Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dördüncü Bölüm -6

IX
Şeytan. İvan Fyodoroviç'in Kâbusu

Doktor değilim ama, okuyucuya İvan Fyodoroviç'in hastalığının özelliği hakkında birkaç söz söylememin zamanı geldiğini vazgeçilmez bir zorunluluk olarak hissediyorum. Biraz acele davranarak şu kadarını söyleyeyim ki, epeydir hastalıkla güçlü bir çarpışmaya girişmiş, bu yüzden de hayli sarsılmıştı, o gece şiddetli bir humma buhranının etkisindeydi. Tıptan hiç anlamadığım halde, İvan Fyodoroviç'in olağanüstü bir azimle hastalığını tamamen yenme isteğinin yatağa düşmesini bir süre geri bıraktırdığını ileri sürmek cesaretini göstereceğim. Rahatsız olduğunu hissediyor, gene de böyle bir zamanda, hayatının bu sayılı anında, "kendine karşı temize çıkmak" için olanca mertliğiyle gerekeni söylemek zorundayken hastalığa karşı adeta isyan bayrağı açıyordu. Bununla beraber, Katerina İvanovna'nın, önceden söz açtığım kendine göre bir düşünceyle Moskova'dan getirttiği yeni doktora gitti bir kere. Doktor dinledikten ve muayene ettikten sonra onda bir çeşit beyin rahatsızlığı bulmuş, bu yüzden İvan'ın yaptığı bir açıklamaya hiç şaşmamıştı. "Bugünkü durumunuzda hayal görmek normal sayılmalıdır," dedi doktor. "Gene de bunları kontrole almak gerekir. Esasen vakit kaybetmeden tedaviye başlamalısınız, aksi halde durum kötüleşir."

Fakat İvan Fyodoroviç doktordan çıkınca öğüdünü kulak arkasına atmış, tedaviye yanaşmamıştı. "Gücüm yettiği kadar ayakta duracağım, yatağa düşersem başka... O zaman kim isterse tedavi eder!" diye omuz silkiyordu.

Şimdi de oturduğu yerde sayıkladığını kendi de fark ediyor, dediğim gibi, karşıki sedirde gördüğü bir nesneden gözlerini ayıramıyordu. Birisi oturuyordu orada... nasıl girdiğini Tanrı bilirdi, çünkü İvan Fyodoroviç, Smerdyakov'dan döndüğü zaman odada kimse yoktu.

Bir bay, daha doğrusu belirli tipte bir Rus centilmeniydi bu. Yaşı geçkince, Fransızların deyişiyle qui frisait la cin-
quantaine idi. Oldukça uzun, hâlâ gür saçları ve sivri sakalı henüz pek kırlaşmamıştı. Sırtındaki kahverengi ceketin en iyi terzi elinden çıktığı belliydi, ancak hayli eskimişti; aşağı yukarı iki üç yıl önce dikilmiş göründüğü için modası geçmişti. Yüksek muhitin varlıklı erkekleri, iki yıl var ki, bunları giymiyorlardı. Gömleği, eşarp biçiminde kravatı şık geçinen bütün centilmenlerinkinden farksızdı. Yalnız, yakından bakılınca gömleğinin kirlice, geniş eşarbının da hayli eski olduğu anlaşılıyordu. Misafirin damalı pantolonu üzerine hokka gibi oturmuştu, ama rengi fazla açık ve zamana göre giyilmeyen darlıktaydı. Yanındaki beyaz fötr şapkası da mevsime uygun değildi. Kısacası, kibar düşkünlerdendi. Kölelik kanunu zamanında el üstünde tutulmuş asalak derebeylerden olmalıydı. Görmüş geçirmişti; zamanında, hatta belki şimdi bile nüfuzlu ahbaplara sahipti; ama gençlikte har vurup harman savurduğu için, bir de kölelik kanununun kaldırılması yüzünden züğürtleyince eski eş dostun evlerinde kibar bir sığıntı halinde geçinmeye başlamıştı. Yumuşak başlılığı, uysallığı yüzünden, ne de olsa kibar adam olduğu, ev sahiplerini utandırmadığı için davet sofralarına alınıyor, tabii diğer misafirlere göre kendine uygun bir yere oturtuluyordu. Bu çeşit uysal tabiatlı sığıntı centilmenler, toplulukta hikâye anlatmak, kâğıt oyunları düzenlemek yönünden pek becerikli olmakla beraber, angarya işlerden hiç hoşlanmazlar; genel olarak kimsesiz, ya bekâr ya da duldurlar. Belki aralarında çocuklu olanları da vardır, ama çocukları çoğu zaman dışarda, uzaktaki teyzelerinde veya halalarında bakılır. Centilmenler, kibar muhitte böyle akrabalıklardan utanır görünür, hiç sözünü etmezler. Çocuklarından pek seyrek, ancak isim günlerinde, bir de Noelden Noele kutlama kartları alır, arasıra cevap verirler; böylece zamanla büsbütün soğurlar. Beklenmedik misafirin yüzü pek halim selim görünmemekle beraber, herhale uyarlığı, duruma göre karşısındakine faydalı olmaya yatkınlığı kolayca anlaşılıyordu. Saati yoktu, ama siyah kurdele ile bağlı, uzun saplı bir gözlüğü vardı. İvan Fyodoroviç hırçın bir sessizlik içindeydi, konuşmak istemiyordu. Misafir de susuyordu. Duruşunda, üst katta kendisine ayrılan odadan ev sahibine çay sofrasında arkadaşlık etmek için inen bir sığıntı hali vardı. Ev sahibinin kaşlarını çatıp kaygılı kaygılı düşünceye daldığını görünce bir köşeye sinmiş, ilk işaretiyle söze başlamaya hazır olduğunu gösteriyordu. Birden yüzünde ani bir endişe belirdi.

İvan Fyodoroviç'e bakarak,

— Bana bak, diye başladı. Kusura bakma, sadece hatırlatmak için: sen Smerdyakov'a Katerina İvanovna hakkında bilgi almaya gitmiştin, ama bir şey öğrenmeden döndün; unuttun besbelli...

— Öyle.

İvan'ın yüzü kaygılı bir düşünceyle karardı.

— Unuttum, evet... Ama fark etmez artık, hepsi yarına kaldı... diye mırıldandı kendi kendine. Sonra misafire dönerek, sinirli bir tavırla,

— Demin hatırlamalıydım bunu, dedi, canımı sıkan buydu zaten. Hatırlamam gereken şeyi önüme fırlayıp kulağıma fısıldamanla inandım mı sanıyorsun?

Centilmen tatlı tatlı gülümsedi:

— İnanma canım. Zorla inanılmaz ki... Hem inanmada, hele maddi olan hiçbir delilin faydası yoktur. Foma, dirilen İsa'yı gördüğünden değil, daha önce, inanmak istediğinden inanmıştı. İspritizmacıları al... Çok severim onları. Düşün ki, bunlar kendilerini din yararına çalışır bilirler; çünkü şeytanlar öbür dünyadan boynuzlarını gösterir onlara. "Bu, öbür dünyanın varlığına maddi delildir!" Öbür dünya ve maddi delil ha, oh ne âlâ! Hem şeytanın varlığının ispatıyla Tanrı varlığı doğrulanmış değildir, idealistler topluluğuna yazılmak istiyorum, muhalefet yapacağım. "Gerçekçiyim, maddeci değilim..." Ha, ha!

— Dinle beni! diye birden yerinde doğruldu İvan. Kâbus görüyor gibiyim şu anda... Herhalde kâbus bu... İstediğini uydur, vız gelir bana! Geçen seferki gibi kızdıramazsın beni. Yalnız utanıyorum nedense... Odada dolaşmak istiyorum... Bazen seni görmüyor, sesini bile işitmiyorum geçenki gibi, ama saçmalıklarının hepsini önceden biliyorum, çünkü konuşan benim, sen değilsin. Yalnız bilmiyorum, geçen defa uyuyor muydum, yoksa uyanıkken mi gördüm seni? Dur, şu havluyu soğuk suya batırıp başıma koyayım, belki önümden defolup gidersin...

İvan Fyodoroviç odanın bir köşesine gitti, havluyu alarak dediğini yaptı, başında yaş havluyla odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.

— Seninle hemen senlibenli oluşumuzu beğendim, diye başladı misafir.

İvan güldü:

— Aptala bak, siz mi diyecektim sana! Şimdilik neşem yerinde, sadece şakağımda, bir de tepemde ağrı var. Ama rica ederim, geçen defaki gibi felsefeye başlama. Defolmak istemiyorsan bari neşeli şeyler konuş. Dedikodu yap; evet, sığıntının biri olduğuna göre dedikodu yap. Nereden geldi bu kâbus! Ama korkum yok senden. Yeneceğim seni. Tıkamazlar beni tımarhaneye!

— C'est charmant. Sığıntı! Evet, onun gibi bir şey... Yeryüzünde sığıntı değilim de neyim ki! Hem bak, seni burada dinlerken biraz da hayret ediyorum: vallahi, beni gerçekten yavaş yavaş bir şey yerine koyuyor, geçenki direnişin gibi sadece hayal saymıyorsun...

— Seni bir an olsun gerçek bir varlık saydığım yok. Yalansın, hayalsin, hastalığımsın sen! Yalnız seni yok etmenin çaresini bilmiyorum; bir süre dayanmam gerektiğini anlıyorum. Kâbussun. Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın, düşüncelerimle duygularımın, ama en kötü, en anlamsızlarının belirlenmiş şeklisin. Seninle uğraşacak zamanım olsa bu yönden meraka düşerdim.

— Dur, müsaade et, şimdi yakalarım seni: demin sokak fenerinin yanında Alyoşa'yı terslerken, "Ondan öğrendin! Onun bana geldiğini nasıl öğrendin?" diye bağırmıştın. Benden söz ediyordun. Şu halde kısa bir an da olsa varlığıma inandın.

Centilmen tatlı tatlı gülümsüyordu.

— Evet, zayıf bir anımdı bu... yoksa sana inandığımdan değil. Geçen defa uykuda mıydım, uyanık mıydım bilmiyorum. Belki seni sadece düşte gördüm, gerçekte değil...

— Peki, demin çocuğu, Alyoşa'yı neden o kadar hırpaladın? İyi çocuk o, Staretz Zosima yüzünden ona karşı suçluyum.

İvan gene gülerek,

— Alyoşa'yı ağzına alma! dedi. Bu ne küstahlık, uşak parçası!

— Hem azarlıyor, hem gülüyorsun; iyiye işaret bu. Zaten bugün geçenkine göre daha yumuşaksın bana karşı. Sebebini anlıyorum: aldığın büyük karar...

— Kararımı bırak! diye hiddetle bağırdı, İvan.

— Anladım, anladım; c'est noble, c'est charmant! Yarın kardeşini savunmaya gidecek, kendini feda edeceksin... C'est chevaleresque!

— Sus, yoksa tekmeyi yersin.

— Buna da bir derece memnun olurum, maksadıma erişirim böylece... İş tekmeye geldi mi, maddi varlığıma inanıyorsun demektir. Hayale tekme atılmaz çünkü. Alayı bırakalım, bana göre hava hoş, canın isterse küfret, ama bana karşı bile birazcık nazik olmak daha iyi. "Aptal, uşak parçası..." Ne biçim laflar bunlar!

— Sana küfrederken, kendime küfrediyorum! diye yeniden güldü İvan. Sen, bensin; değişik bir suratla kendimsin. Kafamdan geçenleri söylüyorsun, yeni şeyler söyleyecek durumda değilsin artık.

Centilmen, kibar ve ağırbaşlı bir edayla,

— Düşüncelerimizde birleşmemiz benim için şereftir, dedi.

— Ama sen hep en kötü, en önemlisi de en ahmakça düşüncelerimi alıyorsun. Ahmak ve bayağısın. Son derece ahmaksın. Dayanamıyorum artık sana! Ne yapayım, ne yapayım ben?

İvan dişlerini gıcırdatıyordu.

Misafir, sığıntıya yaraşan uysal, babacan bir tavırla,

— Dostum, ben de her şeye rağmen centilmen olmak, başkalarının gözünde de böyle görünmek isterim. Fakirim ama, pek namuslu olduğumu söyleyemem. Toplumun beni düşkün bir melek sayması genelleşti. Vallahi nasıl, ne zaman melek olabildiğimi hiç aklım almıyor. Böyle bir şey varsa da çok eski bir geçmişe ait olmalı; artık unutulsa da günah sayılmaz... Şimdi yalnız şerefli bir insan adına değer veriyorum; gelişigüzel yaşıyor, hoş görünmeye çalışıyorum. İnsanları içten severim ben. Ah, pek çok bakımdan kötü şeyler söylediler benim için! Şurada, bazen, aranıza katıldığım zaman hayatım gerçekleşiyor; en çok bundan hoşlanıyorum zaten. Senin gibi benim de fantastik şeylere hiç tahammülüm yok, bunun için yeryüzündeki gerçeği severim. Burada her şey belli; formüller, geometri falan var. Oysa bizde sadece birtakım belirsiz denklemler... Burada dolaşıp hayal kurarım. Hayal kurmayı severim. Ayrıca yeryüzündeyken kendimi kör inançlara kaptırıyorum. Evet, gülme rica ederim: bu durumdan hoşlanıyorum üstelik. Aranıza karışınca bütün âdetlerinize ayak uyduruyorum. Hamama gitmeye bayılırım, inanır mısın? Orada tüccarlarla, papazlarla birlikte kızgın taşın üstünde buharda terlemek pek hoşuma gider. Biricik emelim, temelli, kesin olarak insan haline girip şöyle yedi pud'luk şişko bir tüccar karısı olmak, onun inandıklarına inanmak. Kiliseye uğrayarak temiz yürekle bir mum yakmak; idealim bu oldu, vallahi öyle! O zaman bütün acılarım dinecek. Bir de hastalıklarımla uğraşmaktan zevk almaya başladım. Baharda çiçek hastalığı baş gösterince çocuk bakım evine koştum, aşılandım. O gün, nasıl keyiflendiğimi bilemezsin! "İslav kardeşlerimiz" için on ruble bağışta da bulundum. Ama sen dinlemiyorsun. Bugün keyfin yerinde değil galiba.

Centilmen bir an sustuktan sonra.

— Biliyorum, dün o doktora gittin, diye devam etti, nasıl oldun? Ne dedi, doktor?

— Aptal!

— Ama sen pek akıllısın. Gene ağız bozmaya başladın. İlgi duyduğumdan değil, laf olsun diye sordum, istersen karşılık verme. Şu sıralar romatizma baş gösterdi...

— Aptal! diye tekrarladı İvan.

— Başka laf bilmezsin ki. Geçen yıl öyle bir romatizmaya yakalandım ki, hâlâ aklımdan çıkmıyor.

— Şeytanın romatizması mı olurmuş?

— Bazen insanlaştığıma göre neden olmasın? Maddi bir vücutla beraber bütün özelliklerine de sahip olurum. Şeytan sum et nihil humanum a me alienum puto.

— Nasıl, nasıl? Şeytan sum et nihil humanum... Bir şeytan için akıllıca bir söz!

— Hele şükür, nihayet beğendirebildik.

İvan bir şeye şaşırmış gibi durdu:

— Ama bunu benden almadın... aklıma hiç gelmemişti bu... Tuhaf...

— C'est du nouveau, n'est ce pas? Bu defa namusluca hareket edip açıklayacağım. Bak dinle: uykuda, en çok da kâbuslarda, mide bozukluğunda falan, insan bazen adeta bir sanat eseri gibi düşler görür; karışık, gerçek hayata uygun şeyler, bir sürü olay... Bunları birbirine birtakım entrikalar bağlar, içinde en ince duygularımızdan gömleğimizin düğmelerine kadar öyle ayrıntılar vardır ki, yemin ederim sana, Lev Tolstoy bulamaz bu kadarını... Öte yandan bu çeşit düşleri yazarlar falan değil, sıradan insanlar, memurlar, gazeteciler, papazlar filan görür. Bir problemdir bu; bir bakan, en parlak düşüncelerin kafasına uykudayken geldiğini açıklamıştı bana. Şimdi de aynı şey, ben, sadece gördüğün bir hayalim, ama kâbustaymış gibi, yepyeni, şimdiye kadar senin aklına gelmeyen şeyleri söylüyorum. Asla düşündüklerini tekrarlamıyorum, oysa ben sadece bir kâbusum, başka şey değil.

— Yalan söylüyorsun. Maksadın, gördüğümün bir kâbus olmadığını, senin gerçek bir varlık olduğunu doğrulamaktı. Oysa şimdi düş diye ortaya çıkıyorsun.

— Dostum, bugün özel bir yöntemle hareket ediyorum. Bunu sana sonra anlatırım. Dur, neredeydim ben? Evet, bir kere soğuk almıştım; ama sizde değil, daha orada...

— Orası neresiymiş? Daha çok kalacak mısın sen burada, gitmeyecek misin?

İvan dolaşmayı kesti, sedire oturarak dirseklerini masaya dayamış, başını elleri arasında sıkıyordu. Yaş havluyu hırsla öteye fırlattı, fayda etmiyordu besbelli.

Centilmen serbest, ama dostça bir tavırla,

— Sinirlerin bozuk senin, dedi. Soğuk aldığım için bile çatıyorsun, oysa bu son derece doğal bir biçimde oldu. Bir gün Petersburg'un yüksek muhitinde, bakanlık koltuğuna göz diken bir bayanın diplomatik toplantısına yetişmek için acele ediyordum. Frak, beyaz kravat, eldiven tastamamdı. Ama yeryüzüne inmek için daha bir yıllık yolu geçmem gerekiyordu. Gerçi, bir an işi bu... ama güneş ışığı bile tam sekiz dakikada alır bu yolu. Düşün, frakla, açık yelekleydim! Ruhlar donmaz, ama maddi varlığa bürününce iş değişir. Kısacası, düşüncesizlik ettim, bıraktım kendimi boşluğa... Ama boşluğun yedinci katıyla buhar tabakası arasında bir soğuk var ki, deme gitsin! Hani buna soğuk demek bile az; düşün, eksi 150 derece... Köylü kızların bir oyunu vardır, sıfırın altında otuz derecede toy bir delikanlıya baltanın demirini diliyle yalamasını söylerler. Dokunur dokunmaz enayinin dili demire yapışır, derisi kanlar içinde üstünde kalır. Ya orada yüz elli derecede, parmağını baltaya dokunsan ne olur acaba? Parmak o anda gider... tabii orada balta bulabilirsen eğer...

— Balta ne gezer orada? diye dalgın, bezgin bir tavırla sözünü kesti İvan.

Kendini büsbütün kaybetmemek, deliye dönmemek için karşı koymaya çabalıyordu. Misafir hayretle,

— Balta mı? dedi.

İvan Fyodoroviç yeniden haşin bir inatla,

— Balta ya, ne işi var orada? diye bağırdı.

— Balta havada nasıl durur demek istiyorsun? Quelle idée!Çok uzağa düşerse belki yeryüzü çevresinde bir uydu halinde döner sanırım. O zaman gökbilimciler baltanın yükselişiyle inişini hesaplar, Gatzuk almanağında bunun sözünü eder, o kadar.

— Pek aptalsın, dedi hırçınlıkla İvan, aptal! Uydurmaların daha akıllıca olsun bari, yoksa yenilir yutulur gibi değil. Beni gerçekçilikle yere vurmak, var oluşuna inandırmak istiyorsun, ama sana pabuç bırakacak değilim! İnanmayacağım.

— Yalan söylemiyorum, hepsi gerçek bunların; yazık ki gerçekler çoğu zaman ince bir zekâ ürünü değildir. Görüyorum ki, sen benden yüce, hatta güzel bir şeyler bekliyorsun. Yazık, çünkü ben elimden geleni verebilirim ancak.

— Felsefe yapma, eşek!

— Ne felsefesi, sağ yanım tutulmuş, inim inim inliyorum. Gezmediğim doktor kalmadı. Teşhisleri gayet iyi, hastalığımı olduğu gibi ortaya döküyorlar, iyileştirmeye gelince, hiçbir şey yapamıyorlar. Coşkun tabiatlı bir tıbbiyeli tanıyordum, "Ölseniz bile, hastalığınızın ne olduğunu bilerek öleceksiniz..." demişti. Bir de hastaları uzmanlara yollamak âdetleri var: "Biz sadece teşhis koyarız, siz falan uzmana gidin, o sizi iyileştirir..." Sana bir şey söyleyeyim mi: kalmadı o eski, her derde deva doktorlar... Şimdi yalnız uzmanlar var, gazeteler ilanlarıyla dolu. Burnun kanasa, Paris'e yollarlar seni... Bunun tedavisini Avrupalı uzmanlar yapar diye... Paris'e gelirsin, herif burnunu muayene eder: "Sağ burun deliğinize bakarım, ihtisasımdır; ama sol burun deliğinizin tedavisi için Viyana'ya gidin, bunun uzmanı Viyana'dadır." Ne yaparsın? Kocakarı ilaçlarına başvurdum, bir Alman doktor öğretmişti. Hamamda iyice terledikten sonra bal tuzla karıştırılarak sürülüyor. Sadece bunun için kalktım hamama gittim, bulandım o nesneye yukardan aşağıya... Bana mısın demedi, beş paralık faydasını görmedim! Canım sıkıldı, Milano'ya Kont Mattei'ye yazdım. Bir kitapla bir de damla gönderdi, Tanrı günahını affetsin! Düşün, Hoff'un malt özü iyi etti beni! Bir rastlantı sonucu almıştım; bir buçuk şişe içtim. Hastalığı koydunsa bul, hora tepecek kadar güçlüyüm şimdi. Gazetelerde teşekkür yazdırmaya karar verdim. Minnet duygusu içimde, gelgelelim bu sefer de bir engel çıktı. Bir tek gazete kabul etmiyor: "Gerilik bu," diyorlar, "kimse inanmaz, le diable n'existe point! İmzasız olursa koyarız." İmzasız teşekkür olur mu hiç! Oradaki memurlarla gülüşüyor, "Yüzyılımızda Tanrıya inanmak gerilik sayılır, ama ben şeytanım, bana inanılabilir..." diyordum. Onlar da, "Anladık, şeytana kim inanmaz; ama gene de olmaz, havamız bozulabilir!" diye cevaplıyorlardı. "Şaka gibi olursa, belki..." Düşündüm, şaka olarak da tatsız buldum. Sonunda basmadılar. İnanır mısın, içime oturdu. Toplumsal durumum yüzünden şükran duygumu belirtmek gibi en doğal bir hakkımdan yoksunum.

— Gene felsefeye dalıyorsun, diye nefretle diş gıcırdattı İvan.

— Tanrı korusun, ama arasıra şikâyet etmeden de olmaz. Damgalı bir insanım... Sen ikide bir ahmaklığımı yüzüme vuruyorsun. Gençlik nasıl belli oluyor! Dostum, iş yalnız zekâda değil. Yaratılıştan iyi kalpli, neşeliyim. "Ben her zaman çalıp oynamak isterim." Sen galiba beni iyiden iyiye, saçı başı ağarmış bir Hlestakov yerine koyuyorsun. Oysa benim kaderim çok daha düşündürücü. Zaman dışı, anlamını asla anlayamadığım bir emirle payıma "inkârcılık" düştü; oysa iyi kalpliyim, inkârcılığa hiç eğilimim yok. "Hayır, git, inkâr et; inkârsız eleştiri olmaz!"

"Eleştiri bölümü" olmayan dergi, dergi değil ki. Eleştiri olmadı mı, yalnız övgü olur. Fakat hayatta sadece övgü yetmez. Onların şüphe potasından geçmesi, olgunlaşması ve buna benzer şeyler gerekli. Hoş ben bunlara karışmam ya, yaratan ben değilim, sorumluluğu da bana düşmez. Gene de kabak benim başıma patladı; eleştiri dalına verildik; yazı yazmamı emrettiler, hayata girdik böylece. Tabii biz bu komedyanın farkındayız. Ben apaçık bir şekilde ortadan çekilmek isteğimi söylüyorum. Hayır, diyorlar, sen olmayınca hiçbir şey olamaz. Yeryüzünde her şey sütliman olunca hareket kalmaz. Sensiz hiçbir olay meydana gelemez, oysa olaylara ihtiyaç vardır. İşte böylece, dişimi sıkarak olaylar uğruna çalışıyor, emir altında akıl dışı işler yapıyorum. İnsanlar, inkâr edilemez zekâlarına rağmen bu komedyayı ciddiye alıyorlar. Kötülük bunda zaten. Tabii acı çekiyorlar... Ama... hiç olmazsa yaşıyor, gerçek, düşsel olmayan bir hayat yaşıyorlar, çünkü hayat aslında acı demektir. Acısı olmasa zevki de olmazdı; her şey sonu gelmez bir övgü ayinine dönerdi: kutsal, ama sıkıcı... Ya ben? Ben, hem acı çekiyor, hem yaşamıyorum. Denklemin bilinmeyeni benim. Her şeyin başını sonunu kaybedip sonuçta adını bile yitiren bir hayaletim... Gülüyorsun! Yo gülmüyor, kızıyorsun gene. Hep kızıyorsun zaten; akıldan başka şey istediğin yok. Bense yeniden söylüyorum: yedi pud'luk bir tüccar karısı gövdesine girerek Tanrıya mumlar adamayı, yıldızlar âlemindeki hayata da, bütün rütbelerle şan ve şerefe de değişirdim.

İvan nefret dolu bir gülümsemeyle,

— Artık sen de mi Tanrıya inanıyorsun? dedi.

— Bilmem ki, ne diyeyim sana; ciddiysen...

İvan ısrarla sert sert bağırdı:

— Tanrı var mı, yok mu, söylesene!

— Ya, demek ciddisin. Doğrusu, bilmiyorum... Büyük bir söz bu.

— Bilmiyorsun, ama görüyorsun Onu. Yo, sen ayrı bir varlık değilsin, sen bensin; bensin sen, başka bir şey değil! Hiçsin, yarattığım bir hayalsin!

— Felsefemiz bir de diyebilirsin, bu doğru. Je pense, donc je suis. Bunu kesin olarak biliyorum. Geri kalan —çevremdeki evren, Tanrı, bizzat İblis — bütün bunların gerçekte var olup olmadığı benim için doğrulanmış değil. Belki sadece kişiliğimin etkisi, ölümlü varlığımın zaman içinde gelişmesinin doğurduğu bir kavram... Ama hemen kesiyorum sözümü, çünkü bu defa saldıracaksın galiba.

İvan sinirli bir tavırla,

— Bir fıkra anlatsan bari, dedi.

— O da var. Yalnız tam konumuza uygun bir fıkra değil de efsane... "Görüyorsun, ama inanmıyorsun" gibilerden... Fakat aziz dostum, yalnız ben öyle değilim ki, hepimizin aklı alabora, hep şu bilimlerinizden. Sadece atomlar, beş duyu ve dört öğe olduğu zaman durum şöyle böyle gidiyordu. Atomlar eski dünyada da vardı. Ama bizimkiler, sizin burada "kimyasal molekülü", "protoplazma"yı, daha neleri neleri keşfettiğinizi duyunca kuyruklarını kıstılar. Bir kargaşalık başladı, kör inançlar, dedikodu aldı yürüdü. Dedikodudan yana sizden aşağı kalmayız, hatta bir boy geçeriz de. Bütün bunlar jurnalciliği doğurdu; bizim de belirli "bilgiler" toplayan bir dairemiz vardır... Ta ortaçağımızdan; sizin değil, bizim ortaçağımızdan kalma bir ilkel efsane vardır ki, kimse, bizimkiler bile inanmazlar, yalnız yedi pud'luk tüccar karılarının ağzında dolaşır bu. Bu tüccar karıları da sizinkiler değil, bizimkiler... (Zaten sizin burada ne varsa bizde de var.) Yasak olduğu halde sana arkadaşça bir sır veriyorum. Cennete ait bir efsane bu. Yeryüzünde bir filozof varmış. Yasa, vicdan, din gibi her şeyi inkâr eder, en önemlisi öteki hayata da inanmazmış. Ölmüş; doğruca karanlığa, ölüme gideceğini sanmış; bir de bakmış ki, önünde ölmezlik... Şaşırmış ve kızmış: "Bu benim inançlarıma aykırı," demiş. Cezalandırmışlar onu. Yani, kusura bakma, duyduğumu söylüyorum, sadece efsane bu... Verdikleri ceza şuymuş; karanlıkta bir katrilyon kilometre (bizde artık kilometre hesabı kullanılıyor) yürüyecekmiş, ancak o zaman önünde cennet kapısı açılacak, affedilecekmiş...

İvan garip bir heyecanla sözünü kesti:

— Katrilyondan başka ne gibi azaplar var öbür dünyada?

— Ne gibi azaplar mı? Sorma! Eskiden pek o kadar değildi, ama şimdi en çok maneviyatla ilgili: "vicdan azabı" ve türlü saçmalıklar... Bu da sizden, "ahlak yumuşatma" sisteminizden başladı. Kim kazandı? Sadece vicdansızlar. Vicdan olmayınca vicdan azabı vız gelir onlara! Ama vicdanını, şerefini yitirmemiş temiz insanlar bu işten zararlı çıktı... Bir de hazırlıksız ortama, üstelik yabancı kurumlardan kopya edilen reformlar zarardan başka şey değil. Atalarımızın yaktığı ışık daha iyiydi gibi... Şu bizim katrilyon kilometre yürüme cezası verilen adam birden durmuş, bakmış bakmış, sonra yolun ortasına uzanıvermiş: "Gitmeyeceğim," demiş, "ilkelerime bağlı olduğum için gitmeyeceğim?" Şimdi al bir aydın Rus inkârcısının ruhunu, ona balinanın karnında üç gün, üç gece küs duran Yunus peygamberin ruhunu karıştır: işte sana yolun üstünde yatan düşünürün kişiliği...

— Neyin üstünde yatıyormuş acaba?

— Yatacak bir yer varmış besbelli. Alay mı ediyorsun yoksa?

— Aferin adama! diye bağırdı, İvan. Hep o garip heyecan içindeydi. Olağanüstü bir merakla dinliyordu artık.

— E, hâlâ yatıyor mu?

— Hayır. Mesele de burada. Aşağı yukarı bin yıl yattıktan sonra kalkmış, yürüyüvermiş.

Sinirli sinirli gülerek,

— Hay eşek! diye bağırdı, İvan. Bir şeyler kavramaya çabalıyor gibiydi.

— Sonsuza kadar yatmakla katrilyon kilometre yürümek arasında ne fark varmış sanki! Yüz milyar yıllık bir yürüyüş bu, değil mi?

— Daha da çok. Kalem kâğıt yok ki, hesaplayalım. Ama çoktan bitirmiş yolu o; fıkramız burada başlıyor işte.

— Nasıl bitirmiş, trilyon yılı nasıl tüketmiş?

— Sen hep bugünkü yeryüzü koşullarına göre hesap tutuyorsun. Ama bizim bugünkü yeryüzü de belki trilyon kere yaşamıştır şimdiye kadar; yaşlanır, donarak çatlar ve parçalanıp asıl elementlerine ayrılır... sonra bir kuyruklu yıldızdan güneş, güneşten de yeni bir küre doğar. Bu, sayısız defa noktası noktasına tekrarlanıp durmuştur. Sıkıntıdan patlamak işten değil!

— Ee, bilgin yolunu bitirince ne olmuş?

— Cennetin kapısı açılıp içeri girdikten iki saniye sonra —saatle saptamışlar bu zamanı, saatle (oysa yolda adamın saatinin de elementlerine ayrılması gerekirdi)— bu iki saniye uğrunda yalnız bir katrilyon değil, katrilyon kere katrilyon yürümeye hazır olduğunu söylemiş. Anlayacağın, bir övgü okumuş, ama ölçüyü öyle kaçırmış ki, oradakilerden daha efendice düşünenler onunla selamı sabahı kesmişler: pek çabuk kabuk değiştirdi diye... Rus tabiatı, ne dersin! Ama tekrar ediyorum, efsane bu. Başkalarının yalancısıyım. Bu konular üzerine bizdekilerin anlayışı böyledir işte.

İvan, bir şey hatırlamış gibi, adeta çocukça bir sevinçle,

— Yakaladım seni! diye bağırdı. Şu katrilyon yıllı hikâyeyi ben uydurdum! On yedi yaşındaydım, jimnazdayken... Bu hikâyeyi o zaman uydurdum, Korovkin diye bir arkadaşıma anlattım; Moskova'daydık. Hikâye oldukça tipikti, hiçbir yerden almış olamazdım. Bir zaman unuttum onu, ama şimdi birden aklıma geldi. Ben hatırladım, sen anlatmadın bunu! İdama götürülenler bile elde olmadan binlerce şey hatırlar bazen... benimki de düşte hatırıma geldi. O düş sensin! Düşsün, gerçek değilsin!

— Beni inkâr etmedeki heyecanından gene de varlığıma inandığını anlıyorum, diye güldü centilmen.

— Zerre kadar! Yüzde bir inancım yok!

— Ama binde bir inanırsın. Miktar azaldıkça inanma gücün artıyor. Doğruyu söyle, inanıyorsun, on binde bir hiç olmazsa...

— Bir an olsun inanmam! diye hiddetle bağırdı İvan.

Sonra birdenbire garip bir tavırla,

— Gene de inanmak isterim sana... diye ekledi.

— Ya! Bu da bir açıklama işte! Ama ben iyi yürekliyim, bunda da yardım edeceğim sana. Bak dinle: ben seni yakaladım, sen beni değil. Unuttuğun hikâyeni de mahsus, varlığıma olan inancını kesin olarak yok etmek için ortaya çıkardım.

— Yalan! Buraya gelişin, beni varlığına inandırmak için...

— Tamam. Ama huzursuzluk, inançla inanmamanın çatışması senin gibi vicdanlı bir adam için bazen öyle bir azaptır ki, kendini assan daha iyi. Bana azıcık inandığını bildiğimden inancını iyice bulandırmak için bu hikâyeyi anlattım. Seni sırayla, inançla inkârcılık arasında dolaştırıyorum, bunda kendime göre bir amacım var. Yeni bir yöntem: etkimden tamamen sıyrılınca yüzüme karşı benim düş olmadığımı, gerçekte var olduğumu iddia etmeye kalkışacaksın, biliyorum seni çünkü. Ben de o zaman amacıma ulaşmış olacağım. Asıl bir amacım var. Kalbine minnacık bir inanç tohumu atacağım, bundan koca bir meşe ağacı gelişecek, öyle bir ağaç ki, sen dallarında oturarak keşişliğe özeneceksin; zaten, gizliden gizliye can atıyorsun buna, ruhunun kurtuluşu uğruna ıssız çöle atarsın kendini, çekirgeler yersin orada.

— Vay alçak, ruhumu kurtarmaya mı çalışıyorsun?

— Bir kerecik olsun sevabına hizmet edelim. Ama kızıyorsun sen, görüyorum, kızıyorsun!

— Soytarı! Hiç şimdiye kadar çekirge yiyen, çölde on yedi yıl yosunlara bürünmüş dua edenleri yolundan saptırdığın oldu mu?

— Yaptığım hep buydu zaten, dostum. Eline böyle bir ruh geçince dünyalar senin olur, dört elle sarılırsın; paha biçilmez pırlantadır bu! Böyle bir ruh, sırası gelince bir takım yıldıza değer; bizim de kendimize göre bir aritmetiğimiz var. Değerli bir zafer! Bazıları, ister inan, ister inanma, kültür bakımından senden hiç aşağı değildir vallahi. Aynı anda inançla inançsızlık uçurumları önünde öylelerini seyrettiğim oldu ki, artist Gorbunov'un dediği gibi, adamın tepetaklak oluvermesine kıl payı vardı...

— Ama burnunun kırıldığı da olurdu tabii?

Misafir, bilgiç bir edayla,

— Aman dostum, dedi, geçenlerde Cizvit papazına günah çıkartan hasta bir markinin deyişiyle, kırık burunlu olmak, büsbütün burunsuz kalmaktan iyidir; (besbelli bir uzman tedavisine uğramış...) Yanlarındaydım, ömür şeydi! Göğsünü yumruklayarak, "Geri verin burnumu!" diye tekrarlayıp duruyordu. Papaz da, "Oğlum, her şey Ulu Tanrının sırrına eremeyeceğimiz takdiriyle olur, gözle görünen bir felaket bazen gizli, ama çok büyük bir fayda sağlar. Acı bir kader sizi burnunuzdan yoksun ettiyse artık ömrünüzün sonuna kadar hiç kimse, 'Nasıl, burnun kırıldı mı!' diyemeyecektir size." "Kutsal peder," dedi zavallı, "keşke ömrüm boyunca her gün burnum kırılsa da yerinde kalsa!" Papaz iç çekti: "Ne yapalım oğlum, hayatta dört başı mamur olmak mümkün değil ama, bu haliniz her şeye rağmen sizi unutmayan Tanrıya karşı bir isyandır. Ömrünüzün sonuna kadar seve seve burnu kırık kalmaya razı olduğunuzdan sızlanırken isteğiniz dolaylı yoldan gerçekleşmiş sayılır. Burnunuzu kaybetmekle de burnunuz kırılmış oluyor."

— Ööhh, ne saçmalık! diye bağırdı, İvan.

— Dostum, sadece seni güldürmek için anlattım bunu. Ama yemin ederim, Cizvit Tanrıbiliminin vicdan anlayışı budur. Olay tıpkı böyle, sana anlattığım gibi olmuştu. Oldukça yeni, beni de hayli uğraştırdı. Zavallı delikanlı eve dönünce hemen o gece vurdu kendini, son demine kadar ayrılmadım başından... Şu Cizvitlerin günah çıkarma hücreleri yok mu? Hüzünlü zamanlarımda en sevdiğim gönül eğlencesidir bunlar! İşte sana son günlerdeki bir olay. İhtiyar bir papaza yirmi yaşlarında, sarışın, Normandiyalı bir kızcağız gelir. Kafese doğru eğilerek papaza günahını fısıldamaya başlar. "Aman kızım, gene mi günah işledin?" der papaz, "Sancta Maria, hem de başka birisiyle, ha! Ne zamana kadar devam edecek bu, utanmıyor musun hiç?" Kız, gözyaşları içinde, "Ah mon père, ne yapayım," der. ça lui fait tant de plaisir et à moi si peu de peine Cevaba bak. Ben bile pes ettim: tabiat ananın haykırması bu; bakirelikten iyi bence! Kendi hesabıma günahını affettim, gidecektim, ama gene de dönmek zorunda kaldım. Bizim papazın, hücre deliğinden, kıza o gece için randevu verdiğini duydum. Kaya gibi ihtiyar bir anda düşmüştü! Tabiat, tabiat gerçeği hakkını alıyor. Niye burun kıvırıyorsun gene, gene mi darılttık? Sana da bir şey beğendiremiyoruz ki...

— Bırak beni, kâbus gibi kafamı burgulayıp durma! diye inledi İvan Fyodoroviç. Önüne dikilmiş hayalin karşısında tam bir güçsüzlük içindeydi.

— Sıktın beni, dayanılmaz bir acı bu! Ah, senden kurtulmak için neler vermezdim...

Centilmen, inandırıcı bir sesle,

— Tekrar ediyorum, bu kadar çok şey isteme, dedi. "En yüceyi, en güzeli" bekleme benden. O zaman göreceksin nasıl dost olacağız... Gerçekten bana, karşına kırmızı alevler içinde "gök gürültüsü ve şimşekler arasında" kanatlarım kavrulmuş olarak değil de, bütün sadeliğimle çıktığım için kızıyorsun. Kırılmışsın; estetik duyguların bakımından bir, gururun yönünden iki: böyle büyük bir adamın huzuruna bu kadar basit bir şeytan nasıl girebilirmiş gibilerden! Yo, Bielinski'nin bütün gücüyle alaya aldığı romantizm damarı sende de var. Ne yapalım delikanlı. Demin buraya gelirken, şaka olsun diye, Kafkasya'da hizmet etmiş emekli bir beşinci dereceden memur kıyafetinde, fraklı, göğsümde Aslan ve Güneş nişanıyla gelmeyi düşündüm. Ama korktum doğrusu. Göğsüme hiç değilse bir Kuzey Yıldızı nişanı takmadığım için pataklardın beni... Hep budalalığımı yüzüme vuruyorsun. Ama hakçası, benim de akıldan yana seninle eşitlik iddiasına çıktığım yok ki... Faust'un karşısına çıkan Mefisto, kendini tanıtırken kötülük isteyip iyilik yaptığını söylüyor. Bu onun bileceği iş; benim davranışım tam tersine... Ben gerçeği seven, içten iyilik isteyen belki biricik insanım dünyada... Çarmıhta ölen İsa, sağ yanında öldürülen haydutun ruhunu da alarak göğe yükselirken ben oradaydım. Çektikleri için bütün evreni sarsan sevinçli Tanrı övgülerini duydum. Bütün kutsallıklar üzerine yemin ederim ki, ben de bu koroya katılarak, birlikte söylemek istedim. İçimden taşıyor, dudaklarımın ucuna geliyordu. Ne kadar duygulu, sanatçı tabiatlı olduğumu bilirsin. Gelgelelim, şu başbelası sağduyum yok mu, bunda da frenledi beni, gerekli anı kaçırdım. Çünkü hemen o anda —Tanrı övgüsü okuduktan sonra ne olacak?— diye aklıma takıldı. Hayat sönükleşecek, olaylar kuruyacak, dünyanın tadı tuzu kalmayacaktı. İşte sadece ödevim uğruna ve toplumdaki yerimin gereğine uyarak bu iyilik anını kaçırmak, kötüler sırasında yer almak zorunda kaldım. İyiliğin şerefi başkalarına düştü, bana yalnızca kötülük kaldı. Ama benim başkalarının sırtından geçinmekte gözüm yok, hırslı değilim. Gene de neden dünyanın bütün yaratıkları içinde yalnız ben namuslu insanların lanetine uğruyor, hatta insan kılığına girince tekmelerini yemeye mahkûm oluyorum, neden? Biliyorum, bunda bir sır var, ama nedense açmıyorlar bu sırrı bana... Belki öğrenir, meselenin ne olduğunu anlayınca da olanca sesimle bir Tanrı övgüsü çınlatırım, o zaman olumsuzluklar yok olur, ortalık sütliman kesilir. Bu, her şeyin, hatta gazete ve dergilerin sonu olur, çünkü kim alır onları bundan sonra? Ama er geç, biliyorum, ben de boyun eğerek katrilyonumu tamamlayacak, o sırrı öğreneceğim. Şimdilik bunlar olana kadar dişimi sıkarak kös kös ödevimi yapmaktayım; bir kişinin kurtuluşu için binlercesini mahvediyorum. Örneğin, vaktiyle beni hınzırcasına tongaya bastırdıkları zaman iffetli Eyyüb'ü meydana çıkarmak için nice ruhlara kıyıp şerefli insanları çamura düşürmek gerekmişti. Evet, o sır açıklanana kadar benim için iki gerçek var: biri, oradakilerin, bence henüz hiç bilmedikleri bir gerçek; ötekisi benim, sadece bana ait bir gerçek... Hangisi daha üstün, belli değil... A, uyudun mu sen?

— Öyle ya, diye hiddetle söylendi İvan. En budalaca yönlerimi, çoktan yaşanmış, kafa süzgecimden geçip posaları çıkmış şeyleri yenilik diye satıyorsun bana!

— Gene yaranamadım! Oysa ben anlatışımı beğendirmek istiyordum sana. Şu gökteki Tanrı övgüsü fena değildi ama, ha? Şimdi de, Heine'vari hicve kaçan bir yol, nasıl?

— Hayır, ben asla bu derece uşak olmamıştım! Nasıl olmuş da senin gibi bir uşak ruhumda var olabilmiş?

— Dostum, çok sevimli, hoş bir genç Rus soylusu tanırım. Bu genç düşünür, edebiyat ve her türlü zarif şeye pek düşkündü. Aynı zamanda ilerisi için çok şeyler vaat eden "Büyük Engizisyoncu" adlı bir eserin yazarıdır. Ben kafamdan onu geçiriyordum.

İvan utancından kıpkırmızı oldu.

— "Büyük Engizisyoncu"yu ağzına almaktan men ederim seni!

— Ya "Yerdeki Karışıklık?" Hatırlar mısın? Ne şiirdi o!

— Sus, yoksa öldürürüm seni!

— Beni mi öldürürsün? Afedersin ama, sonuna kadar söyleyeceğim. Zaten buraya, kendime böyle tatlı bir ziyafet çekmeye geldim. Ateşli, hayat dolu dostlarımın hayallerine bayılırım! Daha geçen bahar, buraya gelmeye hazırlanırken, "Dışarda yeni insanlar her şeyi yıkıp yamyamlıktan başlamayı düşünüyorlar," dedim. Aptallar, bana sormuyorlar! Bence hiçbir şeyi yıkmamalı, sadece insanların kafasındaki Tanrı hayalini yok etmeli; işe bundan başlamalı. Ah, anlayışı kıt körler! İnsanlık, tüm olarak Tanrısızlığı kabul ederse (bu devrin aynen jeolojik devirler gibi geleceğine inancım var); kendiliğinden, yamyamlığa başvurmadan çözülür bu dava. Eski görüşler, özellikle bütün eski ahlak kuralları yıkılacak, her şey yenilenecek, insanlar hayattan, sadece bu dünyada alabilecekleri mutluluk ve zevkleri tatmak için birleşecekler. İnsan ruhu tanrısal devliğe ulaşmış bir gururla yücelecek, tanrısal bir insan doğacak. İradesiyle, bilimlerle doğayı her an alabildiğine alt eden insan bundan durmadan öyle yüce bir zevk alacak ki, bu ona gökten beklediğini unutturacak. Hepsi, sonradan dirilmesi olmayan ölümlüler olduklarını öğrenerek ölümü ağırbaşlı, tanrısal bir soğukkanlılıkla kabullenecekler. Hayatın kısacık bir andan ibaret olduğunu anlayarak, gururun doğurduğu sitemleri unutacak, hemcinslerini çıkar gözetmeden sevecekler. Aşk ancak ömrün kısa bir zamanını doyuracak; bu kısalık fark edilecek, eskiden olduğu gibi "ölüm ötesinde sonsuz sevgiye" bel bağlamadan, olanca güçle sevmek bilinecek... vesaire, vesaire, buna benzer şeyler. Enfes doğrusu!

İvan kulaklarını tıkamış, yere bakarak oturuyordu, bütün vücudunu bir titreme almıştı.

Misafir devam etti:

— Genç düşünürüm kendi kendine, "Bütün mesele şunda," diyordu. "Bir gün böyle bir devir gelmesine olanak var mı, yok mu? Varsa, mesele yok, insanlığın hayat sorunu çözülmüş demektir. Fakat insanların kökleşmiş ahmaklığı yüzünden mesele belki daha bin yıl çözülemeyeceğine göre, zamanımızda gerçeğe varan herkes hayatını yeni ilkelere göre düzenlemekte serbesttir. Bu anlamda onun için her şey mubahtır. Dahası var: böyle bir devir hiç gelmese bile, Tanrı ve ölümsüzlük olmadığına göre yeni insan, bir başına bile kalsa tanrısal insan olabilecek ve yeni sıfatına dayanarak gerekirse kalp huzuruyla eski köle, insanın bütün manevi engellerini aşabilecektir. Tanrıya kanun yoktur! Her yer Tanrınındır; ayak bastığı her yer yücelir... Kısacası, 'Her şey mubahtır', o kadar işte. Bütün bunlar iyi, hoş, ama hileye neden ihtiyaç duyuluyor, gerçekçi bir onamanın gereği ne? Ama zamanımızın Rus insancığı böyledir işte, gerçeğe öyle düşkündür ki, onaysız bir dalavereyi asla göze alamaz..."

Misafir gitgide sesini yükselterek, besbelli güzel konuşmasıyla coştukça coşarak ev sahibini alaylı alaylı süzüyordu. Ama sözünü bitirmeden İvan masanın üzerinde duran bardağı kaptığı gibi suratına fırlattı. Öteki sedirden atladı, üstüne sıçrayan suyu parmaklarıyla silkerek,

— Ah, mais c'est bête en fin! diye bağırdı. Luther'in hokkasını hatırladın galiba. Hem beni düş sayıyor, hem üstüme bardaklar fırlatıyor! Kadınca bu. Zaten kulaklarını tıkayıp beni dinlemediğine inanmamıştım ben, pekâlâ dinliyordun...

Birdenbire avludan pencereye tok, ısrarlı vuruşlar duyuldu. İvan Fyodoroviç yeniden doğruldu.

Misafir ona,

— Duydun mu, git de kapıyı aç! diye bağırdı. Kardeşin Alyoşa bu, sana hiç beklenmedik, ilginç bir haber getiriyor, bundan eminim.

— Sus geveze, Alyoşa olduğunu senden önce biliyordum. Geleceğini hissediyordum; elbette boş değil, bir "haber"le geldi.

— Aç kapıyı aç. Tipi var dışarda, kardeşin o senin. Monsieur sait-il le temps qu'il fait? C'est à ne pas mettre un
chien dehors.

Vuruşlar devam ediyordu. İvan pencereye koşmak istedi, ama sanki eli ayağı bağlıydı. Olanca gücüyle çabalıyor, bağlarını koparmaya uğraşıyordu... boşuna! Pencereye vuruşlar gittikçe hızlanıyor, daha sesli çıkıyordu. Sonunda bağlar birdenbire kopuverdi, İvan Fyodoroviç ayağa fırladı. Etrafını şaşkın şaşkın süzdü. Mumların ikisi de bitmek üzereydi, misafirine demin fırlattığı bardak masanın üstündeydi, karşıki sedirde kimse yoktu... Pencereye vuruşlar ısrarla devam ettiği halde, düşte gördüğü gibi hızlı değil, tam tersine usul usuldu.

— Düş değil bu, yemin ederim düş değildi! diye bağırdı. Hepsi oldu bunların!

Pencereye atlayarak camı açtı.

— Sana gelme demedim mi, Alyoşa! diye hiddetle bağırdı. Kısaca söyle, ne istiyorsun? Ama kısa olsun, anladın mı?

Alyoşa, dışardan,

— Smerdyakov bir saat önce astı kendini! dedi.

İvan,

— Merdivene gel, kapıyı açıyorum, dedi ve hemen kapıyı açmaya gitti.

X
"O Söyledi Bunu!"

Alyoşa içeri girince, bir saat kadar önce Marya Kondratyevna'nın koşa koşa geldiğini, Smerdyakov'un intiharını bildirdiğini haber verdi. "Semaverini almaya odasına girince baktım, duvardaki çivide asılı duruyor..." Alyoşa'nın, gereken kimselere bunu bildirip bildirmediği sorusuna kadın, kimseye bir şey söylemediği, "İlk olarak doğruca size koştum... deli gibi koştum yolda..." yanıtını vermişti. Alyoşa'nın anlattığına göre, gerçekten deli gibiydi, tir tir titriyordu. Alyoşa ile birlikte eve geldikleri zaman Smerdyakov hâlâ asılı duruyordu. Masanın üstünde şöyle bir kâğıt da vardı: "Kendi irademle ve isteğimle, kimseyi suçlamadan hayatıma son veriyorum." Alyoşa kâğıda dokunmamış, hemen Emniyet Müdürüne giderek meseleyi anlatmıştı. "Oradan da sana geldim," diye sözünü bitirdi. İvan'ı dikkatli bir bakışla süzdü. Zaten konuştukları sürece, kardeşinin yüzünde hayretini uyandıran bir şey varmış gibi gözlerini ondan ayıramıyordu. Sonra, birdenbire,

— Kardeşim, sen çok hastasın galiba, diye başladı. Yüzüme bakıyorsun, ama söylediklerimi anlamıyor gibisin.

İvan, Alyoşa'yı duymamış gibi dalgın bir tavırla,

— İyi ettin de geldin, dedi. Kendini astığını biliyordum.

— Kimden öğrendin?

— Kimseden değil, ama haberim vardı. Yoksa biliyor muydum? Evet, o söyledi. Daha demin söylüyordu...

İvan odanın ortasında durarak hep öyle dalgın, yere bakarak konuşuyordu. Alyoşa elinde olmadan etrafa bakındı.

— O kim?

— Yok... Tüydü...

İvan başını kaldırdı, yavaşça gülümsedi.

— Senden, senin gibi bir güvercinden korkmuş olmalı. Sen temiz bir meleksin... Dmitri senin için "melek" der. Melek... Yedi kanatlı meleklerin hayranlık kükreyişleri! Nedir yedi kanatlı melek? Belki bütün bir takımyıldız... Belki takımyıldız dediğimiz şey sadece kimyasal bir molekülden ibaret... Aslan ve Güneş adında bir takımyıldız var mı, biliyor musun?

Alyoşa korku içindeydi.

— Otur kardeşim, Allah aşkına otur şu sedire! dedi. Sayıklıyorsun sen; koy başını yastığa... ha şöyle. Başına ıslak bir havlu koyayım mı, ister misin? Belki iyi gelir.

— Ver havluyu. Şurada, sandalyenin üzerinde, demin oraya fırlatmıştım.

— Yok orada. Üzülme bulurum ben, orada işte.

Alyoşa odanın öbür köşesinde İvan'ın lavabosunun yanında henüz kullanılmamış düzgün bir havlu buldu. İvan havluya tuhaf tuhaf baktı, o anda olanları hatırladı. Yerinden doğrularak,

— Dur, dedi, bu havluyu bir saat önce oradan alıp suya batırmıştım. Başıma koyuyordum, sonra şuraya attım... Şimdi neden kuru böyle? Başka havlu yoktu orada.

— Bu havluyu mu koydun başına?

— Evet, odamda geziniyordum bir saat önce... Mumlar da yanmış, neden acaba? Saat kaç?

— On iki neredeyse.

İvan birdenbire,

— Hayır, hayır, hayır! diye bağırdı. Düş değildi bu! Buradaydı o. Şurada oturdu, işte şu sedirde. Sen pencereye vururken ona bardak attım. Şunu... Dur, önceden uyuyordum ama, bu gördüğüm düş değil. Eskiden de oluyordu: bazen düş görürüm ben Alyoşa... ama uyku düşü değil bu. Uyanıkken, dolaşıp konuşurken görürüm... uyur gibi. Fakat demin o burada, şu sedirdeydi. Çok aptal o, Alyoşa, son derece aptal!

İvan birden güldü, odada gezinmeye başladı.

Alyoşa üzüntüyle,

— Kimmiş o aptal, kimden söz ediyorsun, kardeşim? diye sordu.

— Şeytan! Dadandı bana. İki, belki de üç kere geldi. Alay etti benimle: güya onun kanatları yanmış, olanca şatafatıyla, pırıl pırıl bir başşeytan olmayışına kızıyormuşum. Yalancı, şeytanların en adisi! Hamama gidermiş... Soyarsan, belki Danimarka köpeklerinin kuyruğu gibi upuzun, bir arşın boyunda, dümdüz, boz bir kuyruğu vardır... Üşüdün sen Alyoşa, karda yürüdün; çay ister misin? Ne? Soğuk mu? Söyleyeyim, yeni çay demlesinler... C'est à ne pas mettre un chien
dehors...

Alyoşa çabucak lavaboya koştu, havluyu ıslattı. İvan'ı tekrar yerine oturması için kandırdı, başını yaş havluyla sardı. Kendi de yanına geçti.

İvan,

— Demin bana Liza hakkında bir şeyden söz ediyordun, dedi, neydi o? (Konuşkanlığı tutmuştu.) Liza hoşuma gidiyor. Kötü konuştum hakkında, ama yalandan, beğeniyorum onu... Yarın Katya için korkuyorum, en çok onun için korkuyorum zaten. Yarın için. Yarın beni bırakacak, ayaklarının altında çiğneyecektir. Mitya'yı ondan kıskandığım için mahvetmek istediğimi sanıyor. Öyle düşünüyor ya, değil oysa... Yarın çarmıh var, idam sehpası değil. Yo, ben kendimi asacak değilim. Ben hayatıma kıyamam Alyoşa, bunu biliyor musun sen? Alçaklığımdan mı acaba? Korkak değilim, yaşama hırsından! Smerdyakov'un kendini astığını nasıl da bildim ya, o söyledi bana...

— Burada birisinin sedirde oturduğuna kesin olarak emin misin?

— Evet, şu sedirde, köşede. Kovardın onu sen. Kovdun da, göründüğün anda hemen yok oldu. Senin yüzünü severim Alyoşa. Yüzünü sevdiğimi biliyor muydun? Ve o aslında benim Alyoşa: ben, kendim... İçimdeki bütün alçaklıklar, aşağılıklar ve küçüklükler! Evet, "romantik"in biriyim, bunu anlamış o... gerçi iftira ya... Son derece aptal, ama başarısı da bundan geliyor. Kurnaz, hayvanca kurnaz, beni çileden çıkarmanın yolunu biliyor. Hep ona inanıp inanmadığım yönünden tutturuyordu, böylece dinletti kendini. Çocukçasına kandırdı beni. Şunu kabul etmeli ki, hakkımda epey doğru şey de söyledi. Ben kendi kendime bunları asla söyleyemezdim.

İvan gayet ciddi, sır verir gibi,

— Biliyor musun Alyoşa, gerçekten onun ben olmamasını çok isterdim! diye ekledi.

Alyoşa kardeşine acıyarak baktı:

— Seni çok hırpalamış!

— Alay etti benimle. Hem ne ustalıkla: "Vicdan! Vicdan da neymiş? Onu ben icat ettim. Öyleyse neden ıstırap duyuyorum? Alıştığımdan. Yedi yüz bin yıl boyunca edinilmiş bir alışkanlık... Öyleyse vazgeçelim bundan, tanrılığa kavuşalım!" deyip duruyordu. Böyle diyordu...

— Ama sen değilsin, değil mi? diye ışıklı bir bakışla içten bağırdı Alyoşa. Meşgul olma onunla, bırak, unut! Şimdi burada lanetlediklerini varsın beraberinde götürsün, bir daha da gelmesin.

— Evet ama, kötü o. Alay etti benimle, küstahlık etti, Alyoşa.

İvan uğradığı hakareti hatırlayarak ürperdi.

— Çoğunda da iftira etti bana, iftira etti. Yüzüme karşı yalan söylüyordu. "Evet, erdem adına bir kahramanlık yapacaksın: babanı öldürdüğünü, uşağınızın senin etkin altında onu öldürdüğünü, söyleyeceksin..."

— Kardeşim, konuşma böyle! Sen öldürmedin onu, doğru değil bu!

— O öyle söylüyor, o; o bilir... "Sen," diyor, "bir erdem kahramanlığına hazırlanıyorsun, ama erdeme inandığın yok. Seni kızdıran ve üzen de bu, bunun için bu kadar kincisin." O söyledi bunu benim için; ne dediğini bilir o.

— O değil, sen söylüyorsun bunu, İvan! diye üzüntüyle bağırdı Alyoşa. Hastalığın yüzünden sayıklıyor, boşuna kendini hırpalıyorsun.

— Hayır, o ne dediğini bilir. "Sen kibrinden gidiyorsun," diyor. "Oraya varıp, ben öldürdüm diyeceksin; korkudan kıvranıp durmanız niye sanki, hepiniz yalan söylüyorsunuz! Düşünceniz de, korkunuz da gözümde hiç!" Benim için söylüyor bunu. Sonra, birdenbire, "Sana bir şey söyleyeyim mi," diyor, "seni övsünler istiyorsun: (Cani ama ne kadar duygulu, ağabeyini kurtarmak için suçunu açıkladı) gibilerden..." Düpedüz yalan bu, Alyoşa!

İvan'ın gözleri ateş saçıyordu:

— Hımbılca övgülerini istemem ben! Yalan söylüyor, Alyoşa, yemin ederim yalan bu. Bu sözleri üzerine bardağımı fırlattım, suratında parçaladım.

— Aman yapma, kendine gel kardeşim! diye yalvarıyordu Alyoşa.

İvan dinlemeden devam ediyordu;

— Yo, pek zalim o, eziyet etmede üstüne yok! Bana neden geldiğini hep hissederdim. "Gerçi mahkemeye gitmeyi gururundan istiyordun," dedi bana. "İçinden, Smerdyakov'un suçlanarak sürgün edileceğini, Mitya'nın beraat kararı alacağını, seni de sadece manen suçlu bulacaklarını (burada gülmüştü, anlıyor musun!) hatta bazı kimselerin seni takdir edeceklerini umuyordun. Ama Smerdyakov öldü, astı kendini... Mahkemeye tek başına çıkınca kim inanır sana? Gene de gidiyorsun, gideceksin, gitmeye karar verdin çünkü. Ne diye gidiyorsun bundan sonra?" Ne korkunç bu Alyoşa, dayanamayacağım bu sorulara. Bunları bana sormaya kimin hakkı var?

Alyoşa korkudan buz kesildi, İvan'ın aklını başına getirmek umuduyla,

— Kardeşim, dedi, ben gelmeden önce sana Smerdyakov'un ölümünden söz etmiş olamaz. Pek az zaman geçmişti, kimsenin haberi yoktu bundan.

İvan, en ufak şüpheye yer bırakmayacak kesinlikle,

— Söyledi, dedi. Dahasını istersen, hep bundan söz etti. "Erdeme inanmış olsan bari... Bana inanmayacaklar ama, gene de bel bağladığım ilkeler adına gidiyorum, gibilerden... Oysa sen de Fyodor Pavloviç gibi domuzoğlu domuzun birisin, erdem nene senin? Fedakârlığın bir işe yaramadıktan sonra ne diye gidersin oraya? Çünkü niye gittiğini kendin de bilmiyorsun! Ah, gidişinin nedenini anlamak için neler vermezdin! Kararını vermiş misin sanki? Vermedin daha! Bütün gece oturup, gideyim mi, gitmeyeyim mi diye düşünür durursun; sonunda gideceksin ve gideceğini de biliyorsun. Ne düşünürsen düşün, kararın sana bağlı olmadığını biliyorsun artık. Gideceksin, çünkü gitmemeye cesaret edemezsin. Bunun neden böyle olduğunu kendin anla; işte bir bilmece sana..." Sonra kalktı ve gitti. Sen geldin, o gitti. Bana "korkak" dedi, Alyoşa! Le mot de l'enigme, korkaklığım! "Gökleri fethedenler başka kartallardır!" dedi. Böyle dedi. Smerdyakov da bunu söyledi, öldürmeli onu... Katya küçük görüyor beni, bir aydır farkındayım bunun, Liza da hor görmeye başlayacak. "Övülmek için gidiyorsun..." Yalanın kuyruklusu! Sen de beni küçümsüyorsun, Alyoşa. Senden gene nefret edeceğim. Canavardan da, o canavardan da nefret ediyorum. Kurtarmayacağım canavarı, varsın çürüsün sürgünde. Kaside okuyor... Yarın oraya gidip hepsinin suratına tükürürüm!

İvan kendinden geçmiş bir halde yerinden fırladı, havluyu öteye atarak tekrar odayı arşınlamaya başladı. Alyoşa onun deminki sözlerini hatırladı: "Uyanıkken düş görüyor gibiyim... Yürüyüp konuşurken düş görüyorum, ama gene de uykudayım..." Şimdi de bu haldeydi. Alyoşa İvan'ın yanından ayrılamıyordu. Bir aralık, bir koşu gidip doktor çağırmayı düşündü, ama kardeşini yalnız başına bırakmaya korktu, yanında bırakacak kimsesi yoktu. Sonunda İvan iyiden iyiye sapıtmaya başladı. Konuşmaları gitgide daha abuk sabuklaştı. Hatta kelimeleri de düzgünce söylemiyordu; birden olduğu yerde sallandı. Alyoşa yetişerek yakaladı onu. İvan yatağa taşınmasına karşı koymadı. Alyoşa onu üstünkörü soydu, yatırdı, bir iki saat başında oturdu. Hasta derin bir uykuya dalmış, hareketsiz, sakin, düzenli soluklarla uyuyordu. Alyoşa da bir yastık aldı, soyunmadan sedire uzandı. Uyumadan önce Mitya ve İvan için dua etti. İvan'ın hastalığının nedenini anlamaya başlıyordu: "Gururdan doğan kararın üzüntüsüyle aşırı bir vicdan azabı!" İnanmadığı Tanrı ve gerçekliği, hâlâ teslim olmak istemeyen kalbini gitgide sarıyordu.

Alyoşa, yattığı yerde, "Evet Smerdyakov ölünce İvan'ın sözlerine kimse inanmaz, ama o gene gidip söyleyecek!" diye düşündü, sessizce gülümsedi. "Tanrı yener!.. O da, ya gerçeğin ışıklarında dirilir ya da... inanmadıklarına hizmet ettiği için kalbi nefret dolu, kendisinden ve çevresinden öcünü alarak mahvolur..."Alyoşa, İvan için bir kere daha dua etti.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro