli İsa cemiyetlerinin üyeleri, hayır kurumlarından bayanlar, vb. sarmış. Hapishanede yattığı sırada okumayazma öğretmişler, İncil'i anlatmaya başlamışlar. Vicdanını, aklını harekete getirmiş, sıkıştırmış, dırdır etmişler. Sonunda adamcağız suçunu olduğu gibi kabullenmiş. Richard mahkemeye, bir canavar olduğunu, ama sonunda Tanrının ışığıyla aydınlanarak affına uğradığını yazılı olarak bildirmiş. Cenevre, bütün dindar Cenevre heyecanla ayağa kalkmış. Yüksek, kibar muhit insanları hapishaneye üşüşmüşler, Richard'ı kucaklayıp öpüyor, "Sen, Tanrının yardım elini uzattığı kardeşimizsin!.." diyorlarmış. Richard da duygulanarak gözyaşı döküyormuş. "Evet, kutsal ışığa kavuştum! Eskiden, çocukluğumda ve ilk gençliğimde domuzların yediklerini öpüp başıma koyuyordum, ama şimdi kutsal ışığa kavuştum, Tanrı kulu olarak öleceğim!" "Evet, öyle Richard, Tanrı kulu olarak öl, kan döktüğün için Tanrı adına öleceksin! Ama domuzların yemini kıskanıp çalarken (iyi değildi bu, hırsızlık yasaktır!) Tanrıyı tanımıyordun; varsın olsun, gene de kan döktüğün için ölmen gerekiyor." İdam günü gelmiş. Richard ağlayarak durmadan, "Hayatımın en mutlu günü, Tanrıya gidiyorum!.." diye tekrarlıyormuş. Papazlarla yargıçlar ve hayırsever bayanlar da, "Evet, ömrünün en mutlu günü bu, çünkü Tanrıya gidiyorsun!" dive bağırıyorlarmış. Kimi arabayla, kimi yayan, hepsi kütle halinde Richard'ın bindiği hapishane arabasının peşinden gidiyormuş. Adamın asılacağı alana gelince, '"Öl kardeşim!" diye Richard'a bağırmaya başlamışlar; "Tanrı adına öl, çünkü O yardım elini uzattı sana!" Böylece Richard, kardeşlerinin kucaklamaları arasında idam yerine götürülmüş. Tanrının ışığına kavuştuğu için kafasını giyotinde tam kardeşçe bir şekilde uçuruvermişler. Gayet tipik bir olay bu. Broşürü, Protestanlığı koruyan yüksek muhitten birtakım Rus hayırseverleri Rusçaya çevirmişler. Rus halkını aydınlatmak için çeşitli gazetelerle diğer yayın organlarına parasız olarak basılmak üzere dağıtmışlar. Richard oyununun tadı ulusal oluşundadır. Biz, Tanrının ışığına kavuşmuş bir kardeşimizin kellesini uçurmayı saçma buluruz, ama tekrar ediyorum, gene de aşağı kalmayız. Bizim, tarihten kalma, içten gelen büyük bir tutkunluğumuz, dayak zevkimiz vardır. Nekrasov'un, bir mujiğin kırbaçla atının gözlerine, "Tatlı bakışlı gözleri"ne vurduğunu anlatan bir şiiri var. Herkesin bildiği Rusluk bu. Şiirde, at, gücünden fazla taşıdığı yükle çamura saplanmış, arabayı kurtaramıyor; mujik, hayvanı hırsla döver, ne yaptığının farkında olmadan, dayağın tadını çıkararak, acı acı durmadan döver... "Halin yoksa da çek, geber de çek!" Beygirceğiz gayretle çırpınır, öteki, kendini savunamayan "ağlayan gözlerine" kırbacı indirmeye başlar. Hayvan kendinden geçerek ileri atılır, bütün vücuduyla şapır şıpır titreyerek, soluk almadan, yan yan, çirkin, doğal olmayan bir sıçramayla yürür. Nekrasov'un anlatışı insanın içini paralıyor. Oysa bu sadece bir beygirdir. Tanrının dayak yemek için yarattığı bir beygir... Tatarlar öğütledi bunu bize; yadigâr olarak da bir kırbaç bıraktılar. Ama yalnız atlar değil, insanlar da dövülür. Aydın, okumuş bir adamla karısı öz kızlarını, yedi yaşındaki bir yavruyu sopayla dövüyorlar. Bunu en ince noktasına kadar not etmiştim. Babası dövmek için kullandığı kuru dalların dikenli olmasına dikkat ediyor; dayak "daha oturaklı" oluyormuş, böylece kızcağıza "yerleştirmeye" başlıyor. Dayak atanlar arasında öyleleri var ki dövdükçe kızışıp sonunda tam bir şehvet duymaya başlarlar, bunu iyice biliyorum. Şöyle bir beş on dakika döverler; vuruşlar gittikçe hızlanır, sıklaşır, daha yakıcı olur. Çocuk bağırır, sonra artık bağıramaz olur, tıkanır sadece, "Baba, baba, babacığım!" diye inler... Sözünü ettiğim olay, her nasılsa, kim bilir hangi şeytanın burnunu sokmasıyla mahkemeye yansımış. Bir avukat tutulmuş. Rus halkının avukatlara ablakat, "kiralık vicdan" diye ad takması hayli eskidir. Avukat müşterisini savunmak için yırtınmış: "Mesele gayet basit, bir babanın kızını dövmesi gibi olağan bir işi mahkemeye düşürmek ayıptır." Jüri kanmış bu sözlere, toplaşarak adamı temize çıkarmışlar. Mahkemede bulunanlar, canavar kurtuldu diye sevinç çığlıklarını basmışlar. Ah, ben orada olsaydım, canavar adına bir öğrenci bursu kurulmasını öne sürerdim. Hoş tablolardır bunlar!.. Ama çocuk konularında bunlardan daha nefisleri de var bende. Rus çocuklarına ait çok, pek çok şey topladım Alyoşa. Küçücük, beş yaşında bir kızcağızdan anası babası, "saygıdeğer, mevki sahibi, okumuş, terbiye görmüş" insanlar nefret ediyorlardı. Bak, bir daha kesin olarak söyleyeyim, bazı insanlarda çocukları, sadece çocukları hırpalama zevki tam bir tutkunluk hali almıştır. İnsan cinsinden başka yaratıklara karşı Avrupalılar gibi aydın ve insansever, son derece hatırlı, yumuşaktırlar. Ama çocukları hırpalamaktan pek hoşlanırlar, hatta çocukları bu anlamda severler. Canavarları, karşısındakinin aczi kendini koruyamayan, kimseye sığınamayan bir yavrunun melekvari, safça güveni büsbütün kışkırtır. Bütün bunlar zalimin damarlarındaki kötü kanı kızıştırır. Şüphesiz, her insanda bir hayvan gizlidir; hiddet, hırpaladığı kurbanın haykırışlarından kabaran şehvet hayvanı sefahatin verdiği kötü hastalıkların, nekris, böbrek, vb. illetlerin hayvanı, zincirinden boşanmış bir canavar... O zavallı beş yaşındaki kıza aydın geçinen ana babası çeşitli eziyetler ederlerdi. Elle, sopayla döver, zaman zaman tekmeler, neden yaptıklarını iyice bilmeden çocuğun vücudunu çürük içinde bırakırlardı. Sonunda işkencenin en incesine vardılar: Haber vermediği için küçük kızlarını kışın en soğuk gecelerinde helaya kapatmaya başladılar. (Sanki o yaşta, deliksiz uykuya dalmış bir çocuk aptesi geldiğini haber vermeyi bilebilirmiş gibi) Ceza olarak pisliğini yüzüne sürüyor, ağzına sokarak yemeye zorluyorlardı. Bunu yapan, kızın öz annesiydi! Bu ana, kızının pis helada inlediğini duyarken yatağında rahat uyuyabiliyordu! Düşün, başına geleni kavrayamayacak kadar küçük yaratık o murdar, karanlık, soğuk yerde, ufacık eliyle sızlayan göğsünü yumruklayarak gözyaşları döküyor, "Tanrıcığı"na onu koruması için yalvarıyordu. Bu saçmalığa akıl erdirebiliyor musun sen dostum, kardeşim, dindar rahip adayı? Bu saçmalığın ne gereği var, dünyada varlığının nedeni ne? Bu olmasa, insan iyilikle kötülüğü ayırt edemeyeceği için yaşayamazmış derler. Bu kadar pahalıya patlayan iyilikle kötülüğün canı cehenneme! Bir yavrunun "Tanrıcığı"na döktüğü gözyaşları dünyanın bütün bilgisine bedeldir. Büyüklerin acılarını hesaba katmıyorum; onlar elma yemiş; cehenneme kadar yolu var, fakat bunlar, bunlar!.. Üzüyorum seni Alyoşka, bir tuhaf oldun, istersen bırakayım.

— Yo, ben de ıstırap duymayı isterim.

— Bir hikâyecik daha anlatayım öyleyse. Yalnız bir tane; pek ilginç, pek tipik şey... Hem de bunu henüz okudum. Ya şu bizim eski Arşiv'de ya da Eski Zamanlar'da... Hangisinde okuduğuma bakmalı... Olay, Kölelik Yasası'nın en kötü döneminde, yüzyılın başında geçiyor; var olsun ulusun Kurtarıcısı!.. Evet, yüzyılın başlangıcında bir general vardı; hem pek nüfuzlu, hem de son derece zengin, toprak sahibi bir general... Bu adam emekliye ayrıldıktan sonra, maiyetindeki insanların hayatlarıyla ölümleri üzerinde hak sahibi olduğuna inananlardandı. Vardı o zaman böyleleri. Bizim general de iki bin canlı malikânesinde kurumlana kurumlana yaşıyor, ondan az varlıklı komşularını küçümsüyor, onlara dalkavuk, soytarı gözüyle bakıyordu. Yüzlerce av köpeği besliyordu. Onların bakımıyla görevli yüze yakın da üniformalı, atlı hizmetkârı vardı. Bir gün kölelerinden birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuk taş atarken generalin pek sevdiği av köpeğinin ayağına vuruyor. General, "Sevdiğim köpek neden topallıyor?" diye sorunca meseleyi anlatıyorlar. General, çocuğu baştan ayağa süzüyor. "Sen yaptın bunu ha? Alın şunu!" diyor. Çocuğu annesinin elinden alıp, gece hapsediyorlar. Ertesi sabah gün ağarırken general dört başı mamur ava çıkıyor; kendisi at üstünde, dalkavukları, köpekler, avcıbaşılarıyla öbür avcılar, hepsi atlı olarak generalin çevresindeler. Malikâne halkı da ibret olsun diye avluyu doldurmuş, suçlu çocuğun annesi en önde. Çocuğu hapisten çıkarıyorlar. Kasvetli, soğuk, sisli, av için bulunmaz bir hava. General çocuğun soyulmasını emrediyor, çırılçıplak ediyorlar. Çocuk titriyor, korkudan deliye dönüyor, gık edecek hali yok... General, "Kovalayın şunu!" emrini verince, avcılar, "Koş, koş!" diye bağırmaya başlıyor, çocuk koşuyor. General, "Tut, tut!.." diye haykırarak tazıları sürü halinde çocuğun peşine saldırtıyor. Anasının gözü önünde parçalatıyor yavrusunu. Generali galiba vesayet altına almışlar. Peki... ne etmeli onu? Kurşuna mı dizmeli? İç huzurumuz adına kurşuna dizmeli herifi, ne dersin? Söyle Alyoşka!

Alyoşa, donuk, çarpık bir gülümseyişle bakışını kardeşine dikti, yavaşça,

— Evet, kurşuna dizmeli! dedi.

İvan, coşkun bir sevinçle,

— Bravo! diye haykırdı. Bunu sen söyledikten sonra... Seni gidi keşiş seni! Demek kalbinde böyle bir şeytan yatıyor, Alyoşka Karamazov?

— Saçmaladım ama...

— Ya, bir de aması var!.. Şunu bil ki keşiş, yeryüzünde saçmalıklara büyük ihtiyaç var. Dünya saçmalıklar üzerine kurulmuş, belki onlar olmasa hiçbir şey olmazdı. Ben bunu bilirim.

— Bildiğin ne?

İvan, sayıklar gibi devam etti:

— Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Olaylarda kalmak istiyorum. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Anlamak istersen olaydan sıyrılman gerekir, oysa ben sadece olayda kalmak istiyorum.

Alyoşa, içten kopan bir acıyla,

— Beni neden yokluyorsun, söylesene artık! dedi.

— Söyleyeceğim, elbette söyleyeceğim. Sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin, kaçırmak istemem seni, Zosima'ya bırakmam.

İvan, bir an sustu, yüzü birdenbire mahzunlaştı.

— Beni dinle, daha açık olmak için yalnız çocukları örnek aldım... Yerin kabuktan göbeğe emdiği öbür insan gözyaşlarından söz etmiyorum, konumu bile bile daralttım. Bir tahtakurusundan başka şey değilim, aczimi açığa vuruyor, her şeyin neden böyle olduğunu zerre kadar anlamadığımı olduğu gibi söylüyorum. Demek ki, suçlu olan insanların kendileri; onlara cennet verildiği halde, özgürlük istemişler, mutsuz olacaklarını bildikleri halde gökten ateş çalmışlar. Benim zavallı, ölümlü, Euklitos kafamla bildiğim sadece şunlardır: dünyada ıstırap var, suçlular yok; her şey bir zincirin halkası halinde, tam bir basitlik ve sadelikle geçip gidiyor ve sonunda dengeye varıyor. Ama bu sadece Euklitos çerçevesinde hezeyandır, bunu biliyorum, bunun üzerine hayatımı kuramam ben! Suçlular bulunmamış, her şey düz, basit bir zincirlemeden ibaret olmuş, benim de bunlardan haberim varmış da ne olmuş! Ben, eden bulur karşılığı peşindeyim, bulamazsam kendimi yok etmem lazım. Hem bu karşılık ileride, sonsuzlukta değil, hemen burada, yeryüzünde olmalı; bunu gözlerimle görmeliyim. İmanım vardı, görmek de isterim; o ana kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü her şey bensiz olursa acınırım doğrusu. Hayatta işlediğim suçların, çektiğim acıların gelecekte, bilmem kim için ebedi ahenk hazırlığına gübrelik ettiğini görmek istemem, çektiklerim bunun uğruna değildi. Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen bir adamın dirilip katiliyle kucaklaştığını gözlerimle görmek isterim. Başkaları dünyada olanların nedenini öğrenirken bulunmak isterim. Yeryüzündeki dinlerin temeli bu isteğe dayanıyor; benim de yeteri kadar imanım var. Ama arada çocuk meselesi var, çocukları ne yapacağız? Bu meseleyi çözemiyorum. Yüzüncü defadır tekrarlıyorum: elimde konu pek çok, ama ben yalnız çocukları ele aldım. Dinleyin: ölümsüz ahengi sağlamak için acı çekmemiz gerekiyor, kabul. Ama çocukların ne ilgisi var bununla, lütfen söyler misiniz bunu bana? Onların hayatta acı tatmak, ıstırap çekmek pahasına ahenk satın almalarına ne gerek var? Neden onlar da malzemeye girip, kim bilir kimin uğruna yarınki ahengin zeminini gübreliyorlar? İnsanlar arasındaki günah ve ceza konularındaki dayanışmayı anlıyorum, ama çocuklara uygulanamaz bu. Yok, eğer babalarının günahlarında bunların da payı varsa, bu, dünyamızın dışında bir gerçek olur, bu kadarını aklıma sığdıramam. Belki şakacının biri, çocukların nasıl olsa büyüyünce günah işleyeceğini söyler; ama anlattığım yavru büyümeye vakit bulamadan, daha sekiz yaşında köpeklere yem oldu. Yo Alyoşa, söylediklerim Tanrıya küfür değil! Yeryüzü ve göklerin bütün seslerinin bir övgü korosu halinde birleşerek yaşayanlar ve yaşamış olanların hep bir ağızdan, "Haklısın Ulu Tanrı; artık açıldı yolların bize!" diye haykırmalarının evreni nasıl yerinden oynatacağını düşünebiliyorum. O zaman bir anne, evladını köpeklere parçalatan canavarı bağışlarsa, üçü birlikte duygulu gözyaşlarıyla, "Haklısın Ulu Tanrı!" derse şüphesiz her şey aydınlanır, her şey anlaşılır artık. Ama takıldığım nokta bu işte, ben bunu kabul edemiyorum. Henüz vakit varken gerçekten o güne kadar sağ kalır ya da bunu görmek için dirilirsem, evladına kıyan canavarı bağrına basan anayı görünce ben de, "Haklısın Ulu Tanrı!" diyebilirim, ama bunu söylemek istemiyorum. Geç olmadan kendimi çekmek, şu üstün ahenkten tamamen vazgeçmek niyetindeyim. O iğrenç yerde öcü alınmamış gözyaşları döküp göğsünü yumruklayarak, "Tanrıcığı"na yalvaran yavrunun tek gözyaşına değmez bu üstün ahenk! Değmez, çünkü çocuğun gözyaşlarının hesabı sorulmadan kalıyor. Karşılık olmalı, yoksa kutsal ahengin anlamını kavramak mümkün değil. Ama neyle ödenebilir bunlar? Var mı böyle bir şey? Bir öç mü sadece? Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem, yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi? Sonra, cehennemle kutsal uyum nasıl bağdaşabiliyor: kimsenin ıstırap duymasını istediğim yok artık, büyük af için bağrımı açmaya hazırım. Çocukların ıstırabı gerçeğin satın alınması için ödenene katıldıysa, bu gerçeğin böyle bir pahaya değmediğini şimdiden söylerim. Ayrıca, bir ananın oğlunu köpeklere parçalatan zalimle kucaklaşmasını istemem ben. Onu bağışlamaya hakkı yoktur! İsterse, kendi hesabına bağışlar, canavara çektirdiği sonsuz analık acılarını bağışlar; ama işkence içinde ölen evladının ıstırabını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk kendisi bağışlasa bile!.. Bağışlamaya hakkı olmadığına göre, nerede bu kutsal uyum, sorarım sana? Dünyada bağışlayabilecek, bağışlama hakkına sahip tek bir insan var mı? Yo, istemem ben ölümsüz uyumu, insanları sevdiğim için istemem. Haksız da olsam, öcü alınmamış acılarımla, giderilmemiş hiddetimle kalmaya değişmem bunu. Zaten uyuma pek yüksek bir değer biçildi, bu giriş kesemize göre değil... Bu yüzden ben bileti hemen geri veriyorum. Namuslu bir adamsam bunu bir an önce yapmam gerekir. Ben de yapıyorum işte. Tanrıyı reddetmiyorum Alyoşa, sadece giriş biletini üstün saygılarımla geri veriyorum.

Alyoşa, yere bakarak, yavaşça,

— İsyan seninki... dedi.

— İsyan mı? Bunu senden duymak istemezdim. İsyan ederek yaşanır mı, oysa ben yaşamak istiyorum. Açık söyle bana, karşılık istiyorum; diyelim ki sen, sonunda bütün insanları mutlu edecek, onları barış ve huzura kavuşturacak bir keder yapısının inşaatını üzerine almışsın. Ancak temeli atarken bir kurbana ihtiyacın olacak: o küçük göğsünü yumruklayan yavruya kıymak gerekiyor; öcü alınamayacak gözyaşlarını temele akıtarak bu binanın mimarı olmaya razı olur muydun, yalansız söyle!

Alyoşa, yavaşça,

— Hayır, razı olmazdım, dedi.

— Yapıyı kendileri için hazırladığın insanların da mutluluklarını küçük kurbanın haksızca dökülen kanı pahasına kabul edip temelli mutlu kalabileceklerini düşünebilir misin?

— Hayır.

Alyoşa'nın bakışı birden alevlendi:

— Ağabey, dedi. Demin, dünyada bağışlamak hakkına sahip kimse var mı? demiştin. Evet, böyle biri var. O her şeyi, herkesi ve her şey için bağışlayabilir, çünkü kendisi de hepimiz ve her şeyimiz için temiz kanını döktü. O'nu unuttun, oysa sözünü ettiği yapının temel taşı O'dur. "Haklısın Ulu Tanrı! Artık açıldı yolların bize!" sözleri O'na söylenecektir.

— "Biricik günahsız" ve döktüğü kan, değil mi? Yo, unutmadım O'nu... Tam tersine, bu kadar zaman sözünü etmeden durabilmene şaştım. Çünkü genel olarak tartışmalarda sizinkiler hep O'nu öne sürer. Söyleyeceğime gülmeyeceksin, Alyoşa: bir yıl kadar oluyor, bir mensur şiir hazırladım ben. On dakika kadar kaybedecek zamanın varsa söyleyeyim sana...

— Bir şiir yazdın demek?

İvan güldü:

— Yo, yazmadım; ömrümde şiir yazmış değilim, bu mensur şiiri kafamda tasarladım ve unutmadım. İçimden geliverdi. Sen, ilk okuyucum, daha doğrusu dinleyicim olacaksın.

Gülümsedi.

— Öyle ya, bir dinleyici de olsa, yazar ne diye kaybetsin onu... Dinlemek ister misin?

— Seni can kulağıyla dinliyorum.

— Şiirimin adı "Büyük Engizisyoncu", saçma bir şey, ama gene de dinlemeni isterim.

V

Büyük Engizisyoncu

— Tüh, bunda bile bir önsöz, hani şöyle edebi bir önsöz olmadan yapamayacağız, diye güldü İvan. Oysaki yazarlık kim ben kim! Şimdi dinle.

Olay on altıncı yüzyılda geçiyor. O sıralar —okuldan da bilirsin ya— şairler göktekileri yeryüzüne indirerek şiirlerine kahraman yapmayı âdet edinmişlerdi. Dante bir yana, Fransa'da mahkeme kâtipleri, manastırlarda rahipler Meryem Ana'yı, melekleri, ermişleri, İsa'yı, hatta Tanrıyı temsillerinde sahneye çıkarmaya başlamışlardı. Pek safça şeylerdi bunlar. Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu'nda, XI. Louis döneminde, Paris'te, veliahtın doğumu dolayısıyla belediye salonunda halka parasız olarak, Le bon jugement de la très sainte et gracieuse Vierge Marieadında tam ahlaki bir temsil verilir. Bakire Meryem sahnede görünür, bon jugement'ını kendisi söyler. Bizde, Petro devrinde, bazen buna benzer, Tevrat'tan alınma, dram şeklinde temsiller yazılırdı. Bu çeşit temsillerden başka ülkenin her yanına pek çok şiir ve hikâye yayılmıştı. Yazarlar, gerek gördükçe ermişlerle melekleri ve bütün gök âlemini konu olarak alıyorlardı. Manastırlarımızda bu çeşit mensur şiirlerin başka dillerden çevrilenleri olduğu gibi, yenileri de yazılıyordu. Üstelik bunlar Tatar istilası sırasında yapılıyordu! "Meryem Ana'nın Cehennemi Dolaşması" manastır işi şiirlerin Yunancadan alınma ömeklerinden biri. Bu ufak mensur şiirde cüretten yana Dante'den geri kalmayan sahnelere rastlanır. Meryem Ana cehenneme iner, Başmeleklerden Mihayl onu cezalarını çekenlerin arasında gezdirir. Kutsal Bakire günahkârlara çektirileni bir bir görür. Orada ilginç bir durumla karşılaşır: Birtakım günahkârlar alevli göle dalıp çıkmaktadır. Dalıp bir dakika görünmeyenler "Tanrının unuttuklarıdır..." Ne derin, ne güçlü sözler! Bunları görüp dehşet içinde gözyaşlarına boğulan Tanrısal Ana, Ulu Tanrının tahtı önünde diz çöker, cehennemde gördüğü bütün günahkârları bağışlamasını diler. Tanrı ile arasında geçen konuşma da pek ilginçtir. Yalvarıp yakardığı Tanrı, Kutsal Oğlunun ellerinde ve ayaklarındaki çarmıha çivilendiği zamandan kalma izleri gösterir: "O'nun katillerini nasıl bağışlarım?" O zaman Meryem Ana, bütün ermişlere, çilekeşlere, melek ve Başmeleklere hep birlikte Tanrının ayaklarına kapanarak bütün günahkârların kurtuluşu için yalvarmalarını söyler. Şiir şöyle bitiyor: Tanrı, bu yakarmaya karşılık her yıl Kutsal Cuma ile Kutsal Üçlü yortusu arasındaki zamanda günahkârların işkencesine ara vermeye razı olur. Cehennemdeki günahkârlar "Kararın haklı, Ulu Tanrı!" diye şükrederler. Benim şiir de o zamanlar çıksaydı buna benzer bir şey olurdu. Benimkinde de sahnede O'nu görüyoruz; ama konuşmuyor, bir görünüp geçiyor. Yeniden hükümdarlığı ele almak için verdiği sözün üstünden on beş yüzyıl geçti. On beş yüzyıl önce kitaplarda "Yakında geleceğim..." sözleri geçiyordu. Öte yandan, "Geleceği günü ve saati göklerdeki Babadan başka, hatta Oğul bile bilemez" diye yazılıydı. Ama insanlar gene de eski imanları, eski, içten duygulanmalarıyla O'nu bekliyorlar. Hatta daha büyük bir imanla, çünkü on beş yüzyıldır gökten gelen işaretler de kesildi.

"Gökten işaret gelmez,

Kalbin dediğine inan!"

Ancak kalbin dediğine inanmak!.. Doğrusu o zamanlar pek çok mucize olurdu, azizler şifa dağıtmakta birbiriyle yarışırdı. Bazı olmuş hikâyelerde Gökler Tanrıçasının onları ziyarete geldiği de yazılıydı. Ama tekin durmayan kör şeytan insanları dürterek mucizelerin gerçekliğine karşı şüpheler uyandırmaya başladı. Tam o sırada Kuzeyde, Almanya'da, yeni, korkunç, aykırı bir din türedi. "Meşale gibi kocaman bir yıldız kaynaklara düştü, sular acıdı..." Doğru dinden ayrılan bu yolun esasında, Tanrıya küfür sayılan mucizeye inanmazlık vardı, öte yandan gerçekten insanların imanı bir kat daha güçlenmişti. İnsanların gözyaşları eskisi gibi Tanrıya ulaşıyor, kullar eskisi gibi O'nu sayıyor, umut bağlıyorlardı, önceleri olduğu gibi, özlem duyuyorlardı ona... İnsanlar yüzyıllardan beri imanla, ateşle, "Bizi görün, ne olur büyük Tanrı!" diye yalvarırken, O da sonsuz merhametiyle yalvaran kullarının dileğini yerine getirerek yeryüzüne inmeyi yüzyıllar boyunca istedi. Bu arada bazen indiği; iyi, doğru kimseleri, çilekeşleri, kutsal kişileri ziyaret ettiği oldu; hayatıyla ilgili yazılarda bunun sözü geçiyor. Sözlerine bütün kalbiyle inanan Tütçev'in dediği gibi,

"Çarmıhın yükü altında ezilen

Köle kılığında Gökler Kralı

Ana toprağımızı kutsayarak

Baştan başa dolaştı."

Bunun yüzde yüz doğru olduğuna inanıyorum. Böylece, bir an için bile olsa ıstıraplı, kederli, günahlara batmış, ama gene de çocukça bir sevgi ile O'na bağlanan insanlara görünmek istedi... Eserimde olay İspanya'da, Sevilla'da engizisyonun en kızışmış zamanında, ülkede Tanrı adına her gün ateşler yakılarak,

"Muhteşem autos da fé'de

Hain kâfirler yakılırken."

geçiyor. Tabii O'nun bu seferki gelişi, söz verdiği şekilde, dünyanın sonu yaklaşırken, göğün bütün görkemliliği içinde "Doğudan Batıya kadar ışıldayan bir şimşek" halinde ani gelişi gibi değildi, hayır. O, bir an için olsun, şafakları alevlere bürünmüş bir ülkede evlatlarını görmek istiyordu. On beş yüzyıl önce yaptığı gibi, içi sonsuz merhametle dolu, bir daha aralarında dolaşmayı, yanlarında olmayı istiyordu. Güney şehrinin sıcak sokaklarından geçiyor. Henüz bir gün önce Büyük Engizisyoncunun kralla saray halkı, şövalyeler, kardinaller, saray dilberleri ve bütün Sevilla halkı huzurunda "muhteşem bir auto da fé" de, ad majorem gloriam Dei yüze yakın din sapığını yaktığı şehirdi bu... Sessizce, belirsizce girdiği halde, ne garip, herkes tanıyor O'nu. Bu kısım, yani neden tanındığını anlatan kısım, şiirin en güzel yeri olabilirdi. Halk, önüne geçilmez bir kuvvetle O'na doğru akıp çevresini sarıyor, peşinden gidiyor. Aralarından sakin, sonsuz merhamet dolu bir gülümsemeyle, kalbi sevgi, gözleri aydınlık, Bilgi ve Kudret nuru dolu olarak geçiyor; ilerledikçe insan kalplerinde sevgi yankıları uyandırıyor. Halka doğru ellerini uzatarak kutsuyor onları. O sırada, O'na, hatta sadece elbisesine dokunanlara şifalı bir kuvvet saçıyor. Kalabalık içinde küçük yaştan beri kör olan bir ihtiyar, "Rabbim, bana şifa ver ki Seni görebileyim!" diye yalvarıyordu. O anda gözlerindeki perde kalkıyor, kör adam O'nu görmeye başlıyor. Halk ağlayarak O'nun bastığı toprağı öpüyor, çocuklar önüne çiçek atıyor, "Hosanna!" diye bağırıyorlar. Hepsi "O'dur, O; O'ndan başkası olamaz!" diye tekrarlıyorlar. Sevilla başkilisesinin avlusuna girdiği zaman bir aile, ağlaşarak kiliseye açık beyaz bir tabut getiriyor: içinde şehir büyüklerinden birinin biricik kızı yatıyor; yavrunun ölüsü çiçeklerle süslenmiş. Kalabalıktan birisi, ölünün ağlayan annesine, "O, çocuğunu diriltir!" diye bağırıyor. Tabutu karşılamaya çıkan kilise papazı şaşkınlıkla etrafa bakıp kaşlarını çatıyor. Birdenbire ölü çocuğun annesinin çığlığı duyuluyor; kadın O'nun ayaklarına kapanarak ellerini uzatıyor. "Gerçekten sen, O'ysan, evladımı dirilt!" diye yalvarıyordu. Kafile duruyor, küçük tabutu avluda, O'nun ayaklarının dibine bırakıyorlar. Merhamet dolu bakışını ölüye çevirerek, yavaş yavaş, Talitha cumi, diyor, küçük kız diriliyor. Tabutunda doğrulup gülümseyerek, hayretle etrafindakileri süzüyor. Tabutuna konulan beyaz gül demeti hâlâ elinde. Halk şaşkına dönüyor, çığlıklar, hıçkırmalar duyuluyor. Tam o anda şehir meydanından Büyük Engizisyoncu Kardinal geçiyor. Doksanlık, ama dimdik yürüyen, uzun boylu bir adam bu. Kurumuş yüzünde çukura batık gözleri hâlâ kor gibi yanıyor. O gün sırtında, bir gün önce Roma dini düşmanları yakılırken giydiği göz alıcı kardinal elbisesi yok; hayır, Büyük Engizisyoncu o anda eski, kaba bir rahip cüppesine bürünmüş. Kardinalin az gerisinden yardakçıları, köleleri ve "kutsal" muhafızları geliyorlar. Büyük engizisyoncu, kalabalığın önünde durarak olanları uzaktan seyrediyor. Her şeyi görmüştür zaten. Tabutu O'nun ayakları dibine koyduklarını, kızın dirildiğini, hepsini gördü. Kardinalin gür, kırçıl kaşları çatılıyor, bakışı kötü kötü parlamaya başlıyor. Bir el işaretiyle muhafızlara O'nu yakalamalarını emrediyor, ihtiyarın sözü o kadar geçiyor ve halk o derece uysal, sessizce boyun eğmeye alışık ki, hepsi muhafızların önünde açılıyor. Muhafızlar ortalığı kaplayan derin sessizlik içinde O'nu yakalayıp götürüyorlar. Daha sonra halk ihtiyar engizisyoncunun önünde yerlere kadar eğiliyor; o, kalabalığı sessizce kutsadıktan sonra yoluna devam ediyor. Muhafızlar, mahpusu engizisyon mahkemesinin bulunduğu eski binadaki kemerli, dar, karanlık hapishaneye götürüp kapatıyorlar. Gün batıyor; koyu, sıcak Sevilla gecesi defne, limon kokularıyla doluyor... Hapishanenin demir kapısı zifiri karanlığa açılıyor. İhtiyar Büyük Engizisyoncu, elinde meşaleyle içeri giriyor, kapı ardından hemen kapanıyor. Yalnızdır. Eşikte durarak bir iki dakika mahpusun yüzünü dikkatle süzüyor. Sonra ağır ağır yaklaşıp meşaleyi masaya koyuyor.

"Demek sensin! Sensin, öyle mi?" diyor. Karşılık almayınca aceleyle, "Cevap versene, bir şey söyle!" diye ekliyor. "Ama ne söyleyebilirsin, söyleyeceklerini çok iyi biliyorum. Zaten bundan önce söylediklerine başka bir şey katmaya hakkın yok. Neden bize engel olmak istiyorsun? Bize engel olmak için geldiğini kendin de biliyorsun. Ama yarın ne olacağını biliyor musun? Senin kim olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyorum. O musun, yoksa sadece O'nun benzeri misin? Kim olursan ol, hemen yarın hüküm giydirip en azılı zındık olmak suçuyla yakacağım seni. Bugün ayaklarını öpen halk, yarın bir göz işaretimle atılacağın ateşe odun taşımaya koşacak, bunu biliyor musun?.. Gerçekten O musun?.." Bakışını mahpustan ayırmadan derin düşünceye dalıyor. Sonra gözlerini O'ndan ayırmadan, "Evet, belki sen de biliyorsun bunları," diye ekliyor.

O zamana kadar sessizce dinleyen Alyoşa, gülümsedi.

— Doğrusu pek anlayamıyorum İvan, nedir bu? Dört başı mamur bir hayal mi, ihtiyarın bir yanlışı mı, yoksa akla gelmez bir qui pro quo mu?

İvan, güldü:

— Sonuncusunu kabul et öyleyse... Mademki zamanın gerçekliği seni bir nebzecik hayale dayanamayacak kadar şımartmış, qui pro quo'dan yanaysan, öyle olsun.

Tekrar gülerek devam etti:

— Ama ihtiyar doksanında olduğu için saplandığı fikirle çoktandır aklını bozmuş olabilirdi. Mahpusun dış görünüşü onu etkileyebilirdi. Hem bunlar, bir ayağı çukurda, bir gün önce yüz dinsizi yakmanın heyecanı içinde bir ihtiyarın hezeyanı da olabilirdi. Ama bize göre qui pro quo ve sınırsız hayalcilik aynı şey, değil mi? Asıl amacımız ihtiyara konuşma olanağı sağlamaktır. Herif tam doksan yıldır içinde taşıdıklarını en sonunda açığa vurma fırsatı buluyor!

— Mahpus hep susuyor mu, sadece yüzüne bakıp ses çıkarmıyor mu?

İvan gene güldü;

— Evet. Zaten ihtiyar O'na önce söylediklerine başka şey katmaya hakkı olmadığını bildirmişti. Bence, Roma Katoliğinin temellerinden biri budur. Yani, "Sen her şeyi Babana devrettin, artık her şey O'nundur. İstersen yeryüzüne bir daha hiç gelme ya da belirli bir süre için de olsa işlerimizi karıştırma..." Cizvitlerin yazıları, sözleri hep bu anlama gelir. Din bilginlerinin kitaplarında da buna benzer şeyler okumuştum. İşte bizim ihtiyar engizisyoncu da O'na, "Buraya geldiğin âlemin sırlarından birini olsun bize açıklayabilir misin?" diye hem soruyor, hem O'nun yerine karşılık veriyor: "Hayır, bunu yapmaya hakkın yok, çünkü bu seferki açıklaman ilk gelişinde söylediklerine katılacak, bununla yeryüzünde bütün gücünle savunduğun insan özgürlüğü tehlikeye düşecek. Söylediğin her yeni şey özgürlüğe indirilmiş yeni bir darbe olacak, oysa daha bin beş yüz yıl önce insanların inanç özgürlüğü Senin için her şeyin üstündeydi. 'Sizleri özgürlüğe kavuşturmak isterdim,' diyen Sen değil miydin?" İhtiyar dalgın bir gülümsemeyle, "Şimdi gördün bu özgür insanları," diye ekledi. Sonra sert bakışını mahpusun yüzüne dikerek devam etti: "Evet, yaptığımız iş bize pahalıya mal oldu, ama Senin adını kullanarak sonunu getirdik. On beş yüzyıldır bu özgürlükle savaştık durduk, ama bitti artık, kökünden hallettik. Buna inanmıyor musun? Bana sakin sakin bakıyor, kızmayı bile küçüklük sayıyorsun. Ama şunu bil ki, insanlar özgür olduklarına şimdi her zamankinden çok daha emindirler; oysa özendikleri özgürlüğü kendi elleriyle bize teslim ediyorlar. Bizim eserimiz bu. Sen bunu, böyle bir özgürlüğü istemiyordun, değil mi?"

Alyoşa, sözünü keserek,

— Gene anlamadım, dedi. İhtiyar alay mı, şaka mı ediyor?

— Asla. Tam tersine, özgürlüğe üstün gelmesini, bunu insanların mutluluğu uğruna yapmış olmasını, hem kendisi, hem de yalanları için onurlu bir görev sayıyor. "Çünkü," diyor, "ancak şimdi (tabii engizisyonu kastederek) ilk kez insan mutluluğunu düşünmek mümkün oldu. İnsanlar isyancıydı; isyancılar mutlu olabilirler mi?.. Seni uyarmaya çalıştılar; uyarma, öğüt eksik değildi, ama dinlemedin, insanları mutluluğa götüren biricik yolu teptin. Bereket, ayrılırken her şeyi bize bıraktın, bağlayıp çözmek hakkını bize bırakmaya söz verdin, bu hakkı geri almayı düşünemezsin artık, öyleyse ne diye bize engel olmaya geldin?"

— "Uyarma, öğüt eksik değildi" ne demek? diye sordu Alyoşa.

— İhtiyarın söylediklerinin en önemli yeri bu işte. İhtiyar şöyle devam ediyor: "Korkunç akıllı bir Ruh, yok etmeye ve yok olmaya kadir bir Ruh çölde seninle konuşmuş. Kitaplarımıza göre, Seni doğru yoldan çıkarmaya çalışmış. Aslı var mı bunun? Kabul etmediğin ve Kitapların 'doğru yoldan çıkarma' diye adlandırdığı o üç sorudan daha özlü ne olabilir? Aslında dünyayı kökünden sarsacak, gerçek mucize o gün, o üç kandırıcı sorunun sorulduğu gün olmuştu: mucize, bu soruların ortaya atılmasındaydı! Sadece bir deneme, bir varsayım olarak korkunç Ruhun sorduğu üç sorunun Kitabımızda tamamen silindiğini, bunları yeniden Kitaplara yazdırmak için tekrar çalışmak, hazırlıklar yapmak gerektiğini düşünelim ki, bu iş için dünyanın en akıllı, olgun insanlarıyla devlet ve kilise büyükleri, bilginler, filozoflar, şairler birleşmiştir. Onlara verilen mesele de şu: Düşünüp üç soru bulun. Ama öyle sorular ki üç kelimeyle, üç cümleyle dünyanın ve insanların bütün geleceği deyimlenebilsin. Yeryüzünde zekâ, akıl diye bildiğimiz ne varsa birleşerek kudretli Ruhun Sana çölde sorduğu üç soruya güç ve derinlik bakımından benzer bir şey sorabileceklerini düşünebilir misin? Yalnız bu soruların ortaya atılmasındaki mucize karşısında geçici değil, ölümsüz, mutlak bir zekâ bulunduğunu gösteriyor, insanlık bir bütün halinde derlenerek bütün geleceği topu topu üç soruya sığdırılıyor. Bu sorular insan yaratılışının çözümlenmemiş ve tarihleşmiş çelişmelerinin üç şeklidir. Daha önce bunu anlamak mümkün değildi, geleceğimiz karanlıktı; ama şimdi, üzerinden on beş yüzyıl geçince görüyoruz ki bu üç soruda her şey o kadar önceden kararlaştırılmış, söylenmiş ve yerine gelmiş ki buna ne bir şey katılabilir, ne de eksiltilebilir. Kimin haklı olduğuna karar yermek Sana düşer: Sen mi, Sana sorular soran mı?.. Birinci soruyu hatırla. Tam değilse bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi. 'İnsanlar âlemine gitmek istiyorsun ve eli boş gidiyorsun. Onlar basitlikleri ve doğuştan gelme savruklukları yüzünden bunu kavrayamayacak, hatta korkacaklar verdiğin sözden... Çünkü insanoğlunun, insan toplumunun ezelden beri, özgürlükten çok yadırgadığı şey olmamıştır! Şu çıplak, kızgın çöl taşlarını görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar minnetle, uysal bir sürü halinde hem peşinden koşacak, hem nimetlerini geri alırsın diye korkudan titriyeceklerdir.' Ama Sen insanları özgürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. 'Yalnız ekmekle yaşanmaz' diye karşılık verdin. Ama bir gün Toprak Ruhu, ölümlü dünyanın, yeryüzünün ekmeği sebebiyle Senin üstüne yürüyecek, dövüşüp Seni yenecektir. İnsanlar da, 'Bu hayvanın benzeri yok, bize gökten, ateş indirdi!' diye bağırıp onun peşinden koşacaklar; biliyor musun bunu? Yüzyıllar geçecek, insanlar akıl ve bilim ağzıyla suçu ve tabii günahı da bir yana koyarak ayakta kalanın yalnız açlık olduğunu haykıracaklar; bunu da biliyor musun? Sana karşı isyan bayrağı çekip tapınağını yıkanlar o bayrağa, 'Karınlarımızı doyur, sonra bizden erdem iste!' diye yazacaklar. Tapınağının yerini yeni bir yapı, korkunç yeni bir Babil Kulesi alacak. Hoş o da öteki gibi yarıda kalacak, ama yeni kulenin yapılmasına meydan vermemek Senin elindeydi hiç değilse insanlığı bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanları bin yıllık ıstıraptan kurtarabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanlar nasıl olsa bize gelecekler. Bizi gene yeraltı mağaralarımızda bulacaklar (çünkü tekrar tekrar baskı ve eziyet göreceğiz). Bizi bulunca, "Doyurun bizi," diye yalvaracaklar. "Bize gökten ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini tutmadılar." O zaman kulenin yapısını biz tamamlayacağız. Çünkü ancak onları doyuran yapacak bunu. Bu işi biz, hem Senin adını yalandan kullanarak yapacağız. Biz olmasak bunlar kendilerini asla, asla doyuramazlar! İnsanlar özgür kaldıkça dünyanın bütün bilgileri ekmek sağlamaz onlara. Sonunda özgürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, "Köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!" diyecekler, özgürlükle doyasıya dünya nimetinin bir arada olamayacağını anlayacaklar ve bunu aralarında paylaşmaya asla yanaşmayacaklar. Ondan başka ahlaksız, değersiz, isyancı oldukları için asla özgür olamayacaklarına kanaat getirecekler. Sen onlara gökteki nimeti vaat etmişsin, ama tekrar söylüyorum, zayıf, içi daima bozuk, ezelden soyluluktan yoksun insanoğulları gökteki nimetleri yeryüzündekine üstün tutar mı hiç? Binlerce, on binlerce kişi göğün ekmeği uğruna Senin ardından gitse bile, ölümlü dünyanın nimetlerinden geçemeyen milyonlarca, milyonlarca insan ne olacak? Yoksa Sence, ancak büyük, güçlü olan on binlerin değeri var da, denizde kum misali çok aciz, ama gene de Seni sevenleri, ötekilere malzeme olarak mı bırakırsın? Yo, biz zayıf ve acizlerin değerini biliriz! Kusurlu, isyancıdırlar, ama sonunda onlar da yola gelir. Bize hayran olacaklar, başlarına geçip onları ürküten özgürlükten kurtarmaya razı olduğumuz için bize Tanrı gözüyle bakacaklardır; özgür kalmaktan bu derece korkar bunlar! Biz de Senin sözünle, Senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Yani tekrar aldatacağız onları, çünkü Seni bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız. Yalan söylemek zorunda olduğumuz için ıstırap duyacağız. İşte Sana çölde sorulan birinci sorunun anlamı ve her şeye üstün tuttuğun özgürlük uğruna çiğnediğin şey buydu. Oysa bu soruda dünyanın en büyük sırrı gizliydi. Yeryüzü nimetlerini kabul etmekle gerek tek tek, gerekse toplu olarak bütün insanların ezeli bir derdini halletmiş olurdun. Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı... Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine birtakım tanrılar icat ederler, birbirlerine, 'Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!' diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Dünyadaki tanrıları tüketince, bu sefer de putlara tapınmaya başlayacaklardır. İnsan doğasının bu temel sırrını biliyordun, bilmemen mümkün değildi, ama insanların Sana kayıtsız şartsız tapınmasını sağlayacak biricik gerçeği bu dünyanın nimetlerini temsil eden bayrağı, göklerin ekmeği uğruna reddettin. Daha sonra yaptıkların da caba... Bunlar da hep özgürlük uğrunaydı. Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir. Özgürlüklerini, vicdanlarını huzura kavuşturana pekâlâ teslim edebilirler. Ekmek Senin elinde emin bir zafer bayrağı olurdu, vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygısından daha önemli bir dava düşünülemez. Yalnız bir başkası ekmek verdiğin kişinin vicdanını çelerse, o zaman bu kimse uzattığın ekmeğe sırt çevirip vicdanını çelenin peşinden gidecektir; bunda Sen haklıydın. Zira, insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur. Oysa Sen vicdan huzuruna güvenilir bir temel sağlayacak yerde, en olmayacak, kararsız, karanlık, insan gücünün üstünde birtakım şeyler peşine düştün. Bununla insanları sevmezmiş gibi hareket ettin. Hem de kim yaptı bunu; hayatını onların yoluna vermek için dünyaya gelen Sen! İnsan özgürlüğünü ele geçirecek yerde artırdın, insanların iç âlemine sonsuzluğa kadar sürecek çeşitli acılar kattın. Hiçbir baskının etkisinde kalmamış insan sevgisini arzuluyordun. Seni içten severek çekici gücüne bağlanarak, kendiliklerinden, peşinden gelmelerini istedin. Eski, sert yasalardan insan artık özgürlükle, gözlerinde yalnız Senin hayalinle kendi başına karar verecekti. Fakat seçme özgürlüğü gibi ağır bir yük altında ezilenlerin, Senin hayalini de, verdiğin gerçeği de iteleyip, hatta Seni bile inkâra varacaklarını düşünmedin mi hiç? Sonunda gerçeğin Sende olmadığını söyleyeceklerdir; böyle olmasa çeşitli kaygılar ve çözümsüz sorunlar bırakarak onların endişelenip üzülmelerine sebep olmazdın. Böylece Sen kendin krallığının temelini sarstın, bunda hiç kimseye suç bulma. Oysa Sana teklif edilen bu muydu? Sana başkaldıran güçsüz isyancıların vicdanlarını, hem de kendi mutlulukları için ebediyen bağlayan, etki altında tutan üç güç var: mucize, sır ve otorite. Sen üçünü de teptin. Korkunç muzır akıl Ruhu Seni tapınağın kulesine çıkarıp, gerçek Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenmek isterken, 'Kendini aşağı at,' diyordu. 'Zira, Kitaplarda, meleklerin O'nun yere düşmesine vakit bırakmadan kollarına alarak göğe çıkaracakları yazılıdır. Böylece Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenir ve Tanrı Babana olan inancını ispat edersin.' Ama Sen bu teklifi kabul etmedin, kanmadın, kendini aşağı atmadın. Şüphesiz, bu, bir Tanrıya yakışır, gururlu, görkemli bir hareketti. Ama insanlar, bu zayıf ruhlu, kendi arasında kaynaşıp duran sürü Tanrı değildir ki! Kendini aşağı atmak için bir adım atar gibi olsaydın, kıpırdansaydın azıcık, Tanrıya karşı gelmiş olurdun. O'na olan imanını kaybederdin, sonunda, kurtarmaya geldiğin toprağa düşerek ölürdün. Seni iğfal etmeye uğraşan muzır akıllı Ruhun da istediği olurdu. Ama tekrar söylüyorum: Sana benzeyen kaç kişi çıkar? İnsanların böyle bir kötü çağrıya karşı koyabilecek güçte olduğuna bir an olsun inanabildin mi? İnsan doğası mucizeyi reddedebilir mi? Hayatın korkunç anlarında, iç âlemin en önemli, acı sorunları karşısında sadece sorunları karşısında sadece yürekten gelen kararlarla yetinilir mi? Evet, Sen, kahramanlığının Kitaplarda kalacağını, zamanın ve yeryüzünün en uzak sınırlarına yayılacağını biliyordun. Senin peşinden giden insanların Tanrıya bağlı oldukları için mucizeye ihtiyaçları kalmayacağını umdun. Ama insanın mucizeyi inkâr eder etmez peşinden Tanrıyı da inkâr etmeye kalkacağını bilemedin; oysa bu böyledir, çünkü insan Tanrıdan çok mucize arar. Üstelik mucizesiz duramayacağı için bu sefer kendisi birtakım yeni mucizeler yaratmaya kalkar. Üfürükçüler, büyücüler, kocakarılar önünde dize gelir. Yüz kere asi, dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu. Halk, 'Çarmıhtan inersen Sen olduğuna iman getiririz!' diye haykırışıp Seni alaya alırken çarmıhtan inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istemedin; özgür, açık bir inanç peşindeydin. Kuvvet korkusundan ezilmiş kölelerin yaltaklanıcı hayranlığını değil, özgür, içten gelme sevgiyi bekliyordun Sen. Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük değer vermiştin; yaratılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar. Bak ve hükmünü ver. On beş yüzyıl geçti; git, gör onları. Şu kendine kadar yücelttiklerinin halini gör! Yemin ederim, insan, onu bildiğinden çok daha zayıf, basit bir yaratıktır. Senin yaptığını yapabilir mi, elinden gelir mi? Ona bu kadar değer vermekle, hiç acımazmış gibi gücünün üstünde çaba istedin ondan. Bunu Sen, insanları canından fazla seven Sen yaptın! Daha az değer verseydin, onlardan isteklerin de daha az olurdu, görev yükünü hafifletmekle sevgin onlara daha yakınlaşırdı. İnsanoğlu zayıf ve alçaktır. Varsın her yerde bize karşı başkaldırıp isyanlarıyla övünsün. Çocukçadır, okul çocuklarının böbürlenmesine benzer bu... Çıngar çıkarıp öğretmenlerini sınıftan atan çocuklara benzerler: taşkınlığın sonunda nasıl olsa hesap vereceklerdir. Bunlar da tapınakları yıkarak dünyayı kana boğacaklar, sonunda, akılsız çocuklar ne derece yetersiz birer isyancı olduklarını, hiçbir sonuç elde edemeyeceklerini anlayacaklardır. Ahmakça gözyaşları dökerek, halk edenin onları asi olarak alay için yaptığını da kabul edecekler. Bunu acı bir umutsuzlukla söyleyecekler; sözleri Tanrıya küfür olduğu için bahtsızlıkları bir kat daha artacak. Gerçekten, insan doğasının kutsallığa küfre hiç tahammülü yoktur, ergeç kendi kendini bu yüzden cezalandırır. Görüyorsun ya, insanların bugünkü kaderi sadece huzursuzluk, kaygı ve mutsuzluktan örülmüş. Hem de bunlar, özgürlükleri uğruna Senin çektiklerinden sonra oluyor! Büyük Peygamberin hayalleri rumuzlu tasvirleri arasında ölümden sonra ilk dirilmeyi gören tanıkların sözü ediliyor; her kabileden on ikişer bin kişiymiş. Bu kadar çok olduklarına göre, onlar da insanüstü, tanrılar gibi yaratıklar olsalar gerek. Mademki onlar da Senin çektiğini çektiler, yıllarca kupkuru çölde, çekirgeyle, bitki kökleriyle beslenerek yaşadılar, Sen de bu özgürlükle, bağımsız sevgi çocuklarıyla, Senin adına yaptıkları olağanüstü fedakârlıklarıyla şüphesiz övünebilirsin. Ama şunu unutma ki, onlar topu topu birkaç bin kişi ve adeta tanrısal insanlardı. Ya geri kalanlar?.. Ayrıca öteki, zayıf insanlar güçlü olanların çektiklerini çekmedilerse suçlu mu sayılacaklar? Zayıf bir ruh, doğanın olanak verdiğinden daha ağır bir yükü kaldıramıyorsa ne yapsın? Senin yalnız seçme kimseler, sadece onlar için geldiğin doğru muydu? Doğruysa bu, bizim anlayamadığımız bir sırrı kabul etmek gerekiyordu. Sırrı kabul edince de insanlara haklı olarak bu yolda söz ettik: ne kalbin serbestçe kararının, ne de sevginin önemi olmadığını, gerekirse vicdanın sesini körleterek itaat edecekleri sırrın ne olduğunu öğrettik onlara. Böyle yaptık işte. Senin eserine başka şekil vererek temelini mucize, sır ve otoriteye dayandırdık. İnsanlar bir sürü örnekte görüldüğüne göre, onlara azap vermekten başka işe yaramayan yükün yüreklerinden kalkmasına sevindiler, rahat nefes alabildiler. Böyle yapmakta, bunları öğretmekte haklı değil miydik. Söyle, insanların aczini kabul ederek, yaratılış zaaflarını, hatta günahlarını hoşgörürlükle karşılayarak yüklerini hafifletmekle onlara sevgimizi göstermedik mi? Şimdi buraya gelip bize ne diye engel olmak istiyorsun? Derin, içli bakışını üzerime dikmiş neden yanık yanık seyrediyorsun beni? Hadi darıl bana. Senin sevgini istemiyorum, çünkü ben de sevmiyorum Seni. Bunu ne diye saklayayım? Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum sanki?.. Sen de Sana söyleyeceklerimi biliyorsun, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımızı nasıl saklarım Senden? Ama bunu ille ağzımdan duymak istiyorsan, hay hay, dinle: Biz Seninle değil o'nunlayız, sırrımız bu işte! Hem çoktandır, sekiz yüzyıldır Seni bırakıp o'ndan yana olduk. Tam sekiz yüzyıl önce Sana dünyanın bütün krallıklarını göstermiş, bağışlamak istemişti; bu nimetleri nefretle teptin. Biz aldık onları. Roma ile Sezar kılıcını o'nun elinden kabul edince kendimizi yeryüzünün tek hakanı ilan ettik. Gerçi eserimizi henüz tamamlayamadık, ama suç kimde? Evet, eserimizin başlangıcındayız, ama başladık ya!.. Tamamlanmasına daha çok var, toprak ana çok çekecek daha, gene de biz amacımıza ulaşacağız; dünyanın hâkimi olacak, sonra da bütün insanların mutluluğunu düşüneceğiz. Oysa Sen Sezar kılıcını daha o zaman alabilirdin. Niçin teptin o son bağışı?.. Kudretli Ruhun sonuncu öğüdünü kabul etseydin, insanları yeryüzünde bütün aradıklarına kavuştururdun. Onlara tapınacak, vicdanlarına bekçilik edecek, hepsini uyumlu, barışsever karıncalar gibi birbirine bağlı bir kütle haline getirecek bir varlık sağlamış olacaktın. İnsanların üçüncü ve son derdi, evrensel birleşme ihtiyacıdır. Öteden beri yeryüzünde toplu olarak yaşama çabası içindeydiler. Tarihleri büyük olan birçok ulus gelip geçti. Ama hepsi büyüklükleri ölçüsünde bahtsız oldular. Çünkü insanların evrensel birleşme ihtiyacını diğer uluslar arasında en çok onlar duydular. Bütün dünyayı elde etmek isteğiyle yeryüzünden kasırga gibi gelip geçen Timur, Cengiz Han gibi büyük fatihler belki de bilmeden hep insanların o yenilmez evrensel birleşme ihtiyacını karşılamışlardı. Sen de Sezar hükümranlığını eline alarak evrensel bir krallık kurar, dünyayı huzura kavuştururdun, çünkü insanlara vicdanlarını ve ekmeklerini elinde tutanlardan başka kim hükmedebilir? Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti; sonra da Seni reddederek ötekinin peşinden gittik. Ama akıl serbestliği, bilim ve yamyamlık hengâmesinin ardının alınmasına daha yüzyıllar var... Çünkü bizi hesaba katmadan Babil Kulesi'ni yükseltmeye başlayan insanın son yapacağı yamyamlıktır. O zaman karşımızda yerlerde sürünerek ayaklarımızı yalayan, kanlı gözyaşları döken bir hayvan göreceğiz. Hayvanın sırtına binerek, üzerinde 'Sır' yazılı kupayı kaldıracağız, işte insanlar ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacaklar. Sen seçtiklerinle övünebilirsin ama topu topu bir tek sınıfa sahip olduğunu unutma! Oysa biz herkesin derdine deva bulacağız. Öte yandan seçtiğin, seçilmeye layık, güçlü kimselerden çoğu beklemekten yoruldu; ruhlarının, kalplerinin bütün güç ve ateşini başka alanlara verdiler. Sonunda Sana isyan bayrağı açacakları yüzde yüz... Bu bayrağı onlara Sen kendi elinle verdin. Oysa bizde herkes mutlu olacak, bağışladığın özgürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek, ne birbirlerine kıyacaklar. Evet, ancak özgürlüklerini ellerimize teslim ederek gösterdiğimiz yoldan gidince tam anlamıyla özgür olacaklarına inandıracağız onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz? Verdiğin özgürlüğün onları nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza inanacaklar, özgürlük, fikir serbestliği ve bilim onları öyle içinden çıkılmaz bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki, isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi, ama güçsüz olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar, ayağımıza gelip, 'Evet, haklısınız,' diyecekler. 'O'nun sırrı yalnız sizin elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun!' Ekmeği elimizden alırken, şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan, taşları ekmek yapmadan, sadece onlardan aldığımızı gene onlara dağıttığımızı görecekler. Ama sevinçleri mutlaka ekmeğe kavuşmalarından çok, bunu elimizden almalarından doğacak. Çünkü bundan önce ellerindeki ekmek taş haline gelirken, bize sığındıktan sonra taşların ekmek olduğunu hatırlarında tutacaklar. Kayıtsız şartsız itaat etmenin gerçek değerini çok, çok iyi anlayacaklar! Ama bunu anlayana kadar insanlar mutsuzluktan kurtulamayacaklar. Bunun da en büyük nedeni kim, söylesene! Sürüyü kim parçalayıp bilinmez yollara sürdü? Ama sürü gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara, yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırılabileceği sakin, kendi halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları. Sen, paye vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını, ama en tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman pısırıklaşıp tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için kudretimize, zekâmıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını yitirecek derecede hiddetimizden korkarak çocuklar ya da kadınlar gibi sulugöz olacaklar; ama bir işaretimizle gözyaşlarından neşeye, gülmeye, temiz bir sevince ve mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii çalıştıracağız onları, ama işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız. Hatta günah işlemelerine de izin vereceğiz; zayıf ve acizdirler, günah işlemelerine izin vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak, tapacaklar bize... Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla, metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate göre ya izin verecek ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar, biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü bu şekil onları bugünkü kendi başına özgürce karar verme azabından kurtaracak. Böylece başlarında onları yöneten birkaç yüz bin kişinin dışında kalan milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler mutsuz olacağız. Yeni doğmuş milyarlık mutlu bir kuşağın yanında iyilikle kötülüğü bilmek uğursuzluğuna uğramış yüz bin bahtsız bulunacak. Bu yüz bin Senin uğruna sessizce, belirsizce sönüp gidecek, üstelik öbür dünyada da kaderleri sadece ölüm olacak. Biz, iyiliklerini düşünerek sırlarınızı saklamaya devam edeceğiz. Gökte alacakları ölümsüz ödüllerden söz açarak avutacağız onları. Ama ölümün ötesinde bir şey varsa bile bunun onlar gibiler için olmadığını elbette biliyoruz! Bazı söylenti ve kehanetlere göre, Sen yeryüzüne bir daha gelip zaferler kazanacaksın. Başı dik, gücü yerinde müritlerinle birlikte gelecekmişsin. O zaman, onlar yalnız kendilerini selamete çıkardılar, biz hepsini kurtardık, diyeceğiz. Söylentilere göre, hayvana binmiş, ellerinde sırrı tutan zaniyeyi isyan eden acizler alaşağı edip erguvan örtülerini parçalayacaklar, mekruh gövdesini çıplatacaklarmış... O zaman ben milyarlarca mutlu, günah bilmez kulu göstereceğim Sana. Mutlulukları uğruna günahlarını kabullenen biziz. Senin karşına çıkarak, 'Elinden gelirse, cesaretin varsa suçlandır bizi!' diyeceğiz. Bil ki, Senden korktuğum yok. Bil ki, ben de çölde kaldım, çekirgelerle, bitki kökleriyle beslendim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, ben de 'sayı doldurmak için' güçlü yakınlarının saflarına katılmaya hazırlanıyordum. Ama sonunda ayıldım, deliliğe hizmet etmek istemedim. Döndüm ve Senin eserini düzelten kütleye katıldım. Gururlu olanlardan ayrılarak mutluluklarını sağlamak için alçakgönüllülerin yanlarına döndüm. Sana söylediklerimin hepsi gerçekleşecek ve hükümranlığımız kurulacaktır. Tekrar ediyorum, bu sürünün bize nasıl itaat ettiğini, yarından tezi yok göreceksin. İşlerimizi karıştırmaya geldiğin için yakacağım Seni, onlar da ilk işaretimle ocağı beslemeye koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o da Sensin. Yarın yakacağız Seni, Dixi."

İvan sustu. Coşmuştu, heyecanla konuşuyordu. Sözünü bitirince gülümsedi.

Onu sessizce dinleyen Alyoşa da ağabeyinin anlattıklarının sonuna doğru epey heyecanlanarak birkaç kere sözünü kesecek gibi oldu, ama kendini tuttu. Sonra, birden, yerinden kopmuş gibi, yüzü alevlenerek,

— Ama... saçmalık bu!.. diye bağırdı. Şiir, tasarladığın şekilde İsa'yı kötülemiyor, tam bir övgü bu! Özgürlük için söylediklerine kim inanır! Böyle mi, özgürlüğü böyle mi, böyle mi anlamak gerekir? Ortodoks kilisesi anlayışı bu, öyle mi? Sen Roma'nın, hatta hakçası bütün Roma'nın da değil, Katolikliğin en kötü yanını, engizisyoncuları, Cizvitleri almışsın. Hem belki onlar da senin şu engizisyoncu gibi hayalden çıkma tipler değildir. Neymiş o üzerine aldığı günahlar? Kimmiş o sır küplüğü eden ve insanların mutluluğu uğruna lanetlenmeye katlananlar? Kim görmüş onları? Evet, Cizvitler hakkında söylenenler kötüdür, ama gerçekte şiirindekilere benzer mi?.. Hiç, hiç öyle değildir onlar... Onlar, Roma'nın imparator olarak tayin ettiği ruhani bir başkanla yönetilen, birleşik bir dünya hayali peşinde Roma ordusu üyelerinden başkası değildir. İdealleri budur ve içlerinde ne sır, ne de yüksek özler taşırlar. Sadece hükümranlık, adi, maddi zevkler peşindedirler. Bizim eski köleliği andıran bir devir peşindedirler, o kadar. Belki Tanrıya bile inandıkları yok. Istırap çeken engizisyoncun sadece bir hayal...

İvan gülerek,

— Dur canım, Dur; amma da coştun! dedi. Hayal diyorsun, olabilir. Elbette hayal. Ama müsaade et: sen şu son yüzyıllardaki Katoliklik akımının sadece kirli çıkarlar peşinde yürüdüğüne, sırf hükümranlık isteğinden doğduğuna gerçekten inanıyor musun? Yoksa bunları sana Paisiy Peder mi öğretti?

— Hayır, hayır, tam tersine; Paisiy Peder de bir kere seninkilere benzer şeyler anlattı bana...

Alyoşa birden toparlanarak,

— Tabii tıpkı bunlar gibi değil, bambaşkaymış; diye ekledi.

— "Bambaşkaydı..." Ama üzerinde durulacak şey bu. Şimdi şunu sorayım sana: neden o senin Cizvitlerle engizisyoncular yalnız madde, aşağılık çıkarlar için birleşmiş olsunlar? Niçin aralarından derin, büyük acılar duyanlar, insansever bir cefakâr çıkmasın? Şu sadece maddi, bayağı çıkarları arzulayanlar arasından ihtiyar engizisyoncum gibi birisinin çıktığını düşün. Bu adam çölde bitki kökleriyle beslendi, nefsini yenmek için çırpındı; bunları hep özgürlüğe, daha iyiye ulaşmak için yaptı, ömrü boyunca insansever olarak kaldı. Tekâmüle ulaşınca gözlerindeki perde düştü: milyonlarca Tanrı yaratığının haline bakarak sanki alay için yaratıldıklarını, daha iyiye doğru tek bir adım atmadıklarını fark etti. Sahip oldukları özgürlükten hiç yararlanamayacaklarını görmek huzurunu kaçırıyordu. Bu güçsüz isyancılar kuleyi asla tamamlayamayacaklardı. Büyük idealcinin hayalinde yarattığı ahenk böyle kazlara göre değildi. Bu yüzden döndü ve... akıllı insanlar safına katıldı. Bunda olmayacak ne var sanki?

— Kime, hangi akıllı insanlara katıldı? diye bağırdı Alyoşa. Ne akıl, ne de bir sır var onlarda. Olan, öfkeyle inkârcılık o kadar; sırları bundan ibaret. Senin engizisyoncu Tanrıya inanmıyor, sırrı bu, başka şey değil!

— Öyle de olsa, ne çıkar! Sonunda anlayabildin. Gerçekten öyle, gerçekten bütün sırrı sadece buydu. Ama onun gibi ömrünce çölde nefsini öldürmeye uğraşıp insan sevgisinden bir türlü vazgeçmemiş bir adam için azap değil miydi bu? Hayatının son günlerinde, kesin olarak vardığı kanıya göre, şu "alay için" yaratılmış denemelik, "pişirilmemiş" cılız asilere ancak büyük korkunç Ruhun öğütleri az çok bir düzen verebilirdi. Bu kanıya, aklın yok olmaya götüren yolunu izlemek gerektiğini anlayarak vardı. Bunun için yalanı hileyi bağrına basmak, insanları bile bile ölüme, yok olmaya götürmek, yol boyunca da, nereye götürüldüklerini anlamasınlar, hiç olmazsa bu sürede mutlu olduklarını sanarak avunsunlar diye, zavallı körleri durmadan kandırmak gerekiyordu. Hem dikkat et, ihtiyar, yaşadığı sürece olanca imanıyla inandığı O'nun adına yalan söyleyecekti! Bahtsızlık değil mi bu? Böylece, "sırf adi çıkarlar için güçlü olmayı isteyen" bir ordunun başına onun gibi birinin geçmesi faciadan başka neydi ki? Sana açıkça söylüyorum, böyle hareketlerin başında her zaman bu ihtiyar gibi tiplerin bulunduğuna eminim ben. Kim bilir, belki Roma Kilisesi büyükleri arasında da ona benzerleri çıkardı. Kim bilir, belki de insanları kendince, inatla seven bu lanetlik ihtiyara benzer daha pek çok ihtiyara rastlanır. Hem bu bir rastlantı olmayabilir; bir anlaşmaya uyularak kurulmuş gizli bir birlik, aciz insanları mutlu kılmak amacıyla, sırrı onlardan saklamak için kurulmuş bir birlik olabilir. Yüzde yüz vardır bu, olmalı da... Öyle sanıyorum ki, masonluğun temeli buna benzer bir sırra dayanmaktadır. Katolikler bu yüzden masonlardan nefret eder, onları rakip sayar, düşünce bütünlüğünün dağılmasının nedeni görürler. Oysa sürünün başında bir çoban bulunması mutlaka gerekli. Bende, görüşünü savunurken tek bir eleştiri duymak istemeyen bir yazar hali var! Bırakalım bu konuyu artık.

Alyoşa, elinde olmadan, derin bir acıyla,

— Belki sen de masonsun, dedi. Tanrıya inancın yok!

Kardeşinin bakışında alaya benzer bir anlam sezince, yere bakarak,

— Şiirin sonu nasıldı, yoksa bitti mi? diye sordu.

— Şöyle bitirmek istiyordum; "Engizisyoncu sözünü tamamlayınca bir süre Mahpusun karşılık vermesini bekler. Sessizliği sıkmaktadır onu. Mahpus derin, sakin bakışını ihtiyarın gözlerine dikerek onu dinliyor, besbelli karşılık vermek istemiyordu. Ama ihtiyar sert, acı da olsa bir karşılık bekliyordu. Birden Mahpus ona yaklaşarak kansız, doksan yıllık dudaklarından sessizce öpüyor. Yanıtı bu oluyor... İhtiyar tepeden tırnağa sarsılıyor. Dudakları kıpırdanıyor, kapıyı açarak, 'Git ve bir daha gelme,' diyor O'na. 'Hiç gelme... asla, hiçbir zaman!..' Mahpus şehrin karanlığında kayboluyor."

— Ya ihtiyar?

— Aldığı buse kalbini yaktığı halde fikrinden dönmüyor.

Alyoşa,

— Sen de ondan yanasın, değil mi? diye üzgün bir sesle bağırdı.

İvan güldü:

— Canım, seninki de saçma... Ömründe iki şiir yazmamış aklı kıt bir üniversitelinin budalaca kalem denemesini ne diye bu kadar ciddiye alıyorsun! Yoksa, benim buradan doğruca Cizvitlere gidip, O'nun eserini düzeltenler safına katılacağımı mı sandın? İlahi çocuk, bundan bana ne! Dedim ya sana: otuzumu bulayım bir, ondan sonra kadehimi kırarım!

— Peki, dedi Alyoşa kederli bir tavırla, ya taze bahar yaprakları, aziz mezarları, mavi gök, sevdiğin kadın?.. Nasıl yaşayacak, neyle seveceksin onları? Ruhun, kafan böyle cehennemlik olmuşken mümkün mü? Yo, sen zaten onlara katılmaya gidiyorsun... Yoksa dayanamaz, kendini öldürürsün.

İvan, soğuk bir gülümsemeyle,

— Bir güç var ki, her şeye dayanır, dedi.

— Ne gücü?

— Karamazov gücü... Karamazov alçaklığının gücü...

— Yani sefahat çamuruna batıp ruhunu boğarsın, öyle mi, bunu mu demek istiyorsun?

— Belki bu da olur... ama belki otuzuma kadar kaçabilirim, sonra da...

— Nasıl kaçabilirsin, ne şekilde? Sendeki düşüncelerle bu mümkün değil.

— Bunu da Karamazov'vari yaparım.

— "Her şey mubah"la, değil mi? Demek ne istersen yapabilirsin?

İvan, kaşlarını çattı, yüzü birdenbire garip bir şekilde sarardı.

— Sen de, Dmitri ağabeyimizin saflıkla söylediği, dün Miusov'a pek dokunan sözleri hemen kapıvermişsin.

Sonra dudaklarını buruşturan bir gülümsemeyle,

— Öyle. Mademki bu sözü ettik, evet, "Her şey mubahtır!" diye ekledi, inkâr edecek değilim. Hem Mitenka'nın açıklaması hiç fena değil.

Alyoşa ses çıkarmadan ona bakıyordu. İvan, ani bir duygulanmayla,

— Kardeşim benim, dedi, buradan ayrılırken, şu koca dünyada hiç olmazsa sen varsın diye düşünüyordum. Ama şimdi senin yüreğinde de bana yer olmadığını görüyorum, sevgili keşişim! Ben "Her şey mubah" formülünden vazgeçmedikçe sen de beni reddedeceksin, değil mi?

Alyoşa doğruldu, kardeşine yaklaştı, sessizce dudaklarından öptü.

İvan, birdenbire coşarak,

— Oo, edebi hırsızlık bu! diye bağırdı. Şiirimden çaldın bunu! Gene de sağol. Hadi kalk Alyoşa, gidelim; vakittir, hem senin, hem benim için...

Çıkınca lokantanın kapısında bir an durdular, İvan, kesin bir sesle,

— Bak Alyoşa, dedi, taze bahar yapraklarını sevecek halim olursa yalnız seni hatırlayarak seveceğim onları. Senin bir yanda olduğunu bilmek bana yeter. Yaşama isteğimi kaybetmeyeceğim. Bu kadarı yeter mi sana? İstersen bunu bir aşk ilanı say. Şimdilik sen sağa, ben sola; çok konuştuk, yeter! Duydun mu, yeter. Demek istediğim şu ki, yarın buradan gitmezsem (gideceğimi tahmin ediyorum ya), bir daha karşılaşınca bu konuları açmayacağız. Bunu özellikle rica ediyorum.

İvan, hırçın bir tavırla,

— Bir ricam daha var, diye ekledi. Dmitri ağabeyden de asla söz açma. Mesele bitti, söylenecekler söylendi, değil mi? Ben de sana karşılık olarak bir söz vereceğim: yaşım otuza gelip de "kadehimi yere çarpmak" niyetinde olursam seninle bir daha konuşabilmek için nerede olursan ol, Amerika'dan bile gelir, seni bulurum; ilerki halini merak ediyorum doğrusu. Gördün mü, gayet ciddi bir vaat. Sahi söylüyorum, belki sekiz on yıl birbirimizi göremeyiz. Şimdilik git de, şu senin Pater Seraphicus sensiz ölmesin bari. Sonra oyaladığım için kızarsın bana. Hadi hoşça kal. Öp beni bir daha kardeşim... Ha şöyle, şimdi git!

İvan birden hızla döndü ve bir daha arkasına bakmadan yürüdü. Durum biraz farklı olmakla birlikte, Dmitri'nin dün Alyoşa'dan ayrılmasına benziyordu. Bu benzetme, o anda pek hüzünlü, kederli olduğu halde, Alyoşa'nın kafasından şimşek gibi geçti. Kardeşinin arkasından baktı. İvan'ın sallanarak yürüdüğü, arkadan bakılınca sağ omzunun sol omzundan düşük olduğu dikkatini çekti. Oysa önceleri bunu hiç fark etmemişti. Alyoşa ani bir hareketle dönerek manastıra doğru koşmaya başladı. Hava iyice kararmıştı; ürkek gibi oldu, içinde yepyeni, açıklayamadığı bir duygu kabarıyordu. Bir gün önceki gibi rüzgâr çıkmıştı. Keşişhane korusunda çevresindeki yüzyıllık çamların iç karartan hışırtısı duyuluyordu. Artık yürümüyor, nerdeyse koşuyordu. "Pater Seraphicus... Bu adı da nereden buldu?" diye düşündü. "Ah İvan, zavallı kardeşim, seni bir daha ne zaman göreceğim? İşte keşişhane! Tanrım!.. Evet evet, o, Pater Seraphicus kurtarır beni... hem temelli olarak... kurtarır ondan!"

Alyoşa, hemen o sabah, daha birkaç saat önce, o gece manastıra gitmemek pahasına bile Dmitri'yi bulmaya karar verdiği halde, İvan'dan ayrılınca bunu nasıl unutabildiğine sonraları kendisi de şaşmıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro