Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Birinci Bölüm -3

İkinci Kitap, Yersiz Bir Toplantı

Manastıra Geliş

Ilık, nefis bir gündü. Ağustos sonuydu. Staretzle ikinci sabah ayininden hemen sonra, on bir buçuğa doğru buluşulacaktı.

Manastır ziyaretçileri ayin sırasında teşrif etmediler, ancak halk dağılırken sökün ettiler. İki arabada geldiler. Değerli bir çift at koşulu gayet zarif, üstü açık ilk arabada Pyotr Aleksandroviç Miusov'la uzak akrabası henüz yirmisinde bir genç olan Pyotr Fomiç Kalganov vardı. Bu genç üniversiteye girmeye hazırlanıyordu. Oysa nedense o sıralar yanında oturduğu Miusov da onu, birlikte Zürih'e ya da Yena'ya gidip üniversiteye orada girerek öğrenimini tamamlaması için kandırmaya uğraşıyordu. Delikanlı henüz karar vermemişti. Düşünceli, hatta biraz dalgın görünüyordu. Yüzü sevimliydi; oldukça boylu boslu, güçlü kuvvetliydi. Bakışı zaman zaman donuklaşıyor, aşırı dalgın insanlarda rastlandığı gibi bazen gözlerini üzerinize diktiği halde sizi görmüyordu. Çok konuşmazdı, davranışları pek serbest değildi. Fakat arada bir, hele birisiyle baş başa kalınca birdenbire açılır, alabildiğine konuşur, heyecanlanır, güler; bazen neye güldüğü de pek anlaşılmazdı. Coşkunluğu başladığı gibi aynı hızla çabucak sönüverirdi. Her zaman iyi, hatta çok özenerek giyinirdi; o zaman bile kendine göre bir serveti vardı, ama ileride daha büyüğüne kavuşmayı umuyordu. Alyoşa ile arkadaştı.

Miusov'un arabasından hayli sonra yaşlı, baklakırı bir çift at koşulu, her yanı dökülen, ama gene de rahat bir kira arabasıyla oğlu İvan Fyodoroviç'le Fyodor Pavloviç geldi. Buluşma günü ve saati kendisine bir gün önce bildirildiği halde, Dmitri Fyodoroviç de gecikmişti. Ziyaretçiler arabalarını dışarda, misafirhanenin önünde bırakarak manastırın ana kapısından yaya girdiler. Fyodor Pavloviç hariç, galiba gelenlerin üçü de ömürlerinde manastıra adım atmamışlardı; Miusov'un belki otuz yıldır kürsüye gittiği yoktu. Biraz merakla, biraz da yapmacık bir serbestlikle çevreye bakınıyordu. Fakat inceleyici zekâsı manastırda, aslında pek basit olan birkaç kilise ve idare binasından başka konu bulamamıştı. Kiliseden son çıkanlar, başları açık, istavroz çıkararak geçtiler. Basit halk arasında tek tük yüksek tabakadan kimseler görünüyordu. İki üç hanımefendi, çok yaşlı bir general hep misafirhanede kalıyordu. Ziyaretçilerimizin çevresini bir dilenci güruhu sardı, ama hiçbiri oralı olmadı. Yalnız Petruşka Kalganov, çantasından bir on kapiklik çıkardı; telaşla, hem de kim bilir neden utana utana, "Aranızda paylaşın!" diyerek kadınlardan birinin eline sıkıştırdı. Arkadaşlarından hiçbiri farkında olmadığına göre utanması için neden yoktu ama o, bundan daha çok bozuldu.

Durum tuhaftı, aslında burada beklenmeleri, hatta bir karşılama yapılması gerekirdi. Gelenlerden biri daha pek yakında bin ruble bağışta bulunmuştu; öbürü çevrenin en zengin, en aydın derebeyiydi. Hem mahkemenin gidişine göre manastıra balık avlama hakkı verilmesi biraz da ona bağlıydı. Gene de büyüklerden karşılayan yoktu. Miusov, kilisenin çevresindeki mezar taşlarını dalgın bakışlarla süzüyordu.

Ölülerini böyle "kutsal" yerde gömme hakkının mezar sahiplerine hayli tuzluya mal olacağını söyleyecek oldu, ama vazgeçti. Açık fikirli alaycılığı yavaş yavaş hiddete dönmek üzereydi.

Kendi kendine konuşur gibi,

— Aksi şeytan! dedi. Şu kargaşalıkta kimi bulup sormalı. Bir şeyler yapmalıyız, vakit geçiyor.

Birdenbire yanlarına yaşlı, dazlakça, bol bir yazlık pardösü giymiş, süzgün bakışlı bir adam yaklaştı. Şapkasını çıkardı, peltek peltek konuşarak oradakilere kendini, "Tula derebeylerinden Maksimov," diye tanıttı. Hemen yolcularımızın işiyle ilgilendi.

— Staretz Zosima keşişhanede oturur; hep keşişhanede... Koruluktan gidersiniz, manastırdan dört yüz adım kadar tutar.

Fyodor Pavloviç,

— Koruluktan gidildiğini ben de biliyorum, diye yanıtladı. Yalnız yol hatırımızda kalmadı, epeydir geldiğimiz yok.

— Şu kapıdan efendim, doğruca koruluktan... hep koruluktan. Birlikte gidelim. Buyurun... benim de... ben de zaten... Buradan efendim, buradan.

Ana kapıdan geçerek ağaçlıktan yürüdüler. Derebeyi Maksimov altmışında vardı, yürümekten çok yandan koşuyor, gizleyemediği, nerdeyse rahatsız eden bir merakla hepsini inceliyordu. Patlak gözlüydü.

Miusov, sert bir eda ile,

— Biz Staretze iş için gidiyoruz, dedi. Daha doğrusu o zattan randevu aldık. Bunun için yol göstermenize minnettar olduğumuz halde, bizimle gelmemenizi rica edeceğiz.

— Ben gittim, gittim ona... Un chevalier parfait (Derebeyi parmaklarını şaklattı.)

Miusov,

— Kimmiş o chevalier? diye sordu.

— Staretz efendim, muhteşem Staretz, Staretz... Manastırın şanı şerefi... Zosima. Öyle bir Staretz ki...

Adamın başı sonu olmayan sözlerini ziyaretçilere yetişen kısa boylu, kukuletalı, çok solgun yüzlü, cılız bir rahip kesti. Fyodor Pavloviç'le Miusov durdular. Rahip büyük nezaketle nerdeyse yarı beline kadar eğilerek selam verdi.

— Başrahip Peder keşişhaneyi ziyaretinizden sonra sizleri hep birlikte davet ediyor. Ama saat birden geçe kalmamanızı da rica ediyor.

Maksimov'a dönerek,

— Sizi de bekliyorlar, diye ekledi.

Fyodor Pavloviç davete pek sevindi.

— Hay hay, yüzde yüz gelirim; yüzde yüz! Hem biliyorsunuz: Efendiliği elden bırakmamaya karar vermiştik... Siz de buyuracak mısınız Pyotr Aleksandroviç?

— Pek tabii! Buradakilerin âdetlerini görmeye gelmemiş miydim? Yalnız sizinle bir arada bulunmak beni zor duruma düşürüyor Fyodor Pavloviç.

— Hem Dmitri Fyodoroviç de görünürlerde yok.

— Hiç gelmese daha memnun olurum. Şu işinize, hele siz de içinde bulununca karışmak benim için hoş mu sanıyorsunuz?

Fyodor Pavloviç rahibe dönerek,

— Yemeğe geleceğiz, dedi. Başrahip efendiye teşekkürlerimizi söyleyin.

— Yo, sizleri Staretze götürmekle görevliyim.

Derebeyi Maksimov cıvıltılı sesiyle,

— Öyleyse ben doğruca Başrahip Pedere, dedi, doğruca Başrahip Pedere...

Rahip kararsız bir tavırla,

— Başrahip Peder bu saatte meşguldür, ama siz bilirsiniz... diye mırıldandı.

Derebeyi Maksimov gerisin geriye manastıra koşarken Miusov arkasından,

— Ne sırnaşık ihtiyar! diye söylendi.

Fyodor Pavloviç, birdenbire,

— Von Sohn'a benziyor, dedi.

— Söylediğiniz lafa bakın... Neresi benziyor von Sohn'a? Von Sohn'u görmüşlüğünüz var mı?

— Resmini gördüm. Çizgileri bakımından değil de dille anlatılmaz bir benzeyiş... Tıpatıp von Sohn... O saat tanıdım.

— Belki de bu işin erbabısınız. Yalnız Fyodor Pavloviç, demin burada efendice hareket etmemiz için verdiğimiz sözü açan sizdiniz, bunu unutmayın. Kendinizi tutun. Şeytanlık etmeye kalkarsanız, beni de sizin gibi bir adam sanmalarını istemem.

Miusov rahibe dönerek,

— Ne adam olduğunu görüyorsunuz işte, dedi, onunla birlikte namuslu insanların yanına çıkmaya utanırım.

Rahibin solgun, kansız dudaklarında ince, sessiz, kendine göre kurnazca bir gülümseme belirdi. Fakat onurlu bir tavırla Miusov'u karşılıksız bıraktı. O da büsbütün yüzünü ekşitti.

Aklından, "Topunu şeytan götürsün! diye geçti; yüzyıllardır talimli maskeleri var. Aslında hep şarlatanlık, saçmalık..."

Fyodor Pavloviç,

— İşte keşişhane, geldik! diye bağırdı. Kapıların hepsi kapalı.

Kapının iki kanadına resmedilmiş ermişlerin önünde geniş bir el hareketiyle istavroz çıkarmaya başladı.

— "Başkasının çöplüğünde ötülmez," dedi. Bu keşişhanede yirmi beş ermiş, ruhlarının selameti için dünyadan ellerini eteklerini çekmiş yaşıyorlar; birbirlerinin suratlarına bakarak lahana yiyorlar. Bu kapıdan tek bir kadın adımını atamaz; dikkate değer taraf bu... Laf değil bu, gerçekten öyle...

Birdenbire rahibe dönerek,

— Yalnız işittiğime göre, Staretz, bayan da kabul ediyormuş, dedi.

— Halktan kadınlar şu anda bile var. Oracıkta taraçanın dibinde yatmış bekliyorlar. Yüksek tabakadan hanımefendiler için taraça boyunca, ama keşişhane dışında iki oda yapılmıştır; pencereleri şunlar... Staretz iyi olduğu zamanlar içerideki yoldan, yani keşişhane duvarları dışına çıkarak onların yanına gider. Şimdi Harkovlu çiftlik sahibi Bayan Hohlakova eli ayağı tutmayan kızıyla orada bekliyor. Besbelli onlara çıkacağını söylemiş, oysa son zamanda halka çıkamayacak kadar halsiz düştü.

— Şu halde keşişhaneden hanımefendilerin yanına geçit var. Sakın sözlerimden anlam çıkarmayın aziz Peder, laf olsun diye söyledim. Bilmem, belki duymuşsunuzdur: Aynaroz'a kadın ziyaretçiler kabul edilmedikten başka tavuk, hindi, inek gibi dişi mahluklar da alınmıyormuş.

— Fyodor Pavloviç, ben dönüp sizi burada yalnız bırakacağım. Bensiz kolunuzdan tuttukları gibi atarlar sizi...

— Size ne zararım var, Pyotr Aleksandroviç?

Birdenbire,

— Şuraya bakın! diye bağırdı. Oturdukları gülistana bakın!

Aslında gül yoktu ama, bahçe en güzel, nadide sonbahar çiçekleriyle kaplıydı. Tecrübeli bir elin baktığı belliydi. Kiliselerle mezarların arasına çiçek tarhları yapılmıştı. Staretzin hücresi tek katlı, kapısının önünde taraçası bulunan ahşap bir evdeydi. Bunun çevresi de çiçek kaplıydı.

Taraçaya çıkan Fyodor Pavloviç,

— Acaba bundan önceki Staretz Varsonofi zamanında var mıydı bunlar? dedi. Söylendiğine göre, o incelikten filan hoşlanmazmış, latif cinsten gelenleri sopayla dövermiş.

— Staretz Varsonofi zaman zaman meczup gibi görünürdü, ama hakkında söylenenlerin çoğu saçma. Kimseyi sopayla dövmemiştir. Şimdi biraz bekleyin beyler, gidip haber vereyim.

Miusov yeniden:

— Son olarak söylüyorum Fyodor Pavloviç, dedi, edebinizle durun, yoksa ileride burnunuzdan getiririm.

Fyodor Pavloviç, alayla,

— Ne diye bu kadar heyecanlanıyorsunuz? dedi, yoksa günahlarınız yüzünden mi korkuyorsunuz? Dediklerine göre, herkesin neden geldiğini gözlerinden okurmuş. Hem sizin gibi Paris görmüş, ileri kafalı bir adamın bunların düşündüklerine bu derece önem vermesine şaştım doğrusu.

Miusov, alaya karşılık vermeye vakit bulamadı, içeri buyur edildiler. Girerken hayli öfkeliydi. "Şimdiden biliyorum: kızgınım, konuşmaya başlayınca kızışacak, hem kendimi, hem fikirlerimi küçülteceğim!.." diye düşündü.

II 

Koca Soytarı

Odaya hemen hemen Staretzle birlikte girdiler, geldiklerini yatak odasından görerek onları karşıladı. Hücrede, onlardan önce gelerek Staretzi bekleyen keşişhaneden iki rahip vardı. Biri kitaplıkta görevliydi, öbürü Paisiy Pederdi. Paisiy Peder ihtiyar değildi ama, hastaydı; söylediklerine göre bilgin bir adamdı. Ayrıca, hücrenin bir köşesinde (sonradan da hep ayakta duran) bir delikanlı vardı. Yirmi ikisinde gösteriyordu, sivil bir redingot giymişti; papaz okulu öğrencisi olan bu ilahiyatçı adamı nedense bütün manastır koruyordu. Oldukça uzun boyluydu, elmacık kemikleri iriydi, körpe yüzünde zeki, dikkatli bakışlı, kısık, kahverengi gözleri vardı. Yüzünden derin bir saygı okunuyordu, ama vakur, yaltaklanmayan bir ifadesi vardı. Gelen konuklarla eşitliğini düşünmediği için selamlaşmadı, küçük bir memur gibi haddini bilerek sessizce durdu.

Staretz Zosima, bir rahip adayı ve Alyoşa ile birlikte çıktı. Rahipler ayağa kalktılar, parmaklarını yere değdirerek önünde eğilip selamladılar, istavroz çıkararak elini öptüler. Onları kutsayan Staretz de parmaklarını yere değdirerek aynı şekilde karşılık verdi, kutsamalarını diledi. Bu tören büyük bir ciddilikle, âdet yerini bulsun gibilerden değil, adeta duygulanarak yapıldı. Fakat Miusov'a hepsi belirli bir etki uyandırmak amacıyla yapılmış gibi geldi. Grubun en önünde o duruyordu. Dün akşam da düşündüğü gibi, kendi düşüncelerine aldırmadan, sadece nezaketli davranmak için buradakilerin âdetlerine uyması, Staretzin elini öpmese bile kutsamasını dilemesi gerekiyordu. Ama rahiplerin eğilerek el öptüklerini görünce bir anda kararını değiştirdi. Vakur, ciddi bir tavırla, iyice eğilerek laik bir selam verdi, iskemlenin yanına çekildi. Fyodor Pavloviç de maymun gibi taklit ederek tıpatıp aynı hareketi yaptı. İvan Fyodoroviç'in selamı gösterişli, nazikti, ama o da selamı kollarını iki yanına yapıştırarak vermişti. Kalganov o derece bozulmuştu ki, hiç selam vermedi. Staretz, kutsamak için kaldırdığı elini indirdi, ikinci bir baş selamıyla oturmalarını rica etti. Alyoşa'nın yanaklarına kan hücum etti, fena halde utandı. İçine doğanlar oluyordu.

Staretz, kırmızı deri kaplı çok eski biçim bir kanepeye oturdu. İki rahipten başka konuklarının hepsini karşı duvara, dördünü yan yana, epeyce eskimiş siyah derili maun koltuklara oturttu. Rahiplerden biri kapının, öteki pencerenin yanına geçti. Papaz okulu öğrencisi, Alyoşa ve rahip adayı ayaktaydı. Hücre büyük sayılmazdı, içerisi aydınlık değildi. Eşya kaba, yoksul ve sadece en gerekli olanlardan ibaretti. Pencerede iki saksı çiçek, köşede bir yığın ikon vardı. İkonlardan Meryem Ana'ya ait olanı hayli büyüktü; resmediliş tarzı Din Devriminden hayli önceye ait gibi görünüyordu, ikonun önünde bir kandilin ışığı parıldıyordu. Yanında, resimlerindeki yaldızları parlayan iki ikon daha vardı. Ayrıca yapma melekler, fağfurdan küçük yumurtalar, Mater Dolorosa'nın çarmıhı kucaklayışını canlandıran fildişinden bir heykelcik, önceki yüzyıllara ait ünlü İtalyan ressamlarının tablolarından birkaç baskı göze çarpıyordu. Bu zarif, pahalı tabloların yanına azizlerin, çilekeşlerin, ermişlerin resimleri asılmıştı. Bunlar panayırlarda satılan bir iki kapiklik, tam Rus işi, taşbasması resimlerdi. Halen yaşayan ve eski Başpapazların taşbaskısı portreleri de vardı, ama onlar öteki duvarlardaydı. Miusov bu "beyliği" seri bir bakışla süzdü, sonra gözlerini Staretze dikti. Kendi görüşüne karşı saygı beslerdi; ellisinde olduğu düşünülürse bu zaafını hoş görmek gerekti. O yaşta, aklı başında, hali vakti yerinde, yüksek tabakadan bir adam daima, hatta bazen ister istemez, kendi kendine saygı duymaya başlar. Staretz daha ilk andan hoşuna gitmemişti. Gerçekten, Staretzin yüzünde yalnız Miusov'un değil, birçok kimsenin hoşuna gitmeyecek taraflar vardı. Ufak tefek, kamburca, çöp bacaklı bir adamcağızdı. Altmış beş yaşında olduğu halde, hastalığı yüzünden daha çok, hiç olmazsa on yaş fazla gösteriyordu. Zaten kupkuru olan yüzü, hele göz altları ince ince kırışıklarla doluydu. Gözleri ufarak, oldukça açık ve hareketli, pırıl pırıldı, iki parlak noktaya benziyordu. Kırçıl saçları yalnız şakaklarında kalmıştı; ufak, sivri, seyrek bir sakalı vardı. Sık sık gülümseyen dudakları, iki sicim parçası gibi ipincecikti. Burnuna uzun denemezdi ama, kuş gagası gibi sivriydi.

Miusov'un kafasından, "Görünüşte kötü, küçük ve kibirlinin biri.." diye geçti. Kendinden hiç memnun değildi.

Saatin çalması konuşmaya başlamalarına yardım etti. Ucuza mal olduğu belli, ufak, ağırlıklı bir duvar saati hızlı hızlı tam on ikiyi çaldı.

Fyodor Pavloviç,

— Vakit tastamam, ama oğlum Dmitri Fyodoroviç hâlâ görünürlerde yok! diye söylendi. Onun adına özür dilerim, kutsal Staretz. (Alyoşa "kutsal Staretz" sözünden adeta ürperdi.) Ben her zaman düzenli, dakikası dakikasına hareket ederim. "Düzenlilik kralların nezaketidir" sözünü hiç aklımdan çıkarmam.

Kendini tutamayan Miusov,

— Kral değilsiniz ki... diye mırıldandı.

— Orası öyle, kral değilim. Böyle diyeceğinizi zaten biliyordum Pyotr Aleksandroviç, vallahi biliyordum! Zaten ben hep böyle damdan düşer gibi laf ederim.

Ansızın duygulandı.

— Aziz ve muhterem Peder! diye bağırdı. Karşınızda bir soytarı var, tam anlamıyla bir soytarı! Kendimi böyle tanıtıyorum. Eski alışkanlık, ne dersiniz! Bazen, sırf güldürüp hoş görüneyim diye durup dururken bir yalan kıvırıveririm. İnsan hoş görünmeli, değil mi?.. Bakın, yedi yıl kadar oluyor; küçük bir şehre gitmiştim, biraz işim vardı: Birkaç tüccarla bir ortaklık kurduk. O aralık Emniyet Amirine uğradık; bazı dileklerimiz vardı, yemeğe de davet edecektik. İriyarı, şişman, sarışın, asık suratlı bir adamdı... Böyle işlerde en tehlikeli tip bunlardır: Karaciğer vardır onlarda, karaciğer... Hemen atıldım. Bir toplum adamı serbestliğiyle "Sayın Emniyet Amirimiz, ne olur, bizim Napravnik'imiz olun!" dedim. "Ne Napravnik'i?" diye sordu. Daha ilk andan işin çıkmaza girdiğini anladım. Adam ekşi bir suratla kazık gibi karşımıza dikildi. "Efendim, biraz neşelenelim diye şaka yaptım!" dedim. "Bilirsiniz, Bay Napravnik bizim ünlü orkestra şefimiz... İşimizin ahengini sağlamak için bize de bir orkestra şefi lazım..." Akıllıca, yerinde bir benzetme değil mi? "Affedersiniz," dedi, "ben Emniyet Amiriyim, unvanımla kelime oyunları yapılmasına izin vermem." Sırtını çevirip kapıya yöneldi. Peşinden, "Tabii efendim tabii, Napravnik değil, Emniyet Amirimizsiniz!" diye bağırdım ama, "Yo," dedi, madem bizi Napravnik yaptınız öyle olsun." Ne dersiniz, kaybettik o işi. Hep öyleyim zaten. Hoş, sevimli olayım derken işi berbat ederim. Epey oluyor, bir defa da büyüklerden birine, "Pırlanta gibi bir eşiniz var!" demiştim. Bunu, kadının namus, ahlak bakımından temizliğini anlatmak için söylemiştim. Adam durup dururken, "Gözleriniz mi kamaştı yoksa?" demez mi! Biraz takılayım diye, "Kamaştı ya!.." dedim, ama herif benim gözlerimi tam kamaştırdı. Hoş bu eski bir hikâye artık, çekinmeden anlatabiliyorum. İşte hep böyle, kendi kuyumu kendim kazarım.

Miusov tiksintiyle,

— Şimdi de aynı şeyi yapıyorsunuz... diye mırıldandı.

Staretz ses çıkarmadan ikisine bakıyordu.

— Öyle mi? Ben de farkındayım bunun Pyotr Aleksandroviç. Hatta şunu da bilin ki daha ağzımı açar açmaz gene hatalı yolda olduğumu ve bunu ilkin sizin fark edeceğinizi sezdim. Şakamın tatsızlığını anladığım anda aziz ve saygıdeğer Peder, yanaklarım alt çene kemiklerime katılmış gibi yapışır. Bu hal daha ilk gençliğimde, soylu kişilerin yanında dalkavukluk ederek ekmeğimi kazandığım sıralarda olurdu. Ben temelden, anadan doğma bir soytarıyım aziz ve saygıdeğer Peder, tıpkı bir meczup gibiyim... Belki içimde bir şeytan da var, inkâr edemem. Ama varsa bile, ufak çapta bir şeytandır herhalde, büyükleri başka barınaklar seçer.... Yalnız tahmin ederim, sizi seçmezler Pyotr Aleksandroviç, siz de öyle ahım şahım bir mesken değilsiniz. Ama gene de imanım var, Tanrıya inanırım ben. Yalnız son zamanda imanım sarsıldı; şimdi oturup büyük sözler bekliyorum. Filozof Diderot gibiyim, aziz ve saygıdeğer Peder. Çariçe Katerina zamanında Filozof Diderot'nun Metropolit Platon'u ziyaretini bilir misiniz kutsal Peder? Gelir gelmez, "Tanrı yoktur!" diye kesip atmış. Bunun üzerine büyük din adamı parmağını kaldırarak "Çılgın, 'Kalbimde Tanrı yoktur!' der," diye karşılık vermiş, öteki ayaklarına kapanmış, "İnandım, vaftiz edin beni!" diye bağırmış. Hemen orada vaftiz etmişler. Prenses Daşkova vaftiz anası, Potyemkin de vaftiz babası olmuş.

Miusov kendini tutamadı. Titrek bir sesle,

— İleri gidiyorsunuz Fyodor Pavloviç! dedi. Yalan söylediğinizi, bu saçma hikâyenin aslı olmadığını pekâlâ biliyorsunuz; nedir bu maskaralığınız!

Fyodor Pavloviç iyice coştu:

— Ömrüm boyunca, bunun yalan olduğunu hissetmiştim! diye bağırdı. Şimdi size katıksız gerçeği söyleyeceğim beyler! Beni bağışlayın büyük Staretz! Son kısmı, hani Diderot'nun vaftizine ait kısmı hemen şimdi, size anlatırken uydurdum, eskiden aklımdan bile geçmemişti. Gözünüze şirin görünmek için maskaralık ediyorum Pyotr Aleksandroviç. Hoş, bazen, bunu neden yaptığımı kendim de bilmiyorum ya... Diderot'ya gelince; şu "Çılgın, kalbinde..." meselesini daha gençliğimde derebeylerinin kulluğunu yaptığım sıralar duymuştum. Hatta teyzeniz Mavra Fominiçna'dan da işittim, Pyotr Aleksandroviç. Hepsi hâlâ, dinsiz Diderot'nun Metropolit Platon'a Tanrı üzerine bir tartışmaya girişmek için geldiğine emindiler...

Miusov doğruldu; yalnız sabrı tükenmemiş, adeta kendinden geçmişti. Son derece hiddetlenmişti. Bu haliyle gülünç olduğunu biliyordu. Gerçekten Staretzin hücresinde olanlar dayanılır gibi değildi. Aynı hücrede, belki kırk elli yıldır, bundan önceki Staretzler zamanında da ziyaretçiler toplanırdı, ama derin bir saygı hiç eksik olmazdı. Hücreye girenlerin hemen hepsi oraya kabul edilmenin kendileri için lütuf olduğunu bilirlerdi. Çokları içeri girer girmez diz çökerek ziyaret boyunca o durumda kalırlardı. Gelenler arasında kalburüstü kimseler, hatta bilginler —dahası var— sırf merakla ya da başka bir nedenle ziyarete gelen özgür düşünceliler bile, ister toplu, ister tek başlarına olsunlar, hücreye girerken büyük bir saygı ve nezaketle davranmayı borç bilirlerdi. Ortada paranın adı geçmediğini de unutmamak gerek. Bir taraf sevgi, iyilik duygularını cömertçe sunarken, karşısı pişmanlıklarını, ruha, kalbe ait şu bu müşkülünü ortaya dökmektedir. Bu yüzden Fyodor Pavloviç'in bulunduğu yere hiç uygun düşmeyen saygısız şaklabanlığı orada bulunanlardan hiç olmazsa birkaçını şaşkınlık, hayret içinde bıraktı. Rahipler, yüz ifadeleri hiç değişmemekle birlikte, ciddi bir ilgiyle Staretzin ne diyeceğini bekliyor, ama galiba Miusov gibi onlar da kalkmaya hazırlanıyorlardı. Alyoşa nerdeyse ağlayacaktı, başını eğmiş duruyordu. Bütün umudunu bağladığı; babasını, durduracak kadar etkileyebilecek tek adam kardeşi İvan Fyodoroviç'in sandalyesinde kıpırdanmadan oturması, gözlerini yere indirerek bir yabancı gibi işin sonunu beklemesi garibine gidiyordu. Çok iyi tanıdığı, hatta yakını olan Rakitin'in (papaz okulu öğrencisi) yüzüne bakamıyordu; neler düşüneceğini çok iyi bilirdi. (Manastırda bunu bilebilecek tek insan da Alyoşa'ydı.)

Miusov, Staretze dönerek,

— Affınızı dilerim, diye başladı. Bu adice şakaya belki benim de katıldığımı sanıyorsunuz. Bütün hatam, Fyodor Pavloviç gibi birisinin, böyle saygıdeğer bir kimseyi ziyaret ederken kendine düşen ödevi anlayabileceğini sanmam oldu. Onunla birlikte geldiğim için özür dilemem gerekeceğini önceden düşünmedim...

Pyotr Aleksandroviç sözünü bitirmedi, büsbütün bozularak odadan çıkmak istedi.

Staretz, ansızın, güçsüz bacakları üzerinde doğrulur gibi oldu, Pyotr Aleksandroviç'i ellerinden tutarak tekrar koltuğuna oturttu.

— Rica ederim üzülmeyin. Konuğum olmanızı özellikle rica ederim.

Selam verdikten sonra tekrar kanepesine oturdu.

Fyodor Pavloviç, birdenbire,

— Yüce Staretz, bu kadar hareketli oluşumun sizi incitip incitmediğini söyleyin! diye bağırdı. İki eliyle koltuğun kenarlarını tutmuş, sanki alacağı karşılığa göre yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Staretz, vakarla,

— Siz de üzülüp kendinizi sıkmayın, çok rica ederim; dedi. Serbest, evinizde gibi davranın. Her şeyden önce kendinizden bu kadar utanmayın, hepsinin başı budur.

— Evimdeki gibi mi olayım? Yani doğal halimde mi olayım?.. Yo, o kadarı fazla; pek fazla, ama duygulanarak kabul ediyorum. Yalnız şunu söyleyeyim kutsal Peder: Siz beni olduğum gibi görünmeye pek kışkırtmayın, bu tehlikeyi göze almayın. Zaten ben de doğal halimde görünecek dereceye gelmem. Sakınmanız için sizi önceden uyarıyorum. Yoksa diğer bakımlar henüz bilinmezliğin karanlığına gömülüdür; hem de bazı kimselerin hakkımdan gelmek istemelerine rağmen... Sizi kastediyorum Pyotr Aleksandroviç. Şunu da söyleyeyim ki, Kutsal Varlık: Şahsınıza karşı hayranlık doluyum!

Ayağa kalkarak ellerini havaya kaldırdı.

— "Seni taşıyan karnı, besleyen memeleri kutsayalım!" dedi; hele memeleri... "Kendinizden utanmayın, hepsinin başı bu!" derken nerdeyse içimi okudunuz. Bir toplulukta herkesin beni soytarı olarak gördüğü duygusuna kapılıyorum her zaman. O zaman, "Pekâlâ, öyleyse ben de soytarılık edeyim," diyorum, "vız gelir hakkımda düşündükleriniz... Çünkü sizler benden daha aşağılıksınız!" Bunun için soytarıyım; utancımdan soytarıyım, yüce Staretz... Vesvese, kuru gürültü benimki... Herhangi bir yerde en sevimli, en akıllı adam olarak karşılanacağıma emin olsam, ah Tanrım, ne iyi bir insan olabilirdim ben!

Fyodor Pavloviç ansızın diz çöktü.

— Üstat! Ölmezliğe ulaşmak için ne yapmalıyım?

Hareketinin şaka mı, yoksa gerçek bir duygulanma mı olduğunu anlamak güçtü.

Staretz gözlerini ona çevirerek gülümsedi.

— Bunu kendiniz de biliyorsunuz; yeteri kadar zekisiniz: Kendinizi içkiye, şehvete kaptırmayın, dilinizi tutmasını bilin ve en çok, paraya tapmaktan vazgeçin. Bir de şu meyhanelerinizi kapatın. Hepsini değilse bile birkaçını... Ama en önemlisi, yalan söylemeyin.

— Nasıl yani, Diderot için söylediklerim gibi mi?

— Yo, o değil, ilkin kendi kendinize yalan söylemeyin. Kendi kendine yalan söyleyip yalanını ciddiye alan insan sonunda ne kendinde, ne de çevresinde gerçeği seçemez olur, böylece hem kendisine, hem de başkalarına saygısızlık eder. Saygının olmadığı yerde sevgi de kaybolmaya başlar. Bunun boşluğunu doldurmak, gönül eğlendirmek için kendini çeşitli tutkulara, kaba zevklere bırakır, ahlaksızlığını hayvanlığa vardırır; bütün bunlar durup dinlenmeden kendisine ve çevresine yalan söylemesinden doğmaktadır. Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazen alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan, kimseden kötülük görmediğini; kırgınlığı kafasından uydurup laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar, büyük bir zevkle gücenir ve bunu gerçek nefrete kadar da götürür... Rica ederim, kalkın da yerinize geçin; çok rica ederim. Bunların hepsi yapmacık hareketler.

— Kutsal adam!.. Öpeyim elinizi!!..

Fyodor Pavloviç yerinden sıçrayarak Staretzin zayıf eline şapırtılı bir öpücük kondurdu.

— Bütünüyle doğru, tat veren bir güceniklik, tam dediğiniz gibi... Çok güzel söylediniz, şimdiye kadar hiç duymamıştım. Ömrüm boyunca haz duyarak, güzellik uğruna gücendim. Gerçekten, bazen, incinmiş olmak sadece zevkli değil, güzel de! Güzelliği unuttunuz, yüce Staretz! Bunu defterime not edeyim. Yalana gelince; diyebilirim, ömrümün her gününde, her saatinde yalan söyledim. Gerçekten, "Yalanın ta kendisiyim, yalan babasıyım!.." Şey, galiba yalan babası değildi; pek aklımda kalmamış, yalan oğluydu galiba... Öyle olsun. Yalnız meleğim, bazen Diderot üzerine yalan söylenebilir. Diderot'dan zarar gelmez, ama bazı yalandan gelir... Az kalsın unutuyordum yüce Staretz, oysa üç yıldır buraya gelip öğrenmek istediğim bir şey var, öğrenmeyi aklıma koydum... Yalnız Pyotr Aleksandroviç'e emredin, sözümü kesmesin. Şunu sormak istiyordum büyük Staretz: Çetyi-Minei'nin bir yerinde, din uğruna işkenceye giren, mucizeler yaratan bir ermişin sonunda kellesini uçurdukları, onun da kellesini yerden kaldırıp "sevgiyle öptüğü" yazılıymış. Doğru mu bu sayın Pederler?

— Hayır, doğru değil.

Kitaplığa bakan rahip,

— Çetyi-Minei'de böyle bir kısım yok, dedi. Hangi ermişten söz ediliyor?

— Hangisine ait olduğunu bilmiyorum. Bu konuda hiçbir bilgim yok. Kandırmışlar beni... Ne bileyim, öyle dediler. Anlatan da kim, biliyor musunuz? Demin Diderot hikâyesine kızan Pyotr Aleksandroviç Miusov, anlatan oydu.

— Hiç de değil. Sizinle konuştuğum bile yok...

— Doğrusu, bana anlatmadınız ama, benim de bulunduğum bir topluluğa anlatıyordunuz. Dört yıl kadar oluyor. Bu güldürücü hikâyeyle inancımı sarstığınız için şimdi bundan söz açtım Pyotr Aleksandroviç. Siz bunun farkına bile varmadınız, ama ben eve inancım sarsılmış olarak döndüm; bu sarsıntı gitgide artıyor. Böyle işte Pyotr Aleksandroviç, siz uçuruma yuvarlanmama neden oldunuz. Bu artık Diderot değil!

Fyodor Pavloviç heyecanlanmış, coşmuştu; oysa oradakilerin hepsi hallerinin yapmacık olduğunu apaçık görüyordu. Ama Miusov gene de içten alındı.

— Saçma... hep saçmalık bunlar! diye mırıldandı. Belki vaktiyle gerçekten böyle bir şey söylemişimdir, ama size değil. Bunu bana birisi anlattı; Paris'te, bir Fransızdan duydum. Sabah ayinlerinde bizde Çetyi-Minei okuyorlarmış... Söyleyen son derece bilgin, özellikle Rusya'ya ait istatistikler üzerinde çalışan bir adamdı... Uzun yıllar Rusya'da kalmış... Ben Çetyi-Minei'yi okumadım bile, okumaya niyetim de yok... Yemek arasında türlü türlü gevezelik edilir... Yemekteydik...

Fyodor Pavloviç takılarak,

— Öyle ya, dedi. Siz boğaz derdindeydiniz, ama ben inancımdan oldum.

Miusov,

— İnancınızdan bana ne! diye bağırdı, ama hemen kendini tuttu, küçümser bir bakışla,

— Neye dokunsanız kirletiyorsunuz, dedi.

Staretz birden yerinden kalktı. Konuklarına dönerek,

— Sizi birkaç dakika yalnız bırakacağım için özür dilerim beyler, dedi. Sizden önce gelenler bekliyor da...

Neşeli bir yüzle Fyodor Pavloviç'e bakarak,

— Siz gene de yalan söylemeyin, diye ekledi, hücreden çıktı.

Alyoşa ile rahip adayı, merdivenden inerken yardım etmek için Staretzin peşinden koştular. Alyoşa boğulacak gibiydi, odadan çıktığına seviniyordu. Staretzin darılmamasına, neşeli görünmesine memnundu. Staretz, bekleyenleri kutsamak için taraçaya doğru yürüdü. Ama Fyodor Pavloviç onu hücrenin kapısında yeniden durdurdu. Duygulanarak,

— Kutsal adam! Elinizi bir kere daha öpmeme izin verin! diye bağırdı. Yoo, sizinle konuşulur da, yaşanır da!.. Benim her zaman böyle yalancılık, şeytanlık ettiğimi mi sanıyorsunuz? Deminden beri sırf sizi denemek için böyle tavırlar takındığımı bilesiniz. Sizinle geçinmenin mümkün olup olmadığını anlamak için yokluyordum. Sizin gururunuzla benim gönülsüzlüğümün bağdaşıp bağdaşamayacağını keşfe çalışıyordum. Ne kadar geçimli olduğunuzu görerek size bir takdirname veriyorum. Artık susuyorum... temelli susacağım. Koltuğa oturup ağzımı açmayacağım. Şimdi siz konuşacaksınız Pyotr Aleksandroviç, en önemli kişi olarak siz kaldınız... on dakika için...

III 

İmanlı Kadınlar

Aşağıda, keşişhaneyi çeviren duvarın dış tarafına yapılmış taraçanın önünde bu kez hep kadınlar toplanmıştı, sayıları yirmiyi buluyordu. Staretzin çıkacağını haber almış, toplanarak bekleşiyorlardı.

Staretzi, kibar ziyaretçi kadınlara ayrılan dairede bekleyen mülk sahibi ana kız Hohlakovlar da taraçaya çıktılar. Hohlakova ana zengin, her zaman zevkli giyinen, henüz oldukça genç, güzel, yüzü solgunca, kara gözlü bir kadındı. Daha ancak otuz üçünde olduğu halde, beş yıldır duldu. On dört yaşındaki kızına inme inmişti. Zavallı kız altı aydır yürüyemiyor, uzun, geniş, tekerlekli sandalyesinde gezdirliyordu. Hastalıktan biraz süzülmüş, ama neşeli, çok sevimli bir yüzü vardı. İri, koyu, uzun kirpikli gözlerinde afacan parıltılar seziliyordu. Annesi ilkbahardan beri onu Avrupa'ya götürmeye niyetlendiği halde, malikânelerindeki işleri yüzünden yaza kalmışlardı. Kasabamızda, ibadetten çok bazı işleri için bir haftadan beri kalıyorlardı; gene de üç gün önce Staretze bir kere daha gelmişlerdi. Bu kez Staretzin hemen hemen kimseyi kabul edecek durumda olmadığını bildikleri halde, "şifa veren büyük Staretz"i görmek mutluluğuna erişmek için yeniden yalvarıyorlardı.

Staretzin çıkmasını beklerken anne, kızının sandalyesinin yanındaki koltukta oturuyor, iki adım ötede kuzeyden, küçük, tanınmamış bir manastırdan gelen yaşlı bir rahip duruyordu. O da Staretz tarafından kutsanmak istiyordu. Taraçada görünen Staretz ilkin doğruca halka gitti. Kalabalık, taraçaya dayanaklık eden üç basamaklı sundurmaya koşuştu. Staretz üst basamakta durdu, ayinlerde kullanılan önlüğü boynuna geçirerek çevresini alan kadınları kutsamaya başladı. Cin çarpmış bir kadını kollarından sürükleyerek yanına getirdiler. Kadın, Staretzi görür görmez, havale gelmiş gibi titremeye, anlaşılmaz çığlıklar atarak hıçkırmaya başladı. Staretz önlüğünün ucunu kadının başına koyarak kısa bir dua okudu, hasta o anda sustu, yatıştı. Şimdi böyle şeylerin olup olmadığını bilmem ama, çocukluğumda köylerde, manastırlarda bu gibi cin çarpmışları sık sık görür duyardım. Sabah ayinlerine getirdikleri zaman kiliseyi olanca sesleriyle gürültüye boğar, köpek gibi havlarlardı. Kutsal Ekmekle Şarap karşısında kadınlardaki "babaları tutma" hali kaybolur, hastalar bir süre için yatışırdı. Çocukken buna şaşardım. Aynı zamanda bazı derebeyleriyle şehirli öğretmenlerden, bu hallerin sadece işten kaçmak için uydurulmuş yapmacıktan ibaret olduğunu, sertlikle hareket edilince kökünden kesileceğini duyardım. Bazı örnekler verir, hikâyeler anlatırlardı. Fakat daha sonra, uzman doktorlardan, bunun uydurma bir hastalık olmadığını hayretle öğrendim. Korkunç ve galiba sadece Rus köylü kadınlarının katlandıkları ağır hayat koşullarının doğurduğu bir hastalıktı bu. Çetin, normal olmayan ebesiz doğumdan sonra durup dinlenmeden yorucu işlerde çalışmak, bitmez tükenmez eziyete katlanmak onlar için doğal olmakla birlikte, bazı kadınların yapısı bunu kaldıramıyordu. "Babaları tuttuğu zaman" debelenmeye başlayan kadının Kutsal Ekmekle Şarap karşısında o anda iyileşivermesi bana bir oyun, nerdeyse doğrudan doğruya din adamlarının düzenledikleri bir dalavere olarak açıklanmıştı. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Hastayı kutsal nesnelerin yanına götüren kadınlar ve hele hastanın kendisi, içinde bulunan şeytanın, Kutsal Ekmekle Şarap karşısında asla dayanamayacağını herkesçe bilinen bir gerçek olarak önceden kabul etmişlerdi. Sinirli, şüphesiz ruhça hasta kadının Kutsal Ekmekle Şarabın önünde eğilirken bütün vücudunda tam anlamıyla bir değişme, mucizevi iyileşmeye inancından doğan bir sarsılma oluyordu. Kısa bir zaman bile sürse yüzde yüz bir iyileşme oluyordu. Şimdi de Staretz önlüğünün ucunu hastanın başına koyar koymaz aynı şey oldu.

Çevresini saran kadınların çoğu o anın etkisiyle duygulanmalarını, hayranlık gözyaşlarını tutamıyorlardı; kimi cüppesinin eteğini öpmek için öne atılıyor, kimi olduğu yerden çığlık çığlığa bağırıyordu. Staretz hepsini kutsuyor, bazılarıyla konuşuyordu. Cin çarpmış kadını önceden tanıyordu, uzaktan değildi, köyü manastırdan altı verst kadar tutardı, bundan önce de gelmişti.

— Ama bu uzaktan, dedi; henüz yaşlı sayılmayacak, bununla birlikte bir deri bir kemik, bitkin bir kadını gösterdi.

Kadının yüzü koyu bir esmer renkteydi, ama güneş yanığı değildi bu. Diz çökmüş, sabit bakışını Staretze dikmişti. Bakışlarında çılgınca bir boşluk vardı.

— Uzaktan babacığım, uzaktan... Otuz verstlik yoldan... diye kelimeleri uzata uzata konuştu. Elini yanağına dayamış, başını uyumlu hareketlerle sağa sola sallayarak sızlanıyordu.

Halkın sessiz, bitmez tükenmez sabırla dolu bir kederi vardır. Bu keder kabuğuna çekilmiştir, hiç sesi çıkmaz. Bir de gözyaşlarıyla taşan, sonra da kendini kapıp koyveren bir keder vardır. Bu hal en çok kadınlarda görülür. Ama bu da sessiz kederden daha iyi değildir. Sızlanmanın doyurucu yanı içteki acıyı deşip taşırmaktan ibarettir. Böyle bir keder avunma da istemez, çaresizlik onun besinidir. Sızlanmalar, kanayan yarayı büsbütün azdırmak ihtiyacından başka şey değildir.

Staretz kadını meraklı bir bakışla süzerek,

— Şehirlisin galiba, diye devam etti.

— Şehirliyiz Peder, şehirliyiz. Aslında köylüyüz, ama şehirde oturduğumuz için şehirli sayılırız. Seni görmeye geldim, Peder. Hakkında duymadığımız kalmadı babacığım, çok şey duyduk. Yavrumu, oğlumu toprağa verdikten sonra yollara düştüm. Üç manastıra uğradım, bir de burayı salık verdiler. "Oraya da uğra Nastasyuşka," dediler; yani size Peder... Geldim, dün gece ayinine gittim, bugün de size geliyorum.

— Peki, niye ağlıyorsun?

— Oğluma yüreğim yanıyor babacığım, üç yaşına giriyordu, üçünü doldurmasına iki ay kalmıştı. Yanıyorum oğluma Peder, oğlumdan yaralıyım... Son çocuğumuzdu. Nikituşka ile dört oğlumuz oldu, ama yaşamıyor bizim çocuklar; yaşamıyorlar iki gözüm, yaşamıyorlar. Üç büyüğü gömdük, onlara pek acımadım ama, bu sonuncuyu toprağa verince aklım başımdan gitti. Hep güzümün önünde... İçimi kuruttu, iç çamaşırcığına, mintancığına, pabuççuklarına bakıp bakıp feryadı basıyorum. Eşyasını tek tek ortaya serip inim inim inliyorum. Kocama, Nikituşka'ya, "Efendi, izin ver de ibadet yoluna çıkayım," dedim. Arabacıdır, yoksul değiliz Peder, mal kendimizin, atlar, arabalar hep bizim... Ama ne değeri kaldı artık. Nikituşka'm da bensiz kendini içkiye vermiş olmalı... Zaten eskiden de öyleydi, gözümü biraz ayırınca hemen gevşerdi. Oysa şimdi onu düşündüğüm bile yok. Evden ayrılalı üç ay oluyor. Hepsini unuttum, hatırlamak da istemiyorum, onu ne yapayım artık? Hesabımı kestim onunla, hepsiyle kestim. Evimi bıraktım, varım yoğum hepsi gözümden silindi, hiçbirini görmek istemiyorum.

Staretz,

— Bak, beni dinle ana, dedi. Vaktiyle büyük ermişlerimizden biri bir gün kilisede senin gibi ağlayan bir ana görmüş. O da senin gibi, Tanrının göklere aldığı biricik evladı için gözyaşı döküyormuş. "Bu yavruların Tanrı huzurunda nasıl el üstünde tutulduğunu bilmiyor musun?" demiş ermiş. "Göklerde sesi onlardan yüksek çıkan kimse yoktur. Tanrıya, 'Ya Rab, bize hayat bağışladın, ama vermenle alman bir oldu!' demişler, öyle serbest konuşmuş, hak aramışlar ki, Tanrı hemen onlara melek payesi ihsan etmiş. Bunun için sen de ağlama kadın, memnun ol, evladın şimdi Tanrı huzurunda, melekler arasındadır." Bunları söyleyen büyük bir ermişti, söyledikleri yalan olamazdı. Onun için sen de bir ana olarak bil ki, senin yavrun da belki şu anda Tanrı huzurunda neşe, mutluluk içindedir ve senin için Cenabı Hakka yalvarmaktadır. Onun için, sen de ağlama, sevin. Kadın eli yanağında, yere bakarak dinliyordu. Derin derin iç çekti:

— Nikituşka da beni böyle teselli ederdi, tıpkı senin gibi söylerdi. "Niye ağlıyorsun akılsız kadın?" diyordu, "Oğlumuz şimdi Tanrı huzurunda meleklerle birlikte O'na övgülerini sunuyor." Bunu söylerken bir yandan o da benim gibi ağlıyordu. "Biliyorum Nikituşka," diye karşılık veriyordum, "Tanrı huzurundan başka nerede olacak. Ama aramızda değil Nikituşka, eskisi gibi yanımızda değil!.." Ah bir kerecik daha, sadece bir kerecik onu yeniden görebilsem!.. Yanına gitmezdim, ses çıkarmadan bir köşeye sinip seyrederdim. Sesini, dışarda nasıl oynadığını duysam; arada bir yaptığı gibi o tatlı sesiyle, "Ana, nerdesin?" diye bağırdığını duysam yeterdi bana... Ayacıklarıyla odamda tıpış tıpış yürüyüşünü bir kerecik, sadece bir kerecik duysam... Adımlarını nasıl da çabuk çabuk atardı. Gülerek bana doğru koşuşu hiç aklımdan çıkmıyor. Ayak sesinden tanırdım onu! Ama yok artık, yok babacığım, yok; bir daha duymayacağım onu, hiç duymayacağım! İşte kemeri, ama kendisi yok... Görüp duyamayacağım bir daha...

Koynundan oğlunun ufak sırmalı kemerini çıkardı. Bakar bakmaz hıçkırıklarla sarsıldı, gözlerini parmaklarıyla kapadı; yaşlar parmaklarının arasından süzülüyordu.

Staretz,

— Tevrat'ta, "Çocuklarına ağlayan, dünyada olmadıkları için teselli bulamayan Raşel" var, dedi. Siz anaların yeryüzünde nasibi bu. Teselli arama, teselliye ihtiyacın yok senin. Tesellisiz ağla. Yalnız her ağlayışında daima, oğlunun Tanrının meleklerinden biri olduğunu; oradan sana bakarak, gözyaşlarını görerek duygulandığını, Ulu Tanrıya bunları gösterdiğini unutma. Analık gözyaşlarını daha uzun zaman dökeceksin, ama sonunda bunlarla tatlı bir huzura kavuşacaksın. Acı gözyaşların kalbini temizleyecek, seni günahlarından kurtaracak. Evladının ruhu için dua edeceğim; adı neydi?

— Aleksey, babacığım.

— Hoş isim. Tanrı kulu Aleksey mi?

— Tanrı kulu babacığım, evet, Tanrı kulu Aleksey.

— Yüce bir ermişimizdir. Dua edeceğim anam, edeceğim. Duamda kederini de unutmayacağım. Kocanın sağlığı için de dua edeceğim. Onu tek başına bırakma, günah. Kocanın yanına git, onu koru. Oğlun yukarıdan, babasını bıraktığını görür, sizler için ağlamaya başlar, neden onun huzurunu kaçırıyorsun? Yaşıyor o, anam, yaşıyor; ruh asla ölmez! Evde yok diyorsun, ama görünmediği halde o da sizin aranızda... Sen evinden nefret ettiğini söylersen, o gün oraya nasıl girebilir? Annesini babasını bir arada bulamadıktan sonra ne diye gelsin! Şimdi onu düşünde görürken azap duyuyorsun, bundan sonra sana tatlı düşler gönderecek. Kocana git anam, bugünden tezi yok, evine dön.

— Gideceğim ciğerim, tek sözünle gideceğim. Yüreğimi dağladın. Nikituşka, Nikituşka'm benim, bekliyorsun beni, değil mi?

Kadın gene sızlanmaya başladı, ama Staretz bu kez yolcu kılığında değil de, şehirli gibi giyinmiş bir kocakarıya dönmüştü. Bir derdi olduğu, bir şeyler anlatmak için geldiği gözlerinden anlaşılıyordu. Kendini, çavuşun dul karısı olarak tanıttı. Uzaktan gelmiyordu, kasabamızdandı. Oğlu Vasenka bir yerde komiserlikte çalışıyormuş, ama Sibirya'ya, İrkutsk'a gitmiş. Oradan iki mektup yollamış; bir yıldır mektupları kesilmiş. Kadıncağız şuraya buraya başvurmuş, ama doğrusu nereden aramak gerektiğini iyice bilemiyormuş.

— Yalnız geçen gün Stepanida İlyinişna Bedryagina —zengin bir tüccar karısıdır— bana, "Sen oğlunun adını bir kâğıda yaz, kiliseye götür," dedi. "Ölü duası okut. Ruhu sıkılmaya başlar, sana bir mektup yollar." Stepanida İlyinişna, "Bu yüzde yüz denenmiş bir çaredir!" diyor. Ama pek inanmadım doğrusu. Gözümüzün nuru, sen bilirsin, doğru mu, yalan mı bu, bunu yapsam iyi olur mu?

— Aklına bile getirme. Sonra ayıp. Hayatta olan birisinin ruhunu, hem de öz anasının, ölülerle birlikte anması olacak iş değil! Büyük günah, büyücülükten farkı yok bunun, ancak o kadının cahilliğine bağışlanabilir. Bunları düşünecek yerde günahkârların yardımcısı şefkatli Meryem Anamıza hem oğlunun sağlığı, hem yanlış düşüncelerini bağışlaması için yalvar. Şunu da bil ki Prohorovna: Oğlun ya yakında gelecek ya da yüzde yüz bir mektup yollayacak; haberin olsun. Hadi git, yüreğini ferah tut. Sana, oğlun sağdır diyorum.

— Sevgilimiz, Tanrı ne muradı varsa versin, velinimetimiz, bizlerin, günahkârların biricik duacısı...

Ama Staretz kalabalığın arasından onu kollayan, henüz çok genç olmasına rağmen görünüşte veremli, bitkin bir köylü kadının alev gibi yanan gözlerindeki bakışını fark etti. Kadın sessizce bakıyordu. Gözleriyle yalvardığı halde yaklaşmaya çekiniyordu adeta.

— Nen var yavrum?

Kadın yavaşça, acelesiz,

— Ruhumu huzura kavuştur anam babam, dedi, Staretzin ayaklarına kapandı. Günah işledim Peder, günahımdan korkuyorum.

Staretz alt basamağa oturdu, kadın dizleri üstünde ona yaklaştı. Fısıltılı bir sesle, ürpererek,

— Üçüncü yıldır dulum, diye başladı. Çok acı çektim kocamdan. Yaşlıydı, dayaktan canımı çıkarıyordu. Hasta yatıyordu; ona baktıkça hep, "iyileşip ayağa kalkınca ne olacak acaba?" diye düşünüyordum. İşte o zaman o düşünce içime girdi...

— Dur biraz.

Staretz kulağını kadının dudaklarına iyice dayadı. Kadın duyulamayacak kadar hafif bir fısıltıyla anlatmaya devam etti. Sözü çabuk bitti.

Staretz,

— Üçüncü yıl mı? diye sordu.

— Üçüncü yıl. Önceleri düşünmüyordum, ama şimdi hastalanmaya başladım, sıkıntı basıyor.

— Uzaktan mı geldin?

— Beş yüz verst tutar buradan.

— Günah çıkarırken söyledin mi?

— Söyledim, iki kere söyledim.

— Kutsal Ekmekle Şarap verdiler mi?

— Verdiler. Korkuyorum; ölmekten korkuyorum...

— Hiçbir şeyden korkma, ne kork, ne üzül. Yalnız içindeki pişmanlık eksilmesin; o zaman Tanrı her şeyi bağışlar, içten pişmanlık duyan için Tanrının bağışlamayacağı hiçbir günah yoktur, olamaz. İnsanoğlu da, Ulu Tanrının kullarına karşı sonsuz sevgisini tüketecek derecede büyük günah işleyemez. Tanrı sevgisine üstün gelebilecek bir günah olabilir mi? Yalnız pişmanlıktan uzaklaşma, korkuyu yüreğinden çıkar. Tanrı seni günahınla birlikte, günahkâr olarak, ummadığından çok sever. Nedamet getiren günahkârın, O'nun gözünde on günahsızdan daha makbul olduğu kitaplarımızda çoktan yazılıdır. Git ve hiç korkma. İnsanlara gücenme, hareketlerine kızma, ölenin sana yaptıklarını yürekten bağışla, içten barış onunla. Pişmanlık duyuyorsan, içinde sevgi var demektir. Sevince de Tanrı seni kabul eder. Sevgi nelerin bedelidir, neleri kurtarmaz! Senin gibi bir günahkâr olan ben haline acıyor, duygulanıyorsam, Ulu Tanrı sana daha çok merhamet eder. Sevgi bütün dünyayı satın alacak değerde bir cevherdir, onunla yalnız kendinin değil, başkalarının günahlarını da bağışlatabilirsin. Git ve hiç korkma.

Kadını üç kez kutsadı, üstünden çıkardığı küçük bir ermiş tasvirini boynuna taktı. Kadın önünde sessizce yere kadar eğildi. Staretz doğruldu, kucağında bebekle duran genç, gürbüz bir köylü kadına neşeyle baktı. Öteki,

— Vişegorye'deniz aziz Peder, dedi.

— Kucağında çocukla altı verstlik yol tepmişsin. Nen var?

— Seni görmeye geldim, önceden de gelmiştim. Beni hatırlamadınsa pek unutkansın demektir. Rahatsızlandın diye bir laf çıkardılar. Gidip gözümle göreyim dedim. Ama karşımdasın işte, neren rahatsız senin? Yirmi yıl yaşarsın daha Tanrıya emanet! Senin için dua eden az mı, neden hasta olasın.

— Eksik olma canım.

— Bir de ufak bir dileğim var: Şu altmış kapiği al, benden yoksul olan birine ver, iki gözüm. Buraya gelirken, "Onun eliyle göndereyim; verecek adamı bilir o," diye düşündüm.

— Sağol, sağol, iyi yürekli kızım. Seni severim, istediğini yapacağım. Kucağındaki kız mı?

— Kız, gözümün nuru; Lizaveta.

— Tanrı ikinizi de, seni de, yavrun Lizaveta'yı da korusun. Kalbimi ferahlattın anam. Hadi güle güle, sevgililerim, güle güle aziz dostlarım.

Staretz hepsini kutsadı, yarı beline kadar eğilerek hepsini selamladı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro