Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dördüncü Bölüm -3

On Birinci Kitap, İVan Fyodoroviç Kardeş

I
Gruşenka'da

Alyoşa, Katedral Meydanı'na, tüccar karısı Morozova'nın evine, Gruşenka'ya yollandı. Kadın sabah erkenden Fenya'yı ona göndermiş, kendisine mutlaka uğraması için rica etmişti. Alyoşa Fenya'yı sorguya çekerek hanımının dünden beri büyük, bambaşka bir üzüntü içinde olduğunu öğrendi. İki ay boyunca, Mitya'nın tutuklanmasından sonra Alyoşa kâh kendiliğinden, kâh Mitya'nın işleri için Morozova'nın evine sık sık gidip gelmişti. Mitya'nın tutuklanışından iki üç gün sonra Gruşenka ağır hastalandı, aşağı yukarı beş hafta yattı. Hele bir hafta hiç kendini bilemedi. Yüzü hayli değişmiş, sararmış, zayıflamıştı. Ama iki haftadır sokağa çıkabiliyordu artık. Alyoşa onu bu yeni haliyle daha çekici buluyordu. Hoşlandığı bakışları daha keskinleşmiş, daha bir anlam kazanmıştı. İç dünyasında da bir değişiklik seziliyordu; sakindi, iyiliğe geri dönülmez bir kesinlikle yöneldiği belliydi. Alnında, kaşları arasında ince, dikine bir çizgi belirmişti. Bu onun sevimli yüzüne içine kapanık, hatta ilk bakışta ağır, düşünceli bir görünüm veriyordu. Eski hoppalığından eser kalmamıştı. Alyoşa bir de şunu tuhaf buluyordu: talihsiz kadın başına gelen bütün felaketlere; nişanlandığı anda sözlüsünün korkunç bir cinayetle suçlanmasına, geçirdiği hastalığa, ne olacağı şimdiden bilinen mahkeme kararına rağmen gene de eski günlerdeki neşesini kaybetmemişti. Önceleri gururla bakan gözlerinde şimdi bir yumuşaklık ışıltısı parlıyordu. Gene de... bazen, seyrek de olsa bu gözlerde pek hayra alamet olmayan kıvılcımlar görünüyordu. Kalbini eski bir kuşkunun sıktığı anlarda oluyordu bu... Bu duygusu sönmemiş, hatta daha da güçlenmişti, konu hep aynıydı: Katerina İvanovna... Hasta döşeğinde bile onu anmıştı Gruşenka! Elinde fırsat olduğu halde Mitya'nın ziyaretine gitmeyen Katerina İvanovna'yı acı acı kıskandığını anlıyordu Alyoşa. Bütün bunlar onun için hayli çetin bir bilmeceydi, çünkü Gruşenka yalnız ona açılıyor, durmadan akıl danışıyordu. Oysa Alyoşa bazı durumlarda ne diyeceğini kestiremiyordu.

Kaygılı bir tavırla gelen Alyoşa, Gruşenka'yı evde buldu; yarım saat kadar önce Mitya'dan dönmüştü. Kadının karşılamak için koltuğundan aceleyle fırlayışından onu sabırsızlıkla beklediğini anladı. Masada bir deste kâğıt vardı. Masanın bir yanındaki deri divana yatak serilmişti, yatakta yan uzanmış bir halde sabahlıkla, kâğıttan bir takke giyen Maksimov oturuyordu. Tatlı tatlı gülümsemesine rağmen hasta, bitkin görünüyordu. Evsiz barksız ihtiyar iki ay önce Gruşenka ile birlikte Mokroye'den dönmüştü. O zamandan beri onda kalıyordu.

O günkü yağmurlu, puslu havada sırsıklam olmuş, korkuyla divana ilişerek ürkek, yalvaran bir gülümsemeyle gözlerini sessizce ona dikmişti. Bir yandan bütün varlığını saran keder, öte yandan hastalığın başında basan ateş, döndükleri ilk yarım saatte çeşitli işler arasında Maksimov'u adeta unutturdu Gruşenka'ya. Sonra birden bakışını ona dikince zavallı Maksimov şaşkın bir tavırla gözlerinin içine bakarak sırıttı. Gruşenka Fenya'yı çağırıp ihtiyarın karnını doyurmasını söyledi. O gün Maksimov aynı yerde kıpırdanmadan oturdu. Hava kararıp pancurlar örtülünce Fenya, hanımına,

— Gece de burada mı kalacaklar? diye sordu.

— Evet. Divana ser yatağını.

Maksimov'a durumunu etraflı olarak sorduktan sonra, şu sıralar gidecek yeri olmadığını öğrendi. "Velinimetim Bay Kalganov artık beni evinde barındıramayacaklarını söylediler, bir de beş ruble bağışladılar..." Gruşenka acıyan bir gülümsemeyle "Ne yapalım, burada kal bari," dedi. İhtiyar bu gülümsemeden sarsıldı, dudakları titredi, minnetinden ağlamaya başladı. O günden sonra evsiz barksız ihtiyar sığıntı Gruşenka'ya postu serdi. Kadının hastalığında bile gitmedi. Fenya ve Gruşenka'ya aşçılık yapan annesi onu atmadılar, eskisi gibi yemeğini veriyor, yatağını yapıyorlardı. Zamanla Gruşenka alıştı ona, Mitya'dan gelince, (henüz iyileşmeden, ayağa kalkar kalkmaz gitmeye başlamıştı) efkâr dağıtmak için "Maksimuşka"yı karşısına alıp çene çalardı; ihtiyar bazen ipe sapa gelir laflar da edebiliyordu. Sonunda Gruşenka onsuz yapamaz oldu. Alyoşa'dan başka hemen hiç kimseyi evine almıyordu, ama o da her gün uğramıyor, üstelik çok kalmıyordu. Gruşenka'nın ihtiyar tüccarı o sırada artık iyice ağırlaşmış yatıyordu; şehirdekilerin söyleyişiyle "bir ayağı çukurdaydı". Gerçekten, Mitya'nın yargılanmasından bir hafta sonra öldü. Ölümünden üç hafta önce yaklaşan sonunu hissetmiş, oğullarını karılarıyla, çocuklarıyla yukarı çağırarak onu bundan sonra yalnız bırakmamalarını emretmişti. Gruşenka'ya o andan itibaren kapısını kapamış, hizmetkârlarına, gelecek olursa tarafindan, "uzun, neşeli ömürler dilediğini, onu unutmasını emrettiğini" söylemelerini sıkı sıkı tembihlemişti. Ama Gruşenka hemen hemen her gün sağlık haberlerini sorduruyordu.

Kâğıtları masaya fırlatarak,

— Hele şükür, geldin! diye sevinçle atıldı Alyoşa'ya. Maksimuşka belki gelmezsin diye beni öyle korkuttu ki... Çok ihtiyacım var sana! Geç masaya, kahve ister misin?

Alyoşa masaya yerleşti.

— Fena olmaz, acıktım,

— Gördün mü; Fenya, çabuk bir kahve! Fenya! Ne zamandır senin için kaynayıp duruyor. Börekleri de getir ama sıcak olsun. Aman Alyoşa, bu börekler yüzünden bugün kopan fırtınayı bilemezsin! Bunlardan hapishaneye götürdüm ona... İnanır mısın, yemeden önüme fırlattı, birini yere atıp çiğnedi. "Gardiyana bırakacağım," dedim. "Akşama kadar yemezsen öfkenin zehiriyle karın doyuruyorsun demektir!" Kalktım gittim. Gene kavga ettik, inanır mısın! Her gidişimde öyle.

Gruşenka bunları soluk almadan, heyecanla söyledi. Maksimov ürkmüştü, yere bakarak sırıtıyordu.

— Gene ne oldu, niye kavga ettiniz?

— Aklımdan bile geçmeyen bir nedenle... Düşün, beni o "eskisi"nden kıskanıyor. "Ne diye bakıyorsun o herife? Demek geçindirmeye başladın onu, öyle mi?.." Kıskanmadan edemiyor! Gece gündüz hep kıskanıyor. Geçen hafta Kuzma'yı bile kıskandı.

— Ama "eskisi'ni biliyordu...

— Tabii ya. İlk günden beri biliyordu; bugün durup dururken bastı azarı. Söylediklerini tekrarlamaya utanıyorum. Aptal! Ben çıkarken Rakitka girdi. Belki Rakitka kışkırtıyor onu, ne dersin?

Gruşenka son sözleri dalgın bir tavırla ekledi.

— Seviyor seni o, mesele bu, çok seviyor. Şimdi üstelik sinirli de...

— Nasıl olmasın, yarın yargılanacak; yarın olacaklar hakkında biraz konuşayım diye gitmiştim, bunları düşünmeye bile korkuyorum! "Sinirli" diyorsun, bir de benim nasıl sinirli olduğumu düşünsene... Kalkmış Polonyalının lafını ediyor! Ahmak! Maksimuşka'yı kıskanmıyor ama...

— Eşim de beni çok kıskanırdı, diye lafa karıştı Maksimov.

Gruşenka isteksiz isteksiz güldü.

— Seni mi kıskandı, kimden kıskanabildi seni?

— Hizmetçi kızlarımızdan...

— Bırak şimdi Maksimuşka, şakanın sırası değil, kızıyorum. Böreklere de göz dikme, vermem; dokunuyor sana, içki de vermem. Bir de bununla uğraş, düşkünler yurduna döndü burası vallahi!

Maksimov ağlamaklı oldu:

— İyiliklerinize layık değilim, alçağım... İyiliklerinizi benden daha faydalı kimselere yapın siz!

— Faydasız insan var mı Maksimuşka, kimin kimden daha faydalı olduğunu ne bilirsin? Yerin dibine batsın şu Polonyalı, üstelik hastalandı bugün! Ona da gittim. Şimdi inadıma börek de yollayacağım; göndermemiştim ama, Mitya gönderdim diye iftira attı bana; şimdi bile bile göndereceğim işte, inadıma! Bak, Fenya mektup getiriyor: tamam, dediğim gibi gene Polonyalılardan, gene para istiyorlar!

Gerçekten Mussyaloviç pek uzun, her zamanki gibi tumturaklı bir mektup yollamıştı; mektubunda ödünç olarak üç ruble istiyordu. Mektubun içinde üç aylık bir senet de vardı; senedi Vrublevski de imzalamıştı. Gruşenka'nın "eskisi"nden aldığı kaçıncı senetli mektuptu bu! İki hafta önce, hastalığı geçince başlamıştı. Gruşenka hastalığı sırasında Polonyalıların onu yoklamaya geldiklerini biliyordu, ilk aldığı mektup büyük bir kâğıda yazılmış, iri bir aile mühürüyle mühürlenmişti. Yazılış şekli karışık, ağdalıydı. Gruşenka yarısına kadar okuyup bir şey anlamayınca bir kenara attı. Ertesi gün ikinci bir mektup geldi. Mussyaloviç çok kısa bir zaman için iki bin ruble ödünç istiyordu. Gruşenka bu mektubu da karşılıksız bıraktı. Arkasından mektuplar her gün gelmeye başladı; hepsi böyle ağdalı bir dille yazılmıştı. Yalnız istenen paranın miktarı gitgide yüz rubleye, sonra yirmi beşe, ona kadar indi. Sonunda yolladıkları bir mektupta Polonyalılar sadece bir ruble istediler, bu mektuba da ikisinin imzasıyla bir senet eklemişlerdi. Gruşenka birdenbire acıdı onlara. O gün, hava kararınca bir aralık gitti yanlarına; ikisini de tam bir sefalet içinde buldu. Yiyecekleri, yakacakları, sigaraları yoktu, ev sahiplerine de borçlanmışlardı. Mokroye'de Mitya'dan kazandıkları iki yüz ruble erimiş gitmişti. Gruşenka'yı şaşırtan, Polonyalıların onu kafa tutarcasına kibirli, etiketli davranışlarla ve şişirme laflarla karşılamalarıydı. Genç kadın buna sadece güldü ve "eskisi"ne on ruble verdi. Hemen o gün, gülerek, Mitya'ya da anlattı bunu. Mitya hiç kıskançlık göstermedi. Ama Polonyalılar o günden sonra Gruşenka'ya iyice asılmaya, para isteğiyle her gün mektup bombardımanına tutmaya başladılar. Kadın her gün azar azar yolluyordu. Mitya'nın bugün nedense kıskançlık damarı kabarıvermişti.

Gruşenka, Alyoşa'ya aceleyle,

— Budala gibi, Mitya'ya giderken bir koşu uğrayıverdim ötekine, diye anlatıyordu, hastalanmıştı bizim eski pane... Gülerek anlatıyordum Mitya'ya: Bak, benim Polonyalının gitarla eski şarkılar söylemek esmiş aklına. Duygulanıp da ona varacağımı sanıyor galiba... Ben bunu söyler söylemez Mitya bir fırlasın ayağa, başlasın bana ağzına geleni savurmaya... Ben de şimdi inadıma Polonyalılara börekler yollayacağım!

Hizmetçiye döndü:

— O kızcağızı mı göndermişler, Fenya? Ver şu üç rubleyi, kâğıda da beş on börek sar, götürüp versin. Alyoşa, börek yolladığımı Mitya'ya mutlaka anlat.

Alyoşa gülümsedi.

— Dünyada söylemem.

— Yaa... Üzülür mü sanıyorsun? Kıskanması da yalandan, merak etme, yoksa vızgelir ona!

— Nasıl yalandan?

— Budalasın Alyoşenka. Zekân var, ama gene de bunlara akıl erdiremiyorsun. Beni kıskanmasına kızmam ben, hatta kıskanmazsa içerlerim, öyleyim ben. Kıskançlığa darılmam. Benim kalbim de zalim, ben de kıskanırım. Ama beni sevmediğine, yalandan kıskandığına yanıyorum! Kör değilim ya! Demin bana öbürünü, şu Katya'yı açtı; durup dururken, yok şöyleymiş de böyleymiş: onu kurtarmak için Moskova'dan bir doktor, ayrıca en birinci, en bilgili avukatı getirtmiş. Yüzüme karşı onu övdüğüne göre seviyor demektir; hayasız herif! Kendisi bana karşı suçlu olduğu için beni suçlayıp her şeyi bana yüklemek istiyor: "Sen benden önce Polonyalıylaydın, benim de Katka ile birleşmemden bir şey çıkmaz!" Böyle bu! Bütün suçu bana yıkmak istiyor. Mahsus çattı diyorum sana, ama ben de yapacağım...

Gruşenka ne yapacağını söylemedi, gözlerini mendille örterek hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldu.

— Katerina İvanovna'yı sevmiyor o, dedi kesinlikle Alyoşa.

Gruşenka mendili gözlerinden kaldırmadan,

— Sevip sevdiğini pek yakında anlarım ben! dedi. Sesi tehdit doluydu; yüzü kasıldı.

Alyoşa bu tatlı, sakin, neşeli yüzün bir anda nasıl çatıldığını, hırçınlaştığını görüyor, üzülüyordu.

Gruşenka ansızın,

— Bu saçmalıklar yeter! diye kesti. Seni bunları dinlemek için çağırmadım. Kuzum Alyoşa, yarın ne olacak, yarın? Bana azap veren bu. Azap duyan da yalnız benim. Hepsine bakıyorum, kimsenin umurunda değil, ilgilenen yok. Düşünüyor musun yarın ne olacağını; yarın yargılanacak... Anlat bana, nasıl olacak bu yargılama? Öldüren uşaktır, uşak; o giyer mi? Kimse savunmayacak mı onu? Uşağı çağırdıkları bile yok, değil mi?

Alyoşa düşünceli bir tavırla,

— Sıkı bir sorguya çektiler, dedi, ama hepsi suçlu olmadığı kanısına vardı. Şimdi çok hasta, yatıyor. O zamandan beri saraya tutulmuş. Gerçekten hasta.

— Yarabbim; bir de sen şu avukata git Alyoşa, baş başa konuş onunla. Petersburg'dan üç bine getirtmişler.

— Üçümüz verdik üç bini: ben, kardeşim İvan ve Katerina İvanovna. Doktoru, iki bine Katerina İvanovna kendisi getirtti. Avukat Fetükoviç daha fazla isteyecekti, ama dava bütün Rusya'da duyulmuş; gazeteler, dergiler hep yazdı bunu... Fetükoviç bu işi daha çok ün için aldı, sayılı bir dava çünkü. Dün gördüm onu.

— Ne yaptın, konuştun mu? diye telaşla atıldı Gruşenka.

— Dinledi beni, bir şey söylemedi. Yalnız belirli bir düşünceye vardığını açıkladı. Ama sözlerimi de hesaba katacağını söyledi.

— Ne hesaba katması! Hay düzenbazlar, mahvedecekler onu! Peki, öteki doktoru ne diye getirtmiş, ne gereği vardı?

— Bilirkişi olarak. Ağabeyimin deli olduğunu, delilik anında vurduğunu kanıtlamak istiyorlar. Ama ağabeyim buna razı olmaz.

— Öldürmüş olsa, doğruydu bu... Deliydi o zaman, tam anlamıyla deli! Hep ben rezil karı suçluyum, ben! Ama öldürmedi ki o, öldürmedi! Oysa bütün şehir ona çullanıyor... Fenya'nın tanıklığından bile onun öldürdüğü çıkıyor. Ya bakkal dükkânında, lokantada o memurun anlattıklarını duymayan kalmadı! Hepsi düşman kesilmiş, aleyhinde atıp tutuyorlar.

— Evet, tanıklar çoğaldı, dedi Alyoşa donuk bir sesle.

— Grigori de, Grigori Petroviç yani, kapının açık olduğunda ısrar ediyor, bir türlü dediğinden dönmüyor. Gittim, görüştüm onunla. Üstelik haşladı beni.

— Evet, dedi Alyoşa, ağabeyime karşı belki en güçlü tanık da o.

Gruşenka kaygılı, esrarlı bir tavırla,

— Mitya'nın deli olduğuna gelince, gerçekten öyledir o, dedi. Sana bunu çoktandır söylemek istiyordum Alyoşenka: her gün ona gidip geliyorum, şaşıyorum doğrusu. Bana şu sıralar neler anlatıyor bilemezsin. Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. İlkin, büyük laflar ediyor besbelli, aklımın kıtlığından anlamıyorum, diyordum. Sonra baktım, bir bebek tutturdu, ne bebeği ise... "Bebek neden fakirmiş? Bebek yüzünden Sibirya'ya gideceğim... Katil değilim ama Sibirya'ya gitmem gerek!" Ne bebeği bu, Tanrı bilir! Konuşurken dayanamadım, ağlayıverdim, öyle güzel söylüyordu ki! Kendisi de ağlıyordu; o zaman ağlamaya başladım işte. Birdenbire öptü beni, eliyle kutsadı. Nedir o Alyoşa, anlat bana, ne "bebeği"ymiş bu?

— Rakitin ona dadandı nedense. Ama bu Rakitin'in etkisiyle değil... Dün gitmedim ona, bugün gideceğim.

— Hayır, Rakitka değil bu; kardeşi İvan Fyodoroviç aklını karıştırıyor onun...

Gruşenka birdenbire yutkundu, sustu.

Alyoşa şaşkınlıkla gözlerini ona dikti. Gruşenka kıpkırmızı kesildi, bozuldu.

— Aah... Ben öyleyim işte... Gevezelik ettim! Dur Alyoşa, oldu olacak; madem ağzımdan kaçırdım, hepsini dosdoğru söyleyeceğim: iki kere geldi ona İvan Fyodoroviç. İlk defa buraya geldiği zaman: ben hastalanmadan önce; Moskova'dan acele acele gelmişti. İkinci olarak bir hafta önce uğradı; Mitya'ya, sana söylememesini, bunu hiç kimseye açmamasını tembih etti, gizli gelmişti.

Alyoşa derin derin düşünüyordu, işittiği haber onu etkilemişti. Ağır ağır,

— Kardeşim İvan, Mitya'nın işini konuşmaz benimle, dedi. Zaten bu iki ay içinde pek az görüştük. Geldiğim zamanlar hiç memnun görünmüyordu, ben de üç haftadır uğramıyorum ona artık. Eveet... Bir hafta önce oraya gittiğine göre... evet. Mitya'da bu hafta içinde bir değişme var.

— Hem de ne değişme! Bir sır aralarında, sır! Mitya kendisi, sırları olduğunu söyledi. Hem öyle bir sır ki, Mitya'nın huzuru iyice kaçtı. Oysa önceleri pek neşeliydi; şimdi de neşeli ama, başını şöyle sallayıp odada dolaşmaya, sağ eliyle şakağındaki saçları çekiştirmeye başladı mı içinin rahat olmadığını anlıyorum. Önceleri pek neşeliydi, hatta bugün bile bir aralık...

— Sinirliydi dedin ya?

— Evet hem sinirli, hem neşeli. Sinirleniyor, bir dakika sonra gene neşeleniyordu; ardından birdenbire tekrar sinir basıyordu. Hem biliyor musun Alyoşa, şaşıyorum ona; önünde bu kadar korkunç bir şey varken bazen olur olmaz yerde kahkahayı basıyor. Kendisi de bebek gibi vallahi...

— Bana İvan'ın gelişini açmamanı tembihlediği doğru mu? "Söyleme" mi dedi?

— Evet, "Söyleme" dedi. En çok senden çekiniyor. Sır olduğunu söyledi; kendisi öyle dedi, sırmış!

Gruşenka birden heyecanlanarak,

— Kuzum Alyoşa, ne olursun git öğren, ne sırrıymış bu. Öğren, sonra gel bana anlat. Beni de rahata kavuştur; bileyim acı kaderimi ben de! Bunun için çağırdım seni.

— Seninle ilgili mi sanıyorsun? Böyle olsa, yanında sırdan söz açmazdı.

— Bilmem. Belki bana söylemek istiyor da cesaret edemiyor. Hazırlık yapıyor... Sır var, dedi, ama ne sırrı olduğunu söylemedi.

— Sen ne düşünüyorsun?

— Ne düşüneyim? Sonum geldi artık — düşündüğüm bu. Üçü birleşmiş, sonumu hazırlamışlar; çünkü işin içinde Katka da var. Hep bu Katka, her şey onun başı altından çıkıyor! "O şöyleymiş, o böyleymiş..." Demek ben öyle değilim. Bunu şimdiden söylüyor, şimdiden hazırlıyor beni. Aklına beni bırakmayı koymuş, bütün sır bu. Üçünün beraberce kararlaştırdığı bu: Mitka, Katka ve İvan Fyodoroviç... Sana çoktandır bir şey sormak istiyorum Alyoşa: bir hafta önce bana, İvan'ın Katka'ya âşık olduğunu açıkladı; sık sık gidiyormuş ona... Söylediği doğru mu, değil mi? Elini vicdanına koy da söyle, acıma.

— Yalan söylemem sana. İvan'ın Katerina İvanovna'ya âşık olduğunu sanmam.

— Ben de öyle düşündüm. Uyduruyor bana utanmaz herif, yalan! Demin beni kıskanması da sırf ilerde her şeyi bana yüklemek için... Aptaldır o, izini belli etmemeyi beceremez, içi dışı bir; öyledir o... Ama bunu komam onun yanına, komam! "Sen öldürdüğüme inanıyorsun!" diyor. Bana diyor bunu, bana! Başıma kakıyor bunu! Tanrı bağışlasın onu... Ee, hele dur: şu Katka'nın mahkemede benden çekeceği var! Bir tek söz söyleyeceğim orada... Her şeyi açıklayacağım!

Gruşenka yeniden acı acı ağlamaya başladı.

Alyoşa yerinden kalktı.

— Sana şunu kesin olarak söyleyebilirim Gruşenka. Her şeyden önce Mitya yalnız seni, dünyada her şeyden çok ve yalnız seni sever; buna inan. Biliyorum, iyice biliyorum bunu. İkinci olarak, sırrını öğrenmek için ağız arayacak değilim, ama bugün kendisi söylerse sana söylemeye söz verdiğimi saklamayacağım. O zaman hemen bugün gelir anlatırım sana. Yalnız... bana göre Katerina İvanovna'nın adı bile yok, başka bir şey bu. Kesinlikle öyle... Katerina İvanovna ile ilgili olacağını hiç sanmam, benzemiyor. Şimdilik hoşça kal!

Alyoşa Gruşenka'nın elini sıktı. Gruşenka hâlâ ağlıyordu. Genç adam, kadının sözlerine pek inanmadığını görüyordu, ama gene de, içini döktüğü, acılarını döktüğü için ferahlamıştı. Gruşenka'yı bu halde bırakmaya gönlü razı değildi, ama acele ediyordu. Yapılacak pek çok işi vardı.

II
Hasta Ayak

İlk işi Bayan Hohlakova'nın evindeydi. Bunu bir an önce toparlayıp Mitya'ya geç kalmamak için acele acele gitti oraya.

Bayan Hohlakova üç haftadır keyifsizdi; ayağından biri şişmişti nedense. Hohlakova yataklık hasta değildi, ama çekici, zarif bir sabahlıkla odasında kanepeye uzanmıştı. Alyoşa bir gün, saf bir gülümsemeyle, kendi kendine, Bayan Hohlakova'nın hastalığına rağmen pek şıklaştığını söylemişti: çeşitli başlıklar, fiyonklar, açık bluzlar ortaya çıkmaya başlamış... Alyoşa nedenini az çok kavramakla beraber bu düşünceleri gereksiz saydığı için üzerinde durmuyordu. Son iki aydır Bayan Hohlakova'da başka misafirler arasında genç Perhotkin görünmeye başlamıştı. Alyoşa oraya dört gündür gitmemişti, gelince doğruca Liza'ya geçmek istedi, onunla görüşecekti çünkü. Liza bir gün önce hizmetçisiyle "çok önemli bir iş için" hemen onu görmek istediği haberini yollamıştı. Alyoşa bazı nedenlerden merak etti bunu. Fakat hizmetçi, geldiğini Liza'ya haber verene kadar Bayan Hohlakova da gelişini duymuş, "beş dakika için" yanına çağırmıştı. Alyoşa, Liza'ya önce gitse, orada otururken kadının ikide bir yanlarına adam koşturacağını bildiği için kıza gitmeden annesinin isteğini yerine getirmeye karar verdi. Bayan Hohlakova olağanüstü süslü bir kıyafette, belli edecek kadar sinirli, heyecanlı bir halde kanepesine uzanmıştı. Alyoşa'yı sevinç çığlıklarıyla karşıladı.

— Yüzyıllar, yüzyıllar oldu sizi görmeyeli! Tam bir hafta geçti, insaf yok mu sizde; şey... değil, dört gün önce, çarşamba günü gelmiştiniz... Lise'e geldiniz, değil mi? Eminim, ben duymayayım diye, parmak uçlarına basarak doğruca ona geçecektiniz. Canım, kuzum Aleksey Fyodoroviç, Lise'i ne kadar merak ettiğimi bir bilseniz! Neyse, bu sonra. Gerçi en önemlisi, ama en sonraya kalsın. Azizim Aleksey Fyodoroviç, Liza'mı size emanet ediyorum. Staretz Zosima'nın ölümünden sonra —Tanrı ruhunu huzura kavuştursun!— (Bayan Hohlakova istavroz çıkardı) size bir keşiş gözüyle bakıyorum. Gerçi yeni kılığınız size pek yakışmış ya... Böyle usta terziyi nereden buldunuz? Yo, hayır, önemli olan bu değil, hayır, bu da sonra! Kusura bakmayın, size bazen kısaca Alyoşa diyorum; yaşlılığıma bağışlayın.

Bayan Hohlakova işveli işveli gülümsedi. Sonra,

— Ama bu da sonra, diye devam etti. Asıl önemli konuyu tamamlayalım. Lütfen, ben lafa dalınca, "Hani o önemli şey?" diye hatırlatıverin. Hoş, şu anda en önemlisinin ne olduğunu bilecek halde değilim ya... Aleksey Fyodoroviç, Lise size verdiği o çocukça evlenme sözünü geri alınca, bunun, uzun zaman koltuğunda çakılı kalmış hasta bir kızın çocukça hayali olduğunu anladınız tabii. Çok şükür yürüyor artık. Şu yeni doktor, Katya'nın talihsiz ağabeyiniz için Moskova'dan getirttiği doktor... Şey, yarın ağabeyiniz... Neyse, açmayalım bunu! Yarını düşündükçe ölecek gibi oluyorum. En çok meraktan... Kısacası, bu doktor dün bize de geldi, Lise'i gördü. Vizitesine elli ruble verdim. Ah bu da o değil, başka şey! Görüyorsunuz, bütün bütüne şaşırdım. Acele ediyorum, ama nedenini bildiğim yok. Zaten artık beynim durdu. Her şey önümde bir yumak gibi dolaştı sanki. Korkarım, canınız sıkılıp "pır" diye kaçacaksınız buradan, ondan sonra sizi yakalayana aşkolsun! Aman Yarabbi, niye böyle oturuyoruz? Hepsinden önce kahve gelmeli. Yuliya, Glafira, kahve!

Alyoşa hemen teşekkür etti, kahveyi yeni içtiğini söyledi.

— Kimde içtiniz?

— Agrafena Aleksandrovna'da.

— A, şey... o kadında mı? Aah, hepsini mahveden o, odur! Ama bilmem ki, onun da bir azize olduğunu söylüyorlar; geçmiş ola! Daha önce, gerektiği zaman olmalıydı, neye yarar şimdi? Susun Aleksey Fyodoroviç, susun, size o kadar çok şey söylemek istiyorum ki, hiçbirini söyleyemeyeceğim galiba. Bu müthiş dava... mutlaka gideceğim mahkemeye, hazırlanıyorum; salona koltukta götürecekler beni. Oturabilirim artık, yanımda adamlarım da olacak... Tanıklık edeceğim, biliyor musunuz? Nasıl konuşacağım, nasıl konuşacağım! Ne söyleyeceğimi de bilmiyorum. Yemin ettiriyorlar galiba, öyle mi?

— Evet, ama gidebileceğinizi sanmıyorum.

— Yo, oturabilirim; ayy... şaşırtıyorsunuz beni! Bu dava, bu vahşilik, sonra hepsi Sibirya'ya gidecek, kimi de evlenecek; her şey göz açıp kapayana kadar geçiyor, değişiyor, sonu hiç, hepsi ihtiyarlıyor, bir ayakları çukura eriyor. Aman olsun, yoruldum ben. Şu Katya, —cette charmante personne — bütün umutlarımı kırdı: şimdi ağabeyinizin peşinden Sibirya'ya gidecek, öbür kardeşiniz de onun ardına düşecek; dolaydaki şehirlerden birinde oturacak, hepsi birbirlerini hırpalayacaklar. Deli ediyor beni bu, duyuldu her yanda: Petersburg'da, Moskova'da bütün gazeteler milyon defa yazdılar. Ha şey, düşünün bana bile takılıyorlar: güya ağabeyinizin "pek aziz dostu" imişim; asıl çirkin kelimeyi ağza almak istemem. Düşünsenize bunu bir kere!

— Olamaz! Nerede, nasıl yazdılar?

— Şimdi göstereceğim. Dün aldım; hemen okudum. Burada işte; Petersburg'da çıkan Söylenti'de... Söylenti bu yıl çıkmaya başlamış, söylentilere bayıldığım için abone oldum, ama başıma belayı almışım: buymuş söylenti... İşte şurası, şu kısmı okuyun. Bayan Hohlakova yastığın altından bir gazete yaprağı çekip Alyoşa'ya uzattı. Üzgün değildi, daha çok dermansız bir hali vardı. Belki gerçekten kafasında her şey topaklanıp karışmıştı. Gazetedeki haber oldukça dikkate değerdi; şüphesiz, ona hayli dokunan yanı vardı. Bereket Hohlakova o anda dikkatini bir noktaya toplayabilecek gibi değildi; bu yüzden bir dakika sonra haberi de, gazeteyi de unutabilir, bambaşka bir konuya geçebilirdi. Müthiş davanın bütün ülkede duyulduğunu Alyoşa çoktandır biliyordu. Gerçek, doğru haberler arasında son iki ay içinde ağabeyi, tüm Karamazov'lar, hatta kendisi hakkında ne ipe sapa gelmez haberler, yazılar okumuştu. Hatta gazetelerden biri güya onun, ağabeyinin cinayetinden sonra korkudan bir köşeye çekildiğini, rahip olduğunu yazmıştı. Başkası bunu yalanlıyor, tam tersine, Alyoşa'nın Staretz Zosima'sıyla manastırın para sandığını kırarak "manastırdan tüydüğünü" öne sürüyordu. Söylenti'deki yeni haberin başlığı şuydu: "Skotoprigonyevsk'ten Karamazov davasına..." (Evet, neyleyelim şehrimizin adı Skotoprigonyevsk'tir; bunu şimdiye kadar açıklamak istememiştim.) Haber kısaydı, Bayan Hohlakova'nın açıktan açığa sözü edilmiyordu, zaten yazıda hiç ad verilmemişti. Yazıda, gürültülü dava sahibinin ordudan emekliye çıkarılmış bir subay; küstah, tembel, köleliği tutan, vaktini âşıkdaşlıkla geçiren ve özellikle "yalnızlıktan canı sıkılan bayanlar" üzerinde etki uyandıran birisi olduğu söyleniyordu. Güya, yetişkin bir kız anası olduğu halde gençlik taslayan böyle canı sıkkın bir dul, suçun işlenmesinden iki saat önce, birlikte altın madenlerine kaçmak koşuluyla adama üç bin ruble önermiş. Ama canavar, "kırklık dilberiyle" Sibirya'ya taşınmaya, aynı üç bini elde etmek için babasını vurmayı üstün tutmuş. Bunu da kimseye hesap vermeden yapabileceğini ummuş. Bu oynak dilli bildiri, gereken şekilde baba katline ve eski kölelik yasasına karşı soylu bir öfkeyle sona eriyordu.

Alyoşa ilgiyle okuduktan sonra kâğıdı katlayıp Bayan Hohlakova'ya geri verdi.

— Ben değilim de kim bu? diye yeniden cıvıldamaya başladı Hohlakova. Bir saat önce ona altın madenlerine gitmeyi öneren bendim. Sonra da... "Kırklık dilber"! Amacım bu değildi ki... Mahsus bu... Cenabı Hak şu kırklık dilberi günahına yazmasın; benim bağışladığım gibi... Fakat bu... bunu kimin yazdığını biliyor musunuz? Arkadaşınız Rakitin.

— Belki, dedi Alyoşa. Gerçi ben bir şey duymadım ya...

— O, mutlaka o! Kovdum onu... Meseleyi biliyorsunuz, değil mi

— Evinize bir daha gelmemesini söylediğinizi biliyorum, ama neden... sizden duymadım.

— Ya, ondan duydunuz demek! Hakkımda epey atıp tutuyor, değil mi?

— Evet ama, o herkes için yapar bunu. Yalnız kapınızı ona kapatmanızın nedenini Rakitin'den duymamıştım. Zaten pek seyrek karşılaşıyoruz. Arkadaşlık ettiğimiz yok.

— Öyleyse size hepsini açacağım, ne yapayım, günahımı da açıklayayım, çünkü bir nokta var ki, suçlu benim belki. Ama o kadar ufak, minnacık bir noktacık ki, varlığıyla yokluğu bir... Bakın canım (Bayan Hohlakova birdenbire cilveli bir tavır takındı, dudaklarında sevimli, esrarlı bir gülümseme belirdi); bakın, içime bir şüphe girdi... bağışlayın beni Alyoşa, sizinle bir anne gibi, yo, hayır... tam tersine, sizi babam kabul ederek konuşacağım. Annelik bu duruma uygun değil: Staretz Zosima'nın karşısında günah çıkarıyormuşum gibi... en uygunu bu, demin size keşiş demiştim zaten, işte şu zavallı delikanlı, arkadaşınız Rakitin... (Aman Yarabbi, ona darılmak da elimden gelmiyor bir türlü! Kızıyorum, öfkeleniyorum, ama pek o kadar değil.) Kısacası bu uçarı delikanlı bana âşık olmaya kalkışmış sanıyorum. Bunu sonradan birdenbire fark ettim. Başlangıçta, yani şöyle bir ay kadar önce ziyaretlerini sıklaştırdı, hemen her gün gelmeye başladı. Oysa tanışıklığımız yeni değildi ki... Bir şeyden haberim yok... Sonra birdenbire, kafamda şimşek çaktı sanki... hayretle bir şeyler sezmeye başladım. Tabii biliyorsunuz, iki aydır burada memur olan şu alçakgönüllü sevimli ve değerli genç Pyotr İlyiç Perhotkin'i evime kabul ediyordum. Çoğu zaman siz de ona rastladınız. Değerli, ciddi bir adam, değil mi? Üç günde bir geliyor, her gün değil; (keşke her gün gelse!) Daima çok iyi giyinir; ben gençliği severim Alyoşa, hele sizin gibi yetenekli, alçakgönüllü olanları... Onda adeta bir devlet adamı zekâsı var, konuşması öyle tatlı ki, mutlaka bir şeyler yapacağım onun için... Yarının diplomatı bu çocuk. O korkunç günde, gece vakti gelerek beni ölümden kurtardı adeta. Dostunuz Rakitin de kocaman pabuçlarını halının üstünde sürüye sürüye geliyordu. Uzatmayalım; bana bir şeyler sezdirmeye başladı. Bir gün ayrılırken elimi nasıl sıktığını hiç unutmam! Elimi sıkar sıkmaz birden ayağım ağrımaya başladı. Pyotr İlyiç'le önceleri de karşılaşırdı ve her defasında hırpalardı adamcağızı, inanır mısınız, hep hırpalıyor, hep bir şeyler mırıldanıp duruyor... İkisine baktıkça için için gülüyordum. Bir keresinde yalnız oturuyordum. Hayır, değil; o sıralar ayağım yüzünden yataktaydım; dediğim gibi de tek başımaydım. Rakitin, Mihayl İvanoviç geldi. Düşünün, hasta ayağım için bir şiir yazmış, kısacık bir şey, hasta ayağımı şiiriyle tasvir etmiş. Durun bakayım, nasıldı o:

Şu minicik ayak, minicik ayak

Sızlıyor azıcık...

Böyle bir şeydi işte, aklımda hiç şiir tutamam, şurada bir yerde galiba, sonra gösteririm size. Pek güzel, pek hoş: hem biliyor musunuz, yalnız ayağımdan söz etmiyor, ahlaki bir şey aynı zamanda, güzel bir fikir var içinde ama neye ait bir fikirdi unuttum. Kısacası tam albümlere konulacak bir şiir. Tabii teşekkür ettim, o da memnun oldu. Ben teşekkür ederken Pyotr İlyiç içeri girdi. Mihayl İvanoviç'in suratı bir karış asıldı. Pyotr İlyiç'in onu tedirgin ettiğini sezdim, besbelli şiirden sonra bir şeyler daha söylemek istiyordu, işte tam o sırada Pyotr İlyiç girmiştı. Şiiri Pyotr İlyiç'e gösterdim, kimin yazdığını söylemedim ama. Eminim o anda anladı, eminim buna! Gerçi o bunu açıklamadı, anlamamış göründü, ama mahsus yapıyordu. Şiiri okur okumaz kahkahayı bastı, kötülemeye başladı; beş para etmez bir şiir diyordu, bir papaz okulu öğrencisinin kaleminden çıkmış olmalı... Pek de ateşli konuşuyordu! Arkadaşınız gülecek yerde kudurdu adeta. Aman Yarabbi, birbirine girecekler sandım: "Ben yazdım bunu," dedi. "Şakadan yazdım, çünkü şiir yazmayı esasen en aşağılık bir iş sayarım... Gene de şiirim güzel. Sizin Puşkin'e kadın ayakları üzerine yazdığı şiirleri yüzünden heykel dikmek istiyorlar, benim şiirimde fikir de var. Sizde insanlık denen şeyden eser yok, kölecisiniz. Zamanımızın yüce duygularını bilmezsiniz, iç gelişimden habersiz yaşıyorsunuz; memursunuz, üstelik rüşvet alan soyundan!" Bu defa ben araya girdim, yalvarmaya başladım onlara. Bilirsiniz, Pyotr İlyiç korkak adam değildir, birdenbire gayet nazik, kibar bir sesle konuşmaya başladı. Rakitin'e alaylı alaylı bakıp özür diledi: "Bilmiyordum," dedi. "Bileydim bunları söylemez, överdim şiirinizi... Şairler hep sinirli olur." Kısacası, kibarlık maskesi altında alay üstüne alay; oysa ben ciddi konuşuyor sanmıştım. Şimdiki gibi yatmış düşünüyordum: "Mihayl İvanoviç evimde misafirime böyle çirkin çirkin bağırdığı için kovsam onu ayıp olur mu, olmaz mı?" diye... İnanır mısınız, şöyle gözlerimi kapadım; boyuna "Ayıp olur mu olmaz mı?" diye düşünüyor, bir türlü karar veremiyordum. Azap içindeydim, kalbim küt küt atıyor, "Bağırayım mı, bağırmayayım mı?" diye düşünüyordum. Bir ses: "Bağır!" öbürü "Hayır, bağırma!" diyordu. Birden, ikinci sese uyarak çığlığı bastım, ardından da bayılıverdim. Tabii o anda ortalık birbirine girdi. Ben de birdenbire doğrularak Rakitin'e, "Mihayl İvanoviç, üzülerek söylemek zorundayım ki, bundan sonra sizi evime kabul edemem," dedim. Böylece kovdum onu. Ah Aleksey Fyodoroviç! Kötü davrandım, biliyordum, yalan söylemiştim, aslında ona hiç kızmamıştım. Ama o anda her şey, bütün bu sahne pek güzel olacak gibi gelmişti bana... Yalnız, inanır mısınız, çok tabii oldu, çünkü ağladım orada, hatta sonradan da birkaç gün ağladım. Ama bir gün, yemekten sonra hepsini bir anda unutuverdim. Rakitin ayağını kesti, iki haftadır uğradığı yok. İçimden, "Hiç mi gelmeyecek acaba?" diye geçiyor. Daha dün bunu düşünürken akşamüstü bu söylentiler geldi. Okuyunca parmağım ağzımda kaldı; ondan başka kim yazar bunu... O gün eve dönünce masaya geçip döşenmiştir. O herifler de basmışlar yolladıklarını, iki hafta önceydi bu. Aman Alyoşa, boyuna konuşuyorum ama bir türlü esasa geldiğim yok. Ne yapayım, kendiliğinden dökülüyor ağzımdan bunlar!

— Ben de bugün ağabeyime erkence gitmeliyim... diye kekeledi Alyoşa; çok gerekli...

— Evet, evet, tamam! İyi hatırlattınız: şey, tehevvür nedir acaba?

— Ne tehevvürü?

— Adli tehevvürden söz ediliyor; suçtan affettirirmiş. Ne suç işlemiş olursanız olun hemen affederlermiş sizi.

— Nasıl yani?

— Şunu demek istiyorum ki Katya... Ah ne hoş, ne cana yakın yaratık! Yalnız kime âşık olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Geçenlerde buradaydı, o kadar uğraştım gene de ağzından bir kelime alamadım. Zaten o da şu sıralar hep sudan şeylerden, sağlık durumumdan filan söz ediyor, başka bir konuya yanaştığı yok; halleri de bir tuhaf... Kendi kendime, "Aman ne yaparsanız yapın, bana göre hava hoş!" dedim. Şey, ne diyordum ... ha, tehevvürden söz ediyorduk. O doktor da geldi, doktorun geldiğini biliyor musunuz? Tabii biliyorsunuz, şu delilerden anlayan doktor, onu getiren sizsiniz zaten; yani siz değil de, Katya getirtti. Her taşın altından o çıkar zaten! Bakın nasıl oluyor bu: bir adam deli olmamakla beraber tehevvüre kapılıyor; kendini biliyor, ne yaptığının da farkında, ama tehevvür işte... Herhalde Dmitri Fyodoroviç'in durumu da buydu. Tehevvür meselesi şu yeni açılan mahkemeler tarafindan ortaya atılmış. Yeni mahkemelerin getirdiği iyi bir yenilik bu. Bana da geldi o doktor, o akşam altın madenleri işini sordu: o günkü hali nasıldı, falan diye... Elbette tehevvüre kapılmış: gelir gelmez tutturdu: "Para, para isterim! Üç bin verin bana!" diye... Sonra oraya gitti, öldürüverdi. "Öldürmek istemem," diyordu, "istemem!" Ama gene de öldürdü. İstemediği halde yaptığı için affedilecek.

Alyoşa sert sert,

— Öldüren o değildi, diye Hohlakova'nın sözünü kesti. Sabırsızlığı gitgide artıyor, huzuru kaçıyordu.

— Biliyorum, öldüren o ihtiyar Grigori...

— Grigori de nereden çıktı? diye bağırdı Alyoşa.

— Evet, evet, o, Grigori vurmuş. Dmitri Fyodoroviç ona vurunca düşmüş, sonra kalkmış; bakmış oda kapısı açık, içeri girip vurmuş Fyodor Pavloviç'i.

— Niye? Neden yapmış bunu?

— Öfke... Dmitri Fyodoroviç kafasına vurunca kendini kaybediyor, ayılınca öfkeye kapılıyor, gidip adamı öldürüyor. "Ödürmedim" demesine bakmayın, belki de bunu hatırlamıyor bile. Yalnız size şunu söyleyeyim ki, Dmitri Fyodoroviç öldürmüş olsa daha iyiydi. Zaten öyle olmalıydı; gerçi ben, bunu yapanın Grigori olduğunu söylüyorum, ama değil, Dmitri Fyodoroviç'in işi olmalı bu, böylesi de daha yerinde. İyi deyişim, bir evladın babasını öldürmesini hoş gördüğüm, övdüğüm için değil, tam tersine, çocuklar büyüklerine saygı göstermeli. Gene de onun vurması daha iyi, kendini bilmeyerek yaptığına göre sizler için fazla üzülecek bir neden kalmıyor. Daha doğrusu, bilerek yapıyor, ama bu halin ona nasıl geldiğinin farkında değil... Yok yok, onu bağışlamaları gerekir, insanca bir hareket olur bu. Hem yeni mahkemelerin ne kadar merhametli olduğunu herkes görür. Ben bilmiyordum, ama dediklerine göre yeni değilmiş bunlar. Dün duydum, öyle şaşırdım ki hemen sizi çağırmayı düşündüm. Sonra şöyle bir karar verdim: temize çıkarsa mahkemeden doğruca bize, yemeğe çağıracaktım. Birkaç eş dost da çağırıp hep birlikte yeni mahkemelerin şerefine kadeh kaldıracaktık. Tehlikeli bir hali olduğunu sanmam, zaten epey insan davet edecektim; bir şey yapacak olsa dışarı çıkarılabilirdi. İlerde, başka bir şehirde sulh yargıcı ya da bunun gibi bir şey olabilirdi. Malum ya, yargıçların en iyisi daha önce acı çekenlerden çıkıyor, işin en önemlisi, bu zamanda kendini bu çeşit tehevvüre kaptırmayan insan yok; hepimiz kendimize göre bir nedenle tehevvüre kapılıyoruz, örnekleri istediğinizden çok: bir bakarsınız bir adam oturmuş şarkı söylerken birden bir şeye kızar, tabancasını çektiği gibi önüne ilk çıkanı yere serer. Böyle vakalarda adamı suçlu saymıyor, temize çıkarıyorlar. Geçenlerde okudum bunu, bütün doktorlar kabul ediyor. Canım, uzağa gitmeye ne hacet, bizim Lise'de de tehevvür var; daha dün onun yüzünden ağladım. Evvelsi gün de, bugün de kızın tehevvür içinde olduğunu anladım. Ah, çok üzüyor beni bu Lise! Aklını yitirmiş gibi geliyor bana. Neden çağırmış sizi? O mu çağırdı, yoksa kendiliğinizden mi geldiniz?

— O çağırdı, hemen gidip göreceğim onu.

Alyoşa kararlı bir tavırla ayağa kalktı. Bayan Hohlakova birdenbire ağlamaya başladı:

— Kuzum, canım Aleksey Fyodoroviç! diye bağırdı. Belki de en önemli konu buydu işte. Lise'i size bütün samimiyetimle emanet ettiğimi Tanrı bilir, sizi annesinden gizli olarak çağırmasına aldırmıyorum. Ama kardeşiniz İvan Fyodoroviç'i çok soylu, kibar bir genç saydığım halde, kızımı aynı kolaylıkla emniyet edemem ona. Oysa haberim olmadan pattadak Lise'e gelivermiş...

— Nasıl? Ne diyorsunuz? Ne zaman?

Alyoşa çok şaşırmıştı. Artık oturmadan, ayakta dinliyordu.

— Anlatacağım. Belki de sizi bunun için çağırdım, çünkü niçin çağırdığımı ben de bilemiyorum artık. Bakın: İvan Fyodoroviç Moskova'dan dönünce topu topu iki kere geldi bana. İlkinde, ahbapça bir ziyaret amacıyla; ikincisinde, oldukça yakınlarda, Katya'nın bizde olduğunu öğrenerek uğradı. Şu sırada ne kadar meşgul olduğunu bildiğim için sık sık ziyaretini beklediğim yoktu tabii. Vous comprenez, cette affaire et la mort terrible de votre papa . Ama ansızın, beş altı gün önce, bana değil de Lise'e gelip birkaç dakika oturduğunu öğreniyorum. Olaydan tam üç gün sonra, bizim Glafira'dan haber alınca şaşırdım. Hemen Lise'i çağırdım. Güldü: "Sağlık haberinizi almaya gelmiş, uyuyorsunuz diye rahatsız etmemiş..." Şüphesiz öyle. Ama Lise, ah şu Lise yok mu, Yarabbi ne kadar üzüyor beni! Düşünün, bir gece, bundan dört gün önce, son geldiğiniz gün, siz gittikten sonra kriz geçirdi, bağırıp çağırmalar, isteri nöbeti işte! Peki, bende niye hiç isteri nöbeti olmuyor? Ertesi gün yeni bir kriz, öbürsü gün, dün de yeniden... Ayrıca bir sabit fikir de çıkardı: "Nefret ediyorum İvan Fyodoroviç'ten, kabul etmeyeceksiniz onu, almayacaksınız bir daha evimize, istemem!" diye bağırmaya başladı. Ne yapacağımı şaşırdım. Dedim ki: "Böyle saygıdeğer, bu kadar bilgili ve felakete uğramış —bütün bu işler mutluluk değil, elbette felakettir, öyle değil mi?— bir insana kapımızı nasıl kaparız?" Sözlerime gülüverdi, hem ne küstahça güldü! Gerçi onu güldürdüğüm için sevindim: nöbetleri geçer diyordum... Zaten İvan Fyodoroviç'e tuhaf ziyaretleri yüzünden evimize bir daha gelmemesini söyleyecek, ondan bunu açıklamasını isteyecektim. Bugün de başka bir şey oldu. Liza sabah uyanınca Yuliya'ya bir şeyden kızmış, tokatlamış... Korkunç bir şey bu, ben hizmetçi kızlarımla siz diye konuşurum. Bir saat sonra da Yuliya'nın boynuna atılıp ayaklarına kapanmış. Bana, ne şimdi, ne de bundan sonra yanıma gelmeyeceği haberini yolladı. Ben odasına gidince boynuma sarıldı, hem öpüyor, hem ağlıyor, bir yandan da kapıya doğru itiyordu beni... Böylece hiçbir şey öğrenemedim. Şimdi aziz Aleksey Fyodoroviç, bütün umudum sizde; kaderim sizin ellerinizde... Çok rica ederim, Lise'e gidin, ancak sizin becerebileceğiniz şekilde her şeyi sorup öğrenin. Sonra buraya gelin, bana, onun annesine anlatın. Çünkü durum böyle devam ederse, ya öleceğim ya da evden kaçacağım. Yapamam artık, sabırlıyım, ama sabrımın da bir sınırı var; tükenirse korkunç bir şey olabilir.

O sırada odaya giren Pyotr İlyiç Perhotkin'i gören Bayan Hohlakova'nın yüzü birden sevinçle parladı:

— Hele şükür, Pyotr İlyiç! diye bağırdı. Geç kaldınız, geç! Neyse oturun, anlatın neler yapmış o avukat? Nereye Aleksey Fyodoroviç?

— Lise'e.

— Ha sahi! Unutmazsınız, değil mi? Ricamı unutmayacaksınız umarım. Geleceğimiz buna bağlı, bütün geleceğimiz...

Bir an önce yakayı kurtarmaya çalışan Alyoşa,

— Unutmam şüphesiz, unutmam... diye tekrarlıyordu, fırsat bulursam tabii... Çok geç kaldım zaten.

— Hayır hayır, "fırsat" falan yok, mutlaka uğrayın!

Bayan Hohlakova bağırırken Alyoşa odadan çıkmıştı bile.

III
Küçük Şeytan

Alyoşa, Liza'yı, yürüyemediği sıralar yatarak vaktini geçirdiği tekerlekli sandalyede buldu. Geleni karşılamak için kıpırdanmadı bile, ama içe işleyen keskin bakışını üstüne dikti. Bakışı ateşli, yüzü solgun, sarıydı. Genç kızın üç gün içinde bu kadar değişmiş, hatta zayıflamış olması Alyoşa'yı şaşırttı. Liza elini uzatmadı. Alyoşa kendiliğinden dizlerinde hareketsiz duran ince uzun parmaklarına dokundu, sonra sessizce karşısına oturdu.

Liza sert bir sesle,

— Hapishaneye gitmek için acele ettiğinizi biliyorum, dedi, annem iki saattir tuttu sizi. Şimdi de benimle Yuliya arasında geçeni anlattı.

— Nereden bildiniz?

— Kapıdan dinledim. Niye öyle bakıyorsunuz? Canım dinlemek istiyor, dinliyorum; bir kötülük yok ki bunda. Özür dileyecek değilim bunun için...

— Bir şeye sıkıldınız galiba?

— Tam tersine, hayatımdan çok memnunum. Daha şimdi, belki otuzuncu defadır, kendi kendime, karınız olmayı reddetmekle ne kadar iyi ettiğimi söylüyordum. Kocalığa yaramazsınız siz. Sizinle evlenirim; günün birinde üstünüze seveceğim başka birine aşk mektubumu götürmek için veririm size. Alıp mutlaka götürür, üstelik karşılık da getirirsiniz. Kırk yaşına bile gelseniz gene bu çeşit mektupları taşıyacaksınız.

Liza birden güldü. Alyoşa ona gülümsedi.

— Hem hırçın, hem saf bir haliniz var, dedi.

— Sizden çekinmediğim için bu saflık. Utanmıyorum; üstelik sizden, özellikle sizden utanmak da istemiyorum. Niçin saymıyorum sizi Alyoşa? Sizi çok severim, ama saygım yok. Saygım olsa böyle çekinmeden konuşmazdım sizinle, öyle değil mi?

— Evet.

— Sizden utanmadığıma inanıyor musunuz?

— Hayır, inanmıyorum.

Liza yeniden sinirli sinirli güldü; hızlı, çabuk çabuk konuşuyordu:

— Ağabeyiniz Dmitri Fyodoroviç'e hapishaneye şeker yolladım. Ne kadar güzelsiniz Alyoşa, biliyor musunuz? Sizi sevmeme bu kadar çabuk izin verdiğiniz için ölesiye seveceğim sizi.

— Beni neden çağırdınız bugün Lise?

— Size bir isteğimi açıklamak istedim. Birisinin beni hırpalamasını istiyorum: evlensin benimle, sonra hırpalayıp aldatsın, bırakıp gitsin... Mutlu olmak istemiyorum!

— Huzursuzluktan hoşlanıyorsunuz yani.

— Yo, huzursuzluk değil... Evi yakmak istiyorum. Gözümün önüne getiriyorum: Gidip gizlice, ama mutlaka gizlice kundaklayacağım! Etraftakiler söndürmeye uğraşırken ev cayır cayır yanıyor, ben bildiğim halde ses çıkarmıyorum... Aman, saçma şey bunlar! Öyle canım sıkılıyor ki...

Liza bıkkınlıkla elini salladı. Alyoşa yavaşça,

— Zenginlik içinde yaşıyorsunuz, dedi.

— Yoksulluk daha mı iyi?

— Daha iyi ya.

— Ölen keşişinizin sözleri bunlar. Doğru değil. Ben zengin olayım, herkes yoksul olsun. Ben şeker yiyeyim, kaymaklı süt içeyim, öbürleri hava alsın. Aman öf, söylemeyin, hiçbir şey söylemeyin bana! diye el salladı Liza. (Oysa Alyoşa'nın ağzını açtığı yoktu.) Hepsini önceleri söylemiştiniz, ezberledim artık. Bıktım. Yoksul olsam birisini öldürürdüm; zengin olsam da yapardım ya bunu belki, boş durmaktansa! Bir şey söyleyeyim mi size: tarlada orakla ekin biçmek isterdim. Sizinle evleneyim, siz de köylü, gerçek bir mujik olursunuz; bir tayımız olur, ister misiniz? Kalganov'u tanır mısınız?

— Evet.

— Boyuna hayal kurar. Diyor ki, gerçekle yaşamaktansa hayal kurmalı. Hayal içinizi açar. Gerçek hayat sıkıcıdır. Yakında evlenecek o. Bana bile aşk ilan etti... Topaç çevirmeyi bilir misiniz?

— Bilirim.

— O da topaç gibi: kaytanı sarıp savur, sonra da ha babam kırbaçla... Evleneyim onunla, ömrümün sonuna kadar topaç çeviririm. Yanımda bulunmaktan utanmıyor musunuz?

— Yo.

— Kutsal şeylerden söz açmadığım için fena halde kızıyorsunuz tabii. Ama ben ermişlik peşinde değilim doğrusu, öbür dünyada en büyük günahın cezası ne acaba? Herhalde bunu bilirsiniz siz.

Alyoşa dikkatli bir bakışla süzdü onu.

— Cezalandıran Tanrıdır.

— Ben de cezalandırılmak istiyorum. Cezalandırsınlar, ben de yüzlerine karşı güleceğim... Bir evi, evimizi yakmayı öyle canım istiyor ki Alyoşa; inanmıyorsunuz bana, değil mi?

— Neden inanmayayım? On, on iki yaşlarında çocukların bile bir şeyler yakmak isteği olur ve yakarlar da. Hastalık gibidir bu.

— Doğru değil bu, değil! Çocukların böyle isteği olabilir, ama benim dediğim başka.

— Siz kötü şeyleri iyi gibi görüyorsunuz. Geçici bir bunalım bu, belki eski hastalığınızın kalıntısı.

— Gene küçümsüyorsunuz beni. Hayır, iyilik değil, kötülük istiyorum ben, hastalıkla da ilgisi yok bunun.

— Kötülüğü neden istiyorsunuz?

— Her şey yok olsun diye. Dünyada hiçbir şey kalmasın, oh ne iyi olur! Biliyor musunuz Alyoşa, bazen içimden alabildiğine kötü, pis şeyler yapmak gelir. Bunu uzun bir süre kimseye sezdirmeden yapacağım, sonra birdenbire patlak verecek... Hepsi beni sarıp parmaklarıyla gösterecekler, ben de karşılarına geçip bakacağım. Ne hoş şey! Niçin bu kadar zevkli bu Alyoşa?

— Öyle işte. İyi bir şeyi yok etmek ya da ateşe vermek bir çeşit ihtiyaçtır... Olur bazen.

— Ama benimki laf değil, yapacağım bunu.

— İnanırım.

— "İnanırım" dediğiniz için sizi çok seviyorum Alyoşa. Hem bunu hiç de, hiç de yalandan söylemiyorsunuz. Yoksa size bunları sadece takılmak için mi söylediğimi sanıyorsunuz?

— Yo, öyle bir şey sandığım yok. Belki biraz ihtiyacınız var buna.

— Var biraz. Size asla yalan söyleyemem.

Liza bunu söylerken gözlerinde bir alev parlayıp söndü.

Alyoşa'nın en çok kızın ciddiliği tuhafına gidiyordu. Yüzünde en "ciddi" anlarında bile kaybetmediği neşe ve muziplikten eser yoktu.

Alyoşa düşünceli bir tavırla,

— İnsanların cinayetleri sevdiği anlar olur bazen, dedi.

— Değil mi ya? Düşündüğümü söylediniz siz; severler, hem "anlar" falan değil, hepsi, daima sever. Biliyor musunuz, bu konuda vaktiyle yalan söylemek âdet olmuş; herkes o zamandan beri yalan söyleyip duruyor. Hepsi kötülükten güya nefret ediyor, aslında içlerinden seviyorlar.

— Eskisi gibi kötü kitaplar okuyor musunuz, Lise?

— Okuyorum. Annem okuyor, yastığının altına saklıyor; oradan çalıyorum.

— Kendinizi mahvediyorsunuz, yazık değil mi?

— Kendimi mahvetmek istiyorum. Burada bir çocuk var, rayların arasına yatmış, tren üstünden geçmiş. Ne mutlu ona! Bakınız, ağabeyiniz babasını öldürdüğü için yargılanıyor, oysa herkes onun babasını öldürdüğüne memnun.

— Memnun mu, babasını öldürdüğü için mi?

— Evet, hepsi memnun. Hepsi, bunun korkunç, feci olduğunu söylüyor, ama içlerinden hoşlarına gidiyor. Başta da ben...

Alyoşa yavaşça,

— Sözlerinizde toplumla ilgili bazı gerçekler var, dedi.

— Bir rahibe göre pek yaman düşünceleriniz! diye coşkunlukla haykırdı Liza. Yalan söylemediğiniz için size ne kadar saygı duyduğumu bilemezsiniz Alyoşa! Size gülünç bir rüyamı anlatayım mı: bazen düşte şeytanlar görüyorum. Geceymiş gibi, ben odamda bir mumla oturuyorum. Odanın her köşesi, masanın altı filan şeytanlarla dolu, kapıyı açıp kapıyorlar; dışarda da sürülerle var, içeri girip beni yakalamak istiyorlar... Yaklaşıyorlar, nerdeyse kapacaklar... O zaman ben istavroz çıkarıyorum; şeytanlar geri geri gidiyorlar, ama büsbütün değil, kapıda, köşelerde pusu kurup bekliyorlar... İçimden birdenbire Tanrıya küfretmek geliyor. Küfretmeye başlayınca şeytanlar hep birden bana atılıyor; seviniyorlar, gene yakalamak istiyorlar, ama ben ansızın istavroz çıkarınca yeniden gerisin geri kaçıyorlar, öyle hoş ki, soluğum tutuluyor!

— Benim de aynı düşü gördüğüm oldu.

— Ne diyorsunuz? Bana bakın Alyoşa; ama gülmeyin: iki ayrı adamın aynı düşü görmesi mümkün mü?

— Herhalde.

Liza aşırı derecede şaşırarak,

— Bu çok önemli Alyoşa, diye devam etti. Düş değil, önemli olan sizin de benimle aynı düşü görebilmeniz. Bana asla yalan söylemediniz, bu defa da söylemeyin: doğru mu bu? Alay etmiyorsunuz ya?

— Dosdoğru.

Liza hep o derin hayret dolu haliyle bir an sustu. Sonra, yalvaran bir sesle:

— Gene gelin bana Alyoşa, sık sık gelin; dedi.

Alyoşa kararlılıkla,

— Her zaman, ömrüm oldukça gelip gideceğim size! dedi

— Yalnız size her şeyi söyleyebilirim, diye tekrar başladı Liza. Kendi kendime ve size. Dünyada sadece size... Hatta size kendimden daha istekle açılıyorum. Sizden hiç çekinmiyorum. Sizden neden hiç çekinmiyorum Alyoşa? Şey, Yahudilerin paskalyalarında çocukları kaçırıp kestikleri doğru mu Alyoşa?

— Bilmem.

— Bir kitabım var: orada bir yargılama okudum. Yahudinin biri dört yaşında bir çocuğun iki elinin parmaklarını bir bir kestikten sonra yavrucağı çarmıha gerer gibi duvara çivilemiş. Mahkemede çocuğun çabuk, dört saat içinde öldüğünü söylemiş... Ne de çabuk, değil mi! Hep inledi, demiş, hep inledi... O da durup onu seyretmiş, iyi etmiş.

— İyi mi?

— İyi ya. Bazen düşündükçe, çocuğu çivileyenin ben olduğunu sanıyorum. O, asıldığı yerde inliyor, ben de karşısına geçip ananas kompostosu yiyorum... Bayılırım ananas kompostosuna! Sever misiniz?

Alyoşa ses çıkarmadan Liza'ya bakıyordu. Kızın solgun sarı yüzü birden kırıştı, gözleri parladı.

— İnanır mısınız, o Yahudiyle ilgili yazıyı okuyunca bütün gece ağlamaktan bittim. Yavrucağın nasıl bağırıp inlediğini içimde canlandırıyordum. (Dört yaşında bir çocuk elbette anlayarak acı çekiyordu.) Bir yandan da ananas kompostosu aklımdan çıkmıyordu. Sabah birisine mektup yolladım: mutlaka bana gelmesini istiyordum. Geldi. Ben de ona hemen çocuktan, ananas kompostosundan söz açtım, her şeyi anlattım, her şeyi; bunun böyle "iyi olduğunu" da söyledim. O da güldü, gerçekten iyi olduğunu söyleyerek kalkıp gitti. Topu topu beş dakika yanımda kaldı. Küçümsedi beni, küçümsedi!

Liza koltuğunda doğruldu, gözleri çakmak çakmaktı:

— Küçümsüyordu beni, değil mi, doğru söyleyin Alyoşa!

Alyoşa, heyecanla,

— Bu adamı siz kendiniz çağırdınız, öyle mi? diye sordu.

— Ben çağırdım.

— Mektup mu yolladınız ona?

— Evet.

— Sırf çocuk hakkında konuşmak için mi?

— Hayır, bunun için değil, hiç değil! Ama o gelince hemen bunları sordum, o da karşılık verdi, güldü, sonra kalkıp gitti.

— Size karşı namuslu davranmış...

— Ama küçümsedi beni, güldü!

— Değil. Çünkü kendisi de ananas kompostosuna inanıyor belki. Şu sıralar çok hasta o, Lise.

— Evet, inanıyor ya! diye heyecanlandı Liza.

— Kimseyi küçümsemez o, sadece kimseye inanmaz, inanmayınca da şüphesiz karşısındakini hor görür.

— Beni de mi? Beni de demek!

— Sizi de.

— Pekâlâ, diye dişleri arasından fısıldadı Liza. Gittikten sonra, küçümsenmenin de kendine göre bir iyiliği olduğunu anladım. Parmakları kesik çocuğun küçümsenmesinde de iyilik var...

Hırçın bir coşkunlukla Alyoşa'nın yüzüne güldü:

— Alyoşa, biliyor musunuz... ne istediğimi biliyor musunuz? Kurtarın beni Alyoşa!

Koltuğundan birden fırladı, Alyoşa'ya doğru atılarak elleriyle ellerini sımsıkı kavradı. Adeta inleyerek,

— Kurtarın beni! diye tekrarladı. Size söylediklerimi dünyada kime söyleyebilirim? Oysa söylediklerimin hepsi gerçek, gerçek, gerçek bunlar! Öldüreceğim kendimi, çünkü her şeyden nefret ediyorum! Her şeyden, her şeyden nefret ediyorum! Niçin beni sevmiyorsunuz, hiç sevmiyorsunuz Alyoşa, niçin?

Liza kendinden geçmiş gibiydi.

— Hayır, seviyorum! diye heyecanla karşılık verdi Alyoşa.

— Ağlayacak mısınız benim için?

— Ağlayacağım.

— Karınız olmak istemediğim için değil, sadece benim için, o kadar...

— Evet.

— Sağolun! Ben de yalnız sizin gözyaşlarınızı isterim. Geri kalanların hepsi suçlasın, çiğnesin beni; hepsi, ayırmasız! Çünkü hiç kimseyi sevmem ben. Duydunuz mu, kim-se-yi! Tam tersine, nefret ederim herkesten. Hadi Alyoşa, ağabeyinize gitme vaktiniz geldi artık.

Liza ansızın kendini geri çekti. Alyoşa nerdeyse korkarak,

— Ya siz, dedi, nasıl kalacaksınız böyle?

— Kardeşinize gidin; kapayacaklar hapishaneyi, gidin çabuk... İşte şapkanız. Mitya'yı benim için de öpün... Hadi gidin, gidin!

Liza, Alyoşa'yı zorla kapıdan dışarı itti. Delikanlı acı bir şaşkınlıkla yüzüne bakarken sağ eline ufak, sert, mühürlü bir zarf tutuşturduğunu hissetti. Zarfın üstünde "İvan Fyodoroviç Karamazov" yazdığını gördü. Gözlerini hemen Liza'ya çevirdi. Genç kızın yüzü birden sertleşti, tehdit eden bir ifade aldı:

— Kendisine verin, mutlaka verin! Bugün, hemen şimdi. Yoksa zehirlerim kendimi! Sizi bunun için çağırdım zaten.

Hızla kapıyı vurdu, içerden çekilen sürgünün sesi duyuldu. Alyoşa mektubu cebine koyarak Bayan Hohlakova'ya uğramadan doğruca merdivene çıktı. Alyoşa çıkar çıkmaz Liza sürgüyü çekti, kapıyı hafifçe aralayarak bir parmağını aralığa soktu, sonra kapıyı olanca hızıyla çekerek parmağını ezdi. Birkaç saniye böyle durduktan sonra parmağını kurtardı, ağır ağır koltuğuna doğru yürüdü. Dimdik oturmuş, fışkıran kana bakıyordu. Dudakları titriyor, kendi kendine hızlı hızlı,

— Alçaksın, alçak, alçak, alçak! diye fısıldıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro