Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dördüncü Bölüm -2

V
İlyuşa'nın Başucunda

Tanıdığımız emekli yüzbaşı Snigirev'in ailesinin oturduğu, bizce bilinen oda o sırada kalabalıktan daralmış, havasız kalmıştı. Birkaç çocuk İlyuşa'yı görmeye gelmişti. Hiçbiri onları İlyuşa ile barıştırıp birleştirenin Alyoşa olduğunu kabul etmiyordu: Smurov da bu düşüncedeydi. Oysa gerçek buydu. Alyoşa'nın bu işteki bütün hüneri, çocukları İlyuşa ile sanki mahsus değil, bir rastlantıymış gibi, "tatsız duygulanmalara" yol açmadan birleştirebilmesiydi. Arkadaşlarının çevresinde oluşu acılı anlarında İlyuşa'ya büyük ferahlık veriyordu. Eskiden düşmanı olan bu çocukların yakınlığıyla candan dostluğu onu duygulandırıyordu. Aralarında bir Krasotkin eksikti. Bu İlyuşa'yı azap içinde kıvrandırıyordu. Acı anıları arasında en ağır basanı, biricik dostu ve koruyucusu Krasotkin'e çakıyla saldırmasıydı. İlyuşa ile barışmak için herkesten önce gelen zeki Smurov da aynı şeyi düşünüyordu. Fakat Smurov Krasotkin'e, Alyoşa'nın "bir iş için" ona gelmek isteğinden ima yollu bile söz açınca öteki hemen lafı ağzına tıkıyordu. Ne yapmak gerektiğini bildiğini, kimseden akıl istemediğini, bu konuda "kendine göre hesapları" olduğunu kesinlikle söylüyordu. Şu son pazardan iki hafta önce oluyordu bunlar. Alyoşa da tasarladığı halde bir türlü ona gidememişti. Gene de Smurov'u Krasotkin'e üst üste yollamaktan vazgeçmiyordu. Krasotkin iki defa sert, kesin olarak, Alyoşa onu götürmeye gelirse İlyuşa'ya hiçbir zaman gitmeyeceği, üstüne fazla varmamaları karşılığını verdi.

Son güne kadar Kolya'nın o sabah İlyuşa'ya gideceğini hiç kimse, Smurov bile bilmiyordu. Cumartesi akşamüzeri ayrılırken Kolya birdenbire sert bir tavırla arkadaşına, ertesi sabah onu evde beklemesini, birlikte Snigirev'lere gideceklerini söyledi. Ayrıca, ansızın gitmek istediği için kimseye bundan söz açmamasını da tembih etti. Smurov onun isteğini yaptı. Kolya'nın kaybolan Juçka'yı bulup getireceği hakkında Smurov'un kurduğu hayal, arkadaşının bir gün laf arasında, "Köpek sağ ise onu bulmamak eşekliktir..." demesinden doğuyordu. Bir gün, uygun bir zaman bulup Juçka hakkında düşündüklerini çekine çekine söyleyince Krasotkin fena halde köpürdü: "Perezvon'um varken şehirde fellik fellik elin köpeğinin peşinden koşacak kadar budala değilim! Hem iğne yutan köpeğin sağ kalması mümkün mu? Sululuk bu sadece!"

Öte yandan İlyuşa, aşağı yukarı iki haftadır ikonlar altındaki köşede yatağından çıkmadan yatıyordu. Alyoşa'nın parmağını ısırdığı günden beri okula gitmiyordu. Zaten o gün hastalanmıştı. Gerçi bir aydır, arada bir kalkıp odada dolaşıyor, koridora çıkabiliyordu. Ama gitgide güçten düştü, babasının yardımı olmadan yerinden kıpırdayamaz oldu. Babası üstüne titriyordu, içkiden bile vazgeçmişti. Oğlunun öleceği aklına geldikçe dehşetten çıldıracak gibi oluyordu. Kaç kere, hele koluna girerek odada gezdirip yatağına yatırdıktan sonra dışarı fırlıyor, koridorun karanlık köşesine sokulup duvara abanıyor, İlyuşeçka'nın kulağına gitmesin diye hıçkırıklarını boğmaya çalışarak sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Odaya dönünce de hemen sevgili çocuğunu eğlendirmeye, avutmaya başlıyordu. Masallar, gülünç hikâyeler, fıkralar anlatıyor, rastladığı komik adamların ya da hayvanların gülünç böğürtülerini, bağırmalarını taklit ediyordu. Fakat İlyuşa babasının bu soytarılıklarından hoşlanmıyordu. Hoşnutsuzluğunu göstermemeye çalışıyordu, ama babasının çevresinde küçümsendiğini seziyor, bundan üzüntü duyuyordu. "Kıtık" ve "acı günü" bir türlü unutamıyordu...

İlyuşeçka'nın ablası yatalak, sessiz, yumuşak başlı Ninoçka da babasının maskaralıklarından hoşlanmazdı. (Varvara Nikolayevna'ya gelince, o kurslarına devam etmek için çoktandır Petersburg'a gitmişti.) Ancak aklı tamam olmayan anneleri, kocası marifetlerine başlayınca, katılırdı gülmekten. Onu avutan yalnız bunlardı, geri kalan zamanlar durmadan söylenir, hepsinin onu unuttuğundan, saymadıklarından, incittiklerinden sızlanır dururdu. Ama son günlerde o da değişir gibi olmuştu. İkide bir İlyuşa'nın yattığı köşeye bakarak düşünceye dalıyordu. Daha az konuşuyor, hatta kimse duymasın diye sessiz sessiz ağlıyordu. Yüzbaşı bu değişikliği üzülerek, şaşkınlıkla karşıladı. Başlangıçta çocukların gelip gitmelerinden hoşlanmayan Bayan Snigireva sonradan neşeli hayhuylarına iyice alışmış, anlattıkları onu da ilgilendirmeye başlamıştı. Sonunda onlarsız edemez oldu; çocuklar ayağı kesecek olsalar buna son derece üzülecekti. Konuşurlarken ya da bir oyuna başlayınca o da gülüyor, el çırparak onlara katılıyordu. Bazılarını yanına çağırıp seviyordu. En çok küçük Smuroy'dan hoşlanıyordu. Yüzbaşıya gelince, çocukların İlyuşa'yı avutmak için evine gelişleri ilk günden beri içini coşkun bir sevinçle doldurmuştu; İlyuşa'nın bundan sonra sıkılmayacağını, böylece belki de daha çabuk iyileşeceğini umuyordu. Son dakikaya kadar bütün kaygılarına rağmen, oğlunun iyileşeceğinden bir an olsun şüphe etmemişti. Küçük misafirleri adeta huşu ile karşılıyordu. Etraflarında dört dönüyor, hizmetlerine koşuyor, bir sırtında taşımadığı kalıyordu. Son zamanlarda bunu bile yapmaya başladı, ama İlyuşa bu çeşit oyunlardan hoşlanmadığı için vazgeçildi. Snigirev çocukları ağırlamak için tatlı çörekler, fındık fıstık alıyor, çay kaynatıyor, sandviç hazırlıyordu. Şurasını belirtelim ki, o sıralar paradan yana sıkıntısı yoktu. İlkin Katerina İvanovna'nın geri çevirdiği iki yüz rublesini tıpkı Alyoşa'nın tahmin ettiği gibi sonradan kabul etmişti. Snigirev ailesinin durumuyla İlyuşa'nın hastalığını yakından öğrenen Katerina İvanovna evlerine gitmiş, bütün aileyle tanışmış, hele yüzbaşının yarım akıllı karısını büyülemişti adeta. O zamandan beri yardımını esirgemiyordu. Oğlunun ölümünün düşüncesine bile dayanamayan yüzbaşı, eski kibirli halini bırakmış, yardımı alçakgönüllülükle kabul ediyordu. Doktor Herzenstube de Katerina İvanovna ile anlaşmasına uyarak, hiç aksamadan günaşırı hastayı görmeye geliyordu, ama bu ziyaretlerin pek faydası yoktu, sadece çeşit çeşit ilaç yazıyordu çocuğa. Fakat o gün, yani pazar sabahı yüzbaşılarda Moskova'dan yeni gelen ve orada ün salmış bir doktor bekleniyordu. Bu doktoru büyük bir para karşılığında Moskova'dan Katerina İvanovna getirmişti; İlyuşeçka için değil, başka, daha sonra, sırası gelince söz açacağımız bir amaçla çağırmıştı. Doktor gelince İlyuşeçka'yı da görmesini rica etti. Çocuğun babasına, ziyaretten önce haber verildi. Kolya Krasotkin'in geleceği yüzbaşının aklından geçmiyordu, oysa İlyuşeçka'nın özlemini bu kadar çektiği arkadaşının gelmesini çoktandır istiyordu. Krasotkin'in kapıyı açıp odada göründüğü anda oradakilerin hepsi, yüzbaşı, gelen çocuklar hastanın yatağının etrafında toplanmış, yeni getirilen minnacık bir kurt köpeği yavrusunu seyrediyorlardı. Yavru bir gün önce doğmuştu ama, yüzbaşı, kaybolan ve herhalde hayatta olmayan Juçka'nın özlemini çeken İlyuşeçka'yı eğlendirıp avutmak için tam bir hafta önce ısmarlamıştı bunu. Bir köpek yavrusunun, hem de adi değil, kurt köpeği yavrusunun (bunun büyük önemi vardı tabii) hediye edileceğini İlyuşa üç gün önce öğrenmişti. İnce bir nezaketle hediyeye sevindiğini belli ediyordu, ama oradakilerin hepsi yeni köpeğin ona hırpaladığı zavallı Juçka'yı belki daha da çok hatırlattığını anlıyordu. Enik yanında yattığı yerde kıpırdanıp duruyor, İlyuşa yüzünü buruşturan bir gülümsemeyle ince, solgun, kurumuş eliyle tüylerini okşuyordu. Köpeğin hoşuna gittiği belliydi ama... gene de Juçka değildi bu, Juçka yok olmuştu! Bu yavrunun yanında bir de Juçka olsa mutluluğu noksansız olacaktı!

O anda Kolya'nın odaya girdiğini ilk gören çocuklardan biri,

— Krasotkin! diye bağırdı.

Bir telaşlanma oldu, öğrenciler yatağın iki yanına sıralandılar, İlyuşeçka aralarından göründü. Yüzbaşı, Kolya'ya atıldı,

— Buyursunlar aziz misafirimiz, buyursunlar! diye mırıldanmaya başladı; oğluna döndü: İlyuşeçka, Bay Krasotkin geldi sana!

Ama Kolya yüzbaşıya aceleyle el uzattıktan sonra görgü kuralları bakımından epey bilgili olduğunu gösterdi, ilkin doğruca koltuğunda oturan yüzbaşının karısına gitti. (Kadıncağızın o anda neşesi yerinde değildi: İlyuşa'nın yatağının önünde durup yeni köpeği görmesine engel olan çocuklara söylenip duruyordu.)

Kolya önünde eğilip gayet nazik bir şekilde, bir ayağını öbürünün yanına getirerek selam verdi. Sonra Ninoçka'ya dönerek onu da Bayan Snigireva gibi selamladı. Çocuğun kibar hareketi hasta kadın üzerinde son derece iyi etki uyandırdı.

Ellerini açarak, yüksek sesle,

— İyi terbiye görmüş genç nasıl belli oluyor, dedi. Öbür misafirlerimiz hep birbirinin sırtında geliyor...

— Aman ne demek o anacığım, birbirlerinin sırtında ne demekmiş? diye tatlılıkla geveledi yüzbaşı. ("Anacığı"ndan yana kuşkuluydu biraz...)

— Tabii ya. Koridorda birbirlerinin sırtına binip kibar bir ailenin içine böylece, at üstünde gibi dalıyorlar. Misafir böyle mi yapmalı?

— Kim yapmış bunu anacığım, kim?

— İşte şu çocuk, bu çocuğun sırtına binmişti; şu da ötekinin... Kolya artık İlyuşa'nın yatağının önündeydi. Hasta belli olacak kadar sararmıştı. Yatağında doğrulmuş, gözlerini Kolya'ya dikmişti. Kolya arkadaşını iki aydır görmemişti; karşısında birdenbire şaşkınlık içinde durdu. Bu kadar zayıflamış, sararmış bir yüz, alev alev yanan, alabildiğine irileşmiş gözlerle ipincecik kollar göreceğini aklından geçirmemişti. Kederli bir şaşkınlık içinde İlyuşa'nın derin, sık sık soluk alışına, dudaklarının kuruluğuna dikkatli dikkatli bakıyordu. Ona doğru bir adım ilerleyerek elini uzattı, büsbütün şaşırarak,

— E, ne var ne yok babalık... nasılsın? dedi.

Fakat sesi koptu, halindeki serbestlik kayboldu, yüzü birden çarpılır gibi oldu, dudaklarının çevresinde bir titreme belirdi. Hâlâ söz söyleyecek halde olmayan İlyuşa ona ıstıraplı bir gülümsemeyle bakıyordu. Kolya ani bir hareketle elini kaldırdı nedense İlyuşa'nın saçlarında gezdirdi.

Yavaşça, ya arkadaşına güç vermek için ya da kendisinin de bilmediği bir nedenle,

— Ziyan yok... diye mırıldandı.

Bir an ikisi de ses çıkarmadılar. Sonra Kolya birdenbire, tam bir aldırmazlıkla,

— Bu ne, yeni bir yavru mu? diye sordu.

İlyuşa tıkanarak, uzun bir fısıltı halinde,

— E e v... e e t... dedi.

— Burnu kara; azılı, zincire vurulanlardan...

Kolya bunu bilgiç bir kesinlikle söylüyordu, sanki bütün iş köpek yavrusunda ve kara burnundaydı. Oysa asıl derdi, kendi kendisiyle mücadele ederek "bebek" gibi ağlamamak için çaba göstermekti.

— Evet, evet, büyüyünce zincirlemek gerekecek, bilirim ben.

— Kocaman olacak! dedi çocuklardan biri.

Birkaç ses birden,

— Tabii, kurt köpeği... Şöyle, dana gibi kocaman... diye duyuldu.

Yüzbaşı yanlarına sokuldu:

— Evet, evet, dana gibi... gerçek dana gibi, dedi. Mahsus böylesini, en azgınını aradım. Anası babası da öyle kocaman, hem azgın mı azgın... Boyları yerden şu kadar! Buyurun, İlyuşa'nın yatağına yahut şu sedire oturun. Hoş geldiniz aziz misafirimiz, doğrusu gözlerimiz yolda kaldı... Aleksey Fyodoroviç'le teşrif ettiniz, değil mi?

Kolya, İlyuşa'nın yatağının ayakucuna ilişti. Belki yolda serbestçe konuşabileceği bir konu hazırlamıştı, ama o anda bir türlü toparlayamıyordu.

— Hayır... Perezvon'la geldim... Bir köpeğim var, Perezvon. İslav ismi... Dışarda bekliyor; ıslık çalarsam hemen içeri dalar. Ya, benim de bir köpeğim var.

İlyuşa'ya dönerek, damdan düşercesine,

— Juçka'yı hatırlıyor musun babalık? diye sordu.

İlyuşa'nın yüzü acıyla kırıştı. Kolya'ya acı acı baktı. Kapının yanında duran Alyoşa kaşlarını çattı, Kolya'ya belirsizce, Juçka lafını açmaması için işaret etti, ama çocuk ya farkına varmamış ya da varmak istememişti.

İlyuşa kırık bir sesle,

— Nerede o... şey... Juçka nerede? diye sordu.

— Juçka'n uçtu! Uçtu gitti senin Juçka, kardeşlik!

İlyuşa ses çıkarmadı, yeniden dikkatli bir bakışla Kolya'yı süzdü. Alyoşa bu kez Kolya'nın bakışını yakalamıştı, başıyla işaretler veriyordu, ama Kolya gene gözlerini kaçırarak görmezlikten geldi.

— Kaçmış olmalı, kayboldu gitti! Böyle bir ziyafetten sonra yok olmaz da ne yapar...

Bu acımasız konuşmadan nedense içinin daraldığını hissediyordu. Devamla,

— Benimki de Perezvon, dedi. İslav adı bu... Sana göstermek için getirdim.

— Yo, istemez! dedi birdenbire İlyuşa.

— Hayır, hayır, gerekli bu, mutlaka görmelisin... Avunursun. Mahsus getirdim... Öteki gibi uzun tüylü...

Kolya anlaşılmaz bir heyecanla Bayan Snigireva'ya döndü:

— Köpeğimi buraya çağırmama müsaade eder misiniz hanımefendi?

— İstemez, istemez! diye acı acı bağırdı İlyuşa. Bakışı sitem doluydu.

Duvarın yanındaki sandığın üstünde oturan yüzbaşı yerinden fırlayarak,

— Şey, siz... başka zaman olmaz mı? diye mırıldanmaya başladı.

Fakat Kolya ısrarla acele acele, Smurov'a,

— Aç kapıyı Smurov! diye seslendi.

Çocuk kapıyı açar açmaz Kolya cebinden çıkardığı düdüğü çaldı. Perezvon olanca hızıyla odaya daldı. Kolya yerinden fırlayarak,

— Hop, Perezvon, susta! Susta, Perezvon! diye bağırdı.

Köpek İlyuşa'nın yatağı önünde artayakları üstünde dikildi. O anda beklenmedik bir şey oldu: İlyuşa ürperdi, hızla öne attı kendini, Perezvon'a doğru eğildi, kımıldanmadan bakıyordu ona. Sonra sevinç ve acıdan kopan sesiyle,

— Juçka... Juçka bu!.. diye bağırdı.

Kolya, mutluluk dolu bir haykırışla odayı çınlattı:

— Ne sandın ya!

Köpeği kaldırarak İlyuşa'ya yaklaştırdı.

— Şuna bak, babalık; bir gözü sakat işte, sol kulağı da kesik... İşaretlerin hepsi tastamam. Bunlardan buldum bunu! Hem de çabucak buldum. Kimsesizdi, sahibi yoktu...

Kolya yüzbaşıya, karısına, Alyoşa'ya, sonra yeniden İlyuşa' ya dönerek hızla anlatıyordu:

— Fedotov'ların evinin arkasında barınıyordu. Ama onların baktığı yoktu hayvana, ortalıkta başıboş dolaşıyordu. Bu halde buldum onu. Demek o gün attığın ekmeği yutmamış babalık, yutsa mutlaka ölürdü! Ölmediğine göre ekmeği atmış ağzından, ama fark etmemişsin. Gene de tükürürken iğne diline batmış olmalı ki, öyle acı acı cırlamış... Onun koşup cırlamasından sen de ekmeği yuttuğunu sandın. Köpeklerin ağzındaki deri çok naziktir, o kadar cırlayacaktı tabii, insanınkinden de nazik, çok daha nazik!

Kolya olanca sesiyle bağırarak konuşuyordu, yüzü alevlenmiş, sevinçten pırıl pırıldı.

İlyuşa konuşacak halde değildi, iri, yuvasından fırlamış gözleriyle, ağzı açık, yüzü kâğıt gibi solmuş bir halde Kolya'ya bakıyordu. Kolya, hasta arkadaşının sağlığı için o anın ne kadar zararlı olabileceğini bilseydi, böyle bir oyuna asla kalkışmazdı tabii. Ama odadakiler arasında bunu anlayabilecek durumda olan belki yalnız Alyoşa'ydı. Yüzbaşının, oradaki çocukların en küçüğünden farkı yoktu.

Sevinç içinde,

— Juçka! Demek Juçka bu... diye bağırıyordu. Senin Juçka bu İlyuşeçka, senin Juçka! Anacığım, Juçka bu, Juçka!

Nerdeyse ağlayacaktı.

— Ben de işin aslını anlayamadım...

Smurov, sakin bir sesle,

— Yaşa Krasotkin, Juçka'yı bulacağını söylüyordum ben. Buldu işte! dedi.

— Buldu ya! diye çınladı başka bir neşeli ses.

— Aferin Krasotkin!

— Aferin, aferin!

Öğrenciler bağrışarak el çırpmaya başladılar.

Kolya seslerini bastırmaya çalışarak,

— Durun çocuklar, durun! dedi. Size hepsini olduğu gibi anlatayım. Asıl ilginci bu. Onu buldum, eve götürdüm, hemen sakladım; evde kilitliyordum. Son güne kadar kimseye göstermedim. Sadece Smurov iki hafta önce öğrenmişti, ama onu da, köpeğin Perezvon olduğuna kandırdım, hiç fark etmedi. O aralık Juçka'ya çeşitli marifetler öğrettim. Bakın neler biliyor! Onu sana böyle terbiyeli, düzgün bir halde getirmek için uğraştım babalık: "Al gör işte bugünkü Juçka'nı!" Bir parça et yok mu buralarda? Numarasına gülmekten katılacaksınız! Canım ufak bir parça et... Yok mu hiç?

Yüzbaşı koridorun öbür ucundaki ev sahiplerinin bölümüne koştu, onların yemeği de orada pişerdi. Kolya, değerli zamanı kaybetmemek için telaşla, Perezvon'a,

— Öl! diye bağırdı.

Hayvan o anda kendi çevresinde döndü, sonra sırtüstü yatarak dört ayağını havaya dikiverdi. Çocuklar kahkahadan kırılıyor, İlyuşa hep o acıklı gülümsemesiyle seyrediyordu. Prezvon'un "ölmesini" en çok beğenen "anacık" oldu. Köpeğe bakarak kahkahayı basıyor, parmaklarını şaklata şaklata,

— Perezvon, Perezvon! diye sesleniyordu.

— Dünyada kalkmaz, dünyada! diye haklı bir gururla ve zafer kazanmışçasına bağırdı Kolya. Kim isterse bağırsın, ben bir sesleneyim, o anda fırlar:

— İci Perezvon!

Köpek doğruldu, sevinçli çığlıklarla zıplamaya başladı. O sırada elinde haşlanmış bir et parçasıyla yüzbaşı koşarak içeri girdi. Eti elinden alan Kolya aynı telaşla, ciddi bir tavırla,

— Sıcak olmasın? diye sordu. Yo, sıcak değilmiş, köpekler sıcak şeylerden hoşlanmaz. Şimdi hepiniz bakın; İlyuşeçka, sen de bak; bak, baksana babalık, niye bakmıyorsun? Getirdim hayvanı, o da bakmıyor!

Perezvon'un yeni hüneri şöyleydi: hareketsiz duran köpeğin öne uzattığı burnunun üstüne mis kokan et parçası konuluyordu. Zavallı hoşhoşçuk, efendisinin emri olmadıkça yarım saat bile olsa kıpırdanmadan, ete dokunmadan durmak zorundaydı. Neyse ki Perezon'u bir dakikadan fazla bekletmediler.

— Tut! diye bağırdı Kolya. Et parçası o anda Perezvon'un burnundan ağzına uçuverdi. Seyirciler taşkın bir hayranlık gösterdiler.

Alyoşa elinde olmadan, sitemle:

— Demek bu zamana kadar gelmemenizin nedeni sadece köpeği terbiye etmenizdi, öyle mi? diye söylendi.

Kolya olanca saflığıyla,

— Tabii, yalnız bu yüzden! diye bağırdı. Perezvon'u dörtbaşı mamur göstermek istiyordum.

O anda İlyuşa ince, kemikli parmaklarını şaklatarak köpeği yanına çağırdı:

— Perezvon! Perezvon!

— Ne bekliyorsun canım, atlasana yatağına! (Kolya eliyle yatağa vurarak) İci Perezvon! diye bağırdı.

Perezvon ok gibi atılarak İlyuşa'nın yatağına zıpladı. Çocuk iki eliyle köpeğin kafasını sardı, öteki karşılık olarak onun yanağını yaladı, İlyuşeçka onu kendine çekerek yatağına uzandı, yüzünü hayvanın uzun tüylerine gömdü.

— Yarabbim, aman Yarabbim! diyordu yüzbaşı.

Kolya gene İlyuşa'nın yatağına ilişti:

— Sana bir göstereceğim daha var, babalık. Ufacık bir top getirdim sana. Hatırlar mısın, sana bunun sözünü ettiğim zaman, "Ah bir görsem şunu!" demiştin. İşte getirdim.

Kolya aceleyle çantasından pirinç topu çıkardı. Mutluluğu sonsuz olduğu için hareketleri pek telaşlıydı. Başka zaman daha ölçülü davranır, Perezvon'un uyandırdığı etkinin geçmesini beklerdi. Ama bu defa ölçü, hesap vızgeliyordu: "Bu kadar mutluluktan sonra işte size bir yenisi daha!" Kendi de kabına sığamıyordu.

— Memur Morozov'daydı, ne zamandır senin hesabına göz koymuştum bu nesneye; ya, senin için babalık... Boşu boşuna duruyordu; kardeşinden mi ne eline geçmiş. Babamın kitap dolabından Peygamberin Akrabası ya da Faydalı Delilikleradında bir kitaba karşılık aldım. Yüz yıllık bir kitap; sansür olmadığı sıralar çıkmış Moskova'da. Yaman bir şeymiş. Morozov sever öyle şeyleri, teşekkür bile etti.

Kolya küçük topu herkesin görebileceği şekilde tutuyordu. İlyuşa yatağında hafifçe doğrulmuş, sağ koluyla Perezvon'u sarmaya devam ederken oyuncağa hayran hayran bakıyordu. Kolya, "bayanlar rahatsız olmazlarsa, getirdiği barutla bunu ateşlemenin mümkün olduğunu" söylediğinde heyecan son haddini bulmuştu. "Anacık" hemen oyuncağı yakından görmek istedi, isteğini yerine getirdiler. Pirinçten tekerlekli ufacık toptan pek hoşlandı, dizlerinde yuvarlamaya başladı bunu. Ateş etmesi için, ondan ne istediklerini pek anlamadığı halde seve seve izin verdi. Kolya barutla saçmayı gösterdi. Yüzbaşı, eski bir asker olarak doldurma işini üzerine aldı, içine bir parçacık barut koyup saçmayı başka zamana bıraktı. Topu yere, ağzını boş bir köşeye çevirerek koydular, kibritle tutuşturdular. Nefis bir patlama oldu. "Anacık" önce bir irkildi, ama hemen neşeyle güldü. Çocukların hepsi hayran hayran bakıyordu. Ama en çok zevk alan, İlyuşa'dan gözlerini ayırmayan babasıydı. Kolya küçük topunu yerden aldı, saçmasıyla, barutuyla İlyuşa'ya armağan etti. İçi sevinç dolu,

— Bunları senin için hazırladım, senin için... diyordu. Çoktandır hazırladım.

— Ah ne olur, bana verin! diye birdenbire çocukça bir yalvarmayla atıldı "anacık". Topçuğunuzu bana armağan edin, hadi!

Vermezler diye korkusundan yüzünde bir kuşku belirdi. Kolya bozuldu. Yüzbaşı telaşlandı, karısına döndü:

— Anacığım, topçuk senin, senin; yalnız İlyuşa'da kalsın, çünkü ona armağan ettiler onu. Genç de senin sayılır... İlyuşeçka oynamak için verir sana, ortaklaşa kullanırsınız.

— Yoo, istemem... ortak istemem. İlyuşa'nın değil, temelli benim olsun! "Anacık" ha ağladı, ha ağlayacaktı.

— Al anne, al işte! diye bağırdı İlyuşa. Sonra yalvaran bir tavırla Kolya'ya bakarak,

— Anneme bunu versem olur mu? dedi.

Armağanını başkasına devrederek arkadaşını kırmaktan korkuyor gibiydi. Krasotkin hemen razı oldu:

— Elbette olur, dedi, küçük topu İlyuşa'nın elinden alarak nazik bir tavırla annesine uzattı. Kadıncağız ağlayacak kadar duygulanmıştı.

— Canım İlyuşeçka! Anacığını sever o!.. diye bağırdı, topu kaparak hemen dizlerinin üstünde yuvarlamaya başladı.

Kocası bir sıçrayışta yanına sokuldu.

— Ver öpeyim elini anacığım! dedi, dediğini de yaptı.

Kadın, şükran dolu, Kolya'yı göstererek,

— İyi yürekli çocuk, çok sevimli bir genç! dedi.

— Sana bundan sonra istediğin kadar barut getiririm İlyuşa, dedi Kolya. Borovikov bunun nasıl yapıldığını öğrenmiş: yirmi dört ölçü güherçile, on ölçü kükürt ve altı ölçü ağaç kömürü iyice ezilip karıştırılıp içine su katılıyor, sonra da bu macun davul derisinden süzülüyor. Barut böyle yapılıyor.

İlyuşa,

— Smurov da bana barutundan söz etti, ama babam bunun gerçek barut olmadığını söylüyor, dedi.

— Neden gerçek değilmiş?

Kolya kızardı:

— Patlıyor ama... Gene de bilmem...

Yüzbaşı nerdeyse suçlu bir tavırla sokuldu ona:

— Yok efendim, bir şey demedim ben... Evet, gerçek barutun başka şekilde hazırlandığını söyledim, ama zarar yok, böyle de olur.

— Bilmem, siz daha iyi bilirsiniz tabii. Biz, taştan bir merhem kutusunda ateşledik; sonuna kadar güzelcene yandı, azıcık is kaldı. Hem bizimki sadece macundu, deriden geçirilirse... Ama siz daha iyi anlarsınız tabii, ben bilmem...

Kolya, İlyuşa'ya döndü:

— Bulkin'i babası, barutumuz yüzünden dövmüş, duydun mu?

— Duydum.

Hasta çocuk arkadaşını büyük bir zevk ve sonsuz bir merakla dinliyordu.

— Bir şişe dolusu barut hazırladık. Bulkin bunu yatağının altında saklıyordu. Babası görmüş. Patlar demiş, oğlanı hemen oracıkta pataklamış. Beni de okula şikâyet etmek istemiş; artık gezdirmiyorlar benimle... Yalnız onu değil, başkalarını da bırakmıyorlar, Smurov'u da öyle. Ün saldım: "Deli bozuğun biri!" diyorlar... (Kolya küçümseyerek gülümsedi.) Hep o demiryolu işi yüzünden...

— Ya, bu numaranızı biz de duyduk, diye atıldı yüzbaşı. Nasıl yaptınız? Trenin altında yatarken hiç korkmadınız mı? Korktunuz, değil mi?

Yüzbaşı bütün gücüyle yaltaklanıyordu Kolya'ya. Kolya, değer vermez gibi,

— Yo, pek o kadar değil... dedi, yeniden İlyuşa'ya döndü:

— En çok şu lanet olası kaz yüzünden adım kötüye çıktı.

Kolya anlatırken önem vermez bir tavır takınıyor, gene de zaman zaman soğukkanlılığını kaybediyordu.

İlyuşa ışıklı bir yüzle,

— Öyle ya, kaz işini de duydum! diye güldü. Söyledi çocuklar, ama pek anlamadım: gerçekten mahkemeye götürdüler mi seni?

— Canım manasız, incir çekirdeği doldurmaz bir iş. Her zamanki gibi pireyi deve yaptılar. Geçen gün pazar meydanından geçerken bir kaz sürüsü gördüm; bakıyordum. Plotnikov'ların çırağı, buralı bir çocuk, Vişnyakov, "Ne var da kazlara bakıyorsun?" diye laf attı bana. Şöyle bir baktım: tostoparlak, ahmak suratlı, yirmisinde gösteren bir herif... Size şunu söyleyeyim ki, halka sırt çevirmem ben, halkla kaynaşmayı severim... Halktan uzaklaştık biz, bu kesin bir gerçek... Gülüyorsunuz galiba, Karamazov?

Alyoşa büyük bir saflıkla,

— Yo, ne münasebet, sizi dinliyorum, deyince kuşkulu Kolya yeniden toparlandı. Tekrar neşelenerek hızlı hızlı konuşmaya devam etti:

— Açık, yalın bir düşüncem var Karamazov: halka inanırım ben, şımartmamak koşuluyla bu sine qua... hakkını seve seve teslim ederim. Şey, kazı anlatıyordum. Baktım o aptala: "Şu kazın kafasında ne var, diye düşünüyorum," dedim. Büsbütün avallaştı. "Ne düşünüyor acaba?"... "Şu yandaki buğday arabasını görüyor musun?" dedim. "Çuvaldan buğday dökülüyor; kaz boynunu tam tekerleğin altına uzatmış taneleri gagalıyor."... "Görüyorum." ... "Şimdi arabayı az öne alsak tekerlek kazın boynunu keser mi, kesmez mi dersin?" ... "Yüzde yüz keser!" Ağzı kulaklarına varmış sırıtıyordu, herif zevkten bayılacak nerdeyse... "Hadi deneyelim delikanlı, var mısın?" ... "Varım," dedi. Çabucak işi yoluna koyduk: o, belli etmeden dizginin yanında durdu, ben kazın yolunu çevirmek için yana geçtim. Kazcının o aralık işine baktığı yoktu, birisiyle lafa mı dalmıştı ne; kaza yol göstermeme bile gerek kalmadı: bir buğday tanesini almak için tam tekerleğin altına boynunu uzatıverdi. Ben oğlana göz kırptım, arabayı çekti, krak!.. Kazın boynu ikiye ayrılıverdi! Köylüler tam o anda bizi görmesin mi! Hep birden "Mahsus yaptın!" diye bar bar bağırmaya başladılar. Çocuk, "Mahsus yapmadım..." diyor, ama herifler, "Mahkemeye gideceğiz!" diye tutturdular. Beni de yakaladılar: "Senin de parmağın var bu işte, pazarda tanımayan yok seni!" diye...

Kolya nerdeyse gururla,

— Gerçekten nedense pazardakilerin hepsi tanır beni, diye ekledi. Sulh mahkemesinin yolunu tuttuk, kaz da yanımızda... Baktım, bizim oğlan korkusundan ağlıyor, vallahi kadın gibi ağlıyor! Kazcı, "Bunlar böyle istedikleri kadar kaz çiğnetirler!" diye bağırıyordu. Tabii birkaç tanık da çıktı. Yargıç hemen karara bağladı: kazcıya bir ruble kaz parası, kaz da oğlana verilecekti; çocuğa böyle şakalar yapmamasını da tembih etti. Oğlan hâlâ karı gibi zırlıyor, "Suçlu ben değilim, bana bu öğretti!" diye beni gösteriyordu. Tam bir soğukkanlılıkla, ona bir şey öğretmediğimi, sadece ana fikri verdiğimi söyledim. Sulh Yargıcı Nefedov gülümsedi, sonra da gülümsediği için kızdı kendi kendine. "Şimdi seni okul yöneticilerine haber vereyim de," dedi, "oturup ödevlerini çalışacak yerde böyle ana fikirlerle uğraşmayasın bir daha..." Gene de idareye haber vermedi. Şaka söylemiş, ama olay ağızdan ağıza yayıldı, okul yöneticilerimizin kulağına gitti; her yerde kulakları vardır zaten. En çok edebiyat hocası Kolbasnikov diklendi. Bereket Dardanelov kurtardı gene. Kolbasnikov şu sıralar önüne gelene çatıyor, kasıp kavuruyor ortalığı... Sen onun evlendiğini duydun mu İlyuşa? Mihaylov'lardan bin ruble drahoma koparmış, ama kız da yenilir yutulur şey değil! Üçüncü sınıf hemen bir tekerleme uydurdu:

Üçüncü sınıf şaştı kaldı

Pasaklı Kolbasnikov'un evlenme işine...

Arkası da pek komik, sonra getiririm sana. Dardanelov için bir şey diyemem: bilgili, ama beni koruduğu için değil...

— İyi ama Troya'yı kimin kurduğu meselesinde alt ettin onu, diye söze karıştı Smurov. Kolya ile o anda yürekten övünüyordu. Kaz hikâyesi de pek hoşuna gitmişti.

Yüzbaşı hep o yılışık haliyle atılarak,

— Olur şey değil, demek alt ettiniz onu? dedi. Şey bu, Troya'nın kurucusunun kim olduğu... Şaşırtmışsınız onu; İlyuşa o zaman anlatmıştı bana.

İlyuşeçka da babasına katıldı:

— Her şeyi bilir o, okulda en bilgili öğrenci! Kendini öyle gösteriyor, ama bütün derslerde birinci...

İlyuşa sonsuz mutluluk içinde bakıyordu Kolya'ya.

Kolya hoşuna gittiğini saklamadan, gene de alçakgönüllülükle,

— Önemi yok bu Troya konusunun, dedi, ufak şey... Bence üstünde durmaya değmez.

Gereken havayı bulmuştu artık, azıcık tedirginlik duyuyordu o kadar. Fazla heyecanlanıp şu kaz olayını aşırı bir içtenlikle anlattığını hissediyordu. Alyoşa'nın hikâye süresince ses çıkarmayışı, ciddi ciddi dinleyişi onurlu çocuğu kuşkulandırdı, içine yavaş yavaş kurt düştü: "İltifatını beklediğimi sanıyor... Beni küçümseyerek susuyor galiba... Bunu aklına getiriyorsa, ben de..."

Sert, gururlu bir tavırla,

— Evet, bu konuyu üzerinde durmaya değmez buluyorum! diye kesti attı.

O anda, oturduğu yerde hiç söze karışmayan, görünüşte çekingen bir çocukcağız, birdenbire,

— Troya'yı kimin kurduğunu ben de biliyorum, dedi.

Kartaşov adında, on bir yaşlarında çok güzel bir çocuktu. Tam kapının yanında oturuyordu. Kolya hayret ve kibirle süzdü onu. "Troya'yı kimin kurduğu" meselesi bütün sınıflar için bir bilmeceydi. Bunun çözümü sadece Smaragdov'un tarih kitabında vardı. Ama Smaragdov Kolya'dan başka kimsede yoktu. Bir gün Kartaşov, Kolya'nın başını öteye çevirip bir şeyle ilgilenmesinden yararlanarak kitapları arasında bulunan Smaragdov'un tarihini aceleyle gelişigüzel açtı. Açtığı yer tam Troya'nın kuruluşu konusuydu. Epey önce olmuştu bu, ama Kartaşov nedense çekiniyor, Troya'nın kurucularının kim olduğunu öğrendiğini arkadaşlarına açıklamaya cesaret edemiyordu: altından bir şey çıkar da Kolya onu bozar diye korkuyordu. Şimdi nedense kendini tutamamış, birden ağzından kaçırmıştı... Zaten ne zamandır bunu açıklamak için can atıyordu.

Kolya kibirli, küçümser bir tavırla Kartaşov'a döndü. Yüzünden, ötekinin meseleyi bildiğini anladı ve hemen ona göre hareket etmeye hazırlandı. Ortada tedirgin bir hava esti.

— E, kimmiş kuran?

— Troya'yı Tevkros, Dardanos, İlias ve Tros kurdular! diye ezberlemiş gibi karşılık verdi çocuk. Yüzü acınacak derecede kızardı.

Çocukların hepsi gözlerini ona dikerek tam bir dakika seyrettiler onu. Sonra dikilen gözler bir anda Kolya'ya döndü. Kolya hep o küçümser soğukkanlılığıyla küstah çocuğu süzmeye devam ediyordu. Sonunda lütufta bulunur gibi,

— Peki, nasıl kurdular? dedi. Zaten bir şehir ya da bir devlet kurmak ne demek? Gelip de yere birer tuğla mı koydular?

Gülüşmeler duyuldu. Suçlu çocuğun yüzü pembeden mora döndü. Ses çıkarmıyordu, nerdeyse ağlayacaktı. Kolya bir dakika kadar daha bu halde bıraktı onu. Sonra öğüt verircesine,

— Bir ulusun doğuşu gibi önemli tarih olaylarından söz açmadan önce konuştuklarımızın anlamını iyice bilmek gerek, dedi. Ben, kendi hesabıma, bütün bu kocakarı masallarına kulak asmam; zaten genel tarihe de pek saygım yoktur.

Kolya bunu ortaya ve kayıtsız bir tavırla söylüyordu.

— Genel tarihe mi?

Yüzbaşının sesinde korku vardı adeta.

— Evet. İnsanların yığın yığın ahmaklıklarıyla dolu bir bilim... Ben yalnız matematiğe, bir de doğa bilimlerine inanırım.

Kolya sözünü bitirince belirsizce Alyoşa'ya baktı: onun ne düşündüğünü bilmekten başka kaygısı olmadığı anlaşılıyordu.

Alyoşa hâlâ susuyordu, hâlâ deminki gibi ciddiydi. Belki bir şey söylerse her şey böylece bitiverecekti. Fakat Alyoşa ses çıkarmamaya devam etti. "Susması, küçümseyici bir anlam taşıyabilir..." Kolya gittikçe öfkeleniyordu. Devamla,

— Şu klasik dilleri alalım, dedi, delilikten başka bir şey değil... Galiba bunda da benden yana değilsiniz Karamazov, öyle mi?

— Değilim, diye hafifçe gülümsedi Alyoşa.

— Klasik diller bence sadece polisçe bir önlem almak amacıyla programa konulmuştur.

Kolya gitgide kızışıyor, bu yüzden soluğu daralıyordu.

— Sıkıcı, zekâyı körletici olduğu için öğretilir, öğrenci sıkıntıdan boğulmaktadır, bu sıkıntıyı artırmak için ne yapmalı, bütün o saçmalıkların yanına yenilerini nasıl katmalı? Klasik dillerin icadı böyle olmuştur. Düşüncem bu benim, bu düşünceyi asla değiştirecek de değilim!

Sert bir tavırla sözünü bitiren Kolya'nın yanaklarında birer yuvarlak halinde pembelikler belirdi.

Onu can kulağıyla dinleyen Smurov, birdenbire,

— Doğru, dedi. Çınlayan sesi inanç doluydu.

Çocuklardan biri,

— Öyle söylüyor, ama kendisi Latincede birinci! diye bağırdı.

Söze katılan İlyuşa,

— Doğru baba, sınıfın birincisi Latincede, dedi.

— Ne çıkar bundan? diye kendini savunma gereği duydu Kolya. (Bir yandan da övülmekten hoşlanıyordu.) Latinceyi, anneme okulumu bitirmeye söz verdiğim için ezberliyorum. Üzerime aldığım her işi iyi yapmalıyım, âdetim bu, yoksa klasikçiliğe, bütün o adiliğe metelik verdiğim yok... Kabul etmiyorsunuz, değil mi Karamazov?

Alyoşa yeniden gülümsedi:

— Neden "adilik" olsun?

— Rica ederim, klasik eserlerin hepsi konuşulan dillere çevirilmiştir. Onun için Latince, klasikleri öğretmek için değil, ancak polisçe amaçlarla, bir de yetenekleri öldürmek için öğretilir. Adilik değil de nedir bu?

Alyoşa dayanamadı, şaşkınlıkla,

— Kim, kim öğretti bunları size? diye bağırdı.

— İlkin, kimsenin akıl hocalığına ihtiyacım yok benim, kendim anlayabilirim; gene de şunu bilin ki, demin size klasik çevirileriyle ilgili söylediklerimi öğretmen Kolbasnikov üçüncü sınıfa apaçık söylemişti.

O zamana kadar ağzını açmayan Ninoçka birdenbire,

— Doktor geldi! dedi.

Gerçekten, evin kapısında Bayan Hohlakova'nın arabası durdu. Sabahtan beri doktoru bekleyen yüzbaşı kendini dışarı atarak onu karşılamaya koştu. "Anacık" derlenip toparlandı, kibirli bir tavır takındı. Alyoşa İlyuşa'nın yanına giderek yastığını düzeltti. Ninoçka oturduğu koltuktan Alyoşa'nın yatak düzeltmesini merakla gözlüyordu. Çocuklar aceleyle vedalaşmaya başladılar, bazıları akşam uğramaya da söz verdi. Kolya Perezvon'u çağırdı, köpek yataktan atladı.

Kolya çabuk çabuk,

— Ben gitmeyeceğim, gitmeyeceğim, dedi. Koridorda bekler, doktor gidince Perezvon'la tekrar gelirim.

Doktor giriyordu artık. Ayı postundan palto giymiş, uzun siyah favorili, çenesi perdahlı, heybetli biriydi. Eşikten adımını atar atmaz irkilerek durakladı, galiba yanlış yere geldiğini sanmıştı. Kürküyle başındaki şapkasını çıkarmadan, "Bu ne? Neredeyim?" diye mırıldandı. İçerdeki kalabalık, odanın fakir hali, köşede ipe serili çamaşır onu iyice şaşırtmıştı. Önünde yerlere kadar eğilen yüzbaşı,

— Burası efendim... fakirhanemdesiniz... diye yılışarak kekeliyordu. Zatialiniz bendenizi...

Doktor olanca azametiyle yüksek sesle,

— Sni-gi-rev... Bay Snigirev siz misiniz? diye sordu.

— Bendenizim efendim.

— Yaa!

Doktor tiksintili bakışını yeniden odada gezdirdi, kürkünü sırtından attı. Boynundaki büyük nişanın parıltısı odadakilerin gözlerini aldı. Doktor kürkünü atarken yüzbaşı yetişerek yakaladı. Adam şapkasını da çıkardı. Yüksek, tok bir sesle,

— Hasta nerede? diye sordu.

VIErken Gelişme

Kolya,

— Sizce, ne diyecek bu doktor? dedi. Hem ne pis suratı var herifin, değil mi? Nefret ederim tıptan!

Alyoşa, hüzünlü bir tavırla karşılık verdi:

— Ölecek İlyuşa... Hiç umudum yok.

— Namussuzlar! Doktorluk da namussuzluk. Sizinle tanıştığıma çok memnunum, Karamazov. Çoktandır tanışmak istiyordum zaten. Yazık ki, böyle acıklı bir durumda karşılaştık...

Kolya daha içten, daha heyecanlı bir şeyler söylemeyi, hem istiyor, hem yapamıyor gibiydi. Alyoşa bunu fark etti, gülümseyerek elini sıktı. Kolya devamla,

— Sizin varlığınızda ne zamandır eşsiz bir insanı takdir etmeyi öğrendim, dedi. Bir mistik olduğunuzu işittim ama... bu durum durdurmadı beni. Gerçeğe dokunduğunuz zaman bundan sıyrılırsınız. Sizin yaratılışınızdaki kimselerde hep böyle olur.

Alyoşa biraz hayretle,

— Mistik demekle ne kastettiğinizi anlayamadım, dedi. Neden sıyrılacakmışım?

— Şey, Tanrı ve başka şeyler...

— Ne gibi, siz Tanrıya inanmıyor musunuz?

— Tam tersine, Tanrıya diyeceğim yok. Şüphesiz, Tanrı sadece bir varsayım... Ama varlığının düzen için... dünyanın düzeni ve başka şeyler için gerekli olduğunu kabul ediyorum. Olmasaydı icat etmek gerekirdi onu...

Kolya gene hafiften kızarmaya başlamıştı. Birdenbire aklına Alyoşa'nın hakkında, bilgiçlik taslayıp "büyüdüğünü" göstermek istediğini düşündüğü geldi. Öfkeyle "Oysa bilgilerimle övünmeyi aklımdan bile geçirmiyorum!" diye düşündü. Bir kızgınlık duydu. Sert sert,

— Doğrusu bu çeşit tartışmalardan hoşlanmam, dedi. Tanrıya inanmadan da insanları sevmek mümkün, ne dersiniz? Voltaire Tanrıya inanmadan insanları severdi... (Gene başladım, gene... diye içinden geçti.)

— Voltaire Tanrıyı da severdi, ama az severdi galiba, insanları da öyle.

Alyoşa bunu ağır ağır ve çok doğal bir tavırla söyledi: karşısında yaşıtı, hatta kendisinden yaşça büyüğü varmış gibi konuşuyordu. Alyoşa'nın Voltaire hakkındaki düşüncesine pek güvenmeyişi, hatta bunu kendisinden küçük olan Kolya'nın kararına bırakır gibi konuşması çocuğun tuhafına gitti.

— Voltaire'i okudunuz mu? diye sordu Alyoşa.

— Yo, okudum denemez... Ama Candide'in Rusça çevirisini okudum... Eski, kötü, berbat bir çeviri... (Gene, ah gene!)

— Anladınız mı bari?

— A evet, hepsini... yani şey... diye lafını şaşırdı Kolya. Anlamadığımı ne diye düşündünüz? Şüphesiz, içinde açık saçık konular da var. Ama eserin felsefi bir roman olduğunu, belirli bir düşünceyi aşılamak amacıyla yazıldığını anlayacak durumdayım elbet... Ben sosyalistim Karamazov, tepeden tırnağa bir sosyalistim.

Ansızın sustu.

— Sosyalist mi? diye güldü Alyoşa. Ne zaman becerdiniz bunu? Yanılmıyorsam daha on üç yaşındasınız.

Kolya içerledi:

— Bir kere, on üçümde değil, artık on dördündeyim; iki hafta sonra on dördüme basıyorum. İkincisi, yaşımla bunun ilgisini anlayamadım, iş yaşımda değil, düşündüklerimde, öyle değil mi?

Alyoşa alçakgönüllü bir tavırla,.

— Yaşınız ilerledikçe çağın düşünceler üzerindeki önemini görürsünüz, dedi. Zaten söylediklerinizin size ait olmadığı kanısı uyandı içimde.

Kolya heyecanla atıldı:

— Rica ederim, siz itaat ve mistisizmden yanasınız! Hiç olmazsa, Hıristiyanlığın sadece zenginlerle büyüklere yaradığını, aşağı sınıfları kölelikte tutmaya hizmet ettiğini kabul edin. Doğru değil mi?

— Bakın, bunu nerede okuduğunuzu biliyorum! diye bağırdı Alyoşa. Kesinlikle başkasının ağzı bu...

— Allah Allah, neden ille de bir yerde okumuş olayım... Hiç kimse öğretmiş değil. Kendi düşüncem bu... Yani isterseniz, İsa'ya düşmanlığım yok diyelim. Tam anlamıyla bir insandı. Zamanımızda yaşasaydı devrimcilere katılır, belki ön saflarda, bayrağı taşıyan olurdu. Hatta mutlaka böyle olurdu...

— Nereden kaptınız bunları siz, nereden? Hangi ahmağın peşindesiniz?

— Gerçeği saklayamayız ki. Gerçi bir mesele yüzünden Bay Rakitin'le sık sık görüştüğüm oldu ama... duyduğuma göre koca Bielinski de bu düşüncedeymiş.

— Bielinski mi? Hatırımda değil. Böyle bir düşünceyi hiçbir yerde savunmamıştır.

— Yazmamışsa da, anlattıklarına göre söylemiş... Birisinden duydum... her neyse...

— Bielinski'yi okudunuz mu?

— Şey... Hayır... Pek okumadım ama... Tatyana'nın Onegin'leniçin gitmediğinden söz eden yeri okudum.

— Onegin'le gitmemesi mi?.. Bunları anlıyorsunuz demek?

Kolya sinirli bir sırıtmayla,

— Rica ederim, beni küçük Smurov mu sandınız? dedi. Ama sakın anadan doğma bir devrimci olduğum da aklınıza gelmesin. Bay Rakitin'le birçok bakımdan ayrılırız biz. Tatyana konusunda da öyle... Ben kadın hakları savunucusu değilim. Bence kadın, özgürlüğü düşünülemeyecek, boyun eğmek zorunda olan bir yaratıktır. Les femmes tricottent, böyle demiş Napolyon...

Nedense gülümsedi Kolya.

— Ben hiç olmazsa bu konuda, sözümona büyük olan bu adamın düşüncesine katılıyorum. Ayrıca; vatandan Amerika'ya kaçmayı bir alçaklık, daha kötüsü, aptallık sayıyorum. İnsanlığa buradan da, hem de geniş ölçüde yararlı olunabilir. Amerika'ya gitmek de ne oluyormuş! Hele şimdi. Bir yığın yapıcı işler var. Böyle karşılık verdim.

— Ne karşılığı? Kime? Size Amerika'ya gitmeyi salık veren mi oldu?

— Ne saklayayım, kışkırtanlar çıktı, ama razı olmadım. Tabii bu aramızda Karamazov, kimseye söylemeyeceksiniz. Yalnız size açtım bunu. Üçüncü Şubeye düşüp Tzepnoy Köprüsü'nde ders almak niyetinde değilim.

Tzepnoy köprüsündeki

Binayı hatırlayacaksın!

Hatırlar mısınız? Enfes, değil mi? Niye gülüyorsunuz? Yoksa yalan mı söylüyorum sanıyorsunuz?

Kolya, "Babamın kitap dolabında Kolokol'un sadece bir sayısı olduğunu, bundan başka bir şey okumadığımı öğrense?" diye düşündü, ürperdi adeta.

— Yo, gülmüyorum; yalan söylediğiniz de aklımdan geçmiyor. Mesele burada zaten, çünkü bütün bunlar yazık ki gerçeğin ta kendisi! Peki, söyleyin: Puşkin'i okudunuz mu, Onegin'i mesela... Demin Tatyana'dan söz açmıştınız ya.

— Hayır, henüz okumadım, ama okumak isterim. Açık düşünceliyim ben, Karamazov. Her iki tarafı dinlemek isterim. Niye sordunuz?

— Öyle işte.

Kolya birdenbire Alyoşa'nın önünde esas duruşa geçer gibi dikilerek,

— Söyleyin Karamazov, beni çok küçük görüyorsunuz, değil mi? diye kesin bir tavırla sordu. Çekinmeden, açıkça söyleyin.

Alyoşa şaşkınlıkla baktı Kolya'ya:

— Sizi mi küçük görüyorum? Neden? Yalnız sizin gibi iyi bir çocuğun daha hayatı tanımadan böyle adi saçmalıklarla kirlenmesine üzülüyorum.

Kolya, oldukça kendini beğenmiş bir tavırla,

— Benim için üzülmeyin, dedi. Yalnız aptalcasına, hımbılcasına kuşkuluyum, işte şimdi gülümsediniz; benim de hemen aklıma...

— Gülümsemem bambaşka bir şeyeydi, diye sözünü kesti Alyoşa. Geçenlerde bir süre Rusya'da kalmış bir Almanın, eğitim çağındaki gençlerimiz için Avrupa'da yayımladığı bir yazıyı okudum. "Rus öğrencisine, şu ana kadar hiç bilmediği yıldızlarla dolu bir gök haritası gösterin. Ertesi gün bunu size, üzerinde düzeltmeler yaparak geri verecektir..." Almanın Rus öğrencisi için söylemek istediği şu: bilgiden yana sıfır oldukları halde alabildiğine bir kendini beğenmişlik...

Kolya kahkahayı bastı.

— Vallahi doğru! Hem doğrunun doğrusu. Aferin Almana! Gene de kaz kafalı iyi tarafımızın farkına varmamış, ne dersiniz? Kendini beğenmişlik pek de zararlı değil, gençlikten geliyor. Bu; düzelir zamanla, eğer düzelmesi gerekliyse... Ama hemen hemen çocukluğumuzdan doğup gelişen ruh özgürlüğü, düşünce, inançlarımızdaki cesaret bu sucukçuların otoritelere karşı kölecesine yaltaklanmasından pek farklıdır. Gene de güzel söylemiş Alman! Aferin doğrusu! Ama ne olursa olsun ezmeli şu Almanları. Varsın bilim yanları güçlü olsun, gene de ezmeli...

— Neden? diye gülümsedi Alyoşa.

— Eh saçmaladım belki, kabul. Bazen büsbütün çocuklaşırım. Bir şeye sevindim mi kendimi tutamaz, konuştukça konuşurum. Biz burada çene çalarken doktorun işi epey uzadı. Belki "valde"yi, bacaksız Ninoçka'yı da muayene ediyor. Bu Ninoçka hoşuma gitti, biliyor musunuz? Odadan çıkarken bana, "Niçin daha önce gelmediniz?" diye fısıldadı, içten bir sesle, yakınarak! Son derece iyi, zavallı bir kız gibime geliyor...

Alyoşa hararetle,

— Evet, evet, dedi. Buraya her gelişte onun nasıl insan olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Böyle insanlarla tanışarak öğreneceğiniz şeyleri değerlendirebilmek için teması kesmemelisiniz. En büyük yararı bundan göreceksiniz.

Kolya duyduğu acıyla,

— Ah, dedi, daha önce gelmediğime çok pişmanım, ne kadar kızıyorum kendi kendime...

— Evet, çok yazık. Zavallı çocuğun ne kadar sevindiğini gördünüz. Ya sizi beklerken çektiği üzüntü!

— Söylemeyin! Büsbütün içim kararıyor. Ama yok, bunu hak ettim: hep gururumdan, bencillik ve gururumdan, alçakça hükmetme hevesimden... Ömrüm boyunca kendimi ne kadar zorlasam kurtulamıyorum bundan. Ancak şimdi fark ediyorum Karamazov, birçok bakımdan alçağım ben!

— Hayır, içinizde bir düzensizlik var, ama gene de iyi insansınız. Bu soylu, aşırı duygulu çocuk üzerindeki etkinizi çok iyi anlıyorum.

Kolya adeta bağırarak,

— Bunu bana siz mi söylüyorsunuz! dedi. Oysa ben, hem kaç kere, deminki gibi beni küçümsediğinizi sanmıştım. Düşüncelerinize ne kadar önem verdiğimi bilseniz!

— Bu derece kuşkulusunuz demek. Bu yaşta! Size bir şey söyleyeyim mi, demin odada anlattıklarınızı dinlerken de çok kuşkulu bir yaratılışınız olduğunu düşünmüştüm.

— Demek düşündünüz? Gördünüz mü, keskin bir görüşünüz var, doğru değil mi? Eminim, kaz hikâyesiydi bu... Tam o sırada birdenbire kabadayılık tasladığım için beni hor gördüğünüzü düşündüm, sizden nefret ettim nerdeyse, zırvalamaya başladım. Sonra (az önce oldu bu, burada) hani "Tanrı olmasa Onu icat etmek gerekirdi" dediğim zaman; sanki ne kadar bilgili olduğumu göstermekte acele ediyor gibiyim... Bu cümleyi bir kitaptan aktardığımı da ekleyeyim. Fakat yemin ederim size, doğru bu, telaşlı atılışım gururumdan değildi: neden olduğunu da bilmiyorum, belki de sevinçtendi, vallahi sevinçten... Gerçi insanın sevinçten önüne gelenle sarmaş dolaş olmaya kalkışması da ayıp, onu da biliyorum. Yalnız hiç olmazsa beni küçümsemediğinizi, bunun kafamın bir uydurması olduğunu anladım artık. Ah Karamazov, öyle mutsuzum ki! Bazen aklıma neler, neler gelir: herkesin, bütün dünyanın benimle alay ettiği... İşte o zaman ben de dünyayı altüst etme isteğine kapılıyorum...

— Ve çevrenize eziyet ediyorsunuz, diye gülümsedi Alyoşa.

— Çevremdekilere, hele anneme etmediğimi bırakmıyorum. Şimdi, şu anda çok gülüncüm değil mi, doğrusunu söyleyin Karamazov!

— Canım düşünmeyin bunu, hiç aklınıza getirmeyin böyle şeyleri! Hem gülünç olmak da ne demek? Gülünç olan ya da gülünç olduğunu sanan az insan mı var? Zaten zamanımızda yetenekli insanların hemen hepsi gülünç görünmek korkusunun tedirginliği içindedir. Beni şaşırtan, sizin bu duyguya bu kadar erken kapılmanız... Gerçi bu hali epeydir başkalarında da görüyorum ya... Çocuklarda bile görüyoruz. Delilik gibi bir şey bu... Bu aşırı duyarlık içe giren bir şeytan gibi bütün genç kuşağı sardı... Evet, tipik şeytan gibi, diye ekledi Alyoşa.

Bakışını ondan ayırmayan Kolya, Alyoşa'nın bunu hiç gülümsemeden söylediğini gördü. Alyoşa sözünü bitirirken,

— Siz de herkes gibi, yani çokları gibisiniz, ama herkes gibi olmamaya bakmalı.

— Herkes böyle olduğu halde...

— Evet, buna rağmen. Yalnız siz böyle olmayın. Zaten herkesten başkasınız: Bakın, şu anda çirkin ve gülünç halinizi açıklamaktan çekinmediniz. Oysa zamanımızda kim yapar bunu? Hiç kimse. Kimse kendinde kusur görmek ihtiyacı duymuyor. Herkes gibi olmayın, tek başına kalmak pahasına bile ayrılın.

— Eşsizsiniz Karamazov! Hakkınızda yanılmamışım, insanı avutabiliyorsunuz. Ah, sizi öyle arıyordum ki Karamazov, karşılaşmak için ne zamandır fırsat kolladığımı bilseniz! Demek siz de beni düşünüyordunuz, öyle mi? Demin beni düşündüğünüzü söylemiştiniz.

— Evet, sizden söz edildiğini duydum; düşündüm de... Bunu belki biraz da onur meselesi yaparak soruyorsunuz, ama ziyanı yok.

Kolya güçsüz, adeta utançlı bir sesle,

— Biliyor musunuz Karamazov, şu konuşmamız aşk ilanına benziyor, dedi. Gülünç değil mi?

Alyoşa temiz bir gülümsemeyle,

— Hiç gülünç değil, diye karşılık verdi. Gülünç olsa bile önemi yok, çünkü iyi bir anlamı var.

— Doğru söyleyin Karamazov, şu anda yanımda biraz utanıyorsunuz. Gözlerinizden anlıyorum bunu.

Kolya hem kurnaz, hem mutlu bir gülümsemeyle,

— Neden utanıyormuşum? diye sordu.

—Niye kızardınız?

— Siz neden oldunuz... diye güldü Alyoşa ve gerçekten kıpkırmızı oldu. Adeta bozularak,

— Doğrusu biraz utanıyorum, ama neden utandığımı Tanrı bilir... diye utangaç bir tavırla mırıldandı.

— Ah, şu anda bana karşı utanç duyduğunuz için sizi nasıl sevip takdir ettiğimi bilemezsiniz! dedi Kolya. Sonra taşkın bir heyecanla,

— Siz de tıpkı benim gibisiniz! diye bağırdı; yanakları kızarmış, gözleri ışıl ışıldı.

— Şunu da söyleyeyim Kolya, siz hayatta mutsuz olacaksınız.

— Biliyorum, biliyorum. Her şeyi nasıl da önceden kestiriyorsunuz!

— Fakat toplu olarak düşünülürse, gene de hayattan çok memnun olacaksınız.

— Tamam. Yaşayın! Peygambersiniz. Evet, sizinle kaynaşacağız, Karamazov. En çok benimle akran gibi olmanızdan hoşlanıyorum, Karamazov. Oysa akran değiliz, siz benden kat kat yükseksiniz! Gene de dost olacağız. Biliyor musunuz, bu son ay hep kendi kendime, "Onunla daha ilk karşılaşmada ya ölene kadar dost ya da düşman olacağız!" demiştim.

Alyoşa neşeyle güldü.

— Bunu söylerken de beni seviyordunuz tabii.

— Seviyordum, hem de çok seviyordum. Sizi düşünüyordum hep. Nasıl da her şeyi önceden biliyorsunuz? Hah, işte doktor... Yarabbi, ne diyecek acaba, suratına bakın!

VII
İlyuşa

Doktor, Snigirev'lerin kulübesinden gene kürküne sarınmış, başında şapkasıyla çıkmıştı. Öfkeliydi, pis bir şeye sürünüp kirlenmekten korkar gibi tiksintiyle bakıyordu. Kayıtsız bakışını koridorda gezdirirken Alyoşa ile Kolya'yı gördü, serteldi. Alyoşa kapıdan arabacıya eliyle işaret etti, doktoru getiren araba sokak kapısına yanaştı. Yüzbaşı hemen doktorun peşinden fırladı. İki büklüm olmuş, önünde eğilip bükülerek, son sözünü duymak için onu durdurdu. Yüzü bitkin, bakışı korku doluydu:

— Ekselans, diye başladı; gerçekten mi, ekselans? Sözünü bitirmedi, sadece derin bir kederle ellerini hızlı bir hareketle kenetledi. Ama gene de sanki zavallı çocuğu hakkındaki kararın doktorun şu anda söyleyeceği sözlerden değişebileceğine inanır gibiydi.

Doktor ilgisiz, alışkanlıktan gelme bir ciddilikle,

— Ne yapalım, Tanrı değilim ben, diye karşılık verdi.

— Doktor bey... Ekselans... Yakın mı o şey... yakın mı?

Doktor, hecelere basa basa,

— Her şeye hazır olun! dedi, sonra gözlerini yere indirdi, eşikten arabaya yöneldi.

Yüzbaşı korku içinde,

— Ekselans, Allah rızası için! diye doktoru bir kere daha durdurmak istedi. Artık hiçbir şey mi kurtaramaz onu?

Doktor sabırsızlıkla,

— Elimizde bir şey yok artık, dedi. Gene de şey... Mesela hemen şimdi, vakit kaybetmeden (Doktor "hemen şimdi, vakit kaybetmeden" sözlerini öyle sert, hatta kızgın bir tavırla söyledi ki, yüzbaşı ürperdi birdenbire) hastanızı Siracusa'ya yollayın... Belki iyi gelir... Yeni iklim koşullarında... mümkün olabilir...

— Siracusa'ya mı? diye bağırdı yüzbaşı. Hâlâ bir şey anlamamış gibi bir hali vardı.

Kolya açıklamak için yüksek sesle,

— Sicilya'da bu Siracusa, dedi.

Doktor ona baktı. Yüzbaşı şaşkına döndü:

— Sicilya mı? Aman ekselans, halimizi gördünüz...

Ellerini açarak evin içini gösterdi:

— Peki, ya annemiz, ailem?

— Yoo, ailenizi Sicilya'ya göndermeye gerek yok. Onları Kafkasya'ya göndereceksiniz. Bahar gelir gelmez kızınızı Kafkasya'ya, eşinizi de romatizması için orada bir ılıcaya yollamalısınız. Sonra da Paris'e, ruh doktoru Lapelletier'nin kliniğine gitmesi gerekiyor. Ona bir mektup da verebilirdim... O zaman belki... mümkündü.

Yüzbaşı "umutsuzluk içinde gene elini kolunu sallayarak doktora kulübenin çıplak tahta duvarlarını gösterdi:

— Doktor bey, halimizi görüyorsunuz, doktor bey!

Doktor gülümsedi:

— Orasını bilmem; bilimin bu durumda son çaresinin ne olduğu hakkındaki sorunuzu cevapladım. Bundan ötesi yazık ki...

Doktorun eşikte duran Perezvon'a kuşkuyla baktığını fark eden Kolya yüksek sesle, sertçe,

— Merak etmeyin hekim efendi, köpeğim ısırmaz sizi, dedi. Sesinde öfkeli bir titreyiş vardı. (Sonraları söylediğine göre, "hekim efendi" sözünü hakaret amacıyla kullanmıştı.)

— Neymiş o?

Doktor sert bir hareketle kafasını kaldırdı, Kolya'ya şaşkın şaşkın baktı. Sonra açıklama bekler gibi Alyoşa'ya dönerek,

— Kim bu? diye sordu.

Kolya yeniden atıldı:

— Perezvon'un sahibiyim, hekim efendi. Kimliğimden yana pek meraklanmayın.

Perezvon'u anlayamayan doktor,

— Zvon mu? diye tekrarladı.

— Evet, nereden geldiğini bilmediğiniz bir Zvon! Güle güle hekim efendi, Siracusa'da görüşürüz!

Doktor ansızın köpürdü:

— Kim bu? Kim, kim?

Alyoşa kaşlarını çatarak, aceleyle,

— Buralı okul çocuklarımızdan biri, dedi. Afacandır, aldırmayın.

Sonra Krasotkin'e döndü:

— Susun Kolya! İlgilenmeyin onunla doktor bey! diye sinirli bir tavırla ekledi.

Ama fazlasıyla alınan doktor yatışmadı. Ayaklarıyla yere vurarak,

— Dayak, dayak istiyor bu, dayak!

Kolya bembeyaz oldu, gözleri alevlendi. Titrek bir sesle,

— Size bir şey söyleyeyim mi, hekim efendi, bizim Perezvon'un bazen saldırdığı da olur, dedi. İci, Perezvon!

— Kolya, bir kelime daha söylerseniz selamı sabahı keserim sizinle!

— Hekim efendi, Nikolay Krasotkin'e emredebilen tek canlı vardır dünyada, o da bu adam işte! (Kolya, Alyoşa'yı gösterdi.) Onun sözünden çıkamam. Hoşça kalın!

Yerinden fırlayarak kapıyı açtı, hızla iç odaya geçti. Perezvon da peşinden içeri daldı. Doktor birkaç saniye taş kesilmiş gibi Alyoşa'ya bakarak olduğu yerden kıpırdanamadı. Sonra birden yere tükürdü, hızlı adımlarla arabaya yollandı. Hem yürüyor, hem yüksek sesle,

— Bu... bu... bu... nasıl iş bu! diye tekrarlıyordu.

Yüzbaşı onu arabaya bindirmeye koştu. Alyoşa Kolya'nın ardından içeri girdi. Kolya artık İlyuşa'nın yatağının yanındaydı. İlyuşa onu elinden tutmuş, babasını çağırıyordu. Bir dakika sonra yüzbaşı da geldi.

— Baba, buraya gel baba... biz... diye kekeledi İlyuşa; son derece heyecanlıydı. Ama devam edemedi. Kupkuru kollarını öne uzatarak Kolya ile babasını gücü yettiği kadar kucakladı, kendisi de onlara sokuldu. Yüzbaşı sessiz hıçkırıklarla sarsılıyordu; Kolya'nın dudakları, çenesi titremeye başladı.

— Baba, sana ne kadar acıyorum, baba! diye acı acı inledi İlyuşa.

— İlyuşeçka... canım... doktor dedi ki, iyileşeceksin... mutlu olacağız...

— Ah baba, yeni doktorun ne dediğini biliyorum ben... Duydum!

İlyuşa tekrar olanca gücüyle ikisini kendine doğru çekti, yüzünü babasının omzuna gömdü.

— Ağlama baba... Ben ölünce başka, iyi bir çocuk al... aralarından en iyisini seç, benim adımı ver... benim yerime sev onu...

Kolya, kızgın gibi,

— Sus be babalık, iyileşeceksin sen! diye bağırdı.

İlyuşa devam etti:

— Beni de unutma baba, sakın unutma, mezarıma gel... Biliyor musun baba, seninle gezmeye gittiğimiz büyük taş var ya, oraya göm beni. Akşamları Krasotkin'le gelirsiniz... Perezvon da gelsin! Bekleyeceğim sizi... Baba...

Sesi kesildi. Üçü de sarsılmıştı, konuşmuyorlardı artık. Ninoçka da koltuğunda sessizce ağlıyordu. Hepsinin ağladığını gören anneleri de ağlamaya başladı:

— İlyuşeçka, İlyuşeçka! diye haykırıyordu.

Kolya birdenbire İlyuşa'nın kollarından sıyrıldı. Acele acele,

— Bana izin ver babalık, anam yemeğe bekliyor, dedi. Keşke gelirken haber vereydim! Merak eder... Yemekten sonra hemen gelir akşama kadar yanında kalırım. Neler anlatacağım, neler! Perezvon'u da getiririm, ama şimdilik götüreyim onu, çünkü bensiz dırlanmaya başlar, rahatsız eder seni. Hadi hoşça kal. Dışarıya dar attı kendini. Ağlamamak için çok çalıştığı halde koridorda tutamadı kendini, boşandı. Alyoşa onu o halde buldu.

— Sözünüzü mutlaka tutup gelmelisiniz Kolya, yoksa çocuk çok üzülür.

— Mutlaka! Daha önce gelmediğim için kendi kendimi nasıl kahrediyorum bilemezsiniz!

Kolya gözyaşları içinde konuşuyordu. Ağladığına utanmıyordu artık. O anda yüzbaşı da dışarı fırladı ve hemen kapıyı örttü. Çılgına dönmüştü, dudakları titriyordu, iki gencin önüne dikilerek ellerini havaya kaldırdı. Dişlerini gıcırdata gıcırdata, vahşi bir sesle,

— İyi çocuk falan istemem ben! diye fısıldadı, istemem başka çocuk... "Seni unutursam ey Kudüs, dilim..."

Boğularak sözünü bitiremedi, peykenin önüne bitkin bir halde dizüstü çöktü. Başını yumrukları arasına almış hıçkırıyordu. Tiz, garip sesler çıkarıyor, çığlıklarının içerden duyulmamasına elden geldiği kadar çaba gösteriyordu. Kolya sokağa fırladı. Sert, hırçın bir sesle,

— Hoşça kalın Karamazov! dedi. Siz de gelecek misiniz?

— Akşam mutlaka gelirim.

— Kudüs'ten söz etti: neymiş o?

— Tevrat'tan: "Seni unutursam Kudüs", yani en değerli şeyimi unutur ya da bir şeyle değişirsem çarpılayım...

— Anladım, yeter. Gelin, siz de gelin akşama. İci Perezvon! diye olanca hiddetiyle bağırdı Kolya; sonra iri, hızlı adımlarla eve yürüdü.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro