Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 8: Asıl Şeref Veren Nişan Hangisidir?

Ağ­zı ku­ru­yan dev:

– Su­yun be­ni kan­dır­mı­yor.

– Ama bu ku­yu Di­yar­ba­kır'ın en se­rin ku­yu­su­dur.

PEL­Lİ­CO

Ju­li­en, bir gün M. de La Mo­le'un Sei­ne kı­yı­la­rın­da­ki o gü­ze­lim Vil­le­qui­er ara­zi­si­ni do­laş­mış, ko­na­ğa dö­nü­yor­du. Mar­qu­is, bü­tün mülk­le­ri için­de en çok ora­ya il­gi gös­te­rir­di, çün­kü yal­nız o, meş­hur Bo­ni­fa­ce de La Mo­le'den kal­mış­tı. Ju­li­en ko­na­ğa va­rın­ca, Mar­qui­se ile kı­zı­nın Hye­res'den dön­müş bu­lun­duk­la­rı­nı gör­dü.

Şim­di o bir dandy ol­muş­tu, Pa­ris'te ya­şa­mak sa­na­tı­nı an­lı­yor­du. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ü gö­rüp ko­nuş­ma­la­rın­da şöy­le tam bir il­gi­siz­lik­ten, uzak­lık­tan ay­rıl­ma­dı. Onun ne­şe­li ne­şe­li, at­tan na­sıl düş­tü­ğü­nü tek­rar tek­rar so­rup an­lat­tır­dı­ğı gün­le­ri san­ki hiç ha­tır­la­mı­yor­du.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le da Ju­li­en'i bü­yü­müş, ben­zi sa­rar­mış bul­du. Bo­yu bo­sun­da, gi­yi­min­de taş­ra­lı­lık­tan eser kal­ma­mış­tı ama ko­nuş­ma­sı, he­nüz tam bir Pa­ris­li ka­nuş­ma­sı de­ğil­di: Hâ­lâ faz­la cid­dî, ha­ya­le yer ver­mez söz­ler­den kur­tu­la­ma­mış­tı. Şu ka­dar ki, ak­la, mu­ha­ke­me­ye bağ­lan­ma­sı­na rağ­men gu­rur, onun ku­nuş­ma­sı­nı, efen­di­si­ne he­sap ve­ren bir ada­mın ko­nuş­ma­sı­na ben­ze­mek teh­li­ke­si­ne dü­şür­mü­yor­du; ama hâ­lâ bir­çok şey­le­re önem­li di­ye bak­tı­ğı da bel­liy­di. Lâ­kin söy­le­di­ği­ni sa­vun­ma­ya ha­zır bir adam ol­du­ğu da gö­rü­lü­yor­du.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ba­ba­sı­na, Ju­li­en'e ver­dir­di­ği ni­şan için alay ede­rek de­di ki:

– Doğ­ru­su şöy­le ser­best bir adam de­ğil ama akıl­sız hiç de­ğil. Kar­de­şim, ken­di­si­ne ni­şan ver­dir­me­ni­zi on se­kiz ay söy­le­di, hem de o bir La Mo­le!...

– Evet öy­le ama Ju­li­en'in ken­di­ne öz­gü dü­şü­nüş­le­ri, söz­le­ri var; söz et­ti­ği­niz La Mo­le'da ise hiç de öy­le bir şey gör­me­dik.

Duc de Retz'in gel­di­ği ha­ber ve­ril­di. Mat­hil­de için­de, kar­şı kon­maz bir es­ne­me ih­ti­ya­cı duy­du; ba­ba­sı­nın sa­lo­nu o yıl­lar­dır de­ğiş­me­yen yal­dız­la­rı, ko­nuk­la­rıy­la ru­hu­nu bu­nal­tı­yor­du. Pa­ris'te ge­çi­re­ce­ği ha­ya­tın ne ka­dar sı­kın­tı­lı ola­ca­ğı­nı bi­lir­di. Hye­res'de iken de Pa­ris'i öz­le­miş­ti.

He­nüz on do­kuz ya­şım­da­yım! Bü­tün o sır­ma­lı bu­da­la­lar, bu ya­şın bah­ti­yar­lık ça­ğı ol­du­ğu­nu söy­ler. Ken­di­si Pro­ven­ce'ta ge­zer­ken alı­nıp sa­lo­nun kon­so­lu üze­ri­ne yı­ğıl­mış se­kiz on cilt ye­ni şi­ir ki­tap­la­rı­na ba­kı­yor­du. Mat­hil­de, M. de Cro­ise­no­is'dan, M. de Cay­lus'ten, M. de Luz'den, bü­tün dost­la­rın­dan da­ha akıl­lı ol­mak gi­bi bir baht­sız­lı­ğa uğ­ra­mış­tı. On­la­rın gü­zel Pro­ven­ce se­ma­sı, şi­ir, gü­ney il­le­ri vb. vb. üze­ri­ne ne­ler söy­le­ye­cek­le­ri­ni, bü­tün o bas­ma­ka­lıp lâf­la­rın ne ol­du­ğu­nu ez­be­re bi­lir­di. O gü­zel göz­ler, o ru­hun en de­rin bir iç sı­kın­tı­sı­na tu­tul­du­ğu­nu, bun­dan da fe­na­sı, bir gün zev­ke er­mek­ten umu­du kal­ma­dı­ğı­nı giz­le­ye­me­yen göz­ler Ju­li­en'e iliş­ti. On­da, Ju­li­en'de, öy­le her­ke­se ben­ze­me­mek gi­bi bir me­zi­yet, hiç ol­maz­sa bu me­zi­yet var­dı.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, soy­lu­lar sı­nı­fı ka­dın­la­rı­nın kul­lan­dı­ğı, ağız­dan bir­den­bi­re çı­kıp ke­si­len, hiç de ka­dın­lık ru­hu gös­ter­me­yen o sert­çe ses­le sor­du:

– Mon­sie­ur So­rel, bu ak­şam M. de Retz'in ba­lo­su­na ge­li­yor mu­su­nuz?

– Ma­de­mo­isel­le, ben duc ce­nap­la­rı­na ta­nı­tıl­mak onu­ru­na eri­şe­me­dim. (San­ki bu söz­ler, duc un­va­nı o ki­bir­li taş­ra de­li­kan­lı­sı­nın ağ­zı­nı yır­tı­yor­du.)

Kar­de­şi­me si­zi de gö­tür­me­si­ni söy­le­miş; gel­sey­di­niz ba­na Vil­le­qui­er'de­ki köş­kü de an­la­tır­dı­nız; bu ba­har ora­ya gi­de­cek­mi­şiz. Bil­mem, otu­ru­la­bi­lir bir ev mi, ci­va­rı da de­nil­di­ği ka­dar gü­zel mi? Övü­le övü­le gök­le­re çı­ka­rı­lan ne yer­ler var­dır ki hiç de gü­zel de­ğil­dir!

Ju­li­en ce­vap ver­mi­yor­du. Mat­hil­de em­re­der­ce­si­ne:

– Kar­de­şim­le ba­lo­ya ge­li­niz.

Ju­li­en say­gı ile selam­la­dı. İs­ter is­te­mez de­mek ki ben bir ba­lo­da bi­le, ai­le fert­le­rim­den her bi­ri­ne he­sap ver­me­ğe borç­lu­yum. Ba­na, iş­le­ri­ne ba­ka­yım di­ye pa­ra ve­ri­yor­lar ya! di­ye dü­şün­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. Öf­ke­li ol­du­ğu için ak­lın­dan şu da geç­ti: Hem ba­ka­lım kü­çük ha­nı­ma söy­le­ye­ce­ğim ba­ba­sı­nın, kar­de­şi­nin, an­ne­si­nin ta­sa­rı­la­rı­na uy­gun ge­le­cek mi? Bu­ra­sı tam bir de­re­be­yi sa­ra­yı! İn­san bu­ra­da hem tam bir sı­fır ola­cak, hem de kim­se­nin ya­kın­ma­sı­na fır­sat bı­rak­ma­ya­cak.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ü an­ne­si, dost­la­rın­dan bir kaç ba­ya­na tak­dim için ya­nı­na ça­ğır­mış­tı; Ju­li­en onun yü­rü­me­si­ne ba­ka­rak: Bu uzun kız ne ka­dar da zıd­dı­ma gi­di­yor! Mo­da­yı da if­ra­ta var­dı­rır, el­bi­se­si omuz­la­rın­dan dü­şe­cek... Yo­la çık­ma­dan ön­ce bu ka­dar sa­rı de­ğil­di. Saç­lar o ka­dar sa­rı ki âde­ta ren­gi kal­ma­mış! San­ki şef­faf­laş­mış!.. Selam ve­ri­şin­de, ba­kı­şın­da bu ne aza­met! San­ki bir kra­li­çe!

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, sa­lon­dan çık­mak üze­re olan kar­de­şi­ni ça­ğır­mış­tı. Com­te Nor­bert, Ju­li­en'e doğ­ru gel­di.

– Azi­zim So­rel, bu ge­ce M. de Retz'in ba­lo­su­na gi­de­ce­ğiz, si­zi sa­at on iki­de ne­re­de bu­la­yım? M. de Retz si­zi ora­ya mu­hak­kak gö­tür­me­mi söy­le­di.

Ju­li­en, yer­le­re ka­dar eği­lip selam­la­dı:

– Bu bü­yük lüt­fu ki­me borç­lu ol­du­ğu­mu bi­li­rim.

Nor­bert'in ko­nu­şur­ken gös­ter­di­ği o na­zik­çe, hatta ye­ri­ne gö­re alın­mak için hiç­bir se­bep bu­la­ma­yın­ca Ju­li­en öf­ke­si­ni ken­di ken­din­den çı­kar­mak is­te­di. Nor­bert'in il­ti­fat­lı söz­le­ri­ne ver­di­ği ce­va­bı pes­pa­ye bul­du. Ak­şam ba­lo­ya var­dı­ğın­da, Retz ko­na­ğı­nın gör­ke­mi göz­le­ri­ni ka­maş­tır­dı. Ka­pı­dan gi­ri­lin­ce in­sa­nın ilk önü­ne ge­len bah­çe, par­lak kır­mı­zı ke­ten be­zin­den bir ça­dır­la ör­tül­müş­tü; doğ­ru­su pek za­rif bir şey­di. Bu ça­dı­rın al­tı, çi­çek aç­mış zak­kum­lar­la, por­ta­kal ağaç­la­rıy­la bir or­man ha­li­ne ge­ti­ril­miş­ti. Sak­sı­la­rı iyi­ce ör­tül­müş ol­du­ğun­dan ağaç­lar san­ki yer­den çı­kı­yor sa­nır­dı­nız. Ara­ba­la­rın geç­ti­ği yo­la da kum dö­kül­müş­tü.

Bi­zim taş­ra uşa­ğı bü­tün bu du­ru­mu pek ola­ğa­nüs­tü bul­du. Böy­le bir gör­ke­mi ha­ya­li­ne bi­le sığ­dı­ra­maz­dı; bir an için­de bü­tün si­nir­li­li­ği, öf­ke­si kay­bol­du, ken­di­ni he­ye­can­lı hül­ya­la­ra bı­rak­tı. Ba­lo­ya ge­lir­ken ara­ba­da Nor­bert pek bah­ti­yar gö­zü­kü­yor, Ju­li­en ise her şe­yi ka­ra gö­rü­yor­du; bah­çe­ye gi­rer gir­mez hal­ler de­ğiş­ti.

Nor­bert, bü­tün bu gör­kem için­de bi­raz ih­mal edil­miş bir­kaç nok­ta­yı gö­rü­yor, an­cak on­la­ra il­gi gös­te­ri­yor­du. Her şe­ye ne ka­dar pa­ra git­miş ola­bi­le­ce­ği­ni he­sap­la­yıp mas­ra­fın, ne ka­dar bü­yük ol­du­ğu­nu an­la­dık­ça, Ju­li­en'in de pek iyi sez­di­ği gi­bi, kıs­kan­mak­la kal­mı­yor, üs­tü­ne üst­lük kı­zı­yor­du da

Ju­li­en'e ge­lin­ce o san­ki bü­yü­len­miş­ti, hay­ran­dı, he­ye­can­dan uta­nır gi­biy­di. Dans edi­len sa­lon­lar­dan bi­rin­ci­si­ne var­dı­ğı za­man iş­te böy­le bir ha­li var­dı. İkin­ci sa­lo­nun ka­pı­sın­da her­kes bir­bi­ri­ni iti­yor­du; o ka­dar ka­la­ba­lık var­dı ki Ju­li­en bir tür­lü yol bu­lup ge­çe­me­di. Bu ikin­ci sa­lon, Gır­na­ta'nın El­ham­ra sa­ra­yı tak­lit edi­le­rek süs­len­miş­ti. Om­zu Ju­li­en'in çe­ne­si­ne gi­ren bir de­li­kan­lı:

– Doğ­ru­su­nu söy­le­mek ge­rek, ba­lo­nun kra­li­çe­si.

Ya­nın­da­ki de:

– Bü­tün kış Pa­ris'in en gü­zel kı­zı olan Ma­de­mo­isel­le Fo­ur­mont, şim­di ikin­ci­li­ğe düş­tü­ğü­nü gö­rü­yor. Bak, ne tu­haf bir ha­li var.

– Ger­çek­ten ho­şa git­mek için elin­den ge­le­ni ya­pı­yor. Bu contr­fdan­se'ta yal­nız kal­dı­ğı za­man­lar bak ne şi­rin gü­lü­yor. Val­la­hi gö­rül­me­miş bir gü­lüm­se­me.

– Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ne ka­dar be­ğe­nil­di­ği­nin ken­di de far­kın­da ama bun­dan duy­du­ğu zev­ki bel­li et­mek is­te­mi­yor. Sa­nır­sın ki ken­di­siy­le ko­nu­şa­nın ho­şu­na git­mek­ten kor­ku­yor.

– Çok doğ­ru söy­le­din, iş­te ho­şa git­mek sa­na­tı­nı bil­mek di­ye bu­na der­ler.

Ju­li­en, her­ke­si âde­ta bü­yü­le­yen o kı­zı gör­me­ğe ça­lı­şı­yor­sa da önün­de, ken­din­den uzun ye­di se­kiz ki­şi bu­lun­du­ğu için bir tür­lü gö­re­mi­yor­du.

Bı­yık­lı de­li­kan­lı:

– Bu asil gö­rü­nü­şü ne de iş­ve­li!

Ar­ka­da­şı:

– He­le, tam içi­ni bel­li ede­cek sa­nı­lır­ken bir­den­bi­re o iri gök göz­le­ri­ni in­di­ri­ver­me­si yok mu? İş­te tam us­ta­lık!

Bir üçün­cü­sü:

– Ba­kın, gü­zel Fo­ur­mont onun ya­nın­da ba­ya­ğı bir kız olup çı­kı­ve­ri­yor.

– Onun bu çe­kin­gen, ken­di­ni tar­tan ha­li ile ne de­mek is­te­di­ği­ni an­la­mı­yor mu­su­nuz? Kar­şı­sın­da­ki­ne: Siz ba­na layık bir er­kek ol­say­dı­nız ben si­ze ne il­ti­fat­lar et­mez­dim! de­mek is­ti­yor.

İlk de­li­kan­lı:

– O gü­zel Mat­hil­de'ye de aca­ba han­gi er­kek layık ola­bi­lir? Gü­zel, ze­ki, soh­be­ti hoş, fi­dan boy­lu, harp­te ya­rar­lık­lar gös­ter­miş, ya­şı da yir­mi­yi aş­ma­mış bir kral...

– Rus­ya im­pa­ra­to­ru­nun pi­çi... Böy­le bir kı­zı alın­ca bir ta­ra­fa da kral ya­pı­lı­ve­rir... Ya­hut sa­de­ce o gi­yim­li ku­şam­lı köy­lü ha­liy­le Com­te de Tha­ler...

Ka­pı­nın önün­de­ki ka­la­ba­lık bi­raz aza­lın­ca, Ju­li­en içe­ri gi­re­bil­di. İçin­den: Ma­dem­ki bu be­bek­ler onu bu ka­dar dik­ka­te de­ğer bu­lu­yor, ben de bir göz­den ge­çi­re­yim, di­yor­du. Bu adam­la­rın gö­zün­de ku­sur­suz­luk ne imiş, bir an­la­ya­lım ba­ka­lım.

Ju­li­en göz­le­riy­le Mat­hil­de'i araş­tı­rır­ken Mat­hil­de de ona bak­tı. Ju­li­en için­den: Hay­di gö­rev ba­şı­na de­di; fa­kat ar­tık öf­ke­si geç­miş, bel­ki bi­raz yü­zün­de kal­mış­tı. Me­rak­la iler­le­di; Mat­hil­de'in omuz­la­rı­na şöy­le ili­şi­ver­miş olan el­bi­se­yi gör­mek de zev­ki­ni ar­tı­rı­yor­du ama doğ­ru­su onu­ru­nu ok­şa­ya­cak gi­bi de­ğil­di. Gü­zel­li­ğin­de bir ta­ze­lik var! Ara­la­rın­da, ka­pı­da ko­nu­şur­lar­ken duy­du­ğu genç­ler de bu­lu­nan beş al­tı ki­şi, iki­si­nin or­ta­sın­da idi. Mat­hil­de:

– Bü­tün kı­şı bu­ra­da ge­çir­di­ği­niz için siz da­ha iyi bi­lir­si­niz, mon­sie­ur; mev­si­min en gü­zel ba­lo­su bu de­ğil mi?

Ju­li­en ce­vap ver­mi­yor­du.

– Cou­lon'un bu kad­ri­li cid­den hoş şey; bu­ra­da­ki ba­yan­lar da kad­ri­li doğ­ru­su ku­sur­suz oy­nu­yor.

De­li­kan­lı­lar, mut­la­ka ce­vap ver­me­si is­te­nen şans­lı ada­mın kim ol­du­ğu­nu gör­mek için dö­nüp bak­tı­lar. Ama Ju­li­en'in ce­va­bı, ko­nuş­ma­ya ha­ra­ret ve­re­bi­le­cek bir söz ol­ma­dı.

– Ben bu iş­te iyi bir ha­kem ola­mam, Ma­de­mo­isel­le; gü­nüm ya­zı ile ge­çi­yor, ha­ya­tım­da ilk ola­rak bu den­li muh­te­şem bir ba­lo gö­rü­yo­rum.

Bı­yık­lı de­li­kan­lı­lar âde­ta içer­le­di­ler. Mat­hil­de, da­ha çok il­gi gös­te­re­rek:

– Siz akıl­lı us­lu adam­sı­nız, Mon­sie­ur So­rel, bü­tün bu ba­lo­la­ra, bu şen­lik­le­re bir fi­lo­zof gö­züy­le, me­se­lâ bir Je­an­Jac­qu­e Ro­us­sea­u gi­bi ba­kı­yor­su­nuz.Bu de­li­lik­le­re şa­şı­yor, ken­di­ni­zi de kap­tır­mı­yor­su­nuz.

Bu sı­ra­da bir söz Ju­li­en'in hül­ya­sı­nı da­ğı­tı­ver­miş, gön­lün­den her tür­lü tat­lı veh­mi uzak­laş­tır­mış­tı. Bel­ki abar­tı­lıy­dı fakat bir ha­fif­se­me eda­sıy­la du­dak bü­ke­rek:

– Ro­us­sea­u, de­di, ki­bar­lar âle­mi hak­kın­da hü­küm ver­me­ye kalk­tı mı, ben­ce bu­da­la­la­şı­ve­ri­yor; doğ­ru­su ki­bar­lar âle­mi­ni an­la­ma­mış, o çev­re­de son­ra­dan gör­me bir uşak ru­hu ile do­laş­mış­tır.

Mat­hil­de ta­par gi­bi bir ta­vır­la:

– Ro­us­sea­u, Sos­yal Mu­ka­ve­le'yi ya­zan adam.

– Bir yan­dan cum­hu­ri­yet ku­rul­ma­sı­nı, kral­lık dev­ri rüt­be­le­ri­nin, un­van­la­rı­nın kal­dı­rıl­ma­sı­nı is­ter, bir yan­dan da bu son­ra­dan gör­me, dost­la­rın­dan bi­ri­ne ar­ka­daş­lık için bir dük her gün­kü gez­me yo­lu­nu de­ğiş­tir­se se­vinç­ten sar­hoş olur.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le, ilk de­fa ola­rak bil­giç­lik tas­la­ma­nın ver­di­ği haz­la ken­din­den geç­miş gi­bi se­vinç için­de:

– Evet, Dük de Lu­yem­bo­urg'un Mont­mo­rency'de M. Co­in­det adın­da bi­ri­ne Pa­ris yo­lun­da ar­ka­daş­lık et­me­si­ni söy­lü­yor­su­nuz.

Ha­ni aka­de­mi üye­le­rin­den bi­ri var­dı, ta­rih­te Fe­ret­ri­us ad­lı bir kral bu­lu­ver­miş­ti, Mat­hil­de de bu söz­le­ri söy­ler­ken he­men onun ka­dar bil­gin­lik ile kol­tuk ka­bar­tı­yor­du. Ju­li­en, ge­ne o ru­ha iş­le­mek is­ter gi­bi kes­kin, âde­ta ayıp­la­yan göz­ler­le ba­kı­yor­du. Mat­hil­de bir an co­şar gi­bi ol­muş­tu; kar­şı­sın­da­ki­nin o sert, so­ğuk du­ru­şu onu ta için­den sar­sıp şa­şır­tı­ver­di. Bir tür­lü an­la­ya­mı­yor­du, de­mek ki kar­şı­sın­da­ki­nin coş­kun­lu­ğu üze­ri­ne so­ğuk su dö­kü­ver­mek yal­nız ken­di­si­ne ver­gi de­ğil­miş!...

O sı­ra­da Mar­qu­is de Cro­ise­no­is, bir hiz­me­te ko­şar­ca­sı­na Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün ya­nı­na se­ğir­ti­yor­du. Pek ya­kı­na ka­dar gel­di ama ka­la­ba­lık­tan da­ha faz­la so­ku­la­ma­dı. Bu en­gel yü­zün­den iler­le­ye­me­di­ği­ni söy­ler gi­bi gü­lüm­se­ye­rek ba­kı­yor­du. Mat­hil­de'in ya­kın ak­ra­ba­sın­dan Mar­qui­se de Ro­uv­ray de M. de Cro­ise­no­is'nın ya­nın­da idi. Mar­qui­se, ko­ca­sı­nın ko­lu­na gir­miş­ti; da­ha on beş gün­lük ev­li idi­ler. Mar­qu­is de Ro­uv­ray de pek genç­ti; yü­zün­den, ev­le­nir­ken asil­lik­çe de, pa­ra­ca da ken­di­ne uy­gun bir kız bul­mak­tan baş­ka bir şey dü­şün­me­di­ği hal­de kıs­me­ti­ne ga­yet gü­zel bir ka­dın çık­tı­ğı­nı gö­ren ada­mın bü­tün o bu­da­la­ca aş­kı se­zi­li­yor­du. Çok yaş­lı bir am­ca­sı var­dı; o ölün­ce, M. de Ro­uv­ray dük ola­cak­tı.

Ka­la­ba­lı­ğı bir tür­lü ya­rıp ge­çe­me­yen Mar­qu­is de Cro­ise­no­is ise gü­lüp du­rur­ken, Mat­hil­de, gök ma­vi­si iri göz­le­riy­le onu da, ya­nın­da­ki­le­ri de sü­zü­yor­du, için­den: Bu in­san­lar­dan da­ha ba­ya­ğı ne ola­bi­lir? İş­te be­ni al­mak is­te­yen Cro­ise­no­is; ha­lim se­lim, ter­bi­ye­li bir adam; M. de Ro­uv­ray gi­bi onun da her ha­re­ke­ti ku­sur­suz. Bu bay­la­rın in­sa­nın ru­hu­na ka­sa­vet çö­kert­mek­ten baş­ka bir ka­ba­hat­le­ri yok. O da, be­nim­le ba­lo­ya gi­der­ken tıp­kı Mar­qu­is de Ro­uv­ray gi­bi dar ka­fa­lı, mem­nun bir adam ha­li ta­kı­na­cak. Ev­len­di­ği­miz­den bir yıl son­ra ara­bam, at­la­rım, el­bi­se­le­rim, Pa­ris'ten yir­mi fer­sah öte­de köş­küm, her şe­yim is­te­di­ğim­den âlâ ola­cak. Gör­me­miş bir ka­dı­nı, me­se­lâ bir com­tes­se de Roi­vil­le'i ha­set­ten çat­lat­ma­ya ye­ter de ar­tar bi­le... İyi ama ya son­ra­sı?..

Mat­hil­de, sı­kın­tı­dan pat­lı­yor­du. Mar­qu­is de Cro­ise­no­is onun ya­nı­na so­ku­la­bil­miş, bir şey­ler an­la­tı­yor­du; fa­kat Mat­hil­de hiç ku­lak ver­me­yip ha­ya­le dal­mış­tı. Onun için Cro­ise­no­is'nın söz­le­ri, ba­lo­nun gü­rül­tü­le­ri ara­sın­da kay­bo­lup gi­di­yor­du. Göz­le­ri, bel­ki ken­di de bil­me­den, hep Ju­li­en'in pe­şin­de idi; Ju­li­en ise say­gı ile ama ki­bir, hoş­nut­suz­luk gös­te­ren bir ta­vır­la onun ya­nın­dan ay­rıl­mış­tı. Mat­hil­de bir kö­şe­de, dö­nüp do­la­şan ka­la­ba­lık­tan uzak­ta, com­te Al­ta­mi­ra'yı gör­dü; mem­le­ke­tin­de ölüm ce­za­sı­na çar­pıl­mış olan bu ada­mı okur­la­rı­mı­za ta­nıt­mış­tık. XIV. Lou­is za­ma­nın­da ak­ra­ba­la­rın­dan bir ka­dın, bir Prens de Con­ti'ye var­mış ol­du­ğu için o hâ­tı­ra­yı sa­ya­rak ra­hip­ler ku­ru­lu­nun po­li­si com­te Al­ta­mi­ra'yı faz­la ra­hat­sız et­mi­yor­du.

Mat­hil­de için­den: Yal­nız ölüm ce­za­sı bir in­sa­na ger­çek bir üs­tün­lük ve­ri­yor; pa­ray­la alın­maz da on­dan.

Şim­di söy­le­di­ğim hoş bir söz! Ne ya­zık ki, kar­şım­da­ki­le­ri hay­ran ede­bi­le­ce­ğim bir sı­ra­da ak­lı­ma gel­me­di! Zev­ki in­ce bir kız olan Mat­hil­de ön­ce­den ha­zır­lan­mış bir nük­te­yi har­ca­mak için ko­nu­şur­ken fır­sat ica­dı­na kal­kı­şan kim­se­ler­den de­ğil­di; fa­kat ken­di­ni de hay­li be­ğe­nir in­san­lar­dan ol­du­ğu için böy­le gü­zel bir şey bu­lun­ca se­vin­me­si pek tabii idi. Yü­zün­de, de­min gö­rü­len iç sı­kın­tı­sı ye­ri­ne bir mem­nu­ni­yet be­lir­di. Hâ­lâ an­la­tıp du­ran Mar­qu­is de Cro­ise­no­is, kı­zın bu ha­li­ni ken­di söz­le­ri­ne yor­du, ar­tık işi olu­yor sa­na­rak lâ­fı uzat­tık­ça uzat­tı.

Mat­hil­de: Be­nim o sö­zü­me, iti­ra­zı en çok se­ven­ler bi­le ne di­ye­bi­lir? Eleş­ti­ri­le­re ve­ri­le­cek ce­va­bım da var: Ba­ron, com­te un­va­nı pa­ra ile alı­nır; ni­şan ve­ri­lir; kar­de­şi­me ver­di­ler ama o ni­şan al­mak için ne iş gör­dü? Rüt­be al­mak da ko­lay, in­sa­nın on yıl kış­la­da kal­ma­sı, bir hıs­mı­nın sa­vun­ma ba­ka­nı ol­ma­sı, ken­di­si­ne Nor­bert gi­bi sü­va­ri bö­lü­ğü ku­man­dan­lı­ğı ver­di­rir. Bü­yük bir ser­vet!... En zo­ru, en zo­ru ol­du­ğu için de en şe­ref­li­si ge­ne bu. Ne tu­haf! Ki­tap­lar bu­nun ter­si­ni söy­ler... Ser­vet için de in­san M. Rots­child'in kı­zı­nı alır, olur bi­ter. O sö­züm ger­çek­ten de­rin bir söz. Bir in­sa­nın il­ti­mas et­ti­re­rek is­te­me­ye­ce­ği bi­ri­cik şey var­sa o da ölüm ce­za­sı.

M. de Cro­ise­no­is'ya dö­nüp sor­du:

– Com­te Al­ta­mi­ra'yı ta­nır mı­sı­nız? Mat­hil­de'de ta uzak­lar­dan ge­li­yor­muş gi­bi bir hal var­dı; sor­du­ğu şe­yin de, za­val­lı mar­qu­is'nin de­min­den be­ri an­lat­tı­ğı ile hiç­bir ili­şi­ği yok­tu; o ka­dar ki adam­ca­ğız şa­şı­rıp söy­le­ye­cek hoş bir söz bu­la­ma­dı. Oy­sa­ki hoş­soh­bet bir adam­dı, öy­le de ta­nı­nır­dı.

İçin­den: Mat­hil­de ne tu­haf kız! Doğ­ru­su bu ha­li çe­ki­ni­le­cek bir şey sa­yı­la­bi­lir ama Mat­hil­de ko­ca­sı­nın ce­mi­yet­te­ki du­ru­mu­nu yük­sel­tir! Bil­mem na­sıl olu­yor, mar­qu­is de La Mo­le her par­ti­nin en ile­ri ge­len­le­riy­le sı­kı fı­kı; o ada­mın bat­ma­sı­na im­kân yok. Za­ten Mat­hil­de'nin o ga­rip ha­li­ni de­ha sa­ya­cak­lar da bu­lu­nur. İn­san soy­lu, pa­ra­sı da bol ol­du mu de­ha gü­lünç gö­zük­mez, bü­yük bir me­zi­yet olur. Za­ten Mat­hil­de is­te­di­ği za­man söz­le­rin­de hem ze­kâ, hem di­lek gü­cü var, hem de on­la­rı tam ye­rin­de kul­la­nı­yor; na­zik­lik ile se­vim­li­li­ğin son de­re­ce­si de bu de­ğil mi? İki şe­yi bir ara­da ba­şar­mak güç ol­du­ğun­dan mar­qu­is, Mat­hil­de'in sor­du­ğu­na ken­di di­ye­ce­ği bir şey ol­ma­yan, an­cak ez­ber­le­di­ği der­si oku­yan bir adam ha­liy­le ce­vap ver­di:

– O za­val­lı Ar­ta­mi­ra'yı kim ta­nı­maz?

Al­ta­mi­ra'nın mem­le­ke­tin­de hü­kü­me­te kar­şı gi­ri­şip de ba­şa­ra­ma­dı­ğı gü­lünç, an­lam­sız ha­re­ke­tin ta­ri­hi­ni an­lat­ma­ğa baş­la­dı. Mat­hil­de san­ki ken­di ken­di­ne söy­le­nir gi­bi:

– Evet, çok da mâ­nâ­sız! Ama o, işe gi­riş­miş bir adam. Ben bir adam gör­mek is­ti­yo­rum, onu bu­ra­ya ça­ğır­sa­nı­za!

Bu söz, bu ar­zu mar­qu­is'nin hay­li fe­na­sı­na git­ti.

Com­te Al­ta­mi­ra, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün o aza­met­li, âde­ta küs­tah­ça ha­li­ne hay­ran ol­duk­la­rı­nı en açık­ça söy­le­yen­ler­den bi­riy­di; de­di­ği­ne gö­re Mat­hil­de, Pa­ris'in en gü­zel ka­dın­la­rın­dan bi­riy­di. M. de Cro­se­no­is'ya:

– Bir tah­ta ne ka­dar da ya­kı­şır! de­dik­ten son­ra, hiç naz et­mek­si­zin onun­la yü­rü­dü.

Ki­bar­lar âle­min­de ço­ğu kim­se­ler, XIX. asır­da hü­kü­me­te kar­şı giz­li ha­re­ket­le­re gi­riş­me­yi dün­ya­nın en bü­yük zevk­siz­li­ği sa­yar, on­da bir ja­co­ben­lik ko­ku­su du­yar­lar. Bir işe atı­lıp ba­şa­ra­ma­yan bir Ja­co­ben'den da­ha çir­kin de ne ola­bi­lir?

Mat­hil­de, M. de Cro­ise­no­is'ya göz işa­re­ti edip Al­ta­mi­ra'nın hür­ri­yet­çi­li­ğiy­le alay edi­yor ama yi­ne de zevk­le din­li­yor­du.

İçin­den: Ba­lo­da bir ih­ti­lâl­ci, ne gü­zel te­zat! Al­ta­mi­ra'yı, o ka­ra bı­yık­la­rıy­la, din­le­nen bir as­la­na ben­ze­ti­yor­du; fa­kat ara­sı çok geç­me­di, o ih­ti­lâl­ci­nin ka­fa­sın­da bir tek şey bu­lun­du­ğu­nu an­la­dı: Fay­da, fay­da­ya hay­ran­lık.

Mem­le­ke­ti­ne par­lâ­men­to usu­lü­nü ge­ti­re­bi­le­cek ha­re­ket­ler­den baş­ka hiç­bir şe­yi, bu genç com­te dik­kat et­me­ye layık gör­mez­di. İçe­ri­ye Pe­ru­lu bir ge­ne­ral gir­di­ği­ni gö­rün­ce, ba­lo­nun en şi­rin in­sa­nı olan Mat­hil­de'i mem­nu­ni­yet­le bı­ra­kıp git­ti.

Av­ru­pa'nın ken­di ken­di­ni kur­tar­ma­sın­dan umu­du kal­ma­yan za­val­lı Al­ta­mi­ra, gü­ney Ame­ri­ka dev­let­le­ri­nin bir gün kud­ret sa­hi­bi olup Av­ru­pa'yı, ken­di­le­ri­ne Mi­ra­bea­u'nun gön­der­di­ği hür­ri­ye­te ka­vuş­tur­ma­sı­nı bek­li­yor, üs­te­lik bu­nun­la da avu­nu­yor­du.

Bı­yık­lı bir çok de­li­kan­lı, bir fır­tı­na gi­bi ge­lip Mat­hil­de'in et­ra­fı­nı sar­mış­tı. Mat­hil­de, Al­ta­mi­ra'yı ken­di­ne mef­tun ede­me­di­ği­ni an­la­mış, onun kal­kıp git­me­si­ne ol­duk­ça içer­le­miş­ti. Şim­di Pe­ru­lu ge­ne­ral­le ko­nu­şur­ken göz­le­ri­nin par­la­dı­ğı­nı gö­rü­yor­du. Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le genç Fran­sız­la­ra öte­ki gü­zel kız­la­rın bir tür­lü be­ce­re­me­dik­le­ri o bü­yük cid­dî­lik­le ba­kı­yor­du. Bun­lar­dan han­gi­si, di­ye dü­şü­nü­yor­du, bun­lar­dan han­gi­si – ta­lih­le­ri­nin son de­re­ce yar­dım­cı ol­du­ğu­nu var say­sak bi­le – ken­di­ni ölüm ce­za­sı­na çarp­tı­ra­bi­lir?

Mat­hil­de'in bu ba­kı­şı, akıl zü­ğür­dü olan­la­rın kol­tu­ğu­nu ka­bar­tı­yor­sa da öte­ki­le­ri en­di­şe­len­di­ri­yor­du. Bir­den­bi­re baş­la­rı­na do­ku­nak­lı, ce­vap ve­ril­me­si zor bir söz fır­la­tıl­ma­sın­dan kor­ku­yor­lar­dı. Mat­hil­de için­den: Ki­bar bir soy­dan ol­mak in­sa­na bir­çok me­zi­yet­ler ba­ğış­lı­yor, di­yor­du; bun­lar­dan yok­sun olan kim­se be­nim fe­na­ma gi­der. İş­te mi­sa­li Ju­li­en. Ama asil soy­dan kim­se­le­rin ru­hun­da da, in­sa­nı ölüm ce­za­sı­na çarp­tı­ran me­zi­yet­ler so­lup gi­di­yor.

O sı­ra­da bi­ri, Mat­hil­de'in ya­nı ba­şın­da, com­te Al­ta­mi­ra'dan bah­se­di­yor­du: Bu com­te Al­ta­mi­ra, Prens de San Na­za­ro­Pi­men­tel'in ikin­ci oğ­lu­dur, 1268'de ka­fa­sı ke­si­len Con­ra­din'i kur­tar­ma­ğa ça­lı­şan da bir Pi­men­tel'dir. Bu ai­le, Na­po­li'nin en asîl ai­le­le­rin­den bi­ri­dir.

Mat­hil­de için­den: Bu, be­nim ki­bar soy­dan ol­mak in­sa­nın ru­hun­da ölüm ce­za­sı­na çar­pıl­mak için lazım ge­len ira­de gü­cü­nü mah­ve­der, sö­zü­mü pek de doğ­ru­ya çı­kar­mı­yor! De­mek ki bu ak­şam be­nim kıs­me­tim saç­ma­la­mak­tan açıl­mış. Ma­dem­ki öbür ka­dın­lar­dan far­kım yok, hay­di ben de dans ede­yim. Bir sa­at­tir yal­va­ran Mar­qu­is de Cro­ise­no­is'nin ıs­rar­la­rı­na ar­tık pe­ki de­di. Fel­se­fe hu­su­sun­da­ki za­val­lı­lı­ğı­nı unut­mak için Mat­hil­de, son de­re­ce şi­rin­lik gös­ter­di, M. de Cro­ise­no­is'nin ağ­zı ku­lak­la­rı­na var­dı. Fa­kat dans­ta, sa­ray adam­la­rı­nın en ya­kı­şık­lı­la­rın­dan bi­ri­nin ho­şu­na git­mek ar­zu­su da Mat­hil­de'i avut­ma­dı. Çev­re­miz­de­ki­le­ri bun­dan faz­la hay­ran et­mek hiç­bir kı­zın elin­den gel­mez. Mat­hil­de ba­lo­nun kra­li­çe­si ol­muş­tu; bu­nu ken­di de gö­rü­yor fakat al­dır­mı­yor­du.

Bir sa­at son­ra dan­sı bi­ti­rip Cro­ise­no­is ile be­ra­ber ye­ri­ne dö­ner­ken: Ben Cro­ise­no­is gi­bi bir ada­mın ka­rı­sı olun­ca ne si­lik bir ömür sü­re­ce­ğim! Son­ra dert­li dert­li ek­le­di: Ben, Pa­ris'ten al­tı ay uzak kal­dık­tan son­ra, bü­tün Pa­ris'in ağ­zı­nın su­yu­nu akıt­tı­ran bir ba­lo­da eğ­len­mez­sem ne va­kit, ne­re­de eğ­le­ne­bi­li­rim? Hem bu­ra­da, da­ha üs­tü­nü, da­ha ki­ba­rı akıl­dan geç­me­ye­cek kim­se­ler­den say­gı, il­ti­fat gö­rü­yo­rum. Bu­ra­da soy­lu­lar sı­nı­fın­dan ol­ma­yan, bir­kaç se­na­to üye­si, bel­ki bir, bel­ki iki, Ju­li­en'den baş­ka kim­se yok. Hüz­nü git­gi­de ar­tı­yor­du: Hem de ta­li­him ba­na ne­den­se üs­tün­lük­ler ver­me­miş! Ün­lü bir soy, zen­gin­lik, genç­lik, her şey, bah­ti­yar­lık­tan baş­ka her şey.

Me­zi­yet­le­ri­min bel­ki en şüp­he­li­le­ri, ge­ne bu adam­la­rın ağ­zın­dan düş­mü­yor. Akıl­lı ol­du­ğu­mu söy­lü­yor­lar, ina­nı­rım, çün­kü hep­si ben­den yı­lı­yor. Cid­dî şey­den söz açıl­sa beş da­ki­ka geç­me­den hep­si­nin ne­fe­si ke­si­li­yor, be­nim bir sa­at­tir tek­rar et­ti­ği­mi bir an­la­yan olur­sa bü­yük bir fi­kir keş­fet­ti­ği­ni sa­nı­yor. Gü­ze­lim; Ma­da­me de Sta­el gü­zel ola­bil­mek için her şe­yi­ni fe­da eder­di; ben­de o me­zi­yet var ama iç sı­kın­tı­sın­dan pat­lı­yo­rum, ne­ye ya­rar! Ben, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le ol­mak­tan çı­kıp Mar­qui­se de Cro­ise­no­is olun­ca, içi­min da­ha az sı­kıl­ma­sı için bir se­bep mi ola­cak?

İçin­den ağ­la­mak ge­li­yor­du. Ama, de­di, Cro­ise­no­is ku­sur­suz bir adam de­ğil mi? Bu asır ter­bi­ye­si­nin ye­tiş­ti­re­ce­ği en yet­kin adam... Yü­zü­ne bir ba­kın, he­men söy­le­ne­cek hoş, hatta in­ce bir söz bu­lur; yi­ğit­tir de..

Göz­le­rin­de o gam­lı ba­kış ye­ri­ne kız­gın bir ba­kış be­lir­di: Bu So­rel de ne tu­haf in­san! Ken­di­si­ne bir söy­le­ye­ce­ğim var de­dim, bir da­ha gö­zük­me­ğe te­nez­zül bi­le et­me­di!

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro