Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dördüncü Bölüm -10

IX

Bol Psikoloji. Doludizgin Troyka.

Savcının Konuşmasının Sonu.

İppolit Kiriloviç bütün sinirli hatipler gibi heyecanın verdiği bir sabırsızlıkla sırayı bozmamak için "ilk gözağrısı"yla epey oyalandı, bu konuda dikkate değer birkaç düşünce açıkladı.

— Yavuklusunu herkesten çılgınlık derecesinde kıskanan Karamazov şu "ilk gözağrısı" karşısında tamamen siliniyor. İşin garibi de, bu tepeden inme rakiple önceleri hiç ilgilenmemesi... Belki de buna adamın pek uzaklarda bulunması, Karamazov'un ise yaşadığı anın adamı oluşu sebeptir. Belki de onu uydurmadan ibaret sayardı... Ama kadının yeni rakibini saklaması, o günkü gibi onu atlatması bu tepeden inme rakibin hiç de hayal ürünü olmadığını, bu adamın hayatta Gruşenka'nın biricik umudu olduğunu açıkça gösteriyordu. Sanık bunu anlamakta gecikmedi, boyun eğdi. Her şeye rağmen, sayın jüri üyeleri, sanığın ruhunun, ondan hiç beklenmeyen bir özelliği üzerinde durmadan geçemeyeceğim. Görünüşte böyle bir duyguya hiç eğilimli olmayan sanıkta birden gerçek ihtiyacı, kadın saygısı, kalbin ve duyguların hakkını verme yatkınlığı belirdi. Hem de ne zaman, bu kadının yüzünden ellerini babasının kanına buladığı anda! Öç yolunun başlangıcında ruhunu ve bu dünyadaki hayatını mahveden bu adam, o anda ister istemez kendi kendine sormuştu besbelli: canından çok sevdiği varlık için şimdi ne değeri vardı, ne verebilirdi ona, "ilk gözağrısı"yla kıyaslanınca ne verebilirdi? Öteki, vaktiyle perişan ettiği kadına pişmanlığıyla, yeni bir aşkla, namuslu isteklerle, temiz, mutlu hayat vaatleriyle döndü; bunlara karşı o ne verebilirdi şimdi? Karamazov hepsini anlamış, işlediği cinayetle önündeki bütün yolları kestiğini, bundan sonra herkes gibi bir insan değil, sadece cezasını çekmeye mahkûm bir suçlu olduğunu açıkça görmüştü. Bu düşünce onu ezdi, mahvetti. Ansızın çılgınca bir plan beliriverdi önünde; içindeki Karamazov'luk bu güç durumdan sıyrılmak için onu bu tek ve meşum çareye doğru itiyordu, intihardı bu. Tabancalarını rehin bıraktığı Perhotkin'e koştu. Yolda koşarken babasının kanına buladığı elleriyle cebindeki parayı çıkarıyor: ona şu anda en gerekli olan şey de para! Karamazov ölecek, vuracak kendini Karamazov, bunu unutmayacaklar! Şairliğimiz boşa değil, ömrümüzü mum gibi iki ucundan boşuna yakmadık... "Ona, ona gideceğim. Orada öyle bir âlem yapacağım, öyle bir âlem ki, yedi düvel parmak ısıracak. Vahşi çığlıklar, çingenelerin çılgınca şarkıları arasında taptığım kadının şerefine kadeh kaldırıp yeni mutluluğunu kutlayacağız. Sonra hemen oracıkta, dizlerinin dibinde kafamıza bir kurşun sıkıp hayatımıza son vereceğiz! Mitya Karamazov'u her hatırlayışında Mitya'nın onu nasıl sevdiğini düşünecek, acıyacak Mitya'ya..." Evet bir sürü poz, romantik delilikler, Karamazov'lara has vahşice taşkınlık ve duygulanmalar... Ama bunların yanı başında sanığın ruhunda başkaldıran, zihnini çekiçleyen, kalbine zehir akıtan bir şey daha var, bu onun vicdanı sayın jüri üyeleri, çektirdiği korkunç azaplar! Fakat tabanca her şeyi paklayacak, tabanca tek çıkar yol, başkası da yok! Ama bilmem ki Karamazov, orada ne olacağını hiç aklına getiriyor muydu? Hem Karamazov'un böyle Hamlet'çe, orada ne olacağını düşünmesi mümkün mü? Hayır, sayın jüri üyeleri, başkalarında Hamlet'ler, bizde henüz Karamazov'lar var, o kadar!

Burada İppolit Kiriloviç, Mitya'nın hazırlıklarını inceden inceye anlattı. Perhotkin'de, bakkal dükkânında, arabacılarla geçen sahneleri çizdi. Tanıkların doğruladıkları birçok söz, cümle ve hareketi tekrarladı. Çizilen manzara dinleyenler üzerinde büyük etki uyandırdı. En çok, olayların birbirlerine son derece uygun yürümesiyle ilgilendiler. Çığrından çıkmış, her şeye meydan okuyan bu adamın suçluluğu apaçıktı.

— Kendini korumayı da düşünmüyordu artık, diyordu İppolit Kiriloviç. İki üç kere az daha suçunu tamamen itiraf ediyordu, dilinin ucuna gelmişti... (Burada tanık ifadeleri okunmaktaydı.) Hatta arabacıya, yolda, "Bir katili götürüyorsun, haberin var mı?" diye bağırmıştı. Daha çoğunu söyleyemezdi, önce Mokroye'ye gidecek, şiirini orada tamamlayacaktı. Bedbaht adam Mokroye'de de tahmin ettiği şeyle karşılaşmadı. Daha ilk anlardan "Su götürmez gerçeğin" pek de o kadar su götürmez olmadığını, yeni mutluluğa kadeh kaldırmanın makbule geçmediğini gördü. İlk soruşturmadan sonraki olayları sizler de biliyorsunuz, sayın jüri üyeleri. Su götürmez gerçek, Karamazov'un rakibi alt etmesi olmuştu. O anda ruhunda yepyeni bir değişim, belki de ömrünce geçirdiği ve geçireceği en korkunç değişim başladı! Sayın jüri üyeleri, tabiata karşı işlenen bir suçun öcü insan adaletinden daha zorlu oluyor. Hatta mahkeme, idam, tabiatın verdiği cezayı hafifletir; umutsuzluk anlarında bu, suçlunun ruhuna bir kurtuluş çaresi gibi gelir. Gerçekten, kadının onu sevdiğini, "ilk gözağrısı"nı, "su götürmez gerçek" âşığını onun uğruna teperek yeni, temiz mutluluk vaat eden bir hayata onu, Mitya'yı çağıracağını anlayan Karamazov'un duyduğu dehşet ve manevi acı tarifsizdir. Bütün bunlar, hayatta onun için her şeyin bittiğini, tek çıkar yol kalmadığını düşündüğü anda olmuştu. Sanığın o zamanki gerçek durumunu açıklamamız için çok önemli bir noktayı yeri gelmişken söyleyeceğim: bu kadın, son ana, tevkifine kadar onun bütün varlığıyla arzulayıp birleşemediği aşkıydı... İşte, o anda kendini vurmayışını, niyetinden vazgeçmesini, hatta tabancasını nereye koyduğunu bile unutmasını bununla açıklayabiliriz. Yakıcı aşk isteği, bunu hemen oracıkta tatmin edebilmek umudu durdurmuştu onu. Âleme kendini kaptırarak onunla beraber eğlenen, her zamankinden çok daha güzel, çok daha çekici sevgilisinin iradesine boyun eğmişti. Ondan bir an bile ayrılmıyor, yanında eriyip kaybolmak istiyordu. Bu doyulmaz ihtiras bir an için yalnız yakalanmak korkusunu değil, vicdan azabını bile bastırabilmişti. Suçlunun üç yönden baskıya girmiş o zamanki ruh halini kafamda kolayca canlandırabiliyorum: ilkin içkili hali, çılgınca cümbüş, oyunun, şarkıların gürültüsü ve şaraptan yüzü al al olmuş o; çakır keyif, şarkı söyleyerek oyunlar oynayan, gülen, gözlerini ondan ayırmayan sevgilisi... İkincisi, meşum çözülmenin henüz uzakta oluşu, hiç değilse pek yakın sayılmaması... Belki de onu ancak ertesi sabah gelip alacaklarını kuruyor, cesaretleniyordu, önündeki birkaç saat ona yeter de artardı bile! Onu, asılmaya giden bir idam hükümlüsüne benzetiyorum. Arabayla upuzun bir sokaktan, ağır ağır, binlerce kişi önünden geçilecek, bu sokaktan başka sokağa sapılacak; korkunç meydan o ikinci sokağın öbür ucundadır! Bana öyle geliyor ki mahkûm bu sefil arabayla yola çıkarken önünde bitmez tükenmez bir hayat varmış gibi bir duygu içindedir. Ama evler bir bir geride kalır, araba yola devam eder. Gene de önemi yok bunun, ikinci sokağa sapmaya çok var daha... Mahkûm istifini bozmaz, sağı solu kayıtsız bir merakla seyreder; bakışlarını, gözlerini ona dikmiş binlerce kişi üzerinde metanetle gezdirir. Kendisinin de onlardan biri olduğunu sanır, işte öbür sokağın dönemeci! Ama bu da önemli değil, daha upuzun bir sokak var önünde. Evler geride kaldıkça mahkûm hep, "Önümüzde daha çok ev var..." diye düşünecektir. Bu meydana kadar böylece devam eder. Karamazov'un o günkü halini ben buna benzetiyorum. "Daha farkına varmadılar; nasıl olsa bir çare bulur, kendimi savunacak bir şeyler uydururum..." diye düşünüyordu. "Şimdilik bütün güzelliğiyle o var!.." İçi korku, şüphe doluydu, ama gene de elindeki paranın yarısını ayırıp bir yere saklamayı becermiş, babasının yastığının altından aldığı üç binin yarısının nereye gittiğini başka türlü açıklayamam. Mokroye'ye ilk gelişi değildi, ondan önce de bir kere tam iki gün âlem yapmıştı. Büyük, eski, ahşap hanın bütün köşe bucaklarını, dehlizlerine varana kadar biliyordu. Tahminime göre, paranın bir kısmını hemen o gün, tevkiften az önce o evde bir tahta aralığına ya da bir döşeme yarığına gizlemişti. Niçin? Niçin mi? Felaket her an beklenebilirdi, bunu nasıl karşılayacağımız için belirli bir tasarımız yoktu, zaten bunun sırası da değildi, kafamız uğulduyor, bir kuvvet ona, yalnız ona çekiyordu... Paraya gelince, para nasıl olsa her durumda lüzumluydu. İnsan parayla her yerde insandır, öyle bir anda bu hesaplar size doğal görünmeyebilir. Fakat sanık tam bir ay önce huzursuz, karamsar bir anında üç binin yarısını ayırıp bir beze diktiğini kendisi söylüyordu ya. Doğru olmasa bile, ki bunu hemen ispat edeceğiz, bu düşünce Karamazov için yabancı değildi, önceden aklından geçirmişti böyle bir şeyi... Dahası var; sorgu yargıcını bin beş yüz rubleyi, aslında var olmayan bir kesecikte ayırdığına kandırırken bu belki de hemen o anda aklına gelmişti. Çünkü tam iki saat önce yanındaki paranın yarısını ayırmış, her ihtimale karşı üzerinde bulundurmamak için sabaha kadar Mokroye'de saklamıştı. Böyle çelişmelerin Karamazov'un tabiatına uygun düştüğünü biliyorsunuz artık, sayın jüri üyeleri! Binada arama yaptık, ama bir şey bulamadık. Belki para hâlâ oradadır, belki de sanıktadır... Her ne hal ise, onu kadının yanında dizüstüyken tevkif ettiler. Kadın oradaki yatağa uzanmıştı; o, kollarını sevgilisine uzatarak öylesine kendinden geçmişti ki, tevkif için gelenlerin farkında bile olmadı. Verilecek cevabı da hazırlamamıştı. Apansız baskına uğradı, işte şimdi yargıçlarının, kaderini ellerinde tutan bir gücün karşısında bulunuyor. Sayın jüri üyeleri, öyle anlar olur ki, görevimiz yüzünden biz kendimiz insanlara karşı ve insanlar için korku duyarız. Bu özellikle suçlunun her şeyin kaybolduğunu gördüğü halde, hâlâ mücadeleye devam edip size kafa tutmak isterken taşıdığı hayvani dehşeti gördüğümüz anlarda olur. Bu sıralar korunma içgüdüsü şahlanır, kendini kurtarma çabasıyla soran ıstıraplı bakışını delercesine üzerinize diker; yüzünüzü, düşüncelerinizi inceler, bir şeyler yakalamaya çalışır, nereden saldıracağınızı kestirmeye uğraşır. Allak bullak olmuş zihninde binlerce plan kurar. Ama konuşmaya yanaşmaz kolay kolay, ağzından bir şey kaçırmaktan korkar. İnsan ruhu için bu aşağılayıcı, çileli anlar, ne pahasına olursa olsun kurtulmak için bu hayvanca çaba korkunçtur! Sorgu Yargıcında bile suçluya karşı bazen bir ürperti, bir acıma duygusu uyandırır. O gün bunların hepsini gördük, ilkin şaşkına dönerek, dehşet içinde "Kan! Ettiğimi buldum!" sözlerini ağzından kaçırdı. Ama hemen toparladı kendini. Ne diyecek, nasıl cevap verecekti, henüz hiçbirine hazır değildi, sadece hiçbir şeye dayanamadan, "Babamın ölümünde suçlu değilim!" inkârına sarıldı. Şimdiki halde gerisine sığındığımız tahta perde buydu, ilerde belki bir barikat falan kurabilirdik... Ağzından kaçırdığı, onu lekeleyen sözleri, daha sorularımızı beklemeden, kendini yalnız uşak Grigori'nin ölümünde suçlu saydığı şeklinde açıklamaya kalkışıyor. "Bu kanda ben suçluyum, ama babamı kim vurdu baylar, kim acaba? Benden başka kim vurabilirdi onu?" Duyuyor musunuz bunu: bize, ona aynı şeyi sormaya gelen bizlere soruyor! Şu vaktinden önce sarfettiği benden başka kim sözlerini, bu hayvani kurnazlığı, bu safdilliği, tam Karamazov'lara has sabırsızlığı fark ediyor musunuz? Ben öldürmedim; olmaya ki, benden şüphelenesiniz: "Öldürmek istiyordum baylar, istiyordum..." diye hemen aceleyle itiraf ediyor, hem öyle bir telaşla ki! "Ama gene de suçlu değilim ben, babamı öldürmedim! Öldürmek istediğimi kabul ediyorum; bakın ne kadar içten konuşuyorum, siz de katil olmadığıma hemen inanın bari!" Ah, böyle hallerde suçlu çoğu zaman pek kıt düşünceli olur, gafil avlanır. Tam o anda Sorgu Yargıcı ona söz arasında gibi, gayet sade bir soru soruyor: "Smerdyakov öldürmüş olmasın?" Beklediğimiz çıkıyor: onu önleyip hazırlıksız yakaladığımıza, Smerdyakov'u uygun bir anda öne sürmek fırsatını elinden almamıza fena halde kızıyor. Tabiatı icabı, hemen ters düşünceyi tutuyor, Smerdyakov'un öldürmediğine, bunu yapamayacağına, yapacak güçte olmadığına bizi inandırmaya çalışıyor. Ama inanmayın, Smerdyakov'dan büsbütün vazgeçmiş değildir; tam tersine, kullanacaktır onu, çünkü ondan başka elinde kimi var? Yalnız bunu daha uygun bir anda yapacak, şimdilik bu işe bozulmuş gözü ile bakılabilir. Belki yarın, hatta belki birkaç gün sonra bir punduna getirip onu yeniden ortaya sürecektir. "Gördünüz mü, Smerdyakov'un suçluluğuna sizden çok ben karşıydım, bunu hatırlarsınız tabii. Ama şimdi onun öldürdüğü kanısındayım," diyecek, "o değilse kim olabilir?" Şimdilik bütün hiddeti, olanca karamsarlığıyla inkâr ediyor, karşı koyuyor bize. En acemice, en gerçeğe aykırı açıklaması da babasının penceresine bakıp saygılı bir tavırla oradan uzaklaştığına dair olanı... Kendine gelen Grigori'nin verdiği ifadeyi bilmediği için böyle konuşuyor. Araştırmaya başlıyoruz. Buna kızmakla beraber metanetini kazanıyor, üç binin tamamını bulamadılar ya, sadece bin beş yüz bulundu. Şu hiddetli susuş ve inkâr anlarında kesecik buluşu aklına geliveriyor. İcadının ne derece gerçeğe aykırı olduğunu şüphesiz kendisi de hissediyor. Bunu gerçeğe uydurmak, inanılır bir hikâye haline getirmek için adeta ıstırap duyuyor. Bu gibi hallerde ilk sorgunun baş gayesi hazırlığa vakit bırakmamak, suçluya tepeden inme şaşırtmalarla içindekileri olduğu gibi döktürmektedir. Suçluyu söyletmenin en güvenilir çaresi, cinayete ait aslında çok önemli, fakat suçlu için beklenmedik, önemi kestirilemeyen bir ayrıntıdan ansızın, yeri gelmiş gibi söz açmaktır. Kendine gelen uşak Grigori'nin sanığın kaçtığı açık kapı hakkında söyledikleri bizce epey zamandır bilinmekteydi. Bu konu sanığın aklından tamamıyla çıkmıştı. Grigori'nin kapıya dikkat etmiş olabileceğini de düşünmemişti. İfadeyi öğrenince son derece heyecanlandı, yerinden fırlayarak birdenbire, "Smerdyakov öldürdü, Smerdyakov!" diye bağırdı; böylece en gizli, temel düşüncelerinden birini en gerçeğe uymaz şekilde açıklamış oldu: Smerdyakov cinayeti ancak Karamazov Grigori'yi yere serip kaçtıktan sonra işleyebilirdi. Sanığa, Grigori'nin kapının açık olduğunu yaralı olarak yere düşmeden önce gördüğünü, yatak odasından çıkarken de bölmenin arkasında Smerdyakov'un inlemelerini duyduğunu söylediğimiz zaman Karamazov gerçekten büyük şaşkınlığa uğradı. Meslektaşım sayın Nikolay Parfenoviç sonradan, ona bu anda gözleri yaşaracak derecede acıdığını söylemişti. Tam o sırada işi yoluna koymak için bildiğimiz kesecik hikâyesini önümüze sürdü. Sayın jüri üyeleri, bir ay öncesinden keseye dikili para hikâyesini yalnız saçma değil, böyle bir durumda son derece abes bir uydurma saydığımı önceden açıklamıştım. İstense bile, bundan daha saçma bir hikâye uydurulamayacağını hep kabul edersiniz. Başı dik hikâyeciyi yere sermek için ayrıntılardan, gerçekte daima pek bol bulunan, hem de önemsiz, gereksiz göründüğü için bu bedbaht, zoraki hikâyecilerin üzerinde durmadığı, hatta akıl edemediği ayrıntılardan faydalanmak zorundayız. Öyle ya, kafaları dev tasarılarla doluyken böyle ufak tefek ayrıntılarla ne diye zihin yorsunlar! Ama mesela, "Keseciğiniz için malzemeyi nereden aldınız? Kim dikti bunu?" diye sorulur. "Kendim diktim." "Bezi nereden aldınız?" Sanık kızıyor; bunlar üstünde durmaya değmez ufak ayrıntılardır. İçten kızıyor, inanır mısınız! Hepsi böyledir zaten. "Gömleğimden bir parça yırttım..." "Pekâlâ, şu halde yarın çamaşırlarınız arasında bir parçası kopuk bir gömlek bulacağız." Tahmin edersiniz ki, sayın jüri üyeleri, sanığın bavulunda veya komodininde bulunması gereken böyle bir gömleği ele geçirseydik, bunu sözlerinin doğruluğunu gösteren maddi bir delil sayabilirdik. Ama onun bunu düşündüğü yoktur. "Hatırımda değil, belki gömleğimden değil de ev sahibemin başlığından diktim." "Ne başlığı?" "Canım işe yaramayan eski püskü patiskadan bir şey almıştım da..." "Bunu kesin olarak hatırlıyor musunuz?" "Hayır, kesin değil..." Ve kızıyor, kızıyor... Oysa siz söyleyin böyle bir şeyi hatırlamamaya imkân var mı? İnsan, hayatının en korkunç anlarında, mesela idama götürülürken ille de bu gibi ayrıntıları hatırlar. Aklından her şey silindiği halde yolda gördüğü yeşil bir çatı, kilisenin haçına konmuş bir karga belleğine nakşolur sanki... Sanık keseciğini dikerken ev halkından saklanıyordu, birisi içeri girip onu elinde iğneyle yakalamasın diye korkudan, utancından ecel teri döküyordu; en ufak bir çıtırtıyla yerinden fırlayarak bölmenin arkasına kaçıyordu. (Oturduğu dairede bir bölme varmış). Sayın jüri üyeleri, diye birdenbire bağırdı, İppolit Kiriloviç, bütün bu önemsiz ayrıntıları size niçin anlatıyorum? Çünkü sanık, şu ana kadar hep bu saçmalık dolu ifadesinde inatla diretiyor. O meşum gece üzerinden iki ay geçtiği halde, hayal dolu ilk ifadesinden başka ne bir açıklamada bulundu, ne de gerçeğe dayanarak tek bir örnek verdi. Ağzından sadece, "Önemsiz şeyler bunlar, siz şerefime inanın benim!" gibi sözler çıkıyor. Doğrusu biz de inanmak isteriz, hatta bundan başka isteğimiz yok, kana susamış çakallar değiliz biz! Sanıktan yana tek bir delil, ama maddi bir delil gösterin, biz de seviniriz. Yalnız deliller öz kardeşinin sanığın yüzünden okuduğu anlam ya da göğsünü, hem de karanlıkta yumruklarken bunu keseciği göstermek amacıyla yaptığı şeklinde açıklamalar olmamalı... Güvenilir ilk delile herkesten önce biz sevinir, suçlamamızı derhal geri alırız. Şimdilik adalet adına hareket ederek suçluyoruz ve vardığımız sonuçların hiçbirinden geri dönmek niyetinde değiliz.

İppolit Kiriloviç konuşmasının son kısmına gelmişti. Sıtmaya tutulmuş gibi ürperiyor, titreyen sesiyle, akıtılan bir kan için, "alçakça bir hırsızlık kastıyla" babasının kanını döken oğlunun cezasını istiyordu. Savcı olayların feci, gözden kaçmasına imkân olmayan uygunluğunu gösterirken, savunma avukatına dokunmadan yapamadı:

— Yüksek kabiliyetiyle ün salmış savunma avukatından duyacağımız belagatli, dokunaklı sözler sizi belki duygulandıracaktır, dedi. Ama unutmayın ki, şu anda adaletin tapınağında bulunuyorsunuz. Unutmayın ki, siz haklarımızın, kutsal Rusya'mızın, aile kavramının ve kutsal bildiğimiz her şeyin savunucusu olarak bulunuyorsunuz burada! Şu anda siz Rusya'yı temsil ediyorsunuz, kararınız yalnız bu salonda değil, bütün memlekette duyulacak, bütün memleket size haklarının koruyucusu, hükmü giydiren yargıç gözüyle bakacak, kararınızla ya avunacak, ya yakınacak. Hayal kırıklığına uğratmayın onu. Korkunç troykamız, belki bir uçuruma doğru alabildiğine, uçarcasına koşuyor... Memleketin her köşesinden uzanan kollar, yalvaran sesler bu doludizgin gidişi durdurma çabasında... Yabancıların bu dörtnala, çılgınca giden troykanın yolundan kaçışmaları şairin pek arzuladığı gibi saygıdan değil, sadece duydukları dehşetten... Evet, dehşetten; hatta belki de tiksintiden. Keşke çekilmekle kalsalar; ya bundan vazgeçerler de hepsi birleşerek kalın bir duvar halinde hayaletin önüne çıkar, medeniyet adına bu delice başıboşluğa kendileri son verirlerse? Avrupa'dan gelen bazı kuşkulu sesler duyduk bile. Harekete geçiyorlar. Kışkırtmayın onları, babasını vuran oğlu temize çıkararak gün geçtikçe kızışan husumete çanak tutmayın!

Kısacası, İppolit Kiriloviç ölçüyü biraz kaçırdı, ama gene de sözünü içten bir heyecanla bitirdi. Uyandırdığı etki gerçekten olağanüstüydü. Konuşmayı bitirir bitirmez salondan çıktı, bitişik odada adeta baygın halde serildi. Alkışlayan olmamıştı, ama ağırbaşlı, ciddi kimseler memnundu. Yalnız bayanlar pek memnun kalmamıştı; gene de Savcının belagatine onlar da hayran kaldı, sonuçtan yana nasıl olsa kuşkuları yoktu. Fetükoviç'e güvenleri tamdı. "Yeri gelince o da söyleyeceğini söyler, üstünlüğü sağlar!" diyorlardı.

Hepsinin gözü Mitya'daydı. Savcı konuştuğu sürece sessizce oturmuş, elleri kenetli, dişleri sıkılı, başı yerden kalkmamıştı. Arada bir, en çok söz Gruşenka'ya gelince doğrulup kulak kabartıyordu. Savcı, Rakitin'in Gruşenka hakkında düşüncesini açıklarken yüzünde nefret dolu, küçümseyen bir gülümseme belirmiş, oldukça yüksek sesle,

— Bernard'lar! demişti.

İppolit Kiriloviç'in Mokroye'deki eziyetli sorgu hakkında anlattıklarını Mitya başını kaldırarak büyük bir merakla dinledi. Bir yerinde kalkıp bağıracak gibi oldu, ama sonra tuttu kendini, sadece küçümser bir tavırla omuz silkti. Suçluyu Mokroye'de sorguya çekerken Savcının marifetlerinden muhitimizde sonraları da bahsedildi. Konuşmanın sonu için, "Kendini övmeden yapamadı adamcağız!" diye İppolit Kiriloviç'i biraz alaya aldılar.

Duruşmaya kısa bir süre, bir çeyrek saat —çok çok yirmi dakika— ara verildi. Davayı dinleyenler arasında konuşmalar, karşılıklı fikir yürütmeler duyuluyordu. Bazıları hatırımda kaldı:

Gruplardan birinden bir bay, kaşlarını çatarak,

— Esaslı konuştu doğrusu, dedi.

— Psikolojiyle şişirdi ama...

— Hepsi doğru ama, gerçeğe aykırı tarafı yok.

— Evet, usta doğrusu.

— Nefis bir bilanço yaptı!

Üçüncü ses konuşmaya katıldı:

— Bizim bilançomuzu da yaptı, dedi. Konuşmasının başlangıcında, hatırlıyor musunuz: hepimiz birer Fyodor Pavloviç'iz demişti.

— Sonunda zırvaladı ama...

— Bazı kısımlardan hiçbir şey anlaşılmıyordu.

— Coştu biraz.

— Haksız efendim, haksız.

— Yo, öyle demeyin, pekâlâ becerdi. Ne zamandır fırsat kolluyordu adamcağız; iyice kurtlarını döktü, ha, ha!

— Bakalım savunma ne diyecek?

Başka bir grupta:

— Petersburgluyu demin yersiz iğneledi: "dokunaklı konuşmalar" filan... Hatırladınız mı?

— Evet, biraz biçimsiz kaçtı.

— Acele etti.

— Sinirli adam efendim...

— Biz burada gülüyoruz, ama sanığın hali ne acaba?

— Yaa, Mitenka'nın işi duman!

— Bakalım avukat ne diyecek?

Üçüncü grupta:

— Şu kenardaki, saplı gözlüklü şişman bayan kim?

— Boşanmış bir general karısı, tanırım.

— Desene ondan saplı gözlüğü var...

— Beş para etmez.

— Yo, şirin şey.

— Asıl iki koltuk ötesindeki sarışın nefis!

— Herifi o gün Mokroye'de ustaca faka bastırmışlar!

— Öyle ya. Bir daha tekrarladı bunu. Ötekinin berikinin evinde de kaç kere anlatmış...

— Burada da dayanamadı. Kendini beğenmişlik.

— Adamı harcamışlar, ha, ha!

— Hem alıngan... O ne tumturaklı konuşma, upuzun cümleler!

— Bir de tehdit ediyor, farkında mısınız? Troykayı hatırlıyor musunuz? "Orada Hamlet'ler, bizde hâlâ Karamazov'lar!" İyi buluş doğrusu.

— Hür fikre yaltaklanma. Çekiniyor!

— Avukattan da korkuyor.

— Öyle. Bakalım, Bay Fetükoviç neler diyecek?

— İstediği kadar dil döksün, bizim mujiklerimizi etkileyemez.

— Öyle mi dersin?

Dördüncü grupta:

— Şu troyka, başka milletler kısmı pek hoştu.

— Başka milletlerin beklemeyeceklerini söylüyor ya, doğru bu...

— Bir şey mi var?

— Var ya. İngiliz parlamentosunda üyelerden biri geçen hafta söz almış, bakanlığa, nihilistlerin durumunu sormuş: barbar milletleri adam etmenin zamanı gelmemiş midir gibilerden de laf etmiş... İppolit'in onu kastettiğini gayet iyi biliyorum. Geçen hafta anlatmıştı bunu.

— Zor yaparlar bunu.

— Neden zor oluyormuş?

— Kronşat'ı kapatır, buğdaylarını keseriz. Nereden alırlar?

— Amerika'dan. Dönerler Amerika'ya...

— Saçma.

Zil çalmaya başladı, hepsi yerlerine koştular. Fetükoviç kürsüye çıktı.

X
Savunma. İki Ucu Sivri Değnek.

Avukatın ilk sözleriyle salonda ses seda kesildi. Bütün gözler ona dikildi. Fetükoviç son derece açık, sade bir dille, kendine güvenen, fakat tafraya varmayan bir üslupla konuşmaya başladı. Ne süslü sözler sarfediyor, ne de duygulandırmak için sesini zorluyordu. Ondan yana bir topluluğa konuşur gibiydi. Sesi son derece güzel, gür, sevimliydi; sesinde bile içten, saf bir hava seziliyordu. Gene de herkes konuşanın gerçek bir heyecanla dinleyenlerin kalplerini umulmaz bir güçle sarsmak kudretinde olduğunu hemen anladı. Belki İppolit Kiriloviç kadar düzgün, uzun cümlelerle konuşmuyordu, ama ifadesi daha keskindi. Yalnız bayanların hoşuna gitmeyen şey, avukatın hele konuşmasının başlangıcında eğilip bükülmesi olmuştu. Başıyla selam verir gibi değil, uzun sırtını bükerek öne atılıp dinleyenlerin üstüne uçacak gibi, sanki uzun, ince belinin ortasında dik açı yaparak eğilmesini sağlayan bir yay vardı adeta. Başlarken biraz dağınık, belirli bir planı yokmuş gibi, olaylara gelişigüzel dokunarak konuşuyordu, ama sonradan derli toplu bir bütün ortaya çıktı. Savunmasını iki kısma ayırmak mümkündü: birincisi, eleştirme, suçlamanın yer yer haşin, alaycı bir çürütmesi. Fakat ikinci bölümde sesi, hatta hali bile birden değişti, yüce bir heyecanın doruğundaydı artık. Salondakiler hep birlikte bunu bekliyordu adeta, coşkun sevinç ürpertisi içindeydiler.

Fetükoviç doğruca konuya girdi. Söze, çalışma alanı Petersburg olduğu halde, suçsuzluğundan emin olduğu veya bunu hissettiği sanıkların savunmaları için memleketin birçok şehrini dolaştığını söyleyerek başladı.

— Bu defa da öyle oldu, diye devam etti. Gazetelerde bu olayla ilgili ilk yazılar çıkar çıkmaz sanığın lehinde yönler sezdim, ilgilendim onunla. Beni en çok ilgilendiren, adli işlerde sık sık rastlanan, ama şimdiye kadar, bütün özellikleri toplamış olması yönünden bu kadar dört başı mamur örneğini görmediğim bir durumu sezişim olmuştur. Bundan asıl konuşmamın sonunda, sözümü bitirirken söz etmem gerekirdi, ama ben düşüncemi başlangıçta açıklayacağım. Konuya doğrudan doğruya girmek, uyandırılacak etki yönünden açıklamalarda hesaplı davranmamak benim başlıca tutkunluğumdur. Bu şekilde davranmam belki de pek akıllıca değil, ama hiç şüphesiz içten... Sözünü ettiğim durum şudur: bu vakada bir yandan olaylar belirli bir düzende sanığa karşı birleşmişken, öte yandan her biri teker teker ele alınınca önemlerini tamamıyla kaybettiklerini görüyoruz. Söylentileri ve gazeteleri izlerken bu konudaki inancım bir kat daha kesinleşti. Sonunda sanığın akrabalarından onu savunma teklifini alır almaz buraya koştum. Burada tahminlerim şaşmaz bir kanıya dönüştü. Suçlayıcı olaylardaki meşum düzeni dağıtarak her birinin teker teker ne derece yetersiz ve hayal ürünü olduğunu doğrulamak için savunmayı üzerime aldım.

Bu girişten sonra avukat birden sesini yükseltti:

— Sayın jüri üyeleri, buranın yabancısı olduğum için kimsenin etkisinde kalmış değilim. Serkeşliği ve hırçınlığıyla şehirde belki yüzlerce kişiyi kendine düşman eden sanığın bana bir kötülüğü dokunmuş olamaz. Şüphesiz, bura insanlarının duygularında yerden göğe haklı olduklarını kabul etmek zorundayım. Sanık ele avuca sığmaz delinin biridir. Bununla beraber şehrin seçkin ailelerine girip çıkıyor, hatta çok değerli hasmımın evinde de pek içten bir kabul görüyordu. (Bu kısımda salondakilerden birkaçı kıs kıs güldü. Gülüşmeler çabuk kesildi, ama herkes farkındaydı. Savcının Mitya'yı evine zorla, sırf karısının isteğine uyarak kabul ettiği herkesçe biliniyordu. Son derece erdemli, saygıdeğer bir kadın olan Savcının karısı kaprisliydi, kafasının dikine hareket eder, özellikle önemsiz, günlük olaylar yüzünden kocasıyla çatışmayı pek severdi; Mitya'yı nedense meraka değer bir genç sayıyordu. Gene de Mitya pek sık gitmezdi onlara.) Böyle olduğu halde bağımsız bir zekâ, haksever bir tabiata sahip olan hasmımın bile talihsiz müvekkilim için pek de iyi düşüncelere sahip olduğunu sanmıyorum. Bedbaht adam bunu fazlasıyla hak ettiği için hakkındaki duyguları doğal saymak gerekir. Ahlak ve yüce duygular konusunda bazı hükümler pek amansız olur. Savcının pek değerli konuşmasında sanığın karakter ve davranışlarının derinden derine tahlili üzerine son derece titiz bir incelemeyi az önce hepimiz duyduk. Önemli olan şu ki, olayın özüne varabilmek için öyle ruhi derinliklere girildi ki, sayın hasmımın sanığa karşı herhangi bir kastı ya da kötü niyeti olsa bu derece zahmete katlanması herhalde mümkün olmazdı. Ama böyle hallerde kasıttan, hatta taraf tutmaktan da kötü, yıkıcı durumlar olabilir. Örneğin, kendimizi sanatçılığa, yaratıcılığa, roman yaratma ve Tanrı vergisi bir ruhbilimcilik hevesine kaptırırsak... Daha Petersburg'da, buraya gelmeye hazırlanırken, özelliğini önceden de bildiğim ruhbilimci hasmımın, genç hukukçularımız arasında nasıl ün saldığını duymuştum. Ruhbilimcilik baylar, çok derin bir bilim olduğu halde iki ucu sivri değneğe benzer. (Salondakiler arasında gülüşmeler.) Güzel konuşmayı pek beceremediğim için kaba benzetmemi bağışlamanızı rica edeceğim. Şimdi sayın Savcının konuşmasından gelişigüzel bir örnek alacağım. Sanık o gece kaçarken bahçe duvarına tırmanır, ayağından asılan uşağın kafasına pirinç havanelini indirerek adamı yere serer. Sonra, hemen ardından tekrar bahçeye atlar, yaraladığı adamı öldürüp öldürmediğini anlamak için beş dakika kadar başında uğraşır. Ama sayın Savcı sanığın ifadesine, yani ihtiyar Grigori'ye acıyarak yanına koştuğuna bir türlü inanmak istemiyor. Böyle bir anda bu kadar duygulanma olamazmış; doğal değilmiş, aşağı atlaması cinayetin biricik tanığının ölüp ölmediğini anlamak içinmiş... Başka bir his, başka bir istekle bahçeye inemeyeceğine göre cinayet işlediği gün gibi açıkmış. Psikolojik zorunlulukmuş bu; şimdi biz de aynı ruhbilimi, yalnız başka ucundan alırsak, bunun kadar gerçeğe uygun bir sonuca varabiliriz. Katil, bir ihtiyat tedbiri olarak tanığın hayatta olup olmadığını anlamak için geri dönüyor; oysa Savcının söylediğine göre, öldürdüğü babasının çalışma odasında az önce yerde, suçluluğunun en büyük delilini, içinde üç bin ruble bulunduğunu da gösteren yırtık bir zarf bırakmıştır. "Zarfı beraber götürmüş olsa ne içindeki paradan ne de sanığın bunu çaldığından kimsenin haberi olmayacaktır." Bunu söyleyen bizzat Savcıdır. Bakın, bu adam tedbirli davranamamış, şaşırmış, korkmuş ve arkasında bir delil bırakarak kaçmış... Ama birkaç dakika sonra başka birisini öldürünce hemen son derece katı yüreklilik gösteren bir ihtiyatlı davranışına tanık oluyoruz. Pekâlâ, diyelim ki, bu böyle olmuştur, ruhbilimin inceliği de Kafkasya kartalı gibi yırtıcılık ve keskin gözlülükten bir an sonra zavallı bir köstebek gibi kör ve ürkek olunabileceğini göstermesinde değil mi? Diyelim ki, ben öldürdüğüm adamın sırf sağ olup olmadığına bakmak için yanına dönecek kadar insafsız ve hesabiyim, şu halde kurbanımın başında uğraşmalarla kendimi yeni tanıklarla karşılaşma tehlikesine atmamın sebebi ne? Adamın başındaki yarayı mendilimle silmem, kendime karşı bir suç delili hazırlamak için mi? Yo, bunları yapacak kadar hesabi ve katı yürekliysek, duvardan aşağı atladıktan sonra vurduğumuz uşağa birkaç darbe daha indirip tanığı büsbütün yok etmek, üzüntüden temelli kurtulmak daha iyi olmaz mıydı? Ayrıca, tanığımın sağ olup olmadığını kontrol için dönerken hemen yanı başında bir başka delil daha bırakıyorum: iki kadından kaptığım havaneli... İkisi de her zaman bunu tanıyabilir, onlardan aldığımı söyleyebilirlerdi. Hem bunu yol üstünde unutmuş, dalgınlık ya da şaşkınlıkla düşürmüş de değilim, hayır, kullandığımız silahı Grigori'nin düştüğü yerden on, on beş adım öteye fırlattık. Soruluyor: niçin bunu böyle yaptık, diye? Bakın neden: bir insanı, emektar bir uşağı öldürdüğümüze yandığımız için öfkeyle, lanet okuyarak uğursuz havanelini fırlattık attık. Başka türlü olamazdı, bu derece hızla savurup atmaya ne lüzum vardı? Bir insanı öldürdüğümüze acıma, keder duyabilmemizin elbette ki babayı öldürmemişsek mümkün olacağı aşikârdır. Babayı öldürmüş olsak vurulan öbür adama acıyarak yanına koşmazdık, kendi canımızı kurtarmaya bakardık, bunun böyle olması gerekir. Tekrar ediyorum, vurulanın başında durup beş dakika uğraşmaz, kafatasını temelli patlatıverirdik. Merhamet, iyilik duygusu, ancak temiz bir vicdanın ürünleri olabilir. Bu başka bir psikoloji artık. Oysa benim ruhbilime başvurmam sadece, buna dayanarak istenilen sonuçların çıkarılabileceğini örnekleriyle göstermek içindi. Niyete bakar. Ruhbilim en ciddi insanlarda bile elde olmayacak roman yaratma hevesi uyandırır. Ruhbilime yerli yersiz, lüzumundan fazla başvurulmasını kastediyorum, sayın jüri üyeleri.

Bu defa da gene Savcıyı hedef alan gülüşmeler duyuldu. Savunmayı baştan sona tekrarlamadan, en önemli bazı kısımları vermekle yetineceğim.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro