Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 6: Nasıl Söylemeli

On­la­rın bü­yük gö­rev­le­ri, mil­let­le­rin gün­de­lik ha­ya­tın­da­ki kü­çük olay­lar hak­kın­da sü­kun­la fi­kir yü­rüt­mek­tir. On­lar akıl­lı­lık edip kü­çük dâ­va­la­rın, ağız­dan ağ­za şe­kil de­ğiş­ti­re­rek ya­yı­lan olay­la­rın bü­yük öf­ke­le­re se­bep ol­ma­sı­nı ön­le­ye­cek­ler­dir.

GRAT­lUS

Ju­li­en, gur­bet el­de bil­me­di­ği­ni so­rup so­ruş­tur­ma­ğı, akıl da­nış­ma­yı bir tür­lü ken­di­ne ye­di­re­mi­yor­du; doğ­ru­su yi­ne de pek bü­yük ay­kı­rı­lık­lar et­me­di. Bir gün bir­den­bi­re bir sa­ğa­na­ğa tu­tul­du­ğu için Sa­inl­Ho­no­re so­ka­ğın­da bir kah­ve­ye gi­ri­ver­miş­ti. İn­ce kürk re­din­got­lu, uzun boy­lu bir adam, onun öf­ke­li gi­bi bak­ma­sı­na şaş­tı, o da Ju­li­en'e vak­tiy­le Be­san­çon'da Ma­de­mo­isel­le Aman­da'nın dos­tu na­sıl hak­lıy­sa tıp­kı onun gi­bi bak­tı.

İlk ha­ka­re­ti ce­vap­sız bı­rak­tı­ğı­na Ju­li­en za­ten içer­li­yor­du, bu ba­kı­şa da kat­la­na­maz­dı. Der­hal gi­dip o ada­ma ne de­mek is­te­di­ği­ni sor­du. Re­din­got­lu adam he­men en pi­sin­den bir alay kü­für yağ­dır­dı. Kah­ve­de­ki­le­rin hep­si baş­la­rı­na üşüş­tü­ler; ka­pı­dan ge­çen­ler de du­rup ba­kı­yor­lar­dı. Ju­li­en, bü­tün dı­şar­lık­lı­lar gi­bi, ne olur ne ol­maz di­ye ce­bin­de ta­ban­ca ta­şır­dı; eli­ni ta­ban­ca­sı­na gö­tü­rüp si­nir­li si­nir­li sık­tı. Ama akıl­lı­lık edip çı­ka­ra­yım de­me­di; kar­şı­sın­da­ki­ne iki­de bir: Mon­sie­ur, ad­re­si­ni­zi ve­rin, si­zi adam ye­ri­ne bi­le ko­mam de­mek­le ye­tin­di

Bu se­kiz ke­li­me­lik cüm­le­ye inat­la ıs­rar­la sap­la­nıp kal­ma­sı en so­nun­da ka­la­ba­lı­ğın da dik­ka­ti­ni çek­mek­ten ge­ri kal­ma­dı. Öbü­rü de bir ba­şı­na söy­le­nip du­ra­ca­ğı­na ad­re­si­ni ver­sin. Re­din­got­lu adam, hal­kın bu sö­zü tek­rar­la­dı­ğı­nı du­yun­ca Ju­li­en'in yü­zü­ne beş al­tı kart fır­lat­tı. Çok şü­kür, hiç­bi­ri Ju­li­en'in yü­zü­ne gel­me­miş­ti; ta­ban­ca­sı­nı an­cak ken­di­si­ne do­ku­nu­la­cak olur­sa çı­ka­ra­ca­ğı­na ah­det­miş­ti. He­rif def olup git­ti; fa­kat ge­ne dö­nüp dö­nüp Ju­li­en'e yum­ruk sal­lı­yor, kü­für­ler sa­vu­ru­yor­du.

Ju­li­en kan ter için­de kal­mış­tı. Çok kız­mış, için­den: De­mek ki en ba­ya­ğı bir adam da be­ni böy­le çi­le­den çı­ka­ra­bi­le­cek ha! Bu den­li­duy­gu­lu ol­mak­tan na­sıl kur­tu­la­ca­ğım? de­mek­ten ken­di­ni ala­mı­yor­du.

Ona kal­say­dı, he­men dü­el­lo ede­cek­ti. Fa­kat onu alı­ko­yan bir zor­luk var­dı. Bu ko­ca Pa­ris şeh­rin­de ken­di­ne ta­nık bu­la­bi­lir miy­di? Bir dos­tu bi­le yok­tu. Bir­kaç ki­şi ile ta­nış­mış­tı; lâ­kin bun­la­rın hep­si de, taş pat­la­sa al­tı haf­ta sü­ren bir ah­bap­lık­tan son­ra, on­dan uzak­la­şı­yor­lar­dı. Ben ge­çim­si­zim, iş­te şim­di de ge­çim­siz­li­ği­min be­lâ­sı­nı çe­ki­yo­rum di­ye söy­len­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. So­nun­da ak­lı­na, ken­di­si­ne ara sı­ra es­krim der­si ve­ren dok­san al­tın­cı alay teğ­men­li­ğin­den emek­li edil­miş Lie­ven'i ara­mak gel­di. Bu Lie­ven yok­sul bir adam­dı. Ju­li­en işi ona açık­ça an­lat­tı.

Lie­ven:

– Pe­ki, si­ze şa­hit­lik ede­rim ama bir şar­tım var: Ra­ki­bi­ni­zi ya­ra­la­maz­sa­nız si­zi bı­rak­mam, he­men ora­da be­nim­le de dü­el­lo eder­si­niz.

Ju­li­en mem­nu­ni­yet­le:

– Ra­zı­yım.

He­men kal­kıp Fa­ubo­urg Sa­int Ger­ma­in'e, M. C. de Be­au­voi­si'nin kart­la­rın­da ya­zı­lı olan ad­re­se git­ti­ler. Sa­at sa­ba­hın ye­di­siy­di. O ada­mın, vak­tiy­le Ro­ma ve­ya Na­po­li el­çi­li­ği kâ­tip­li­ğin­de bu­lun­muş, Zin­ga­rel­li'ye tav­si­ye mek­tu­bu ver­miş, Ma­da­me de Re­nal'in genç ak­ra­ba­sın­dan M. de Be­au­voi­sis ola­bi­le­ce­ği Ju­li­en'in ak­lı­na an­cak ka­pı­yı ça­lar­ken gel­miş­ti. Ju­li­en, uzun boy­lu bir uşa­ğa, bir gün ön­ce yü­zü­ne atı­lan kart­lar­dan baş­ka bir de ken­di kar­tı­nı ver­di.

Onu, şa­hi­diy­le be­ra­ber, kırk beş da­ki­ka ka­dar bek­let­ti­ler; en so­nun­da uşak ge­lip on­la­rı za­rif­li­ğiy­le in­sa­nı hay­ran eden bir oda­ya al­dı. Ora­da be­bek gi­bi gi­yin­miş uzun boy­lu bir de­li­kan­lı bul­du­lar; yü­zü­nün hat­la­rın­da Yu­nan gü­zel­li­ği­nin ku­sur­suz­lu­ğu ile an­lam­sız­lı­ğı var­dı. Epey­ce yas­sı olan ka­fa­nın üs­tün­de le­pis­ka saç­la­rı, bir pi­ra­mit gi­bi yük­se­li­yor­du. Bu saç­lar son de­re­ce dik­kat­le ke­si­lip kı­vır­tıl­mış­tı; bir te­li bi­le öbür­le­rin­den uzun de­ğil­di. Emek­li teğ­men için­den: Men­de­bu­run bi­zi bu den­li bek­let­me­si, saç­la­rı­nı kı­vırt­mak için­miş de­di. Ala­ca­lı ro­be de cham­bre'ı, sa­bah­lık pan­to­lo­nu, iş­le­me­li ter­lik­le­ri­ne va­rın­ca­ya ka­dar her şe­yi ku­sur­suz, şa­şı­la­cak de­re­ce­de çe­ki­dü­zen­li idi. Soy­lu fakat boş olan çeh­re­si fi­kir­le­ri­nin, ka­fa­sın­dan pek ara sı­ra ge­çe­bi­le­cek fi­kir­le­rin ha­le, vak­te uy­gun­luk­tan ay­rıl­ma­ya­ca­ğı­nı gös­te­ri­yor­du. Sö­zün kı­sa­sı, bek­le­nil­me­dik şey­ler­den, şa­ka­dan nef­ret eden, pek ağır­baş­lı il­ti­fat­çı ada­mın ta ken­di­siy­di o.

Emek­li teğ­men, Ju­li­en'e, bir ada­mın su­ra­tı­na ka­ba­ca kar­tı­nı at­tık­tan son­ra bir de bu ka­dar bek­let­me­nin ay­rı­ca bir ha­ka­ret ol­du­ğu­nu an­lat­mış­tı. Bu­nu du­yup büs­bü­tün kö­pü­ren Ju­li­en, M. de Be­au­voi­sis'nin bu­lun­du­ğu sa­lo­na yel gi­bi gir­di. Küs­tah­lık et­mek ni­ye­tin­de idi, ge­ne de gö­rü­nüş­te ne­za­ket­ten, ter­bi­ye­den ay­rıl­mak is­te­mi­yor­du.

M. de Be­au­voi­sis'nin ta­vır­la­rın­da­ki uy­sal­lık, hem aşı­rı ne­za­ket, hem de ken­di­ni be­ğen­miş­lik, te­pe­den bak­ma­sı, çev­re­sin­de­ki eş­ya­nın o hay­ran­lı­ğa layık za­ra­fe­ti Ju­li­en'i öy­le­si­ne şa­şırt­tı ki küs­tah dav­ran­mak ni­ye­ti­ni unut­tu­ru­ver­di. Ha­yır, kar­şı­sın­da­ki adam dün­kü adam ola­maz­dı. Kah­ve­de rast­la­dı­ğı ka­ba he­ri­fi gö­re­ce­ği­ni sa­nır­ken bu ka­dar za­rif, bu ka­dar ki­bar bir kim­se ile kar­şı­la­şın­ca öy­le şa­şır­mış­tı ki söy­le­ye­cek bir tek söz bu­la­mı­yor­du. Yü­zü­ne fır­la­tı­lan kart­lar­dan bi­ri­ni uzat­tı. O süs­lü adam Ju­li­en'i, sa­ba­hın ye­di­sin­de sır­tın­da si­yah el­bi­se ile gö­rün­ce, öy­le pek de adam ye­ri­ne koy­ma­mış­tı:

– Bu kart, be­nim kar­tım ama an­la­ya­mı­yo­rum val­la­hi!

Onun ko­nu­şur­ken se­si­ne ver­di­ği eda, Ju­li­en'in öf­ke­si­ni bi­raz ol­sun ar­tır­dı.

– Si­zin­le dü­el­lo et­me­ye gel­dim, mon­sie­ur, de­yip bü­tün işi bir so­luk­ta an­lat­tı.

M. Char­les de Be­au­voi­sis, in­ce­den in­ce­ye dü­şü­nüp ta­şın­dık­tan son­ra, Ju­li­en'in si­yah el­bi­se­si­nin bi­çi­mi­ni gü­zel bul­muş­tu. Onun söz­le­ri­ni din­ler­ken için­den: Bel­li, Sta­ub'a dik­tir­miş, di­yor­du; ye­lek de za­rif, çiz­me­ler de iyi ama böy­le er­ken­den si­yah el­bi­se ne­nin ne­si olu­yor?.. Şüp­he­siz dü­el­lo eder­sek iyi ni­şan ala­ma­ya­yım di­ye ola­cak...

Bu se­bep ak­lı­na gel­di­ğin­de M. de Be­au­voi­sis ge­ne son de­re­ce na­zik­leş­ti, Ju­li­en'e he­men he­men bir ak­ra­nı gi­bi dav­ran­dı. Ko­nuş­ma­la­rı uzun sür­dü, me­se­le hay­li na­zik­ti; fa­kat Ju­li­en'in, bu ka­dar açık bir ha­ki­ka­ti ka­bul et­me­me­si­ne im­kân yok­tu. Kar­şı­sın­da­ki o asil za­rif ada­mın, bir gün ön­ce ken­di­si­ne ha­ka­ret et­miş ka­ba he­ri­fe ben­zer ye­ri mi var­dı san­ki? Ju­li­en kal­kıp git­me­ye bir tür­lü ra­zı ola­mı­yor, bu­nu kaç­mak gi­bi bir şey sa­yı­yor, uzat­tık­ça uza­tı­yor­du. Ya­lı­nız mon­sie­ur den­miş ol­du­ğu için ca­nı sı­kı­lıp ken­di ken­din­den che­va­li­er­de Be­au­voi­sis di­ye söz eden ada­mın ça­lı­mı­nı, ken­di­ni be­ğen­me­si­ni in­ce­den in­ce­ye göz­den ge­çir­di.

Onun, bir çe­şit al­çak gö­nül­lü, lâ­kin bir an bi­le azal­ma­yan ben­cil­lik­le ka­rı­şık ağır­baş­lı­lı­ğı­na im­re­ne­rek ba­kı­yor­du. M. de Be­au­voi­sis'nin, ke­li­me­le­ri söy­ler­ken di­li­ni tu­haf bir su­ret­te oy­nat­ma­sı­na şa­şı­rıp kal­mış­tı... Yal­nız ne var ki bü­tün bun­lar­da, kav­ga çı­kar­mak için en kü­çük bir se­bep bi­le yok­tu. Genç dip­lo­mat, bü­yük bir ne­za­ket­le, dü­el­lo­yu ka­bul et­miş­ti; fa­kat bir sa­at­tir ba­cak­la­rı ay­rık, el­le­ri oy­luk yer­le­ri­ne da­ya­lı, dir­sek­le­ri kal­kık otu­ran emek­li teğ­men, dos­tu M. So­rel'in bir adam­la, o ada­mın kart­la­rı­nı çal­mış­lar di­ye, yok ye­re kav­ga ede­cek in­san­lar­dan ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­di.

Ju­li­en sa­lon­dan çı­kar­ken epey­ce öf­ke­liy­di. Che­va­li­er de Be­au­voi­sis'nin ara­ba­sı ko­şul­muş, mer­di­ve­nin önün­de bek­li­yor­du. Ju­li­en te­sa­dü­fen göz­le­ri­ni kal­dır­dı, ara­ba­cı­yı ta­nı­dı; ken­di­si­ne ha­ka­ret eden iş­te o adam­dı! Onu gör­me­siy­le uzun ce­ke­ti­nin kuy­ru­ğun­dan çe­kip ye­rin­den ala­şa­ğı et­me­si, kır­baç­la ala­bil­di­ği­ne döv­me­si bir ol­du. İki uşak ar­ka­daş­la­rı­nı kur­tar­mak is­te­di; Ju­li­en bir­kaç yum­ruk ye­di. He­men bir ta­ban­ca çı­ka­rıp üzer­le­ri­ne ateş et­ti; uşak­lar kaç­tı­lar. Bü­tün bun­la­rın hep­si bir da­ki­ka bi­le sür­me­miş­ti.

Che­va­li­er de Be­au­voi­sis mer­di­ven­den sa­lı­na sa­lı­na ini­yor, o bü­yük soy­lu ki­şi eda­siy­le "N'olu­yor? N'olu­yor?" di­yor­du. Hiç şüp­he yok ki o da me­rak­tan pat­lı­yor­du; fa­kat da­ha faz­la il­gi gös­ter­mek, dip­lo­mat­lı­ğın şa­nın­dan de­ğil­di. İşin ne ol­du­ğu­nu öğ­re­nin­ce, bir dip­lo­mat çeh­re­sin­den bir an ek­sil­me­me­si ge­re­ken o ha­fif­çe alay­cı so­ğuk­kan­lı­lı­ğı­na göl­ge dü­şüp ba­kış­la­rı­na bir aza­met gel­di. Emek­li teğ­men, M. de Be­au­voi­sis'nin dü­el­lo et­mek is­te­di­ği­ni an­la­dı, an­la­dı ama o da dip­lo­mat­lık gös­te­rip bu işe gi­riş­mek şe­re­fi­nin dos­tun­da kal­ma­sı­na ça­lış­tı.

– İş­te bu­nu an­cak bir dü­el­lo te­miz­ler.

Dip­lo­mat da ce­vap ver­di:

– Ba­na da öy­le ge­li­yor!

Son­ra uşak­la­rı­na dö­nüp:

– Ko­vu­yo­rum o edep­si­zi! Onun ye­ri­ne ara­ba­yı ara­nız­dan baş­ka bi­ri kul­lan­sın.

Ara­ba­nın ka­pı­sı açıl­dı. Che­va­li­er Ju­li­en'le şa­hi­di­ni bin­dir­me­den ken­di de bin­me­di. M. de Be­au­voi­sis'nin dost­la­rın­dan bi­ri­nin evi­ne git­ti­ler. Adam dü­el­lo için sa­kin, ıs­sız bir yer bul­du. Yol­da gi­der­ken ko­nuş­ma doğ­ru­su pek zevk­li ol­du. An­cak dip­lo­ma­tın ro­be de cham­bre'la gez­me­si­ni ya­dır­ga­ma­mak el­de de­ğil­di!

Ju­li­en: Bu bay­lar da soy­lu fakat M. de La Mo­le'e ge­len­ler gi­bi can sı­kı­cı in­san­lar de­ğil di­ye dü­şün­dü; bi­raz son­ra işin se­be­bi­ni de bul­du: Bun­lar açık sa­çık söz­ler­den çe­kin­mi­yor­lar da on­dan. Bir gün ön­ce se­yir­ci­le­rin pek be­ğen­miş bu­lun­duk­la­rı oyun­cu kız­lar­dan söz edi­li­yor­du. M. de Be­au­voi­sis ile dos­tu­nun söz­le­rin­de, Ju­li­en ile şa­hi­di emek­li teğ­me­nin ha­yat­la­rın­da bi­le duy­ma­dık­la­rı bir­ta­kım tu­haf hi­kâ­ye­le­re, de­di­ko­du­la­ra îma­lar var­dı. Ju­li­en on­la­rı bi­li­yor gi­bi gö­rün­mek bu­da­la­lı­ğı­na düş­me­di; bil­me­di­ği­ni açık­ça söy­le­di. Onun bu iç­ten hâ­li, Che­va­li­er'nin dos­tu­nun ho­şu­na git­ti; o hi­kâ­ye­le­ri, de­di­ko­du­la­rı uzun uzun, hem de tat­lı tat­lı an­lat­mak­tan ken­di­ni ala­ma­dı.

Ju­li­en'i bir şey pek hay­re­te dü­şür­dü. Cor­pus Do­mi­ni âyi­ni için so­ka­ğın or­ta­sı­na ku­rul­mak­ta olan bir re­po­so­ir, ara­ba­nın bi­raz dur­ma­sı­na yol aç­tı. Che­va­li­er ile dos­tu bu­nun üze­ri­ne de bir­ta­kım tu­haf şey­ler an­lat­mak­tan çe­kin­me­di­ler; söy­le­dik­le­ri­ne ba­kı­lır­sa cu­re, bir pis­ko­po­sun oğ­lu imiş. Gö­zü duc'lük­te Mar­qu­is de La Mo­le'ün ko­na­ğın­da böy­le bir sö­ze kim­se ce­sa­ret ede­mez­di.

Dü­el­lo ça­buk bit­ti; Ju­li­en ko­lun­dan ya­ra­lan­dı; he­men men­dil­le sar­dı­lar, ya­ra­sı­na is­pir­to sür­dü­ler; che­va­li­er de Be­au­voi­sis Ju­li­en'den, evi­ne dön­mek için ge­ne gel­dik­le­ri ara­ba­ya bin­me­si­ni ri­ca et­ti. Ju­li­en, La Mo­le ko­na­ğın­da otur­du­ğu­nu söy­le­yin­ce genç dip­lo­mat­la dos­tu ba­kış­tı­lar. Ju­li­en'in tut­tu­ğu ki­ra ara­ba­sı da ora­da bek­li­yor­du ama Ju­li­en, che­va­li­er ile dos­tu­nun ko­nuş­ma­la­rı­nı, emek­li teğ­me­nin­ki­ler­den çok da­ha eğ­len­ce­li bul­muş­tu.

Dü­el­lo de­dik­le­ri de bu muy­muş? di­yor­du. Her­hal­de o ara­ba­cı­yı bu­la­bil­di­ğim çok iyi ol­du! Yok­sa kah­ve­de gör­dü­ğüm bu ha­ka­re­te de kat­lan­ma­ya mec­bur ol­mak be­ni pek üze­cek­ti! di­ye dü­şün­mek­ten ken­di­ni ala­ma­dı. İki dos­tun eğ­len­ce­li ko­nuş­ma­la­rı he­men hiç ke­sil­me­miş­ti. Ju­li­en, dip­lo­mat­la­rın ta­kın­dı­ğı o yap­ma­cık­lı tav­rın da bir işe ya­ra­dı­ğı­nı an­cak o za­man an­la­dı.

İçin­den: De­mek ki, di­yor­du, asil­za­de ola­rak doğ­muş kim­se­le­rin ko­nuş­ma­sı, her za­man iç sı­kı­cı bir şey de­ğil­miş! Bun­lar Cor­pus Do­mi­ni âyi­niy­le alay edi­yor, bir­ta­kım açık sa­çık hi­kâ­ye­le­ri bal­lan­dı­ra bal­lan­dı­ra an­lat­mak­tan çe­kin­mi­yor. Yal­nız bir tek ek­sik­le­ri var: Si­ya­set iş­le­ri üze­rin­de fi­kir yü­rüt­mek, on­la­rı mu­ha­ke­me et­mek el­le­rin­den gel­mi­yor; fa­kat ta­vır­la­rın­da­ki ne­za­ket, ifa­de­le­rin­de­ki pü­rüz­süz­lük bu ek­sik­le­ri­ni ört­me­ye faz­la bi­le ge­li­yor. Ju­li­en on­la­ra için­den bir eği­lim du­yu­yor­du. Ah bun­lar­la sık sık gö­rü­şe­bil­sem!

Ju­li­en'den ay­rı­lır ay­rıl­maz Che­va­li­er de Be­au­voi­sis he­men onun kim ol­du­ğu­nu, ne­ci ol­du­ğu­nu so­ruş­tur­ma­ğa baş­la­dı. Öğ­re­ne­bil­dik­le­ri hiç de par­lak de­ğil­di.

Dü­el­lo et­ti­ği ada­mın kim ol­du­ğu­nu pek me­rak edi­yor­du; onu yok­la­ma­ya git­me­si uy­gun de­ğil miy­di? Onun hak­kın­da edi­ne­bil­di­ği ha­ber­ler, ho­şa gi­de­cek şey­ler de­ğil­di.

Şa­hi­di­ne:

– Çok kö­tü bir iş! M. de La Mo­le'ün bir kâ­ti­biy­le dü­el­lo et­ti­ği­mi, hem de bu­na ara­ba­cım kart­la­rı­mı çal­mış di­ye mec­bur ol­du­ğu­mu na­sıl iti­raf ede­rim?

– Doğ­ru­su her­ke­se gü­lünç ol­ma­nın an­la­mı yok de­ğil.

Da­ha o ak­şam che­va­li­er de Be­au­voi­sis ile dos­tu, za­ten pek efen­di­den bir de­li­kan­lı olan o M. So­rel'in Mar­qu­is de La Mo­le'ün tek­lif­siz ah­bap­la­rın­dan bi­ri­nin pi­çi ol­du­ğu­nu her yer­de söy­le­di­ler, ço­ğu kim­se­yi de inan­dır­mak­ta güç­lük çek­me­di­ler. Ju­li­en iyi­le­şip de oda­sın­da ge­çir­me­ğe mec­bur ol­du­ğu on beş gün için­de, genç dip­lo­mat­la dos­tu bir­kaç ke­re yok­la­mak lût­fun­da bu­lun­du­lar. Ju­li­en, ope­ra­ya öm­rün­de yal­nız bir ke­re git­ti­ği­ni on­la­ra iti­raf et­ti. On­lar da:

– Bu na­sıl olur? Baş­ka ne­re­ye gi­di­lir? İlk çık­tı­ğı­nız ak­şam gi­dip Com­te Ory ope­ra­sı­nı gör­me­li­si­niz.

Ope­ra­da che­va­li­er de Be­au­voi­sis Ju­li­en'i, o za­man­lar pek rağ­bet gö­ren şar­kı­cı Ge­ro­ni­mo ile ta­nış­tır­dı.

Ju­li­en, elin­den gel­di­ğin­ce Che­va­li­er'ye ya­ran­ma­ğa ça­lı­şı­yor­du; on­da gör­dü­ğü özü­nü, say­ma­ya, o gi­zem­li önem­li­li­ğe, genç adam ben­cil­li­ğe ba­yı­lı­yor­du. Ama che­va­li­er, ta­nı­mak şe­re­fi­ne eriş­ti­ği bir bü­yük asil­za­de­de böy­le bir ku­sur var di­ye ke­ke­me­li­ğe öze­nir­di. Yok­sul bir taş­ra­lı­nın özen­me­ye ça­lış­ma­sı lazım ge­len hal, ta­vır ku­sur­suz­lu­ğu ile in­sa­nı eğ­len­di­ren gü­lünç­lü­ğün böy­le bir tek şa­hıs­ta bir­leş­ti­ği­ni Ju­li­en o za­ma­na de­ğin hiç gör­me­miş­ti. Onu ope­ra­da che­va­li­er de Be­au­vo­is'nin ya­nın­da gö­rü­yor­lar­dı; öy­le bir kim­se ile ah­bap ol­ma­sı, adı­nın ta­nın­ma­sı­na ya­ra­dı.

Bir gün M. de La Mo­le, Ju­li­en'e:

– De­mek ki, şim­di de Franc­he­Com­te ile­ri ge­len­le­rin­den, be­nim ya­kın dost­la­rım­dan bi­ri­nin gay­rı­meş­ru oğ­lu imiş­si­niz, öy­le mi?

Böy­le bir de­di­ko­du­nun ya­yıl­ma­sın­da ken­di­si­nin hiç­bir ku­su­ru ol­ma­dı­ğı­nı an­lat­mak is­te­yen Ju­li­en:

– Bir ke­res­te­ci oğ­lu ile dü­el­lo et­miş ol­mak M. De Be­au­voi­sis'ye ağır gel­miş.

M. de La Mo­le sö­zü­nü kes­ti:

– Bi­li­yo­rum, bi­li­yo­rum; bu söz be­nim de işi­me ge­li­yor, kuv­vet­len­dir­me­ği ar­tık ba­na bı­ra­kın. Ama siz­den bir ri­cam var; bu is­te­di­ği­mi yap­ma­nız, an­cak ya­rım sa­ati­ni­zi alır: Ope­ra­da oyun ol­du­ğu her gün, sa­at on bir bu­çuk­ta ko­ri­dor­la­ra gi­dip ki­bar se­yir­ci­le­rin çık­ma­sı­nı sey­re­din. Siz da­ha taş­ra­lı­lık hal­le­rin­den ta­ma­mıy­la kur­tul­ma­dı­nız, on­la­rın hiç bi­ri­nin kal­ma­ma­sı lazım. Za­ten bir gün bir iş çı­kar, si­zi bü­yük kim­se­ler­den bi­ri­ne gön­de­re­bi­li­rim; on­la­rı hiç ol­maz­sa bir gör­me­niz iyi olur. Siz ope­ra­da kon­trol gi­şe­si adam­la­rı­na ken­di­ni­zi ta­nı­tın; bi­let­le­ri­niz ha­zır­dır.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro