Birinci Bölüm -4
IV
İmanı Kıt Bir Hanımefendi
Mülk sahibi hanımefendi, Staretzin halkla konuşmasını ve kutsamasını seyrederken tatlı tatlı gözyaşı döküyor, gözlerini mendiliyle kuruluyordu. Bu, son derece duygulu, birçok bakımdan iyi olmaya yatkın bir sosyete kadınıydı. Staretz yanına gelince, coşkunlukla,
— Bu dokunaklı sahneyi seyrederken neler hissettim... diye başladı, heyecandan sözünü bitiremedi. Halkın size olan sevgisini anlıyorum. Ben de halkı seviyor, sevmek istiyorum. Zaten şu muhteşem büyüklüğüne rağmen, bu derece saf olan halkımızı sevmemek elde mi!
— Kızınızın sağlığı nasıl? Benimle yeniden görüşmek istemişsiniz.
— Evet, ısrarla istedim, yalvardım; beni alana kadar pencerenizin önünde dize gelip öylece üç gün beklemeye razıydım. Büyük şifa verenimiz, size içimizden kopan şükranlarımızı sunmaya geldik. Kızım Liza'yı sağlığına kavuşturdunuz; bütünüyle iyileşti! Perşembe günü üzerine eğilerek dua etmeniz, mübarek ellerinizi değdirmeniz kızımı kurtarmaya yetti. Mübarek ellerinizi öpmek, duygularımızı, saygılarımızı sunmak için yemeyip içmeyip geldik.
— İyi olmamış ki kızınız, hâlâ sandalyede...
Kadın asabi bir telaşla atıldı:
— Ama gece gelen nöbetler iki gündür, tam perşembeden beri tamamen kesildi. Bacakları da güçlendi. Bu sabah dipdiri kalktı. Bütün gece uyudu, yüzünün pembeliğine, gözlerinin ışıltısına bakın. Eskiden hep ağlardı, şimdi gülüyor, neşe içinde... Bugün onu ayağa kaldıralım diye tutturdu, tam bir dakika hiç desteksiz durabildi. Benimle, iki hafta sonra kadril oynayacağına bahse girdi. Buradaki Herzenstube'yi çağırttım; omuzlarını kaldırdı, "Hayretler içindeyim, şaşırdım..." dedi. Sizi rahatsız etmek pahasına da olsa hemen koşup teşekkür etmeden yapamazdık. Teşekkür etsene Lise, teşekkür etsene!
Lise'in sevimli, gülen yüzü birdenbire ciddileşti, sandalyesinde gücü yettiği kadar doğruldu, Staretze bakarak ellerini bitiştirdi, fakat dayanamayıp yeniden gülüverdi.
Kendini tutamayışına çocukça bir öfkeyle kızarak,
— Ona, ona güldüm! diye Alyoşa'yı gösterdi.
Birisi, Staretzin bir adım gerisinde duran Alyoşa'ya baksaydı, o anda yanaklarına yayılan kızıllığı fark ederdi.
Kız, gözleri parlayarak koltuğundan indi. Lise'in annesi birdenbire Alyoşa'ya döndü. Giydiği eldivenle pek zarif görünen elini uzatarak,
— Size bir şeyler söyleyecek Aleksey Fyodoroviç, dedi.
Staretz başını arkaya çevirerek Alyoşa'ya dikkatle baktı, öteki Liza'ya yaklaştı, tuhaf, beceriksiz bir gülümsemeyle elini uzattı. Lise azametli bir tavır takındı.
— Katerina İvanovna size bunu gönderdi, diyerek küçük bir zarf uzattı. Ona uğramanızı özellikle rica etti. Hem acele, savsaklamadan, mutlaka uğrayın.
Alyoşa, derin bir hayretle,
— Uğramamı mı istiyor? Benim uğramamı... Neden acaba? diye mırıldandı. Yüzü ansızın kaygılı bir anlatıma büründü.
Liza'nın annesi, kısaca,
— Şey, hep Dmitri Fyodoroviç ve... şu son olaylar yüzünden... diye açıkladı. Katerina İvanovna şimdilik bir karara varmış... Fakat bunun için yüzde yüz sizi görmesi gerekiyor. Neden olduğunu bilmiyorum, ama mümkün olduğu kadar çabuk gelmenizi rica etti. Dediğini yapacaksınız, değil mi? Yapacağınıza şüphe yok, Hıristiyanlık bile bunu emreder.
Alyoşa aynı şaşkınlıkla,
— Onu topu topu bir kere gördüm... diye devam etti.
— Ne yüce, ne ulaşılmaz varlık o! Çektiği acılar yeter... Neler çekmiş olduğunu ve hâlâ da çektiğini düşünün. Bundan sonra neler beklediğini göz önüne getirin... Korkunç, korkunç doğrusu!
Alyoşa, gelmesi için ısrarlı ricalardan başka hiçbir açıklama olmayan kısa, sır dolu mektuba göz gezdirdikten sonra,
— Peki, gelirim, diye karar verdi.
Lise birdenbire coştu.
— Ne iyi edersiniz, bilir misiniz! Ben anneme, "Dünyada gitmez!" demiştim, ruhunun selameti için buraya çekildi. Ne iyi, ne iyi insansınız! İyi olduğunuzu her zaman düşünürdüm, şimdi bunu söylemekten zevk alıyorum.
— Lise!
Annesinin sesi azarlar gibi çıktı, ama hemen arkasından gülümsedi.
— Bizi de unuttunuz Aleksey Fyodoroviç, bize gelmek istemiyorsunuz. Oysa Lise'den iki kere, yalnız sizinle rahat ettiğini duydum.
Alyoşa gözlerini kaldırarak yeniden kızardı ve nedenini kendisi de bilmeden birdenbire gülümsedi. Ama Staretz artık onu kollamıyordu. Lise'in sandalyesinin yanında, çıkmasını bekleyen dışarlıklı bir rahiple konuşmaya başlamıştı. Rahip görünüşte basit, daha doğrusu basit tabakadan, dar görüşlü, ama imanlı, kendine göre inatçı bir adamdı. Kuzeyin uzak bölgesinden, Obdorsk dolayında sadece on rahibi bulunan fakir Ermiş Silvester manastırından gelmişti. Staretz onu kutsadı, ne zaman isterse hücresine gelebileceğini söyledi.
Rahip, birdenbire, Lise'i göstererek ciddi, anlamlı bir tavırla,
— Nasıl başarıyorsunuz bunları? diye sordu. (Lise'in "şifasını" kastediyordu.)
— Bundan söz etmek için henüz erken... İyileşme tam bir şifadan değil de, başka nedenlerden de gelebilir. Ama olanda da ancak Tanrının şefaatini aramalı. Hepsini Tanrı yapıyor. Bana arada bir uğrayın, Peder. Saatim saatime uymuyor, hep hastayım; günlerimin sayılı olduğunu biliyorum.
Liza'nın annesi,
— Öyle demeyin. Tanrı sizi başımızdan eksik etmeyecek, daha pek çok yaşayacaksınız! diye atıldı. Hem neniz var? Çok neşeli, mutlu görünüyorsunuz.
— Bugün öyleyim, ama bunun kısa süreceğini de biliyorum. Hastalığımı iyice anladım artık. Neşeli gördüğünüzü söyleyerek beni nasıl sevindirdiğinizi bilemezsiniz. İnsanlar mutluluk için yaratılmışlar; tam anlamıyla mutlu olan, kendine, "Ben yeryüzünde Tanrının emirlerini yerine getirdim!" deme hakkını kazanmıştır. Doğruluk yolundan ayrılmayanların, ermişlerin ve din uğruna ölenlerin hepsi mutluydu.
Liza'nın annesi,
— Ne soylu, ne büyük sözleriniz var! diye bağırdı. İnsanın içine işliyor. Oysa nerede o sözünü ettiğiniz mutluluk? Kim kendisinin mutlu olduğunu söyleyebilir? Ah, mademki bizi bugün bir kere daha huzurunuza kabul ettiniz, geçen sefer size tamamen anlatmaya cesaret edemediğim uzun, hem de çok uzun zamandır içimi dolduran acıyı dinleyin lütfen. Acılar içindeyim, bağışlayın beni, acı çekiyorum.
Kadın içinden kopan bir heyecanla, Staretzin önünde dua eder gibi ellerini bitiştirdi.
— Neyiniz var?
— İnançsızlık acısı çekiyorum.
— Tanrıya mı inanmıyorsunuz?
— Hayır, hayır, bunu aklımdan geçirmeye bile cesaret edemem. Fakat öbür dünya; bana anlaşılmaz görünüyor. Kimseden de bu derdimi halledecek bir bilgi alamıyorum. Beni dinleyin! Siz şifa verensiniz; insan ruhu üzerine derin bilginiz var. Bana yüzde yüz inanmanızı dilemeye cesaret edemem, ama şu anda hoppalıktan böyle konuşmadığımı şerefimle temin ederim. Ölüm ötesindeki hayat bana korku, dehşet veriyor. Kime başvuracağımı bilemiyorum, buna ömrüm boyunca cesaret edemedim... İşte şimdi ilk kez size açılmaya cesaret ettim. Aman Yarabbi, hakkımda kim bilir neler düşüneceksiniz!
Ellerini birbirine vurdu.
— Benim düşündüklerimden yana tasalanmayın. Üzüntünüzün içtenliğine kesinlikle inanıyorum.
— Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bazen, gözlerimi kapayıp, herkes inanıyor ama bu inanç nasıl doğdu, diye düşünüyorum. Bazıları, inancın güya korkunç birtakım doğa gösterilerinin verdiği ürküntüden doğduğunu, aslında inanacak bir şey olmadığını ileri sürüyor. Kendi kendime düşünüyorum: Ömrüm boyunca inanarak yaşadım, ya ölünce hiçbir şey bulamazsam; bir yazarın dediği gibi, "Sadece mezarımda dulavratotları biterse..." Korkunç, değil mi? İnancımı nasıl yeniden kazanabilirim? Ben ancak çocukken hiçbir şey düşünmeden, körü körüne inanırdım. Şimdi nasıl, neyle bir kanıt bulabilirim? Ayaklarınıza kapanarak bunu yalvarmak için size geldim. Bu fırsatı kaçırırsam hayatımda bir daha kimse bana cevap veremez. Bir kanıt, inandırıcı bir kanıt arıyorum. Ne kadar mutsuz olduğumu anlatamam! Bakıyorum, kimsenin umurunda değil, hemen hemen kimsenin tasalandığı yok, yalnız ben dayanamıyorum. Büyük bir acı bu!
— Şüphesiz çok acı. Fakat kanıtlanması imkânsız; tecrübeyle aklınıza yatabilir.
— Nasıl? Ne şekilde?
— Yararlı bir sevgiyle... Yakınlarınızı hep artan bir çabayla sevmeyi deneyin, içinizdeki sevgi çoğaldıkça Tanrının varlığına da, ruhun ölmezliğine de aklınız yatmaya başlar. İnsanları sevmekte tam bir nefis feragatına varabilirsiniz yüzde yüz inanırsanız, ruhunuz artık hiçbir şüpheyle kararmaz. Bu denenmiştir, tartışmasız böyledir.
— İş gören sevgi mi? Bir sorun da bu, hem de ne sorun!.. Bakın, insanları o derece severim ki, inanır mısınız, bazen her şeyi, neyim var neyim yok her şeyi, hatta Lise'i bile bırakıp hemşire olmayı hayal ederim. Gözlerim kapalı, düşünüp hayal kurarken o dakikalarda kendimde yenilmez bir güç hissederim. Hiçbir irinli çıban gözümü korkutamaz. Yaraları kendi elimle yıkar sararım. Acı çeken hastaların yardımına koşar, yaralarını öperim...
— Başka şeyler değil de, bunlar üzerine hayal kurmanız bile yeter. Bakarsınız bir gün tesadüfen bir iyilik yapıverirsiniz.
Kadın,
— Evet, ama böyle bir hayata uzun zaman dayanabilir miyim? diye hararetle kendinden geçerek devam etti. En önemlisi, en çok acı vereni de bu... Gözlerimi kapayarak, kendi kendime, "Bu yolda yürümeye ne kadar zaman devam edebilirdim?" diye soruyorum. "Yaralarını yıkadığın hasta sana hemen teşekkürlerle karşılık vermez, tersine, insansever hizmetine değer, önem vermeden sana eziyete, huysuzluğa, bağırıp çağırmaya hatta seni oradaki üstlerine şikâyet etmeye kalkarsa (hastaların çoğu da yapar bunu) o zaman ne olacak? Sevgin devam edecek mi?" Kendi kendime, içim ürpererek, insanlara sevgim uğruna çalışmaktan beni soğutacak tek şeyin nankörlük olduğu karşılığını verdim. Kısacası, sadece ücret karşılığı çalışan bir işçiyim, emeğimin bedelini hemen isterim. Beni takdir etmeli, sevgime sevgiyle karşılık vermeliler. Başka türlü sevemem ben!
Kadın kendini yerme nöbetine tutulmuş gibiydi, içten konuşuyordu. Susarak nerdeyse alaylı bir kesinlikle Staretze baktı.
Staretz,
— Söylediklerinizin tıpkısını bana önceleri bir doktor anlatmıştı, dedi. Yaşlı, akıllı bir adamdı. Sizin gibi açık, şaka eder gibi, ama hüzünlü bir şaka havasıyla konuşuyordu. "İnsanlığı sevdiğim halde kendi kendime şaşıyorum," diyordu. "Toplu olarak insanları sevdikçe kişilere karşı sevgim o oranda azalıyor. Hayalimde, olanca tutkumla insanlığa hizmet etmeyi kurduğum çok olmuştur, gerekirse bu uğurda kendimi feda edebilirdim. Gelgelelim, kimseyle aynı odada iki gün bile geçiremem; bunu deneylerimden biliyorum. Bana yaklaşan kimse kişiliğimi eziyor, özgürlüğümü sınırlıyormuş gibi geliyor bana. Yirmi dört saat içinde en iyi insandan nefret edebilirim. Birinden, sofrada yemeği ağır yediği için, öbüründen, nezlesi var, durmadan burnunu temizliyor diye... İnsanlarla ilişkiye girer girmez onlara düşman kesiliyorum. Ama kişilere nefretim arttıkça genel olarak insanlığa sevgim o oranda artıyordu."
— Peki ne yapmalı? Bu durumda ne yapmalı? Büsbütün umut kesmeli, değil mi?
— Yo, halinizi anlayıp üzülmeniz yeter. Elinizden geleni yapın, bu da sayılacaktır. Kendinizi bu derece derin ve içten öğrenmekle zaten çok şey yapmışsınız. Ama içten konuşmalarınız, şimdi olduğu gibi, doğruluğunuz yüzünden sadece takdirimi kazanmak amacıyla oldukça, sevginiz faydalı olamaz; hepsi ancak hayalinizde kalır, hayat da hayal gibi geçer gider. Bu durumda öte dünya hayatını da unutarak sonunda şöyle ya da böyle avunursunuz.
— Beni mahvettiniz! Ancak şimdi, şu anda, konuştuğunuz sırada, nankörlüğe tahammül edemeyeceğimi söylerken, gerçekten içtenliğimi takdir etmenizi beklediğimi anladım. Bana beni öğrettiniz, gerçek varlığımı keşfederek bana da tanıttınız.
— Sahi mi söylüyorsunuz? Öyleyse bu itirafınızdan sonra içtenliğinize, iyi yürekli olduğunuza inanıyorum. Mutluluğa ulaşamasanız bile iyi yolda olduğunuzu unutmayın ve hiçbir zaman bu yoldan ayrılmamaya çalışın. En önemlisi yalanın her türlüsünden, hele kendi kendinizi aldatmaktan kaçının. Yalanlarınızı kollayın, hemen her saat, gözünüz bunların üstünde olsun. Ne başkalarından, ne de kendinizden iğrenmemeye çalışın. İçinizdeki her kötülük bunun farkına vardığınız anda temizlenir. Korkudan da kaçının; korku yalan doğurur. Sevgi uğruna hareket ederken tabansızlığa kapılmayın, hatta o aralık kötü hareketleriniz olursa fazla korkmayın. Size daha huzur verici bir şey söyleyemediğim için üzülüyorum. Gerçekten, yararlı sevgi hayal sevgisinden çok acımasız ve korkunçtur. Hayal sevgisi çabuk, kolayca yapılan, herkesin dikkatini çeken bir kahramanlık ister. Her şey sahnedeymiş gibi, âlemin gözü önünde, takdirler içinde yapılsın, ne olacaksa bir an önce meydana çıksın diye hayatını verenler olur. Oysa iş gören sevgi, çaba, dayanıklılık ister, bazılarına göre kendi başına bir bilimdir. Yalnız size şimdiden haber vereyim ki, bütün çabanıza rağmen amacınıza ulaşmak şöyle dursun, ondan gitgide uzaklaşmış gibi olduğunuzu dehşetle göreceğiniz anda dikkat edin, tam o anda, birdenbire amacınıza ulaşacak, sizi her zaman seven, hareketlerinizi belirsizce çekip çeviren Tanrının mucizeler yaratan gücünün varlığını açıkça hissedeceksiniz. Kusura bakmayın, yanınızda daha fazla kalamayacağım, bekliyorlar. Allahaısmarladık.
Kadın ağlıyordu.
— Lise!.. Lise'i kutsayın Peder, kutsayın onu!.. diye telaşlandı.
Staretz,
— Onu sevmeyelim, deminki yaramazlıklarının hepsini gördüm, diye takıldı. Alyoşa ile hep alay ediyordunuz.
Lise gerçekten hep bununla vakit geçirmişti. Geçen gelişinde de Alyoşa'nın ondan sıkılıp yüzüne bakamadığını fark etmişti. Bu durum onu pek eğlendiriyordu. Gözlerini dikerek Alyoşa'ya bakıyor, bakışını yakalamaya çalışıyordu. Alyoşa üzerindeki bakışa dayanamayarak arada bir, elinde olmadan, Lise'e bakıyordu. Kız da zafer dolu bir gülümseyişle bakışını karşılıyordu. Alyoşa bozuluyor, büsbütün kızıyordu. Sonunda başını öteye çevirerek Staretzin arkasına saklandı. Ama birkaç dakika sonra hep o yenilmez güce uyarak Lise'in ona bakıp bakmadığını anlamak için başını o yana çevirdi. Kız oturduğu sandalyeden sarkarak yandan bakıyor, sabırsızlıkla bakışını kolluyordu. Gözleri karşılaşınca öyle bir güldü ki, Staretz bile dayanamadı.
— Niye utandırıyorsun onu, yaramaz?
Lise ansızın, hiç umulmazken kızardı, gözleri parladı, yüzü son derece ciddileşti. Heyecan dolu, gücenik bir tavırla, hızlı, sinirli bir sesle yakınmaya başladı:
— O da niçin her şeyi unuttu? Küçükken beni kucağında taşırdı, birlikte oynardık. Bana okuma öğretmek için bize gelirdi. İki yıl önce vedalaştığımız zaman sonsuza dek dost olduğumuzu, beni asla unutmayacağını söylüyordu; sonsuza dek dost!.. Şimdi de benden korkuyor, yiyecek miyim onu sanki? Neden yanıma gelip konuşmuyor? Niçin bize gelmek istemiyor? Yoksa siz mi bırakmıyorsunuz? Onu çağırmam yakışık almaz, unutmamışsa kendisi hatırlamalıydı. Ama olmaz, ruhunu ölümsüzlüğe ulaştırmaya çalışıyor! Bu uzun etekli cüppeyi de niye giydirdiniz ona, koşarken düşüverir...
Liza dayanamadı, birdenbire yüzünü elleriyle kapayarak bütün vücudunu sarsan şiddetli, uzun, sinirli bir kahkahayla güldü. Staretz onu gülümseyerek dinledi, sonra sevecenlikle kutsadı. Liza, öperken Staretzin elini gözlerine götürdü, ağlamaya başladı.
— Darılmayın bana, beş para etmez bir budalayım... Belki Alyoşa böyle gülünç birisine gelmek istememekte haklı, çok haklı...
Staretz kesin tutumla,
— Gelecek, yüzde yüz gelecektir, dedi.
V
Bu Olacaktır!
Staretzin hücresine dönmesi yirmi beş dakika kadar sürdü. Saat yarımı geçtiği halde kendisi için toplandıkları Dmitri Fyodoroviç hâlâ ortada yoktu. Ama onu unutmuş gibiydiler. Tekrar hücreye dönen Staretz, misafirlerini aralarında hararetli bir konuşmaya dalmış buldu. Konuşanların başında İvan Fyodoroviç'le iki rahip vardı. Miusov da, görünüşte pek hararetle söze karışıyordu ama, bu sefer talihi yoktu, ikinci planda kaldığı belliydi; konuşanlar sözlerini pek yarım ağızla yanıtlıyordu. Bu durum içindeki öfkeyi gitgide kabartıyordu. Miusov'la İvan Fyodoroviç'in daha önce bazı bilimsel konularda tartıştıkları olmuştu. İvan Fyodoroviç'in kendisine pek o kadar önem vermeyişi Miusov'a fena halde dokunuyordu. "Hiçbir şey yapmadımsa, hiç olmazsa bu zamana kadar Avrupa'nın en ileri atılımlarının öncüsüydüm. Oysa bu yeni kuşak bizi nice sayıyor!" diye düşünüyordu. Sandalyesinde ses çıkarmamaya söz veren Fyodor Pavloviç gerçekten bir süre sessizce oturdu, Miusov'u alaylı bir gülümseyişle izledi, hiddetinden hoşlandığı belliydi. Zaten epeydir ona hıncı vardı, fırsatı kaçırmak istemiyordu. Sonunda duramadı, omzuna eğilerek yavaşça yeniden takıldı:
— Demin şu ermişin "kellesiyle öpüşmesi" hikâyesinden sonra niye gitmediniz, böyle münasebetsiz bir toplulukta ne diye kaldınız? Çünkü kendinizi küçümsenmiş, hakarete uğramış hissettiniz. Zekânızı göstererek öç almak için kaldınız. Bunu yapmadan buradan ayrılamazsınız.
— Gene başladınız. Tersine, hemen gideceğim.
Fyodor Pavloviç,
— Bekleyin daha, herkes dağılsın sonra gidersiniz; diye onu bir daha iğneledi.
O anda odaya Staretz girdi.
Tartışma bir an için kesildi, fakat Staretz eski yerine oturarak hepsini sanki devam etmeye çağırır gibi tatlı bir bakışla süzdü. Alyoşa onun yüzündeki her ifadenin ne anlama geldiğini ezbere bildiği için son derece yorgun olduğunu, kendini zorladığını anlıyordu. Hastalığının son devrelerinde yorgunluktan bayıldığı oluyordu. Baygınlık geldiği zamanlardaki gibi yüzü kireç kesildi, dudakları soldu. Fakat sanki anlaşılmayan bir amacı varmış gibi, toplantıyı dağıtmak yanlısı görünmüyordu. Alyoşa onu bütün dikkatiyle inceliyordu.
Kitaplık işlerine bakan rahip Yosif, Staretze İvan Fyodoroviç'i göstererek,
— Makalelerinden söz ediyoruz, dedi. Son derece ilginç bir yazı. İçinde hayli yenilik var, ama ana fikir iki yönlü galiba... Resmi kilise mahkemesinin haklarının genişliği üzerine kitap yazmış bir din adamına bir dergide çıkan makaleleriyle karşılık vermişler...
Staretz sabit, keskin bir bakışla İvan Fyodoroviç'i süzerek,
— Yazık ki makalenizi okumadım, ama söz edildiğini duydum, dedi.
Kitaplığa bakan rahip,
— Beyefendinin pek ilginç bir görüş noktası var; diye devam etti. Resmi kilise mahkemesi konusunda Kiliseyle Devletin birbirinden ayrılmasını uygun bulmuyorlar galiba.
Staretz,
— Gerçekten ilgiye değer bir düşünce tarzı, dedi. Fakat bunu neye dayanarak öne sürüyorsunuz?
İvan Fyodoroviç bir süre durduktan sonra karşılık verdi. Hem Alyoşa'nın bir gün önce korktuğu gibi, soğuk kibre bürünmüş bir nezaketle değil, alçakgönüllülükle, ihtiyatla ve olanca sevimliliğiyle, hatta görünüşte hiçbir gizli düşüncesi olmadan konuştu.
— Benim düşüncem şuna dayanıyor: Kiliseyle Devlete ait unsurlar ayrı ayrı olarak kuşkusuz sonsuzluğa dek yaşayacaktır; hem de aslında bunun olanaksız oluşuna, üstelik büsbütün tabii değilse de, işin temeli yalana dayandığı için hiç olmazsa bir dereceye kadar yenir yutulur hale getirilmesine çalışılmadığı halde yaşayacaktır. Devletle Kilise arasında, mesela şu mahkeme gibi konularda bir uzlaşma bence aslında bütünüyle olanaksızdır. Karşılık verdiğim din adamı Kilisenin Devlet içinde belirli, özel bir yeri olduğunu ileri sürmektedir. Bense, tersine, Kilisenin bir köşeye sığınmadan Devleti içine alması gerektiğini öne sürdüm. Buna şimdilik şu ya da bu nedenle olanak yoksa bile geleceğin Hıristiyan topluluğunun gelişmesi sadece bu yönde olmalıdır.
Sessiz duran bilgin rahip Paisiy Peder, kesin, sinirli bir tavırla,
— Çok doğru, dedi.
Miusov,
— Tam bir ultramontanizm! diye bağırdı, üst üste attığı ayaklarının durumunu değiştirdi.
Yosif Peder,
— İyi ama, bizde dağ yok ki! dedi, Staretze dönerek devam etti:
— Beyefendi, hasmı olan, dikkat buyurun, bir kilise adamının "esas ve temel" düşüncelerini reddediyorlar. Bunların başında "Hiçbir toplumsal kurum, üyelerinin medeni, siyasi haklarını kendine mal edemez, etmemelidir" düşüncesi geliyor. İkinci olarak "Gerek ağır ceza, gerek hukuk mahkemeleri işlerine Kilise karışmamalıdır. Bu, hem Kilise kendini Tanrı hizmetine vermiş bir kuruluş olduğu, hem de din yolunda çalışmak amacıyla birleşmiş insanları çevresinde topladığı için kilisenin iç yapısına aykırıdır." Sonuncu tez de, "Kilise bu dünyaya ait olmayan bir Saltanattır."
Paisiy Peder gene dayanamadı, sözünü kesti:
— Bir din adamı için yakışıksız bir kelime oyunu.
Sonra İvan Fyodoroviç'e dönerek,
— Yanıtladığınız kitabı okudum, dedi. Bir kilise adamının "Kilise bu dünyaya ait olmayan bir Saltanattır" sözlerine şaştım doğrusu. Kilise bu dünyaya ait değilse, yeryüzünde varlığı da mümkün değil demektir. Kutsal İncil'deki "Bu dünyaya ait olmayan" sözleri bu anlamda kullanılmamıştır. Böyle kelime oyunları yapmamalı. Efendimiz İsa Hazretleri yeryüzünde kilise kurmak için dünyaya gelmişti. Gökler Saltanatı kuşkusuz bu dünyaya ait değildir, ama ona ancak yeryüzünde kurulmuş ve temelleşmiş Kilisenin yardımıyla kavuşma olanağı vardır. Bunun için bu konuda böyle kelime oyunları yapılması tamamen uygunsuzdur. Kilise gerçek bir saltanattır, hüküm sürmek için kurulmuştur; sonunda yeryüzünde tek saltanat olarak kalacaktır. Bu bize vaat edilmiştir.
Ansızın, toparlanarak sustu. İvan Fyodoroviç onu saygıyla, dikkatle dinledikten sonra Staretze dönerek oldukça sakin, hep eskisi gibi istekli, candan bir tavırla devam etti:
— Makalemde ana fikir şudur: Üçüncü yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık dünyaya Kilise olarak yayılmış ve bu şekilde de kalmıştır. Puta tapan Romalılar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Kiliseyi Devlet bünyesine alarak birçok bakımdan puta tapan bir Devlet halinde kalmaya devam ettiler. Belki de zaten böyle olması gerekiyordu. Fakat Roma Devleti puta tapanlar uygarlığı anlayışını fazlasıyla benimsemişti. Devletin amaçları ve kuruluş emelleri bunun en iyi örnekleridir. Öte yandan İsa Kilisesi hangi Devlette yer alırsa alsın ana amaçlarından hiçbirini gözden çıkaramaz. Tanrı buyruğuyla üzerine aldığı ödevleri başarmak için sarsılmaz bir kararlılıkla çalışmaktan vazgeçemezdi. Bu amaçlardan biri, bütün dünyayı olduğu gibi puta tapan Devleti de Kilisenin hükmüne almaktır. Böylece Kilise, herhangi bir "toplumsal birlik" ya da eserini yanıtladığım yazarın deyişiyle "Din amaçları uğruna birleşenler topluluğu" olarak Devlette kendine belirli bir mevki aramamalı, tam tersine, her Devlet, Kiliseye aykırı ne varsa uzaklaştırarak ona üstünlük sağlamalıdır. Bu durum ne devletin, ne de başındakilerin büyüklüğünü gölgeler, şan ve şerefini sarsar. Tam tersine onları yanlış, hâlâ putperestliğe yönelmiş sapık yoldan çekip alarak ölümsüz amaçlara ulaştırır, gerçek yoluna çıkarır. Bunun için Kilise Mahkemelerinin Temelleri kitabının yazarı araştırmalarının sonunda bu temelleri ortaya koyarken günah, kusur dolu çağımızda sadece birtakım kaçınılmaz ve geçici uzlaşma esasları bulduğunu bilmeli; o kadar. Fakat eserin yazarı, sunduğu ve demin Yosif Pederin bir kısmını saydığı temellerin sarsılmaz, doğadan gelme, sonsuzluğa kadar da yaşayacak çeşitten olduğunu ileri sürerek gösterdiği cüretle Kiliseye, onun kutsal, dokunulmaz ve ölümsüz yazgısına karşı gelmektedir. Makalemin özeti bundan ibaret...
Paisiy Peder, her kelime üzerinde durarak,
— Kısacası, on dokuzuncu yüzyılda biraz da aşırı ölçüde ilgi gören bazı yeni kuramlara göre Kilise Devletin bir kolu haline gelmeli, böylece gitgide yetkinleşip sonunda Devlet bünyesi içinde erimeli, yerini bilime, zamanın yeni düşüncelerine, uygarlığa bırakmalıymış. Razı gelmeyip karşı koyacak olursa, Devletin belirlediği küçücük bir kabukla, üstelik denetim altında olarak, yetinmeye zorlanacaktır. Zamanımızda bütün Avrupa ülkelerinde durum böyledir. Öte yandan Rus kafası ve inancı sanki bir gelişme sonucu olarak onun Devlet içinde eritilmesini istememekte; tersine, sonunda Devletin Kilise önünde eğilmesini; kendisinin Kilise haline gelmesini istemektedir. Amin, Amin!
Miusov gülümseyerek,
— Doğrusu beni biraz cesaretlendirdiniz, dedi, yine ayak ayak üstüne attı. Anladığıma göre bu Mesihin ikinci gelişi gibi pek uzaklardaki bir idealin gerçekleşmesine benzeyecek. Herkesin istediği bu. Savaşların, diplomatların, bankaların ve başkalarının yok olmasına ilişkin olağanüstü bir hayal. Hatta bir çeşit sosyalizm... Oysa ben bunların ciddi olduğunu, kilise mahkemesinin çalışmaya başlayarak suçluları sopayla, sürgünle, belki de idamla cezalandıracağını sanmıştım.
— Bana göre ortada yalnız kilise mahkemesi olsa, ne sürgün, ne de idam cezasına başvurulurdu. Suç anlayışının değişmesi gerektiğine hiç kuşku yok. Tabii bu birdenbire, hemen değil, ama gene de epey hızlı olacaktı.
İvan Fyodoroviç bunu sakin bir tavırla, kılı kıpırdamadan söyledi. Miusov ona gözlerini dikti:
— Ciddi mi söylüyorsunuz?
İvan Fyodoroviç,
— Kilise mutlak egemen durumuna geçseydi suçluları, isyancıları aforoz etmekle yetinir, kelle uçurmazdı. Sorarım size: Aforoz edilen insanın hayat hakkı kalmış mıdır? Hem o zaman şimdiki gibi yalnız insanlardan değil, İsa'dan da uzaklaşmış olurdu. İşlediği suçla yalnız insanlara değil, İsa'nın Kilisesine de başkaldırmış sayılacaktı. Aslına bakılırsa şimdi de öyledir, ama resmiyete dökülmemiştir. Bugünün suçlusu vicdanıyla sık sık birtakım uzlaşmalar yapar: "Çaldım, ama kiliseye karşı gelmedim; İsa düşmanı da değilim..." Fakat Kilise Devletin başına geçmiş olsaydı böyle konuşamazdı. Ama Kiliseyi toptan inkâr eden birisiyse o başka elbet... "Bütün dünya yanılıyor, herkes yanlış yolda yürüyor; Kilisenin de aslı yok. Yalnız katil, hırsız olan ben gerçek Hıristiyan Kilisesini temsil ediyorum." Kendi kendine bunu söyleyebilmek de son derece zor, her zaman rastlanamayacak koşullara bağlıdır. Öte yandan Kilisenin kendisinin suç görüşünü ele alın: Hemen hemen putperestçe anlam taşıyan bugünkü görüşün değişmesi gerekmez miydi? Şimdi yapıldığı gibi toplumu korumak için hasta bir organı adeta makine gibi kesivermek yerine, suçluyu kurtaracak, ona yeniden hayata gelmek olanağı verecek çareler düşünülemez miydi?
Miusov,
— Neymiş bu çareler? diye sözünü kesti. Anlayabilene aşkolsun! Gene hayal peşindesiniz. Karanlık, şekilsiz fikirler veriyorsunuz. Nasıl aforoz edilecek, niteliği ne olacak aforozun? Bana alay ediyorsunuz gibi geliyor, İvan Fyodoroviç.
Staretz birden söze karışarak,
— Aslında şimdi de öyle, deyince hepsi ona döndü. Başında İsa Kilisesi olmasa suçlu doludizgin cinayet işlerdi, cezası da yoktu. Demin beyefendinin söz ettikleri ve çoğunda sadece suçlunun yüreğini bir kat daha katılaştıran makineleşmiş cezayı kastetmiyorum; etkili, gerçekten korkutan, uslandıran, vicdana seslenen cezadan söz ediyorum.
Miusov içten bir merakla,
— Bunun nasıl olduğunu sorabilir miyim? dedi.
Staretz,
— Şöyle, diye başladı. Bütün bu sürgün, hele daha önceki dayaklı sürgün cezası kimseyi yola getiremez, üstelik suçlulardan hemen hiçbirinin gözünü korkutmaz. Cinayetler azalacak yerde gittikçe artmaktadır. Bunu siz de kabul etmek zorundasınız. Sonunda ne oluyor; zararlı bir organ mekanik bir şekilde kesilip göz önünden uzaklaştırılmakla toplum onun zararlı etkilerinden korunmuş olmuyor. Çünkü kesilen zararlı organın yerine bir, hatta iki tane yenisi yetişiyor. Toplumu zamanımızda bile koruyan, suç işleyeni ıslah edip onu bambaşka insan yapabilen tek araç, suçluya vicdanının sesini duyurabilen İsa'nın yasasıdır. İsa kulu Kilisenin evladı olarak suçunu kabul edince doğrudan doğruya topluma, yani Kiliseye karşı kabahatli olduğunu anlar, kabul eder. Böylece görülmektedir ki, bugünkü suçlu suçunu Devlet karşısında değil de, sadece Kilise karşısında kabul eder. Mahkeme, Kilise bünyesinde olsaydı, kimin aforoz cezası kaldırılarak tekrar topluma kabul edileceği açık seçik bilinirdi. Oysa şimdi olduğu gibi mahkeme etmek hakkı doğrudan doğruya Kilisede bulunmadıkça ve yetkisinde ancak suçluya birtakım manevi cezalar vermek varken, Kilise kendisi ceza uygulamaya yanaşmamaktadır. Suçlunun yanındaki yerini korumakta, ondan baba öğüdünü esirgememektedir. Ayrıca suçluyla Hıristiyan kilise arasındaki bağların kopmamasına çalışır: Kilise törenlerine, Kutsal Ekmekle Şarap ayinine katılmasına izin verir, sadaka dağıtır, suçludan çok esaret altında bir insanmış gibi davranır. Tanrım, ya Kilise de devlet mahkemesi gibi onu reddederek koparıp atsaydı suçlunun hali ne oturdu! Kilise de, devlet mahkemesinin her ceza verişinde hemen aforoz etmeye kalksa sonuç neye varırdı acaba? Rus suçlusu için bundan büyük yıkım düşünülemezdi, Rus suçluları henüz inançlarını yitirmemişlerdir, bu yüzden onlar için daha büyük bir yıkım düşünülemezdi. Kim bilir, belki o zaman korkunç bir şey olurdu: Umudunu tümden yitirmiş suçlunun yüreğinden inanç da yok olurdu; bunun ne sonuç vereceğini Tanrı bilir! Fakat Kilise, yüreği sevgi, sevecenlik dolu bir anne gibi kendisi ceza vermekten bucak bucak kaçmaktadır; devlet mahkemesinin yeter derecede cezalandırdığı suçluya bir acıyan bulunmalıdır. Kaçınmanın baş nedeni de, Kilise mahkemesi gerçeği tek başına temsil ettiği için başka hiçbir mahkemeyle ne manevi, ne de maddi, hatta geçici bile olsa uzlaşmaya yanaşmamasıdır. Böyle bir uzlaşma hiçbir zaman düşünülemez. Yabancı suçluların seyrek olarak pişmanlık duydukları söyleniyor; gerçekten, yeni kuramlar bile, suçunun sadece onu haksızca baskı altında tutan güce karşı bir isyandan ibaret olduğu fikrini aşılamaktadır. Toplum, ezici gücüyle suçluyu kendinden koparıp atar. Bu uzaklaştırmayı (Avrupa'dakilerin söyleyişiyle) nefret, kardeşleri olan insanın her haline tam bir kayıtsızlık, unutma izler. Böylece hepsi kilisenin merhameti olmaksızın geçer gider, çünkü çoğu zaman oralarda Kilise bile bulunmamakla birlikte, bir Kilise mahkemesinin varlığını kabul etmek gerektir. Suçlu da bunun, kuşkusuz, içgüdüsüyle pekâlâ farkındadır. Demin burada, Kilise mahkemesinin gerçekten çalışmaya başlaması daha doğrusu Kilisenin toplumun tümüne baskın olmasıyla bugünkü mahkemelerin beceremediği işi yapabileceğine, yani suçluların ıslahı için etki etmekten başka, belki suçluları büyük ölçüde azaltabileceği yolunda söylenenler doğruydu. Şüphesiz Kilise de yarınki suçluyu ve suçları birçok halde bugünkünden farklı bir anlayışla görürdü; aforoz edileni tekrar Kilise yoluna döndürebilir, kötülük tasarlayana engel olur, düşenin elinden tutardı.
Staretz gülümsedi.
— Gerçi Hıristiyan topluluğu henüz buna hazır değildir. Her şey yedi ermişe dayanıyor. Onlar da inayetlerini esirgemedikleri için bu topluluk bugünkü aşağı yukarı putperest birlik halinden tek, evrensel, egemen bir Kiliseye dönüşmeyi bekleyecektir. Bu olacaktır, yüzyıllar geçse bile bu kaçınılmaz sonuç gerçekleşecektir. Geçecek zaman yüzünden kaygıya kapılmamalı... Çünkü bu Tanrının bileceği, O'nun ilahi görüşüne, sevgisine dayanan bir iştir. İnsanoğlunun hesabıyla henüz pek uzaklarda görünen şey ilahi yazgının hemen bugününde yazılı olabilir. Böyledir bu, böyle olacaktır.
Miusov,
— Garip, son derece garip! dedi; sözlerinde hiddetten çok gizli bir alınma seziliyordu.
— Bu kadar garip bulduğunuz nedir?
Yosif Peder bunu ihtiyatla sordu. Miusov birden taşarak,
— Daha ne olsun! diye bağırdı. Yeryüzünde Devletin yerini Kilise alacakmış! Bu kadarı ultramontanlığın da üstünde... Papa Yedinci Grigorius'un bile aklından geçmez böylesi!
Paisiy Peder, sertlikle,
— Tamamen ters anlıyorsunuz efendim, dedi. Kilise Devletin yerini almayacak, dikkat edin buna. Bunlar Roma'nın hayalleri... Şeytanın üçüncü oyunu bunlar! Bizim dediğimizde tam tersine Devlet Kilise haline gelip Kiliseye kadar yükselerek, bütün evreni kaplıyor. Bu ultramontanlığa da, Roma'ya da, yorumlama şeklinize de bütünüyle aykırıdır; bu Hıristiyanlığın yeryüzündeki yüce yazgısından başka hiçbir şey değildir. Doğudan bir yıldız parlayacaktır.
Miusov anlamlı bir sessizlikle karşılık verdi. Son derece ağırbaşlı, çalımlı bir hali vardı. Dudaklarında üstten, hoşgörür bir gülümseme seziliyordu. Alyoşa hızlı hızlı çarpan yüreğiyle hepsini ayrı ayrı izliyordu. Bu konuşma bütün varlığını sarsmıştı. Bir aralık gözleri Rakitin'e takıldı. Papaz okulu öğrencisi eski yerindeydi, kapının yanında hareketsiz duruyor, yere baktığı halde dikkat kesilerek dinliyor, çevresini inceliyordu. Fakat alevlenmiş yanaklarından onun da herhalde Alyoşa kadar heyecanlandığı belli oluyordu. Alyoşa heyecanının nedenini biliyordu.
Miusov, birdenbire, hep o ağırbaşlı, çalımlı haliyle,
— Müsaade buyurun beyler, size ufak bir hikâye anlatayım; diye başladı. Birkaç yıl önce Paris'teyken, aşağı yukarı Aralık Devriminden biraz sonra, bir gün oranın önemli devlet adamlarından birini ahbapça ziyarete gitmiştim. Orada ilgiye değer biriyle karşılaştım. Bu zat tam bir hafiye değildi de, siyasi kimlik taşıyan hafiye güruhunun başında şef gibi bir şeydi; kendine göre önemli bir mevkii vardı. Pek meraklandığım için bir fırsatını bularak konuşmaya başladım. Kendisi orada amirine rapor vermek üzere gelmiş bir memur olarak bulunduğu için amirinin ahbabı olan bana da oldukça yakınlık gösterdi. Bunu da bir dereceye kadar yaptı tabii, içtenlikten çok nezaketle konuştu, Fransızların özellikle yabancılara karşı gösterdikleri o nezaketle... Gene de onu çok iyi anladım. O sıralar izlenilen devrimci sosyalistlerden söz ediliyordu. Konuşmanın esas konusunu geçerek, sadece o saygıdeğer zatın ağzından kaçırdığı epey ilgi çekici birkaç sözü tekrarlayayım: "Bizim bütün bu sosyalist, anarşist, zındık ve devrimcilerden pek o kadar korktuğumuz yok," dedi. "Onların peşindeyiz, yapıp ettiklerini çok iyi biliyoruz. Fakat aralarında sayıları çok olmamakla birlikte, birkaç kişi var ki durumları tamamen başka: Bunlar hem Tanrıya inanan Hıristiyanlar, hem de sosyalistler... Bizi en çok bunlar kaygılandırıyor, korkunç insanlar! Bir Hıristiyan sosyalist, dinsiz bir sosyalistten çok daha korkunçtur." Bu sözler beni o zaman da etkilemişti. Şimdi burada, aranızda bulunduğum sırada beyler, bunları birdenbire hatırlayıverdim.
Paisiy Peder sözü uzatmadan,
— Yani böylece bizleri de sosyalist olarak gördüğünüzü mü söylemek istiyorsunuz? diye sordu.
Pyotr Aleksandroviç vereceği yanıtı toparlayamadan kapı açıldı, içeri epeydir geciken Dmitri Fyodoroviç girdi. Doğrusu, oradakiler onu beklemekten vazgeçmiş gibiydiler. Ansızın çıkagelmesi ilk anda şaşkınlık uyandırdı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro