Dördüncü Bölüm -9
VI
Savcının Konuşması. Tahliller.
İppolit Kiriloviç konuşmasına sinirli bir ürperti içinde, alnıyla şakaklarından ter boşanarak, nöbet geçirir gibi bir halde başladı. Bunları sonradan kendisi söylüyordu. Bu konuşmayı tam bir chef d'oeuvre, hayatının chef d'oeuvre'ü, kuğunun son şarkısı sayıyordu. Gerçekten, dokuz ay sonra veremden giden İppolit Kiriloviç ölümünü önceden kestirebilseydi, son şarkısını söyleyen kuğuyla yaptığı benzetmede ne kadar haklı olduğunu anlardı. Konuşmasına bütün kalbini, olanca zekâsını döktü. Medeni duygulara ve "belalı" konulara da kişiliğine göre yabancı olmadığını göstermişti fukara... Konuşması bütün gücünü içten oluşundan alıyordu. İppolit Kiriloviç sanığın suçluluğuna yürekten inanmıştı. Görevi gereği değil, işlenen suç için "öç alma" isteğiyle, "topluluğu korumak" amacıyla suçlamıştı onu. Hatta İppolit Kiriloviç'e düşmanca duygular besleyen bayanlar çevresinde bile konuşmasının uyandırdığı olağanüstü etki inkâr edilemedi.
Okumaya çatallı, zaman zaman kopuveren bir sesle başladı, ama az sonra sesi kuvvetlendi, bütün salonu doldurdu. Bitirdiği zaman nerdeyse bayılacak haldeydi.
— Sayın jüri üyeleri, diye başladı Savcı. Rusya çapında ilgi uyandıran bu davanın bu kadar üstünde durulacak, dehşete düşülecek nesi vardı, düşünmek gerekir; özellikle, böyle olaylara artık iyice alışmış olan bizim toplumumuz için! Esasen işin en korkunç tarafı bu derece meşum olayların bile bizim için dehşetini kaybetmiş olması. Falanca filancanın işlediği suçun değil, fakat bütün bunları kanıksamış olmamızın korkusunu duymak zorundayız. Böyle davranışlara, hiç de parlak olmayan bir yarına götüren bugünün bu çeşit olaylarına karşı kayıtsızlığımızın, hafiften almamızın sebeplerini nerede aramalı? Sinizmimizde mi, henüz pek genç olduğu halde hayal kurma gücünü yitirmeye yüz tutmuş toplumumuzda mı? Temellerine kadar sarsılmış ahlak kurallarımızda mı, yoksa böyle ahlak kurallarına belki de hiç sahip olmayışımızda mı? Ben burada, hepsi birbirinden daha ıstırap verici, her biriyle her vatandaşın ilgilenmek zorunda olduğu bu meselelerin çözümlemesine kalkışacak değilim. Henüz emekleme çağında, sesi pek çekingen çıkan genç basınımızın topluma karşı bazı hizmetlerini kaydetmek yerinde olur. Basın bize sadece yeni hükümetin sağladığı imkânlar sayesinde açık olarak görülen duruşma safhalarını iletmekle kalmıyor, herkes, sınır tanımayan bir başına buyrukluğun, ahlak düşüklüğünün bütün korkunçluğunu da olanca açıklığıyla basın yoluyla öğreniyor. Gazete sayfalarında her gün okuduklarımız ne? Her an öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki, bugünkü davamız bile bunların yanında sönükleşir, günlük olaya döner. Fakat en önemlisi, ağır ceza davalarının gittikçe yayılıp kökleşen toplumsal bir illet halini alması ve mücadelesi güç bir bela manzarası arzetmesidir. Bir bakarsınız yüksek muhitten genç, parlak bir subay hayatının ve mesleğinin ilk adımlarındayken, küçük bir memurla evindeki hizmetçiyi alçakça, sinsice bir maksatla kesiverir. Memur, subayın velinimeti gibidir; subay cinayeti hem borç senedini, hem memurun kalan parasını çalmak için işlemiştir. "Eğlencelerime, şuna buna para lazım ya..." İkisini kestikten, başlarının altına yastıkları yerleştirdikten sonra bir şey olmamış gibi çıkar gider... Ötede, göğsü nişan dolu genç bir kahraman, tenha bir yolda, tam haydut gibi, amirlerinden birinin annesini boğazlar. Suç ortaklarını suça kışkırtırken; kadının onu öz oğlu gibi sevdiğine, yola çıkarken sözüne uyarak hiçbir korunma tedbiri almayacağına inandırmıştır. Şüphesiz, bu bir canavardır, ama onun, zamanımızın parmakla gösterilecek tek canavarı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Başka biri çıkar; cinayet işlememiştir, ama düşünce ve duygularıyla öldürenlerden hiç aşağı değildir, içi ötekiler gibi baştan aşağı namussuzlukla doludur... Belki de vicdanıyla baş başa kalınca, "Namus da neymiş, kan dökülse ne çıkar sanki?" diye sorar kendi kendine. Belki bana itiraz edenler, hasta, kuşkulu tabiatlı olduğumu, ölçüsüz iftira ettiğimi, sayıkladığımı, büyüttüğümü söyleyenler çıkacaktır, öyle olsa keşke. Bu herkesten önce beni memnun ederdi! İsterseniz inanmayın, beni hasta sayın, ama sözlerimi hatırınızda tutun: söylediklerim onda, hatta yirmide bir bile doğru olsa, bu kadarı bile korkunçtur. Şu bizde kendilerini vuran gençlere bir bakın: bunu Orada ne olacak? gibi Hamlet'vari sorulara kapılmadan, böyle konularla hiç ilgilenmeden yaparlar. Sanki ruhumuzla mezar ötesinde bizi bekleyen konuların zerrece ilgisi yoktur. Şu sefahate, sefahat düşkünlüğümüze bir göz atın. Davamızın bedbaht kahramanı Fyodor Pavloviç Karamazov onların yanında, yeni doğmuş bebek kadar temiz kalır... Belki bir gün Avrupalı düşünürlerin en sivrilmişleri Rus öncülüğü üzerine incelemelere girişecekler; değerli bir konudur çünkü. Ama böyle bir inceleme ancak ilerde daha uygun, geniş bir zamanda, bugünkü keşmekeş durulmaya yüz tutunca olabilecektir. Ben ve benim gibilerden daha büyük kimseler bunu mutlak bir olgunluk ve tarafsızlık içinde başaracaktır. Şimdi biz ya dehşet duyarız ya da dehşet duyar gibi görünürüz, oysa aslında gördüklerimizden sinsi uyuşukluğumuzu gıdıklayan olağanüstü, ürpertici bir heyecan duyar, zevk alırız; ya da küçük çocuklar gibi, korkunç hayallerden kurtulmak için başımızı yastığın altına sokar, kaybolmasını bekleriz. Sonra yeniden oyuna, eğlenceye dalarak unutuveririz bunları... Ama sonunda biz de aklımızı başımıza toplayarak, iç âlemimizi sıkı bir imtihandan geçirmeli, sosyal bünyemizin gerçek durumunu ortaya koymalıyız. Geçen devrin en değerli yazarı, en büyük eserinde Rusya'yı, belirsiz bir gayeye doludizgin koşan yaman bir troykaya benzetiyor. "Hey troyka, koş troyka, seni kim icat etti acaba?" diyerek gurur dolu sevinçli bir heyecanla, alabildiğine koşan bu troykanın önünde bütün milletlerin saygıyla yol açtığını ekliyor. Pekâlâ efendim, varsın açılıp yol versinler; ister saygılı, ister saygısızca yol versinler! Ama bence dahi sanatçı ya pek temiz, pek safça düşüncelere kapılmıştır ya da sadece sansür korkusundan sözünü böyle bağlamıştır. Çünkü troykasına yalnız eserinin kahramanları Sobakeviç'ler, Nozdrev'ler ve Çiçikov'lar koşulursa öne, arabacı yerine kimi oturtmalı, böyle hayvanlardan hayır mı beklenir! Hem bunlar eski zaman atları, bugünkülerle boy ölçüşemezler, siz bizimkilere bakın da...
İppolit Kiriloviç'in konuşmasının bu yerinde alkışlar duyuldu. Troyka benzetmesindeki serbest fikirlilik beğenildi. Gene de topu topu iki üç alkıştı bu, o kadar ki, Başkan dinleyicileri "salonu boşaltmak"la tehdide bile gerek görmedi, sadece alkışlayanlardan yana sert sert baktı. Ama bu İppolit Kiriloviç'i coşturmaya yetti. Şimdiye kadar bir defa olsun alkışlanmamıştı! Yıllardır adamcağıza kulak veren olmamışken şimdi eline bütün memlekette duyulacak bir konuşma yapmak fırsatı geçmişti.
— Şimdi üzücü şöhreti bütün Rusya'ya yayılan Karamazov ailesine yakından bir bakalım, diye devam etti. Belki biraz büyütüyorum, ama bana öyle geliyor ki, bu ailede bugünkü aydın topluluğumuzun ortaklaşa sahip olduğu temel unsurları bulmak mümkündür. Unsurların hepsi değil de, sadece "güneşin bir su damlasında" yansıması gibi son derece ufak bir örnek görünmektedir. Şu bedbaht, bütün manevi sınırları aşmış, sonunda da en kötü şekilde göçüp gitmiş, sözümona "aile babası"na bakın. Soylu bir kişizadeydi, hayata beş parasız, bir sığıntı olarak atılmıştı. Umulmadık, hesapta olmayan bir evlenme yapmış, karısının drahoması onu ufak da olsa bir servete kavuşturmuştu. Baştan silik bir hilebaz, oldukça zeki bir dalkavuk, yaman da bir faizciydi. Her geçen yıl serveti arttıkça başı biraz daha dikleşti. İçindeki aşağılık duygusuyla dalkavukluk kaybolup sadece alaycı, zararlı bir sinik, korkunç bir şehvet düşkünü kaldı. Manevi değerleri tamamen yitirmiş, yerini hayata karşı doyulmaz bir hırs almıştı. Sonunda hayatta şehvetin verdiği zevkten başka şey göremez oldu; çocuklarını da bu yolda yetiştirdi. Baba olarak yerine getirilmesini gerekli saydığı tek bir manevi ödevi yoktur. Alay eder bunlarla; küçük oğullarını evinin arkasında, hizmetkârların avlusunda büyütür, evin dışına götürüldükleri zaman sevinir, hatta temelli unutur onları. İhtiyar sadece Après moi le deluge kuralını tanır. Vatandaşlık hakkı diye bir şey bilmez, topluma düşmanca bir uzaklıktadır; "dünya batsın, ben rahat edeyim de..." der. Rahattır da: Bu şekilde yirmi otuz yıl daha yaşamak istiyor, öz oğluna annesinden kalma mirası verirken dolandırıyor; gene ondan, oğlunun elinden sevgilisini alıyor. Yo, sanığın savunmasını yalnız Petersburglu değerli avukata bırakmak istemem. Gerçeği ben de söyleyeceğim: ihtiyar Karamazov'un oğlunun kalbine akıttığı zehri ben de anlıyorum. Ama bedbaht ihtiyarın yeteri kadar sözünü ettik, cezasını çekti zaten. Ancak onun bir baba, hem zamanımızın babalarından biri olduğunu unutmayalım. Hatta, bugünün babalarının pek çoğundan biri olduğunu söylesem bilmem, topluma hakaret etmiş sayılır mıyım? Zamanımızda pek çok baba daha iyi bir eğitim gördüğü için bunun gibi kaba saba konuşmaz, ama sonuç bakımından bu büyük fark doğurmaz, onların da babalık felsefeleri aynıdır. Varsın ben karamsar görüneyim, olsun. Beni bağışlamanız için baştan sözleştik ya. Şunda tekrar anlaşalım ki, siz bana inanmayın, hiç inanmayın; ben söyleyeyim, siz inanmayın. Ama gene de söyleyeceklerimi tamamlamam için izin verin ve sözlerimin bazılarını hiç unutmayın. Şimdi aile reisi olan ihtiyarın çocuklarına gelelim. Biri önümüzde, sanık sandalyesinde oturuyor, ona ayrıca geleceğiz; zaten öbürleri üzerinde de uzun boylu duracak değiliz. Bunlardan biri, büyüğü, mükemmel tahsil görmüş, oldukça kuvvetli zekâ sahibi bir genç; ancak daha şimdiden hiçbir şeye inanmıyor, hayatta tıpkı babası gibi birçok değer hükmünden sıyrılmış, inkârcılığa sapmış. Hepimiz fikirlerini duyduk, muhitimizde dostça kabul edilmişti. Düşündüklerini saklamıyordu, hatta tam tersine, dilediği gibi açıklıyordu. Bunun için ben de ona bir özellik tanımadan, Karamazov ailesinin bir ferdi sayarak hakkında oldukça açık konuşmak cesaretini göstereceğim. Dün burada, şehrin kenar sokaklarından birinde bir meczup canına kıydı. Bu, dava ile yakından ilgili bulunan, Fyodor Pavloviç'in eski uşağı, belki de gayrimeşru oğlu Smerdyakov'du. İlk soruşturmada bana, genç Karamazov, İvan Fyodoroviç'in onu manevi pervasızlığıyla nasıl hırpaladığını ağlayarak anlatmıştı. "Dediklerine göre her şey, yani dünyada ne istersen her şey yapılabilirmiş, hiçbir şey yasak olmamalıymış bundan sonra... Hep bunları öğretirdi bana İvan Fyodoroviç." Galiba meczubun temelli oynatmasına ona telkin edilen bu tez sebep olmuştu. Şüphesiz, sarasıyla evlerinde patlak veren korkunç felaketin de etkisi vardı. Ama bu kaçığın ağzından, ondan çok daha akıllı bir adama yakışan, dikkate değer bir söz çıkmıştı; zaten bu yüzden andım onu. Dedi ki: "Fyodor Pavloviç'e ahlak bakımından en çok oğlu İvan Fyodoroviç benzer!" Başladığım karakter tahliline devam etmeyi nezaketsizlik saydığım için burada kesiyorum. İleriye ait birtakım sonuçlar çıkararak genç bir insanın yarını için baykuşça kehanetlerde bulunmak istemem. Daha demin burada, bu salonda, bu gencin kalbinde gerçeğe bağlılığın ölmediğini; imansızlığın, dimağda doğmaktan çok miras olarak geçmiş bir sinizmin aile bağlarını yıkamadığını gördük. Bir oğul daha var. Henüz körpecik, dindar, alçakgönüllü bir delikanlı bu. Büyük kardeşinin hayatı karamsar görmesinin, zararlı düşüncelerinin tersine "halkçılık ilkeleri"ne ya da bazı düşünür çevrelerindeki nazariyecilerin bu tumturaklı adı verdikleri şeye sığınmak istiyor. Bu gencin sığınağı manastır; nerdeyse rahip olacaktı. Görüşüme göre onda henüz pek erkenden ve adeta bilinçdışı ürkek bir umutsuzluk gelişmektedir. Bu çeşit umutsuzluğa bedbaht toplumumuz kişilerinin çoğunda rastlamak mümkündür. Ahlak bozucu bir sinizmin etkilerinden ürkerek ve yanlış düşünceyle bütün suçu Avrupa medeniyetine yükleyerek "anayurt"a sığınırlar; tıpkı hayaletlerden korkan çocukların ana kucağına atıldığı gibi, toprak ananın kuru göğsünde rahat rahat uykuya dalmak; hatta korktuklarını bir daha görmemek için ömürlerinin sonuna kadar hep böyle kalmak isterler. Ben, kendi adıma bu iyi kalpli, istidatlı gence en iyi dileklerimi sunarım. İnşallah genç ruhunun halkçı ilkelere doğru götürüşü, zamanla, çoğunda olduğu gibi manevi yönden karamsar bir mistiklik, vatandaşlığı bakımından da manasız bir şovenlik halini almaz; çünkü bunların ikisi de millet için Avrupa kültürünü yalan yanlış anlayarak bu kültüre boşu boşuna sahip olmuş büyük kardeşin içini kemiren kötülüklerden çok daha feci sonuçlar doğurabilir.
Şovenlikle mistiklik de birkaç alkış topladı. İppolit Kiriloviç'in coştuğu belliydi, yoksa bütün bunların görülen dava ile pek ilgisi yoktu, üstelik hayli karışık konulardı. Ne çare ki, bu veremli, öfkeli adam ömründe ilk olarak eline geçen içini dökme fırsatını kaçıramazdı doğrusu. Sonraları anlattıklarına göre, Savcı, İvan Fyodoroviç'in kişiliğini çizerken hiç de insaflı davranmamıştı. Buna, karşılaştıkları bazı toplantılardaki tartışmalarda İvan Fyodoroviç'in onu mat etmesini, İppolit Kiriloviç'in de yenilgiyi unutamayarak öç isteğini sebep gösterenler vardı. Bunun ne derece doğru olduğunu bilemiyorum. Ne olursa olsun bu bir başlangıçtı. Sonradan Savcı daha derli toplu, konuyla daha ilgili konuşmaya başladı:
— Bu zamane babasının üçüncü oğluna geçelim. İşte karşımızda, sanık sandalyesinde oturuyor... Hayatı, yaptıkları, bütün marifetleri önümüzde: zamanı geldi, hepsi bir bir ortaya serildi. Bu, öbür iki kardeşinin tersine ne Avrupa düşkünü, ne aşırı halkçıdır. O, Rusya'yı olduğu gibi, tabii halinde temsil ediyor. Ama çok şükür ki, Rusya'nın bütününü değil, büyük kütlenin böyle olmasından Tanrı bizi korusun! Gene de anamız Ruseyuşka'nın kendine has kokusunu hemen sezinlemek mümkündür. Evet, biz kendimize benzeriz, biz iyilikle kötülüğün eşi bulunmaz bir alaşımıyız; biz kültürden, Schiller'den yanayız, ama meyhanelerde çıngarlı içki âlemleri yapıp sarhoş arkadaşlarımızın sakallarına dalmaktan da geri durmayız. Bizim de iyiliğin, güzelliğin tutkusuna kapıldığımız olur ama, bu ancak her işimiz yolunda, düzeninde gittiği zamana mahsustur. En yüce idealler uğruna kendimizi feda etmeye hazırız, evet, feda etmeye... Yalnız bunların elimize zahmetsizce, gökten zembille iner gibi geçmesi şarttır, bedavadan, tamamen karşılıksız olarak... Vermeyi zerre kadar sevmezsek de almaya —ne olursa olsun— bayılırız. Bize dünyanın çeşitli nimetlerini sunun (hem çeşitli olacak, aşağı kurtarmaz!), daima nabzımıza göre şerbet verin, o zaman biz de, size ne kadar iyi olabildiğimizi ispat ederiz. Açgözlü değiliz ya, gene de paraya karşı istekliyiz; hem çok, alabildiğine çok para olsun! Bu kadar paramız olunca nasıl eli açık olduğumuzu, "adi maden"i nasıl hor görerek sefahat âleminin bir gecesinde altından girip üstünden çıktığımızı göreceksiniz! Para veren olmazsa, istedikten sonra bulmasını bildiğimizi de gösteririz. Ama bundan daha sonra söz açacağız, sırayı bozmayalım. Şimdi o zavallı, yüzüstü bırakılmış, biraz önce, yazık ki, aslı yabancı olan saygıdeğer bir vatandaşımızın deyişiyle "arka avludaki, pabuçsuz" çocuğa dönelim. Tekrar ediyorum, sanığın savunmasında da beni en önde göreceksiniz! Ben hem savcıyım, hem savunucu! Biz de çocukluğun, aile yuvasının insan tabiatında yarattığı etkileri değerlendirebiliriz... Aradan zaman geçiyor, çocuk delikanlı, genç erkek, subay oluyor. Yaptığı taşkınlıklar, düello yüzünden koca Rusya'mızın sınırda, en ıssız köşelerinden birine gönderiliyor. Görevine devam ederken sefahatten de geri durmuyor. Yaşadığı hayata para dayandırmak mümkün değildir! Babasıyla hayli tartışmadan sonra altı binde uzlaşıyorlar: bunun, son altı bin olması şartıyla para gönderiliyor. Şuna da dikkat buyurun, sanık bir senet veriyor ve yazdığı bir mektupla geri kalan paradan vazgeçerek babasıyla miras davasının bu altı binle halledildiğini bildiriyor. Bulunduğu yerde karakteri ve kültürü yüksek bir genç kızla karşılaşıyor. Bu konuya ait ayrıntılara yeniden girmeye çekiniyorum. Az önce hepimizin gözleri önüne bir şeref ve fedakârlık tablosu serildi. Düşüncesiz, sefih bir gencin gerçek yüksek bir ruhun önünde eğilmesi bize son derece sevimli göründü. Ama hemen ardından aynı duruşma salonunda, hiç beklemezken bir de madalyonun ters tarafını gördük. Gene de bunun neden böyle olduğu üzerine tahminlerde bulunmak için cesaretim yok, tahlillerden de kaçınacağım. Ama böyle olması için elbette sebepler vardı. Nişanlısı, ne zamandır içinde sakladığı isyan gözyaşlarıyla kendisinin belki de ihtiyatsız, taşkın, ama iyilikçi, asil hareketi için herkesten önce onu bu gencin aşağıladığını söylüyor. Herkesten önce nişanlısının yüzünde alaylı bir gülümseme görmüş; oysa genç kız böyle bir küçümsemenin yalnız ondan gelmesine dayanamazdı. Sanık, nişanlısının ihanete varana kadar her şeye dayanacağından emin olduğu için aldatmıştı onu. Genç kız bunu bile bile ona üç bin ruble teklif ediyor, parayı verdiğini apaçık belli ediyor. Ayıplayan, deneyici bakışı sessizce, "Bakalım, bunu kabul edecek kadar hayasız mısın?" diyor ona... Erkek yüzüne bakıyor, düşüncelerini, huzurunuzda da açıkladığı gibi, bir bir anladığı halde verilen üç bini kabulleniyor ve yeni sevgilisiyle iki günde altından girip üstünden çıkıyor! Neye inanacağız şimdi? İlk masala, varını yoğunu başkasına feda ederek erdem önünde eğilen bir asalet hamlesine mi, yoksa madalyonun bu derece iğrenç olan tersine mi? Hayatta gerçek daima iki çelişmenin ara yerindedir, ama bu sefer hiç de öyle değil. İhtimal, birinci defa içten bir yücelikle hareket ederken ikincisinde de aynı derecede samimiyetle alçalmıştı. Sebep? Buna sadece tabiatındaki Karamazov'lara has sınırsızlığı sebep saymak gerektir; buna getiriyorum zaten. Bu tip insanların içinde her türlü çelişme yer bulabilir. Bir anda üstteki en yüce idealler sonsuzluğuyla dipteki en adi, çirkef dolu uçurumu seyredebilirler. Karamazov ailesini yakından inceleyen genç tanık Bay Rakitin'in demin açıkladığı parlak düşünceyi hatırlayalım: "Bu çeşit dizginsiz, alabildiğine taşkın tabiatlar için düşmenin alçaklığı en yüksek asalet duyguları kadar şiddetli ihtiyaçtır." Evet doğru, onlar bu tabii olmayan karışıma aralıksız ihtiyaç duyarlar. Evet efendim, aynı anda iki çelişme göklerin enginliği ve çirkef uçurumu; bunlar olmayınca bedbahtız, yaşamamızın tadı yok. Genişiz, anayurdumuz koca Rusya'mız gibi genişiz, içimize her şeyi sindirir, her şeyi barındırırız! Sayın jüri üyeleri, söz üç bin rubleye gelmişken burada müsaadenizle konunun biraz ilerisine geçeceğim. Düşününüz, bu adam parayı bu derece rezilleşerek ele geçirdikten sonra hemen o gün güya kendinde yarısını ayırabilecek güç buluyor: bezden bir keseye dikerek, çeşitli istek ve ihtiyaçlarına rağmen dokunmadan boynunda taşıyacak kadar irade gösterebiliyor. Ne meyhanelerde içki âlemlerinde, ne rakibi olan babasından sevgilisini kaçırmak için gerekli parayı arayıp şehirde kim bilir nerelere, kimlere başvururken boynundaki keseciğe el sürmemiş. Oysa sevgilisini bu kadar kıskandığı ihtiyardan kaçırmak için keseciğini açmalıydı. Evde yavuklusuna bekçilik edip "Seninim!" demesini beklemeli, sonra bu meşum havadan sıyırıp kaçırmalıydı onu. Ama öyle olmadı, koynundaki kutsal şeye dokunmadı: bahanesi de neydi? İlkin, söylediğimiz gibi, ona "Seninim, istediğin yere götür beni!" diyecekleri zaman elinde bunu yapacak imkânı olmalıydı. Ayrıca, bunu bastıran sanığın deyişiyle öbürünün yanında hiç kalan bir bahanesi daha var. Bu parayı üzerinde taşıdıkça, "Alçağım, ama hırsız değilim," diyor. "Çünkü her an, hakaret ettiğim nişanlıma giderek, hileyle kendime mal ettiğim paranın kalan kısmını önüne bırakıp, bak, paranın yarısını yedim, iradesiz, ahlaksız, hatta istersen, alçağın biriyim... (Sanığın sözlerini tekrarlıyorum) alçak, ama hırsız değilim, olsaydım kalan parayı da ilk yarısı gibi cebime atar getirmezdim! diyebilirdim." Ne garip bir açıklama! Ruh bakımından son derece zayıf olan bu adam üç binin çekiciliği karşısında bunca rezaleti kabullenmeye razıydı da, bir yandan da parayı hiç dokunmadan boynunda taşıyacak bir irade gösteriyor! Tahlile çalıştığımız karaktere uygun mu bu? Asla değil. Müsaadenizle size böyle bir halde, parayı gerçekten keseciğe dikmeye karar veren gerçek Dmitri Karamazov'un nasıl hareket edeceğini söyleyeyim. Bu paraya istek duyduğu ilk anda, mesela, paranın ilk yarısını birlikte yediği yeni sevgilisinin gönlünü yapmak için keseciği hemen sökecek, içinden ilk defa diyelim ki yüz ruble kadar alacaktı. Çünkü üç binin tastamam yarısını, bin beş yüzünü saklamak şart değildi, bin dört yüz de olabilirdi. Bununla da, "Bin dört yüz ruble getirdim. Alçaldım, ama hırsız değilim," denebilirdi. Bir süre sonra keseciğe yeniden el atacak, ikinci yüzlüğü çekecekti. Ardından üçüncüyü, dördüncüyü... Ayı bitirmeden sonuncu yüzlükten öncekini çekecekti. "Yüz ruble de götürsem aynı kapıya çıkar: alçağım, ama hırsız değilim; yirmi dokuz yüzlüğü üfürdümse de birini geri getirdim!" Ama o sondan öncekini de tüketince kalan yüzlüğe bir bakacak, "Şuncağızı götürmeye değer mi ki! Hadi onun da icabına bakalım!" deyiverecekti. Bizim bildiğimiz gerçek Karamazov böyle hareket ederdi. Kesecik masalı da gerçeğe o kadar aykırı ki, kuyruklu yalanın bundan sunturlusu olamaz. Akla sığacak gibi değil bu. Ama buna döneceğiz daha.
Savcı, ilk soruşturmanın mal yüzünden tartışmalarını, baba oğul aile münasebetlerine ait bilgileri sıraladı, bütün bunlardan miras bölüşmesinde kimden kime hak geçtiğini tespite imkân olmadığı sonucuna vardı. Sözü üç bin rublenin Mitya'nın kafasında bir sabit fikir halini alıp almadığını tespit için yapılan tıbbi muayeneye getirdi.
VII
Olayın Ardındaki Hikâye
— Bilirkişi hekimler bize sanığın akli melekelerine tam olarak sahip bulunmadığını ispata çalıştılar. Ben, aklı başında olduğu noktasında ısrar ediyorum. Ama işin kötüsü de bu: gerçekten aklını yitirmiş olsa belki de şimdikinden daha akıllı olurdu. Marazi halini ancak, güya sanığın babasının hileye saptığı o üç bin ruble konusunda kabul edebilirim. Sanığın bu paradan her söz açılıştaki taşkın öfkesi belki delilikten daha basit bir açıklama şekli bulabilir. Ben kendi hesabıma, genç doktorun, sanığın akli noksanlığı bulunmadığı, sadece sinirli, hiddetli olduğu yolundaki düşüncesine katılmaktayım. Bütün mesele de burada zaten: sanığın o sürekli ve aşırı hiddeti üç binden falan gelmiyordu, kızgınlığını körükleyen özel bir sebep vardı. Bu sebep, kıskançlıktı!
İppolit Kiriloviç sanığın Gruşenka'ya karşı meşum aşkını etraflı olarak açıkladı. Olayı anlatmaya, sanığın genç kadına (sanığın söyleyişiyle) "dayak atmaya gittiği halde", yenilgiye uğrayarak dizlerinin dibinde kaldığı noktadan başladı.
— Bu, bir aşkın doğuşuydu. Bu kadını aynı zamanda sanığın ihtiyar babası da görüyor. Garip ve kötü bir rastlantı; eskiden de görüp tanıdıkları bu kadına karşı ikisinin kalbinde de engel nedir bilmeyen Karamazov aşkı aynı anda doğuverir. Kadının bu konuda itirafı var elimizde: "Ben ikisiyle de alay ettim," diyor. Evet, durup dururken ikisiyle de alay etmeyi canı çekmiş... O zamana kadar aklından bile geçmezken birden esmiş, ikisini de dizlerinin dibine serivermiş. Paraya Tanrı gibi tapan ihtiyar, evine bir tek gelişi için üç bini gözden çıkarıyor, sonra da çılgınlığı aile adıyla birlikte varını yoğunu vermeyi büyük saadet saymaya kadar vardırıyor. Tek isteği, kadının nikâhlı karısı olmayı kabul etmesidir. Elimizde bunları doğrulayan sağlam deliller var. Sanığa gelince, yaşadığı facia önümüzde... Ama ne diyelim, bu da genç kadının "oyunuymuş..." Fındıkçı, zavallı delikanlıya umut bile vermemiş. Umuda, gerçek umuda, son anda, diz çökmüş rakibi olan babasının kanına bulanmış ellerini onu hırpalayan kadına uzattığı anda kavuşmuş; o durumda da yakalandı zaten. Tevkif sırasında bu kadın içten bir pişmanlıkla "Beni de, beni de beraber sürün, onu bu hale getiren benim; en büyük suçlu benim!" diye yakınıyordu. Bu davayı kaleme almayı üzerine alan kabiliyetli bir genç, demin bahsettiğim Bay Rakitin kısa, tipik birkaç çizgiyle bakınız bu kadının karakterini nasıl belirtiyor: "Erken bir hayal kırıklığı, erken aldatılma ve düşme; iğfal eden nişanlının terk edişi, sefalet, namuslu ailenin bedduası ve sonunda zengin bir ihtiyarın himayesine giriş... Kadın şimdi bile onu velinimeti saymaktadır. Belki çok iyi nitelikleri olan genç kalbi daha pek erken nefret kaplamış. Menfaatçı, para biriktirmeye hırslı, alaycı, topluma karşı kinci olmuş!" Bu karakterde bir kadının iki erkeği alaya alışının sadece oyun, kötü bir oyun olduğu kolayca anlaşılır. Sanığı hep o ayda, umutsuz aşkın, manevi düşüşün, nişanlıya ihanet ve şerefine emanet edilen paranın üstüne oturma ayında ayrıca dinmek bilmeyen bir kıskançlık da kudurtmaktadır; hem de kime, öz babasına karşı! İşin acı yanı, çılgın ihtiyar abayı yaktığı kadını oğlunun annesinden kalan mirastaki hakkı üç binle ayartıp baştan çıkarmaya çalışır. Evet, hak veriyorum, böyle bir duruma dayanmak imkânsızdı! İnsanın bilincini kaybetmesi işten değildir bu halde. Mesele parada değil, saadetinin iğrenç bir hayasızlıkla, tamamen kendine ait bir vasıta ile yıkılmaya çalışılmasında!
Daha sonra İppolit Kiriloviç, sanığın içinde babasını öldürme düşüncesinin yavaş yavaş nasıl doğduğuna geçti, bunu olaylarla belirtti.
— Başlangıçta sadece meyhanelerde avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz, tam bir ay boyunca bağırıyoruz. Doğrusu insanlara karışmayı, çevremize her şeyi, en kötü, en tehlikeli düşüncelerimizi bile açmayı severiz. İçimizdekini başkalarıyla paylaşmayı sever, başkalarının da sevgimize karşılık vermesini, kaygılarımızla, üzüntülerimizle ilgilenmesini, huyumuza suyumuza gitmesini isteriz. Bu olmazsa köpürür, bir meyhanenin altını üstüne getiririz. (Emekli yüzbaşı Snigirev hikâyesine geliyordu.) Sanığı olay içinde görüp duyanlar babası hakkında savurduğu tehditlerin ondaki azgınlıkla gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı.
Savcı burada ailenin manastırdaki toplanışını, Alyoşa ile konuşmaları, sanığın öğleden sonra babasının evine zorla girdiği, çirkin zorbalık sahnesini anlattı. Sonra,
— Sanığın o sahneye kadar babasını öldürmek için önceden tasarlanmış kesin bir planı olduğunu iddia edemem, diye devam etti. Gene de elimizde, böyle bir düşüncenin içinden birkaç kere geçtiğini, üzerinde durduğunu gösteren deliller, tanıklarımız ve sanığın itirafı da var. Şunu da açıklayayım ki, sayın jüri üyeleri, ben bugüne kadar cinayette tahammüt olup olmadığı konusunda tereddüt içindeydim. Böyle bir tasarıyı içinden birçok defa geçirmişti, ama ne uygulama zamanı, ne de bunu hangi şartlar altında yapacağı kesin olarak belirlenmişti. Ama tereddüdüm ancak bugüne, Bayan Verhovtzeva mahkemeye o uğursuz belgeyi verene kadar sürdü. "Bu bir plan, cinayetinin programı!" diye haykırışını siz de duydunuz baylar. Bayan Verhovtzeva bedbaht sanığın "sarhoş" mektubunu böyle adlandırıyor. Gerçekten, bütün plan ve tasarılar bu mektupta toplanmış. Cinayetten iki gün önce yazılan bu mektuptan sanığın korkunç tasarısını yerine getirişinden iki gün önce yemin ederek, ertesi gün bir yerden para bulamazsa, yastığının altındaki kırmızı kurdeleli para zarfını almak için babasını öldürmeye karar verdiğini, "tek İvan gitse" diye kardeşinin oradan uzaklaşmasını beklediğini kesin olarak biliyoruz artık. Dikkat ediyor musunuz: "Tek İvan gitse..." Şu halde her şey düşünülmüş, tasarlanmıştır; zaten olayların seyri de tasarısına uyar şekildedir. Sanık imzasını inkâr etmiyor. Mektubu sarhoşken yazdığı söylenebilir; gene de bu hiçbir şeyi değiştirmez. Hatta ayıkken düşündüklerini sarhoşluğunda kâğıda döktüğü şeklinde yorumlanırsa önemi büsbütün artar. Ayıkken tasarlamamış olsa sarhoşluğunda yazamazdı. "Meyhanelerde gevezelik ederek niyetini neden açıklamış?" diyenler çıkacaktır. Bu işi yapanın sesi çıkmaz, içinde saklar her şeyi. Doğru, ama o, henüz plan, tasarı kurarken düşünceleri istek halinde, yeni yeni olgunlaşırken avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Sonraları sesini kısmaya başladı. Mektubu yazdığı gece, Başkent Lokantası'nda içerken her zamankinin tersine durgun ve sessizdi, bilardo oynamıyor, bir kenara çekilmiş kimseyle konuşmuyordu. Sadece tüccarlardan birinin tezgâhtarını yerinden kovalamış, ama bunu adeta farkına varmadan, içkili yerlere girer girmez çıngar çıkarma alışkanlığıyla yapmıştı. Gerçi kesin kararını verdikten sonra şehirde, şurada burada fazla gevezelik ettiğini, tasarladığı şeyi yaptıktan sonra boşboğazlığının onu ele verebileceğini düşünmüştü. Ama olan olmuş, iş işten geçmişti; şimdiye kadar tökezlemeden gitmişti, bundan ötesi Allah kerimdi! Yıldızımıza güveniyorduk, baylar! Şunu da açıklamak zorundayım ki, meşum anı yaşamamak, bu işi kanla bitirmemek için büyük çaba göstermişti. Kendine has yazış tarzıyla, "Yarın rasgele para isteyeceğim, vermezlerse kan dökülecek..." diyor. Sarhoş haliyle yazdığını ayıkken harfi harfine yerine getirdi.
Daha sonra İppolit Kiriloviç, Mitya'nın cinayet işlemeden önce para bulmak için çabalarını bir bir anlatmaya başladı. Samsonov'da olan biteni, Lyagavıy'a gidişini, hepsini belgelere dayanarak anlattı.
— Yorgun argın, alaya alınmış, bu yolculuğu yapmak için saatini satarak (hem de güya, evet güya üzerinde bin beş yüz ruble taşırken) şehirde bıraktığı sevdiği kadının o yokken Fyodor Pavloviç'e gideceği düşüncesiyle kıskançlıktan kıvrana kıvrana sonunda şehre döndü. Tanrıya şükür, sevgilisi Fyodor Pavloviç'e gitmemişti. Bu defa onu kendi eliyle koruyucu Samsonov'un evine bırakıyor. Garibi şu ki, Samsonov'a karşı kıskançlığımız yok; bu işin psikolojik yönünün en tipik özelliği de bu! Daha sonra "arkada"ki gözleme yerine koşuyor, orada Smerdyakov'u sara tuttuğunu, öbür uşağın hastalandığını öğreniyor. Hareket alanı serbesttir, mahut işaretler de elinde olduğuna göre, fırsat bu fırsat! Gene de isteğine karşı koymaya çalışıyor; hepimizin çok saydığımız, bir süre için aramızda bulunan Bayan Hohlakova'ya gidiyor. Haline çoktandır acıyan bu bayan gayet yerinde, son derece akıllıca öğüt veriyor: sefahatini, uygunsuz aşkını, meyhane âlemlerini, gençlik gücünü boşa harcamayı bırakıp Sibirya'ya altın aramaya gitmesini salık veriyor. "Taşan gücünüz, maceraya susamış romantik tabiatınız orada yatışır," diyor.
Savcı, konuşmanın Hohlakova'da yarattığı sonucu anlattıktan sonra sözü sanığın, Gruşenka'nın Samsonov'da olmadığını öğrenince, kadının onu aldatarak Fyodor Pavloviç'e gittiği düşüncesiyle geçirdiği kıskançlık buhranına getirdi. Kötü bir rastlantı üzerinde dikkatle durarak,
— Hizmetçi kız ona, yavuklusunun Mokroye'de "ilk göz ağrısıyla" olduğunu söyleseydi bir şey olmazdı. Fakat kızcağız korkudan şaşkına döndü, yemini basmaya başladı; sanığın onu o anda haklamamasını, kendisine ihanet eden sevgilisinin peşinden soluksuz yetişmeye çalışmasına vermeliyiz. Ama dikkat buyurun: hiddetten kendini kaybettiği halde pirinç havanelini almayı unutmamıştır. Neden havaneli de, doğru dürüst bir silah değil? Öyle ya, bir aydır kafamızda sadece bu vardı, hazırlıklar yapıyorduk. Tabii, silah olarak kullanılabilecek bir şey görür görmez üzerine atıldık... Buna benzer bir nesnenin silah vazifesi görebileceğini tam bir aydır tasarlıyorduk. Böylece melun havanelini isteği dışında, şuursuz olarak kapmamıştır o. İşte şimdi babasının bahçesinde; meydan onun, tanık yok, ıssız gece, karanlık ve alabildiğine kıskançlık... Sevgilisinin belki de o anda rakibinin kolları arasında onunla alay ettiği şüphesi soluğunu kesiyor. Şüphe de değil, şüphenin sözü mü olur artık; yalan, aldatma gün gibi açık. İşte o odada, aydınlık odada, paravananın arkasında! Bedbaht adam pencereye seğirterek gayet efendice içeri bakıyor, sonra boyun eğerek, elinden kaza çıkmasın diye usul usul uzaklaşıyor oradan... Bizi buna inandırmaya çalışıyorlar, sanığın tabiatını, içinde bulunduğu ruh halini bilen bizleri! Olaylar bize sanığın ruh halini açıkça gösteriyor; hele "işaretler" de elindeyken içeri dalmaması mümkün müydü?
"İşaret" konusuna gelince İppolit Kiriloviç bir süre suçlamayı bıraktı, sözü Smerdyakov'a getirdi. Bu konuyu ele almayı Smerdyakov üzerindeki şüpheleri dağıtmak için gerekli saymıştı. Bunu o kadar canla başla yaptı ki, hepsi Savcının bu düşünceyi umursamaz göründüğü halde üzerinde epey durduğunu anladılar.
VIII
Smerdyakov Konusu
— Böyle bir şüphe nereden çıktı? sorusuyla söze başladı İppolit Kiriloviç. Öldürenin Smerdyakov olduğunu ilk bağıran, tevkif edildiği sırada bizzat sanık olmuştu. Gene de ilk andan duruşmanın şu safhasına kadar suçlamayı doğrulayacak tek bir delil, hatta delile benzer akla uygun tek bir durum gösteremedi. Bu suçlamayı ancak sanığın iki kardeşiyle Bayan Svetlova doğruluyor. Fakat sanığın ortanca kardeşi şüphesini yalnız bugün, hastayken, tam bir akıl dengesizliği, humma buhranı içindeyken açıklıyor. Geçmiş iki ay süresince ağabeyinin suçluluğunu kabul ettiğini kesin olarak biliyoruz, bunu yanıltmaya çalışacak en ufak bir çabası yoktu. Ama bu noktaya bir kere daha döneceğiz. Sanığın küçük kardeşi demin, Smerdyakov'un suçluluğuna dair elinde hiçbir delil bulunmadığını, bunu sırf sanığın sözlerine ve "yüzündeki anlam"a dayanarak ileri sürdüğünü kendisi söyledi. Evet, bunu iki defa tekrarladı bize sanığın kardeşi. Bayan Svetlova onu da bastırdı: "Sanık size ne derse inanın; yalan söyleyecek adam değildir o..." Sanığın durumuyla çok yakından ilgili bu üç kişinin Smerdyakov'a karşı bütün delilleri bundan ibaret. Smerdyakov'dan şüphelenilmesi ne derece yerindedir; onun böyle bir cinayeti işlemiş olması düşünülebilir mi?
İppolit Kiriloviç, "delilik buhranında" hayatına kıyan Smerdyakov'un karakterini birkaç çizgiyle belirtmeyi gerekli saydı.
— Bu aklı kıt, derme çatma bir şeyler okumuş adamın zihni ona telkin edilen bazı felsefi düşüncelerle büsbütün karışmıştı. Ölen efendisi, belki de babası Fyodor Pavloviç'in derbeder yaşayışında kendisine düşen bazı ödevler üzerine yepyeni görüşler, efendisinin ortanca oğluyla çeşitli, oldukça tuhaf felsefi konuşmalar onu allak bullak etmişti. İvan Fyodoroviç, belki can sıkıntısından ya da daha oyalayıcı bir uğraş bulamadığı için, alay etmek ihtiyacıyla Smerdyakov'la adeta istekle konuşurdu. Efendisinin evinde bulunduğu son günlerdeki ruh halinden kendisi bahsetmişti bana. Ama buna başkaları da tanıklık ediyor: bizzat sanık, kardeşi, hatta uşak Grigori... Yani onu yakından tanıyanların hepsi... Sarası yüzünden Smerdyakov "tavuk gibi ödlekti..." "Yere kapanarak ayaklarımı öperdi..." Sanık, bu gibi açıklamaların lehine olmayacağını henüz kavrayamadığı zamanda söylemişti bunu bize. Kendine has bir dille, "Saralı tavuk," derdi Smerdyakov için. Sanık onu sırdaş olarak seçiyor (bunu da kendisi söyledi) ve öylesine korkutuyor ki, adamcağız ona casusluk, gammazlık etmeye razı oluyor sonunda. Böylece efendisine ihanet ediyor: sanığa para zarfının yerini ve beyin yanına gitmek için gerekli işaretleri anlatıyor. Başka çaresi de yoktur! Soruşturmada, ödünü patlatan eziyetçisinin tevkif edildiğini, ona bundan sonra bir şey yapamayacağını bildiği halde karşımızda tir tir titreyerek, "Öldürecekti Dmitri Fyodoroviç beni, mutlaka öldürecekti!" diyordu. "Her an benden şüpheleniyordu. Korkudan karşısında suçsuzluğumu gösterip canımı kurtarmak için, tek fazla öfkelenmesin diye, her bildiğimi açıyordum..." Smerdyakov'un ağzından çıktığı gibi not ettim sözlerini: "Bana bağırmaya başladı mı ayaklarına kapanırdım..." Yaratılıştan dürüst bir delikanlı olduğu için efendisinin güvenini kazanmıştı. Fyodor Pavloviç, Smerdyakov'un ne kadar namuslu olduğunu düşürdüğü parayı ona geri verdiği zaman anlamıştı. Velinimetine son derece bağlı olan zavallı Smerdyakov, efendisine ihaneti yüzünden kim bilir nasıl bir pişmanlık içindeydi? En büyük ruh doktorlarının müşahedelerine göre, saralılarda kendilerini suçlandırma bir tutkunluk halindedir. Bir şeye, bir kimseye karşı suçlulukları yüzünden ölçüsüz bir suçu büyütürler ya da yoktan suçlar, cinayetler yüklenirler. Smerdyakov da korku, tehdit yüzünden gerçekten suçlu oluyor. Ayrıca, gözü önünde geçen olayların gitgide kötü bir sonuca doğru gittiğini görüyor. Fyodor Pavloviç'in ikinci oğlu İvan Fyodoroviç felakete pek yakın günlerde Moskova'ya giderken Smerdyakov ona vazgeçmesi için yalvarmış, ama her zamanki tabansızlığı yüzünden korku ve kuşkularının sebeplerini kesin bir şekilde açıklamamış, birtakım imalarla yetinmiş, bunları da anlayan çıkmamış. Şunu söyleyelim ki, Smerdyakov, İvan Fyodoroviç'i kendine göre bir korunma aracı, bir çeşit sigorta sanıyordu. O evdeyken hiçbir felaket olamazdı. Dmitri Karamazov'un "sarhoş" mektubundaki "İvan gitse, öldüreceğim ihtiyarı..." sözlerini hatırlayın. Şu halde İvan Fyodoroviç'in varlığı herkes için evde bir huzur, nizam garantisiydi. O gidince, Smerdyakov hemen bir saat sonra sara nöbetine yakalandı. Bunu pek tabii saymak gerekir. Korku ve umutsuzlukla ezilen Smerdyakov son günlerde sara nöbetinin yaklaştığını zaten hissediyordu. Eskiden de iç sarsıntıları, büyük kederler geçirince bu başına geliyordu. Buhranın geleceği gün ve saat kesin olarak bilinmemekle beraber nöbete yakalanacağını önceden kestirebilir. Bunu tıp da kabul ediyor. İvan Fyodoroviç evden ayrılır ayrılmaz, Smerdyakov adeta öksüzleşiyor, kendini kolu kanadı kırılmış hissediyor... Mahzene inerken kafasından, "Acaba nöbet gelir mi, gelmez mi? Ya şimdi burada geliverirse?" diye geçmektedir. Bu kuşkulu, sıkıntılı hava içinde sara nöbetlerinde öteden beri olduğu gibi bir yumru boğazını tıkıyor, Smerdyakov kendinden geçerek yuvarlana tekerlene mahzenin dibine düşüyor. Bu çok tabii kazada şüpheyi çeker bir hal, hastalığın taklit olduğunu belirten işaret görenler var! Ama bunu mahsus yapmışsa, hemen karşımıza çıkan bir soru var: sebep? Neyi hesaplayarak, ne maksatla? Tıp bilgisini bir yana bırakıyorum; bilimin yalan söylediğini, doktorların gerçeği düzmeceden ayırt edemediğini kabul ediyorum. Ama şu sorumu cevaplayın lütfen: yalandan böyle bir şey yapmasının sebebi ne olabilir? Cinayeti tasarlarken bu buhranla evdekilerin dikkatini çekmek için mi? Bakın sayın jüri üyeleri, Fyodor Pavloviç'in evine cinayet gecesi beş kişi girip çıkmıştı: ilkin Fyodor Pavloviç kendisi, ikincisi, az kalsın o da bir cinayete kurban gidecek olan uşağı Grigori, üçüncü olarak Grigori'nin karısı Marfa İgnatyevna girmişti, ama onu efendisinin katili olarak düşünmek bile insana utanç veriyor. Geriye iki kişi kalıyor: sanıkla Smerdyakov. Sanığın katil olmadığı iddiasına göre, Fyodor Pavloviç'i Smerdyakov'un öldürmesi gerekir. Başka şık yok, başka bir katil bulmak mümkün değil... Demek dün intihar eden zavallı meczuba yapılan bu "kurnazca", olağanüstü suçlamanın dayanak noktası da bu! Sadece başkasını bulmak mümkün olmadığı için. Şüphelenecek altıncı bir kişi olsa, eminim, sanık Smerdyakov'dan bahsetmeye utanır, o altıncı kimseyi gösterirdi, çünkü Smerdyakov'u cinayetle suçlamak saçmalıktan başka bir şey değildir. Baylar, bırakalım şu psikolojiyi, tıbbı, hatta sağduyuyu da; sadece olaylarla ilgilenelim, olayların bize ne gösterdiğine bakalım. Smerdyakov öldürmüştür, ama nasıl? Yalnız başına mı, sanıkla birlikte mi? İlkin, Smerdyakov'un cinayeti tek başına işlemiş olması ihtimalini ele alalım. Bunu elbette bir maksatla, bir çıkar gözeterek yapmıştır. Sanığımızı tahrik eden kin, kıskançlık gibi sebepler Smerdyakov için düşünülemeyeceğine göre, o bu cinayeti para için işlemiş olabilirdi; zarfa koyarken gördüğü efendisinin üç binini almak için... Sonra da aklında cinayet işlemek olduğu halde gidip başka birisine, hem de bu işle gayet yakından ilgilenen sanığa, paraya ve kapı işaretlerine ait ne biliyorsa açıklar: zarfın nerede olduğunu, üzerinde ne yazıldığını, neyle bağlandığını; en önemlisi, beyin yanına girmeye yarayan "işaretler"i bir bir anlatır. Kendisini ele vermek için mi yapar bunu? Yoksa parayla zarfı ele geçirmek için bir rakip peşinde midir? Ama bana diyecekler ki, korkusundan söylemiştir bunları. Olacak iş mi bu? Bu kadar küstahça, canavarca bir plan kurup gerçekleştirecek bir kimse dünyada kendinden başkasının bilmediği, söylemese, sonsuzluğa kadar kimsenin ruhunun duymayacağı bilgileri açıklar mı? İlle bir havadis vermek zorundaysa yalan söyler, uydururdu bir şeyler, ama gene de bunları açıklamazdı. Tekrar ediyorum, sadece para işini açmadan öldürüp zarfı cebine atmış olsaydı, hiç olmazsa hırsızlık kastıyla cinayet işlediği öne sürülemezdi; çünkü bu parayı ondan başka gören, evde varlığını bilen yoktu. Cinayet ona ancak başka bir sebeple yüklenebilirdi. Fakat şimdiye kadar öyle bir sebep gören de olmamıştı: Efendisi onu seviyor, güven duyuyordu. Bu durumda zan altında kalacak son kimse o olacaktı. Daha başlangıçta böyle bir suçu işlemek için sebepleri olan, bunları sakınmadan, bağıra bağıra ilan eden öldürülenin oğlu Dmitri Fyodoroviç akla gelecekti. Smerdyakov, efendisini öldürerek soyacak, öldürülenin oğlu suçlanacaktı; katil Smerdyakov daha ne isterdi! Ama cinayeti tasarlayan Smerdyakov bunu yapmadan önce para, zarf ve işaretler meselesini oğula anlatıyor, akla sığar mı bu? Smerdyakov'un tasarladığı cinayet günü geliyor, sara nöbeti taklidiyle bodruma yuvarlanıyor; ne diye? İlkin uşak Grigori, Smerdyakov'un buhranı yüzünden yapmayı tasarladığı tedaviden vazgeçerek ev bekçiliğine baksın diye... Ayrıca, güvendiği gözcüsünün yokluğunu gören bey, oğlunun baskınından korkarak korunma tedbirlerini artıracaktı. En önemlisi de, Smerdyakov geçirdiği buhrandan bitkin halde, her gece yalnız başına yattığı, ayrı girişi çıkışı bulunan mutfağa yatırılmayacaktı. Sara nöbetlerinden sonra onu öteden beri, beyin ve pek merhametli Marfa İgnatyevna'nın kararıyla kulübenin öbür ucunda Grigori'lerin odasında ve karı kocanın yatağından üç adım ötede bir bölmeye yatırırlardı. Orada yattığı yerde hasta taklidini daha iyi yapabilmek için boyuna inleyerek karı kocayı bütün gece uyutmayacaktı. (Grigori ile karısının tanıklığından böyle anlaşılmıştı.) Bütün bunları daha sonra rahatça kalkıp efendisini öldürmek için mi yapıyor? Hasta taklidini şüpheyi kendinden uzaklaştırmak için yaptığını söyleyenler olacak. Parayı, işaretleri sanığı kışkırtmak için —o gelsin öldürsün diye— haber vermiş olabilir... Öldürüp parayla beraber giderken, belki gürültü patırtı çıkarıp, tanıklık edecek kimseleri uyandıracak. İşte Smerdyakov da o zaman kalkıp oraya gidecek; gidip de ne yapacak? Efendisini ikinci defa öldürüp artık gitmiş parayı ikinci defa almak için mi? Gülüyorsunuz baylar, değil mi? Böyle ihtimallere yer vermek zorunda kaldığım için utanıyorum, ama ne yaparsınız, sanığın iddiası bu! "Ben Grigori'yi yere yıktım, gürültü ederek evden çıktım. Ondan sonra Smerdyakov kalkmış, oraya giderek babamı öldürüp soymuş..." Ne dersiniz buna? Her şey bir yana, Smerdyakov bütün bunların olacağını peşin peşin, eliyle koymuş gibi nereden bilebilmişti acaba? Hiddetten gözü kararmış oğulun giriş işaretlerini filan hep bildiği halde sadece pencereden içeri saygıyla bakıp, ganimeti Smerdyakov'a bırakarak gerisin geriye döneceği nasıl akla gelebilir? Ciddi olarak soruyorum baylar: Smerdyakov'un suçu işlediği anı gösterebilir misiniz bana? Bunsuz suçlamaya imkân yoktur. Belki sara nöbeti yapmacık değil, gerçekti. Hasta birden ayılıp bir çığlık duyuyor, dışarı çıkıyor, sonra? "Gidip vurayım beyi," diyor. Peki, o ana kadar baygın yattığı halde orada olan biteni nasıl öğreniyor? Yo baylar, hayalciliğin de bir sınırı olmalı. Belki daha da derine dalmak taraflısı olanlar, "Ya ikisinin arasında bir anlaşma varsa, birlikte öldürüp parayı paylaşmışlarsa?" diye düşünebilirler. Evet, gerçekten dikkate değer bir şüphe. Biri bütün işi üzerine alarak cinayet işliyor, suç ortağı sara taklidi yaparak sırtüstü yatıyor, herkesi, efendisini, Grigori'yi telaşa vermek için tabii... Güzel ama, iki suç ortağının böyle çılgınca bir plana başvurmalarının sebebi ne olabilir? Belki de Smerdyakov bu işte sadece pasif bir rol oynamıştı. Korkutulduğu için yalnızca cinayete engel olmamayı kabul etmiş, ama efendisinin öldürülmesine imdat çağırmadan, karşı koymadan razı olmakla suçlu sayılacağını tahmin ederek Dmitri Karamazov'dan önceden, cinayet işlenirken sara nöbeti geçiriyormuş gibi yatakta kalması için izin istemişti: "Sen bildiğin gibi vur, kes ama beni bu işe karıştırma..." gibilerden. Böyle de olsa, sara buhranı evde epey telaş uyandıracaktı, Dmitri Karamazov bunu kolay kolay göze alamazdı. Diyelim ki razı olmuştur; o zaman gene katilin doğrudan doğruya Dmitri Karamazov olduğu ortaya çıkıyor. Smerdyakov sadece kendi halinde bir suç ortağı, hatta suç ortağı da değil, korkudan, isteği dışında olanlara göz yuman bir kukladan ibaret oluyor. Gerçek bu olsaydı, mahkemenin bu durumu fark etmemesine imkân yoktu. Oysa ne görüyoruz? Sanık tevkif edilir edilmez hemen her şeyi Smerdyakov'un üstüne atıyor, yalnız onu suçluyor. Suç ortağı olarak değil, doğrudan doğruya, tek suçlu olarak. Güya yalnız başına yapmış; vurmuş, soymuş, hepsi onun marifetiymiş! Ortakların ilk adımdan birbirlerine suç yıkması garip değil mi? Hem de bunun Karamazov için ne büyük bir tehlike gizlediğine dikkat buyurun: baş katil o, öteki önemsiz yardakçı, kulübenin bir bölmesinde kendi başına yatarken şimdi bütün suç omuzlarına yükleniyor. Öyle ama, ya o, yatan, kızar da kendini korumak için gerçeği, yani "Bulaştık ama öldüren ben değilim; korku belası göz yumdum," deyiverirse? Smerdyakov da mahkemenin suçluluğunun derecesini derhal anlayacağını, cezasının, bütün suçu üstüne atmak isteyen gerçek suçlununkinden çok daha önemsiz olacağını kestirebilirdi. O zaman ister istemez itiraf edecekti. Oysa böyle bir şey olmadı. Smerdyakov, katil onu kesin olarak suçladığı, durmadan cinayeti tek başına onun işlediğini ileri sürdüğü halde aralarında ortaklığa dair tek bir söz söylememişti. Ayrıca, Smerdyakov soruşturmada, parayla zarfı ve işaretleri sanığa açıklayanın kendisi olduğunu, onsuz bir şey öğrenemeyeceğini söylemişti. Gerçekten, Dmitri Karamazov'la birlik ve suçlu olsaydı, sanığa verdiği bilgiyi soruşturmada böyle kolayca ortaya döker miydi? Tersine, inkâra saparak olayları değiştirmeye, önemini azaltmaya çalışırdı. Smerdyakov bunların hiçbirini yapmadı. Bunu ancak suçsuz, ortaklıkla suçlanmaktan korkmayan biri yapabilir. Sonunda, saranın verdiği marazi bir hayalcilik içinde kendini bu feci olayın etkisinden kurtaramayarak canına kıydı. Kendini asarken birkaç kelimelik bir mektup da bıraktı. Kendine has bir tarzda, "Kendi irade ve isteğimle hayatıma son veriyorum..." diye yazmıştı. Mektubuna, "Katil Karamazov değil, benim," diye ekleyebilirdi. Eklemedi, vicdanı ancak bu noktaya kadar mı rıza gösteriyor? Buraya, mahkemeye bir miktar para, üç bin ruble getirdiler. "Maddi deliller masasındaki zarftaydı bu para. Bunu dün Smerdyakov verdi bana..." dediler. Sayın jüri üyeleri, deminki acıklı manzarayı unutmadınız tabii. Olanları tekrarlayacak değilim. Yalnız bir iki noktayı hatırlatmaktan kendimi alamayacağım; bunlar en önemsiz gibi görünen, bu yüzden de kolayca akıldan çıkabilecek bazı ayrıntılar... İlkin, diyelim ki Smerdyakov parayı vicdan azabı duyarak vermiş ve kendini asmış. (Vicdan azabı olmasa parayı vermezdi.) Şüphesiz, İvan Karamazov'a, işlediği cinayeti dün gece ilk olarak açıklıyordu; İvan Karamazov da bunu doğruluyor. Aksi halde bu zamana kadar durumu açıklaması gerekirdi. Smerdyakov'un itirafta bulunduğunu kabul ettiğimize göre, suçsuz sanığın ertesi gün mahkeme huzuruna çıkacağını bildiği halde Smerdyakov niçin son mektubunda bize gerçeği olduğu gibi yazmamıştır? Paranın yalnız başına yeter delil olamayacağı gün gibi açık. Mesela ben ve bu salonda bulunan daha iki kişi bir tesadüfle iki hafta önce bir olay öğrenmiştik: İvan Fyodoroviç Karamazov eyalet merkezine bozdurmak üzere yüzde beş faizli beş bin rublelik iki tahvil göndermiş. Demek istiyorum ki, gerekince istenilen bir parayı bulmak daima mümkündür, getirilen üç bin rublenin de bir çekmeceden mi, yoksa bir zarftan mı alındığı yüzde yüz ispat edilemez. Ayrıca, İvan Karamazov dün, gerçek katilden böyle önemli bir açıklamayı duyunca neden hiç telaşlanmıyor? Neden hemen, sıcağı sıcağına haber vermiyor? Sabaha kadar bırakmasının sebebi ne? Bütün bunları açıklamak güç değildir sanırım. Bir haftadır sağlığı iyice bozulmuş, doktorla yakınlarına birtakım hayaller gördüğünü, ölülerle karşılaştığını kendisi söylemişti, sonunda hastalıktan kendini kurtaramadı... Smerdyakov'un ani ölümünü duyunca birden şöyle düşünüyor: "Adam öldü nasıl olsa, suçu ona atarsam ağabeyimi kurtarırım. Param da var. Bir deste götürür, Smerdyakov'un ölürken verdiğini söylerim..." Diyeceksiniz ki, bu bir şerefsizlik, ölüye iftira etmek, kardeşi kurtarmak niyetiyle bile şerefsizliktir. Orası öyle ama, ya bunu bilinçsizce, gerçekten böyle olduğunu sanarak, uşağın ani ölümüyle aklını tamamen yitirdikten sonra düşünmüşse? Deminki sahneyi, adamın durumunu gördünüz. Karşınızda durmuş konuşuyordu, ama aklı neredeydi acaba? Hasta tanığın ifadesini bir belge, sanığın cinayeti işlemeden iki gün önce Bayan Verhovtzeva'ya yazdığı mektup takip etti. İçinde işlediği cinayetin ayrıntılı planı yazılıydı. Şu halde bizim bu planı ve hazırlayanları aramamıza ne gerek var? Her şey bu programa göre yapıldı, yapan da planı hazırlayandan başkası değildi. Evet, sayın jüri üyeleri, her şey "kitapta yazıldığı gibi" olmuştur. Biz de, babamızın penceresinden, hele yavuklumuzun içerde olduğuna kesin şekilde inandıktan sonra saygılı, ürkek bir biçimde bir bakıp geri çekilmedik, asla! Yo, manasız, gerçeğe aykırı bu. Sanık içeri girip işini bitiriverdi. İhtimal, bu hiddet anında, düşmanı ve rakibinin yüzünü görür görmez vurdu onu. Pirinç havanelini kaldırdığı gibi babasının başına indirdi; ardından, dikkatli bir aramadan sonra kadının orada olmadığına iyice inanınca, elini yastığın altına sokarak para zarfını çekmeyi ihmal etmedi. Maddi deliller masasındaki şu yırtık zarf işte... Bunları, bence son derece tipik bir nokta üzerine dikkatinizi çekmek için söylüyorum. Tecrübeli ya da maksadı sadece hırsızlık olan bir katil, zarfı yerde, ölenin yanı başında, sonradan buldukları gibi bırakır mıydı hiç? Cinayeti, hırsızlık kastıyla Smerdyakov işlemiş olsa, içinde para olduğunu yüzde yüz bildiği için zarfı kurbanının başucunda açmak zahmetine girmezdi. Para zarfa onun yanında konulup kapatılmıştı. Paketi olduğu gibi beraber götürse, hırsızlık olup olmadığı bile bilinemeyecekti. Şimdi sorarım size, sayın jüri üyeleri, böyle davranır mıydı Smerdyakov, zarfı yerde bırakır mıydı? Hayır, bu ancak bilincini kaybetmiş, ne yaptığını bilmeyen bir katilin, hırsız olmayan, şimdiye kadar bir şey çalmamış, hatta şimdi bile bunu hırsız gibi değil, kendine ait bir malı alır gibi alan birisinin işiydi. Dmitri Karamazov'un üç bin hakkında sabit fikir haline gelmiş düşüncesi böyleydi. Zarfı eline geçirince, bunu ilk olarak gördüğü için, para olup olmadığını anlamak maksadıyla yırtar, parayla birlikte kaçar. Yerde bıraktığı zarfın, suçunun en büyük delili olduğunu aklından bile geçirmez. Çünkü bu Karamazov'dur, Smerdyakov değil. Düşünmemiş, kestirememiştir; düşünecek halde de değildir zaten. Kaçarken peşine düşen uşağın çığlığını duyuyor, uşak onu yakalayıp durduruyor ve o anda yediği havaneli darbesiyle yere yığılıyor... Sanık ona acıdığı için duvardan aşağıya atlıyor. Düşünün, uşağın yanına merhametinden, "Bir yardımım dokunabilir mi?" diye gittiğini ispata çalışıyor bize! Merhamet gösterileri yapacak zaman mıydı? Yaralının yanına koşmasının tek sebebi, cinayetin biricik tanığının sağ olup olmadığını anlamak içindi. Başka herhangi bir duygu, bir sebep akla sığmaz. Şuna dikkat edin, Grigori'yle uğraşırken yaralının başını mendiliyle siliyor, öldüğünü sanarak kanları bulaşmış halde, şaşkın şaşkın gene sevgilisinin evine koşuyor. Kanlar içinde olduğunu, bu yüzden hemen yakalanacağını nasıl düşünemiyor? Fakat sanık, üzerindeki kanların farkında olmadığını söylüyor; mümkündür bu, suçluların cinayet anında sık sık başına gelir. İlkin kurnazca bir hesap, sonradan da düşünce kıtlığı... Zaten o anda yavuklusunun nerede olduğundan başka düşüncesi yoktu. Nerede olduğunu bir an önce öğrenmek için evine koşuyor, orada hiç beklenmedik, olağanüstü bir haber alıyor: Sevgilisi, "ilk gözağrısı"nın yanına, Mokroye'ye gitmiştir!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro