Bölüm 8: Asıl Şeref Veren Nişan Hangisidir?
Ağzı kuruyan dev:
– Suyun beni kandırmıyor.
– Ama bu kuyu Diyarbakır'ın en serin kuyusudur.
PELLİCO
Julien, bir gün M. de La Mole'un Seine kıyılarındaki o güzelim Villequier arazisini dolaşmış, konağa dönüyordu. Marquis, bütün mülkleri içinde en çok oraya ilgi gösterirdi, çünkü yalnız o, meşhur Boniface de La Mole'den kalmıştı. Julien konağa varınca, Marquise ile kızının Hyeres'den dönmüş bulunduklarını gördü.
Şimdi o bir dandy olmuştu, Paris'te yaşamak sanatını anlıyordu. Mademoiselle de La Mole'ü görüp konuşmalarında şöyle tam bir ilgisizlikten, uzaklıktan ayrılmadı. Onun neşeli neşeli, attan nasıl düştüğünü tekrar tekrar sorup anlattırdığı günleri sanki hiç hatırlamıyordu.
Mademoiselle de La Mole da Julien'i büyümüş, benzi sararmış buldu. Boyu bosunda, giyiminde taşralılıktan eser kalmamıştı ama konuşması, henüz tam bir Parisli kanuşması değildi: Hâlâ fazla ciddî, hayale yer vermez sözlerden kurtulamamıştı. Şu kadar ki, akla, muhakemeye bağlanmasına rağmen gurur, onun kunuşmasını, efendisine hesap veren bir adamın konuşmasına benzemek tehlikesine düşürmüyordu; ama hâlâ birçok şeylere önemli diye baktığı da belliydi. Lâkin söylediğini savunmaya hazır bir adam olduğu da görülüyordu.
Mademoiselle de La Mole babasına, Julien'e verdirdiği nişan için alay ederek dedi ki:
– Doğrusu şöyle serbest bir adam değil ama akılsız hiç değil. Kardeşim, kendisine nişan verdirmenizi on sekiz ay söyledi, hem de o bir La Mole!...
– Evet öyle ama Julien'in kendine özgü düşünüşleri, sözleri var; söz ettiğiniz La Mole'da ise hiç de öyle bir şey görmedik.
Duc de Retz'in geldiği haber verildi. Mathilde içinde, karşı konmaz bir esneme ihtiyacı duydu; babasının salonu o yıllardır değişmeyen yaldızları, konuklarıyla ruhunu bunaltıyordu. Paris'te geçireceği hayatın ne kadar sıkıntılı olacağını bilirdi. Hyeres'de iken de Paris'i özlemişti.
Henüz on dokuz yaşımdayım! Bütün o sırmalı budalalar, bu yaşın bahtiyarlık çağı olduğunu söyler. Kendisi Provence'ta gezerken alınıp salonun konsolu üzerine yığılmış sekiz on cilt yeni şiir kitaplarına bakıyordu. Mathilde, M. de Croisenois'dan, M. de Caylus'ten, M. de Luz'den, bütün dostlarından daha akıllı olmak gibi bir bahtsızlığa uğramıştı. Onların güzel Provence seması, şiir, güney illeri vb. vb. üzerine neler söyleyeceklerini, bütün o basmakalıp lâfların ne olduğunu ezbere bilirdi. O güzel gözler, o ruhun en derin bir iç sıkıntısına tutulduğunu, bundan da fenası, bir gün zevke ermekten umudu kalmadığını gizleyemeyen gözler Julien'e ilişti. Onda, Julien'de, öyle herkese benzememek gibi bir meziyet, hiç olmazsa bu meziyet vardı.
Mademoiselle de La Mole, soylular sınıfı kadınlarının kullandığı, ağızdan birdenbire çıkıp kesilen, hiç de kadınlık ruhu göstermeyen o sertçe sesle sordu:
– Monsieur Sorel, bu akşam M. de Retz'in balosuna geliyor musunuz?
– Mademoiselle, ben duc cenaplarına tanıtılmak onuruna erişemedim. (Sanki bu sözler, duc unvanı o kibirli taşra delikanlısının ağzını yırtıyordu.)
Kardeşime sizi de götürmesini söylemiş; gelseydiniz bana Villequier'deki köşkü de anlatırdınız; bu bahar oraya gidecekmişiz. Bilmem, oturulabilir bir ev mi, civarı da denildiği kadar güzel mi? Övüle övüle göklere çıkarılan ne yerler vardır ki hiç de güzel değildir!
Julien cevap vermiyordu. Mathilde emredercesine:
– Kardeşimle baloya geliniz.
Julien saygı ile selamladı. İster istemez demek ki ben bir baloda bile, aile fertlerimden her birine hesap vermeğe borçluyum. Bana, işlerine bakayım diye para veriyorlar ya! diye düşünmekten kendini alamadı. Öfkeli olduğu için aklından şu da geçti: Hem bakalım küçük hanıma söyleyeceğim babasının, kardeşinin, annesinin tasarılarına uygun gelecek mi? Burası tam bir derebeyi sarayı! İnsan burada hem tam bir sıfır olacak, hem de kimsenin yakınmasına fırsat bırakmayacak.
Mademoiselle de La Mole'ü annesi, dostlarından bir kaç bayana takdim için yanına çağırmıştı; Julien onun yürümesine bakarak: Bu uzun kız ne kadar da zıddıma gidiyor! Modayı da ifrata vardırır, elbisesi omuzlarından düşecek... Yola çıkmadan önce bu kadar sarı değildi. Saçlar o kadar sarı ki âdeta rengi kalmamış! Sanki şeffaflaşmış!.. Selam verişinde, bakışında bu ne azamet! Sanki bir kraliçe!
Mademoiselle de La Mole, salondan çıkmak üzere olan kardeşini çağırmıştı. Comte Norbert, Julien'e doğru geldi.
– Azizim Sorel, bu gece M. de Retz'in balosuna gideceğiz, sizi saat on ikide nerede bulayım? M. de Retz sizi oraya muhakkak götürmemi söyledi.
Julien, yerlere kadar eğilip selamladı:
– Bu büyük lütfu kime borçlu olduğumu bilirim.
Norbert'in konuşurken gösterdiği o nazikçe, hatta yerine göre alınmak için hiçbir sebep bulamayınca Julien öfkesini kendi kendinden çıkarmak istedi. Norbert'in iltifatlı sözlerine verdiği cevabı pespaye buldu. Akşam baloya vardığında, Retz konağının görkemi gözlerini kamaştırdı. Kapıdan girilince insanın ilk önüne gelen bahçe, parlak kırmızı keten bezinden bir çadırla örtülmüştü; doğrusu pek zarif bir şeydi. Bu çadırın altı, çiçek açmış zakkumlarla, portakal ağaçlarıyla bir orman haline getirilmişti. Saksıları iyice örtülmüş olduğundan ağaçlar sanki yerden çıkıyor sanırdınız. Arabaların geçtiği yola da kum dökülmüştü.
Bizim taşra uşağı bütün bu durumu pek olağanüstü buldu. Böyle bir görkemi hayaline bile sığdıramazdı; bir an içinde bütün sinirliliği, öfkesi kayboldu, kendini heyecanlı hülyalara bıraktı. Baloya gelirken arabada Norbert pek bahtiyar gözüküyor, Julien ise her şeyi kara görüyordu; bahçeye girer girmez haller değişti.
Norbert, bütün bu görkem içinde biraz ihmal edilmiş birkaç noktayı görüyor, ancak onlara ilgi gösteriyordu. Her şeye ne kadar para gitmiş olabileceğini hesaplayıp masrafın, ne kadar büyük olduğunu anladıkça, Julien'in de pek iyi sezdiği gibi, kıskanmakla kalmıyor, üstüne üstlük kızıyordu da
Julien'e gelince o sanki büyülenmişti, hayrandı, heyecandan utanır gibiydi. Dans edilen salonlardan birincisine vardığı zaman işte böyle bir hali vardı. İkinci salonun kapısında herkes birbirini itiyordu; o kadar kalabalık vardı ki Julien bir türlü yol bulup geçemedi. Bu ikinci salon, Gırnata'nın Elhamra sarayı taklit edilerek süslenmişti. Omzu Julien'in çenesine giren bir delikanlı:
– Doğrusunu söylemek gerek, balonun kraliçesi.
Yanındaki de:
– Bütün kış Paris'in en güzel kızı olan Mademoiselle Fourmont, şimdi ikinciliğe düştüğünü görüyor. Bak, ne tuhaf bir hali var.
– Gerçekten hoşa gitmek için elinden geleni yapıyor. Bu contrfdanse'ta yalnız kaldığı zamanlar bak ne şirin gülüyor. Vallahi görülmemiş bir gülümseme.
– Mademoiselle de La Mole ne kadar beğenildiğinin kendi de farkında ama bundan duyduğu zevki belli etmek istemiyor. Sanırsın ki kendisiyle konuşanın hoşuna gitmekten korkuyor.
– Çok doğru söyledin, işte hoşa gitmek sanatını bilmek diye buna derler.
Julien, herkesi âdeta büyüleyen o kızı görmeğe çalışıyorsa da önünde, kendinden uzun yedi sekiz kişi bulunduğu için bir türlü göremiyordu.
Bıyıklı delikanlı:
– Bu asil görünüşü ne de işveli!
Arkadaşı:
– Hele, tam içini belli edecek sanılırken birdenbire o iri gök gözlerini indirivermesi yok mu? İşte tam ustalık!
Bir üçüncüsü:
– Bakın, güzel Fourmont onun yanında bayağı bir kız olup çıkıveriyor.
– Onun bu çekingen, kendini tartan hali ile ne demek istediğini anlamıyor musunuz? Karşısındakine: Siz bana layık bir erkek olsaydınız ben size ne iltifatlar etmezdim! demek istiyor.
İlk delikanlı:
– O güzel Mathilde'ye de acaba hangi erkek layık olabilir? Güzel, zeki, sohbeti hoş, fidan boylu, harpte yararlıklar göstermiş, yaşı da yirmiyi aşmamış bir kral...
– Rusya imparatorunun piçi... Böyle bir kızı alınca bir tarafa da kral yapılıverir... Yahut sadece o giyimli kuşamlı köylü haliyle Comte de Thaler...
Kapının önündeki kalabalık biraz azalınca, Julien içeri girebildi. İçinden: Mademki bu bebekler onu bu kadar dikkate değer buluyor, ben de bir gözden geçireyim, diyordu. Bu adamların gözünde kusursuzluk ne imiş, bir anlayalım bakalım.
Julien gözleriyle Mathilde'i araştırırken Mathilde de ona baktı. Julien içinden: Haydi görev başına dedi; fakat artık öfkesi geçmiş, belki biraz yüzünde kalmıştı. Merakla ilerledi; Mathilde'in omuzlarına şöyle ilişivermiş olan elbiseyi görmek de zevkini artırıyordu ama doğrusu onurunu okşayacak gibi değildi. Güzelliğinde bir tazelik var! Aralarında, kapıda konuşurlarken duyduğu gençler de bulunan beş altı kişi, ikisinin ortasında idi. Mathilde:
– Bütün kışı burada geçirdiğiniz için siz daha iyi bilirsiniz, monsieur; mevsimin en güzel balosu bu değil mi?
Julien cevap vermiyordu.
– Coulon'un bu kadrili cidden hoş şey; buradaki bayanlar da kadrili doğrusu kusursuz oynuyor.
Delikanlılar, mutlaka cevap vermesi istenen şanslı adamın kim olduğunu görmek için dönüp baktılar. Ama Julien'in cevabı, konuşmaya hararet verebilecek bir söz olmadı.
– Ben bu işte iyi bir hakem olamam, Mademoiselle; günüm yazı ile geçiyor, hayatımda ilk olarak bu denli muhteşem bir balo görüyorum.
Bıyıklı delikanlılar âdeta içerlediler. Mathilde, daha çok ilgi göstererek:
– Siz akıllı uslu adamsınız, Monsieur Sorel, bütün bu balolara, bu şenliklere bir filozof gözüyle, meselâ bir JeanJacque Rousseau gibi bakıyorsunuz.Bu deliliklere şaşıyor, kendinizi de kaptırmıyorsunuz.
Bu sırada bir söz Julien'in hülyasını dağıtıvermiş, gönlünden her türlü tatlı vehmi uzaklaştırmıştı. Belki abartılıydı fakat bir hafifseme edasıyla dudak bükerek:
– Rousseau, dedi, kibarlar âlemi hakkında hüküm vermeye kalktı mı, bence budalalaşıveriyor; doğrusu kibarlar âlemini anlamamış, o çevrede sonradan görme bir uşak ruhu ile dolaşmıştır.
Mathilde tapar gibi bir tavırla:
– Rousseau, Sosyal Mukavele'yi yazan adam.
– Bir yandan cumhuriyet kurulmasını, krallık devri rütbelerinin, unvanlarının kaldırılmasını ister, bir yandan da bu sonradan görme, dostlarından birine arkadaşlık için bir dük her günkü gezme yolunu değiştirse sevinçten sarhoş olur.
Mademoiselle de La Mole, ilk defa olarak bilgiçlik taslamanın verdiği hazla kendinden geçmiş gibi sevinç içinde:
– Evet, Dük de Luyembourg'un Montmorency'de M. Coindet adında birine Paris yolunda arkadaşlık etmesini söylüyorsunuz.
Hani akademi üyelerinden biri vardı, tarihte Feretrius adlı bir kral buluvermişti, Mathilde de bu sözleri söylerken hemen onun kadar bilginlik ile koltuk kabartıyordu. Julien, gene o ruha işlemek ister gibi keskin, âdeta ayıplayan gözlerle bakıyordu. Mathilde bir an coşar gibi olmuştu; karşısındakinin o sert, soğuk duruşu onu ta içinden sarsıp şaşırtıverdi. Bir türlü anlayamıyordu, demek ki karşısındakinin coşkunluğu üzerine soğuk su döküvermek yalnız kendisine vergi değilmiş!...
O sırada Marquis de Croisenois, bir hizmete koşarcasına Mademoiselle de La Mole'ün yanına seğirtiyordu. Pek yakına kadar geldi ama kalabalıktan daha fazla sokulamadı. Bu engel yüzünden ilerleyemediğini söyler gibi gülümseyerek bakıyordu. Mathilde'in yakın akrabasından Marquise de Rouvray de M. de Croisenois'nın yanında idi. Marquise, kocasının koluna girmişti; daha on beş günlük evli idiler. Marquis de Rouvray de pek gençti; yüzünden, evlenirken asillikçe de, paraca da kendine uygun bir kız bulmaktan başka bir şey düşünmediği halde kısmetine gayet güzel bir kadın çıktığını gören adamın bütün o budalaca aşkı seziliyordu. Çok yaşlı bir amcası vardı; o ölünce, M. de Rouvray dük olacaktı.
Kalabalığı bir türlü yarıp geçemeyen Marquis de Croisenois ise gülüp dururken, Mathilde, gök mavisi iri gözleriyle onu da, yanındakileri de süzüyordu, içinden: Bu insanlardan daha bayağı ne olabilir? İşte beni almak isteyen Croisenois; halim selim, terbiyeli bir adam; M. de Rouvray gibi onun da her hareketi kusursuz. Bu bayların insanın ruhuna kasavet çökertmekten başka bir kabahatleri yok. O da, benimle baloya giderken tıpkı Marquis de Rouvray gibi dar kafalı, memnun bir adam hali takınacak. Evlendiğimizden bir yıl sonra arabam, atlarım, elbiselerim, Paris'ten yirmi fersah ötede köşküm, her şeyim istediğimden âlâ olacak. Görmemiş bir kadını, meselâ bir comtesse de Roiville'i hasetten çatlatmaya yeter de artar bile... İyi ama ya sonrası?..
Mathilde, sıkıntıdan patlıyordu. Marquis de Croisenois onun yanına sokulabilmiş, bir şeyler anlatıyordu; fakat Mathilde hiç kulak vermeyip hayale dalmıştı. Onun için Croisenois'nın sözleri, balonun gürültüleri arasında kaybolup gidiyordu. Gözleri, belki kendi de bilmeden, hep Julien'in peşinde idi; Julien ise saygı ile ama kibir, hoşnutsuzluk gösteren bir tavırla onun yanından ayrılmıştı. Mathilde bir köşede, dönüp dolaşan kalabalıktan uzakta, comte Altamira'yı gördü; memleketinde ölüm cezasına çarpılmış olan bu adamı okurlarımıza tanıtmıştık. XIV. Louis zamanında akrabalarından bir kadın, bir Prens de Conti'ye varmış olduğu için o hâtırayı sayarak rahipler kurulunun polisi comte Altamira'yı fazla rahatsız etmiyordu.
Mathilde içinden: Yalnız ölüm cezası bir insana gerçek bir üstünlük veriyor; parayla alınmaz da ondan.
Şimdi söylediğim hoş bir söz! Ne yazık ki, karşımdakileri hayran edebileceğim bir sırada aklıma gelmedi! Zevki ince bir kız olan Mathilde önceden hazırlanmış bir nükteyi harcamak için konuşurken fırsat icadına kalkışan kimselerden değildi; fakat kendini de hayli beğenir insanlardan olduğu için böyle güzel bir şey bulunca sevinmesi pek tabii idi. Yüzünde, demin görülen iç sıkıntısı yerine bir memnuniyet belirdi. Hâlâ anlatıp duran Marquis de Croisenois, kızın bu halini kendi sözlerine yordu, artık işi oluyor sanarak lâfı uzattıkça uzattı.
Mathilde: Benim o sözüme, itirazı en çok sevenler bile ne diyebilir? Eleştirilere verilecek cevabım da var: Baron, comte unvanı para ile alınır; nişan verilir; kardeşime verdiler ama o nişan almak için ne iş gördü? Rütbe almak da kolay, insanın on yıl kışlada kalması, bir hısmının savunma bakanı olması, kendisine Norbert gibi süvari bölüğü kumandanlığı verdirir. Büyük bir servet!... En zoru, en zoru olduğu için de en şereflisi gene bu. Ne tuhaf! Kitaplar bunun tersini söyler... Servet için de insan M. Rotschild'in kızını alır, olur biter. O sözüm gerçekten derin bir söz. Bir insanın iltimas ettirerek istemeyeceği biricik şey varsa o da ölüm cezası.
M. de Croisenois'ya dönüp sordu:
– Comte Altamira'yı tanır mısınız? Mathilde'de ta uzaklardan geliyormuş gibi bir hal vardı; sorduğu şeyin de, zavallı marquis'nin deminden beri anlattığı ile hiçbir ilişiği yoktu; o kadar ki adamcağız şaşırıp söyleyecek hoş bir söz bulamadı. Oysaki hoşsohbet bir adamdı, öyle de tanınırdı.
İçinden: Mathilde ne tuhaf kız! Doğrusu bu hali çekinilecek bir şey sayılabilir ama Mathilde kocasının cemiyetteki durumunu yükseltir! Bilmem nasıl oluyor, marquis de La Mole her partinin en ileri gelenleriyle sıkı fıkı; o adamın batmasına imkân yok. Zaten Mathilde'nin o garip halini deha sayacaklar da bulunur. İnsan soylu, parası da bol oldu mu deha gülünç gözükmez, büyük bir meziyet olur. Zaten Mathilde istediği zaman sözlerinde hem zekâ, hem dilek gücü var, hem de onları tam yerinde kullanıyor; naziklik ile sevimliliğin son derecesi de bu değil mi? İki şeyi bir arada başarmak güç olduğundan marquis, Mathilde'in sorduğuna kendi diyeceği bir şey olmayan, ancak ezberlediği dersi okuyan bir adam haliyle cevap verdi:
– O zavallı Artamira'yı kim tanımaz?
Altamira'nın memleketinde hükümete karşı girişip de başaramadığı gülünç, anlamsız hareketin tarihini anlatmağa başladı. Mathilde sanki kendi kendine söylenir gibi:
– Evet, çok da mânâsız! Ama o, işe girişmiş bir adam. Ben bir adam görmek istiyorum, onu buraya çağırsanıza!
Bu söz, bu arzu marquis'nin hayli fenasına gitti.
Comte Altamira, Mademoiselle de La Mole'ün o azametli, âdeta küstahça haline hayran olduklarını en açıkça söyleyenlerden biriydi; dediğine göre Mathilde, Paris'in en güzel kadınlarından biriydi. M. de Crosenois'ya:
– Bir tahta ne kadar da yakışır! dedikten sonra, hiç naz etmeksizin onunla yürüdü.
Kibarlar âleminde çoğu kimseler, XIX. asırda hükümete karşı gizli hareketlere girişmeyi dünyanın en büyük zevksizliği sayar, onda bir jacobenlik kokusu duyarlar. Bir işe atılıp başaramayan bir Jacoben'den daha çirkin de ne olabilir?
Mathilde, M. de Croisenois'ya göz işareti edip Altamira'nın hürriyetçiliğiyle alay ediyor ama yine de zevkle dinliyordu.
İçinden: Baloda bir ihtilâlci, ne güzel tezat! Altamira'yı, o kara bıyıklarıyla, dinlenen bir aslana benzetiyordu; fakat arası çok geçmedi, o ihtilâlcinin kafasında bir tek şey bulunduğunu anladı: Fayda, faydaya hayranlık.
Memleketine parlâmento usulünü getirebilecek hareketlerden başka hiçbir şeyi, bu genç comte dikkat etmeye layık görmezdi. İçeriye Perulu bir general girdiğini görünce, balonun en şirin insanı olan Mathilde'i memnuniyetle bırakıp gitti.
Avrupa'nın kendi kendini kurtarmasından umudu kalmayan zavallı Altamira, güney Amerika devletlerinin bir gün kudret sahibi olup Avrupa'yı, kendilerine Mirabeau'nun gönderdiği hürriyete kavuşturmasını bekliyor, üstelik bununla da avunuyordu.
Bıyıklı bir çok delikanlı, bir fırtına gibi gelip Mathilde'in etrafını sarmıştı. Mathilde, Altamira'yı kendine meftun edemediğini anlamış, onun kalkıp gitmesine oldukça içerlemişti. Şimdi Perulu generalle konuşurken gözlerinin parladığını görüyordu. Mademoiselle de La Mole genç Fransızlara öteki güzel kızların bir türlü beceremedikleri o büyük ciddîlikle bakıyordu. Bunlardan hangisi, diye düşünüyordu, bunlardan hangisi – talihlerinin son derece yardımcı olduğunu var saysak bile – kendini ölüm cezasına çarptırabilir?
Mathilde'in bu bakışı, akıl züğürdü olanların koltuğunu kabartıyorsa da ötekileri endişelendiriyordu. Birdenbire başlarına dokunaklı, cevap verilmesi zor bir söz fırlatılmasından korkuyorlardı. Mathilde içinden: Kibar bir soydan olmak insana birçok meziyetler bağışlıyor, diyordu; bunlardan yoksun olan kimse benim fenama gider. İşte misali Julien. Ama asil soydan kimselerin ruhunda da, insanı ölüm cezasına çarptıran meziyetler solup gidiyor.
O sırada biri, Mathilde'in yanı başında, comte Altamira'dan bahsediyordu: Bu comte Altamira, Prens de San NazaroPimentel'in ikinci oğludur, 1268'de kafası kesilen Conradin'i kurtarmağa çalışan da bir Pimentel'dir. Bu aile, Napoli'nin en asîl ailelerinden biridir.
Mathilde içinden: Bu, benim kibar soydan olmak insanın ruhunda ölüm cezasına çarpılmak için lazım gelen irade gücünü mahveder, sözümü pek de doğruya çıkarmıyor! Demek ki bu akşam benim kısmetim saçmalamaktan açılmış. Mademki öbür kadınlardan farkım yok, haydi ben de dans edeyim. Bir saattir yalvaran Marquis de Croisenois'nin ısrarlarına artık peki dedi. Felsefe hususundaki zavallılığını unutmak için Mathilde, son derece şirinlik gösterdi, M. de Croisenois'nin ağzı kulaklarına vardı. Fakat dansta, saray adamlarının en yakışıklılarından birinin hoşuna gitmek arzusu da Mathilde'i avutmadı. Çevremizdekileri bundan fazla hayran etmek hiçbir kızın elinden gelmez. Mathilde balonun kraliçesi olmuştu; bunu kendi de görüyor fakat aldırmıyordu.
Bir saat sonra dansı bitirip Croisenois ile beraber yerine dönerken: Ben Croisenois gibi bir adamın karısı olunca ne silik bir ömür süreceğim! Sonra dertli dertli ekledi: Ben, Paris'ten altı ay uzak kaldıktan sonra, bütün Paris'in ağzının suyunu akıttıran bir baloda eğlenmezsem ne vakit, nerede eğlenebilirim? Hem burada, daha üstünü, daha kibarı akıldan geçmeyecek kimselerden saygı, iltifat görüyorum. Burada soylular sınıfından olmayan, birkaç senato üyesi, belki bir, belki iki, Julien'den başka kimse yok. Hüznü gitgide artıyordu: Hem de talihim bana nedense üstünlükler vermemiş! Ünlü bir soy, zenginlik, gençlik, her şey, bahtiyarlıktan başka her şey.
Meziyetlerimin belki en şüphelileri, gene bu adamların ağzından düşmüyor. Akıllı olduğumu söylüyorlar, inanırım, çünkü hepsi benden yılıyor. Ciddî şeyden söz açılsa beş dakika geçmeden hepsinin nefesi kesiliyor, benim bir saattir tekrar ettiğimi bir anlayan olursa büyük bir fikir keşfettiğini sanıyor. Güzelim; Madame de Stael güzel olabilmek için her şeyini feda ederdi; bende o meziyet var ama iç sıkıntısından patlıyorum, neye yarar! Ben, Mademoiselle de La Mole olmaktan çıkıp Marquise de Croisenois olunca, içimin daha az sıkılması için bir sebep mi olacak?
İçinden ağlamak geliyordu. Ama, dedi, Croisenois kusursuz bir adam değil mi? Bu asır terbiyesinin yetiştireceği en yetkin adam... Yüzüne bir bakın, hemen söylenecek hoş, hatta ince bir söz bulur; yiğittir de..
Gözlerinde o gamlı bakış yerine kızgın bir bakış belirdi: Bu Sorel de ne tuhaf insan! Kendisine bir söyleyeceğim var dedim, bir daha gözükmeğe tenezzül bile etmedi!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro