Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 4: La Mole Konağı

Bu­ra­da ne işi var? Hoş­la­nı­yor mu yok­sa ho­şa git­ti­ği­ni mi sa­nı­yor?

RON­SARD

La Mo­le ko­na­ğı­nın o ki­bar sa­lo­nun­da Ju­li­en her şe­yi ya­dır­gı­yor­sa da bu saz be­niz­li, ka­ra­lar giy­miş de­li­kan­lı da, te­nez­zül bu­yu­rup ken­di­si­ne ba­kan­la­ra pek gel­mi­yor de­ğil­di. Ma­da­me de La Mo­le, ba­zı kim­se­le­rin ye­mek­te bu­lu­na­ca­ğı ak­şam­lar, bir iş çı­ka­rı­lıp Ju­li­en'i ko­nak­tan uzak­laş­tır­ma­sı­nı ko­ca­sı­na tek­lif et­ti. Mar­qu­is:

– Ben bu de­ne­me­yi so­nu­na dek gö­tür­mek is­ti­yo­rum. Ab­be Pi­rard, ya­nı­mı­za al­dı­ğı­mız kim­se­le­rin onu­ru­nu kır­mak­la hiç mi hiç iyi et­me­di­ği­mi­zi söy­lü­yor. Ata­la­rı­mız da, an­cak da­ya­nık­lı ola­na gü­ve­ni­lir de­me­miş­ler mi? Hem bu de­li­kan­lı­nın sof­ra­da ay­kı­rı düş­me­si, sa­de­ce ta­nın­mış bir yüz ol­ma­ma­sın­dan; yok­sa ağ­zı­nı bi­le aç­mı­yor.

Ju­li­en: Bu sa­lo­na ge­lip gi­den­le­rin ad­la­rı­nı, huy­la­rı­nı, bir kâ­ğı­da ya­za­yım da şa­şır­ma­ya­yım.

Say­fa­nın ba­şı­na, ko­na­ğa her va­kit gi­rip çı­kan, Ju­li­en'i de Mar­qu­is he­ve­si­ne uyup pek se­vi­yor sa­na­rak, ne olur ne ol­maz di­ye ona da ya­ran­ma­ya ça­lı­şan beş al­tı ki­şi­nin adı­nı yaz­dı. Bun­lar, az çok gö­nül­süz, yok­sul, za­val­lı adam­lar­dı; şu ka­dar ki – bu­gün asil­za­de sa­lon­la­rın­da rast ge­li­nen bu çe­şit adam­la­rın hak­kı­nı ye­me­mek için söy­le­ye­yim – her­ke­se kar­şı bir de­re­ce­de he­ves­siz de­ğil­ler­di. Ara­la­rın­da öy­le­le­ri var­dı ki Mar­qu­is'nin her ha­re­ke­ti­ne bo­yun eğer de Ma­da­me de La Mo­le'den sert­çe bir söz işit­se is­yan edi­ve­rir­di.

Ki­bir ve iç sı­kın­tı­sı, bu ko­nak bay­la­rı­nın ilik­le­ri­ne dek iş­le­miş­ti. On­lar, iç sı­kın­tı­la­rı­nı gi­der­mek için ha­ka­ret et­me­ye o den­li alış­mış­lar­dı ki ken­di­le­ri­ne ha­ki­kî dost edin­me­le­ri­ne de­ğil, bu­nu um­ma­la­rı­na bi­le im­kân kal­ma­mış­tı. Fa­kat yağ­mur­lu gün­ler, bir de sey­rek olan o yır­tı­cı iç sı­kın­tı­sı an­la­rı bir ya­na bı­ra­kı­lır­sa, ter­bi­ye­de, ne­za­ket­te ku­sur et­tik­le­ri ol­maz­dı.

Ju­li­en'e ba­ba­ca bir dost­luk gös­te­ren o ha­tır sa­yar beş al­tı ki­şi de La Mo­le ko­na­ğın­dan ayak­la­rı­nı ke­se­cek ol­sa, Mar­qui­se çıl­dır­tı­cı bir yal­nız­lı­ğa dü­şü­ve­rir­di. O du­rum­da ka­dın­lar için de yal­nız­lık, da­ya­nıl­maz bir ıs­tı­rap­tır, çün­kü göz­den düş­me be­lir­ti­si­dir.

Mar­qu­is ka­rı­sı­na çok iyi ba­kar, sa­lo­nun­da her va­kit is­ten­di­ği ka­dar adam bu­lun­ma­sı­na dik­kat eder­di; ama se­na­tör ar­ka­daş­la­rı­nı ko­na­ğı­na pek ça­ğır­maz­dı, çün­kü on­la­rı ne dost­lu­ğu­na layık gö­re­cek ka­dar asil bu­lur­du, ne de hiz­me­ti­ne al­ma­ğı is­te­ye­cek ka­dar eğ­len­ce­li.

Ju­li­en bü­tün bu in­ce­lik­le­ri, çok son­ra­la­rı öğ­ren­di. Or­ta hal­li­le­rin ev­le­rin­de her za­man, o gün­kü dev­let yö­ne­ti­mi­nin sö­zü edi­lir ama Mar­qu­is'nin sı­nı­fın­da­ki adam­la­rın ev­le­rin­de o söz, an­cak baş­la­rı pek sı­kıl­dı­ğı za­man açı­lır.

Bu iç sı­kın­tı­sı­na tu­tul­muş çağ­da bi­le eğ­len­mek ih­ti­ya­cı­nın in­san oğ­lu üze­rin­de öy­le bir hük­mü var­dır ki zi­ya­fet ve­ri­len gün­ler­de da­hi, Mar­qu­is sa­lon­dan çı­kar çık­maz, her­kes sı­vış­ma­ya ba­kar­dı. Al­lah ile, ra­hip­ler­le, kral­la, bü­yük me­mur­lar­la, sa­ra­yın ko­ru­du­ğu sa­nat adam­la­rı ile, öte­den be­ri sa­yı­lan âdet­ler­le eğ­len­me­mek, Be­ran­ger'yi, kar­şı ta­raf ga­ze­te­le­ri­ni, Vol­tai­re'i, Ro­us­sea­u'yu, tok söz­lü hiç kim­se­yi öv­me­mek, he­le si­ya­set sö­zü­nü hiç aç­ma­mak şar­tıy­la her­kes is­te­di­ği gi­bi fi­kir yü­rüt­mek­te ser­best idi.

Böy­le bir sa­lon dü­ze­ni­ne kar­şı ko­ya­bil­mek için ne yıl­da yüz bin li­ra ge­li­ri ol­mak pa­ra eder, ne de dün­ya­nın en bü­yük ni­şan­la­rı. Bir par­ça­cık can­lı bir fi­kir ora­lar­da ka­ba­lık sa­yı­lır­dı. Her­ke­sin ter­bi­ye­li, son de­re­ce na­zik ol­ma­sı­na, ho­şa git­mek ar­zu­su­na rağ­men her yüz­de bir can sı­kın­tı­sı gö­rü­lür­dü. Ora­la­ra bir va­zi­fe­dir di­ye ge­len de­li­kan­lı­lar, bir söz açar­lar­sa dü­şün­dük­le­ri, ya­hut ya­sak edil­miş bir ki­ta­bı oku­duk­la­rı mey­da­na çı­kı­ve­rir kor­ku­suy­la, ya Ros­si­ni, ya o gün­kü ha­va üze­ri­ne za­rif bir iki söz söy­le­dik­ten son­ra su­su­ve­ri­yor­lar­dı.

Ju­li­en dik­kat ke­sil­di: Her­ke­sin su­sup ko­nuş­ma­nın ke­sil­me­si­ni ön­le­yen­ler, M. de La Mo­le'ün emig­re­lik yıl­la­rın­da ta­nış­tı­ğı iki vi­com­te ile beş ba­ron­du. Her bi­ri­nin yıl­da al­tı bin­le se­kiz bin ara­sın­da ge­li­ri olan bu bay­la­rın dör­dü Qu­oti­di­en­ne'den, üçü de Ga­zet­te de Fran­ce'tan ya­na idi. Bi­ri her gün sa­ray­da gör­düm, duy­dum di­ye bir şey an­la­tır, bu­nu söy­ler­ken de en­fes, ha­ri­ku­lâ­de ke­li­me­le­ri­ni esir­ge­mez­di. Ju­li­en bu ada­mın tam beş ta­ne ni­şa­nı ol­du­ğu­na dik­kat et­ti; öbür­le­ri­nin­ki­ler ise üçü pek ge­çe­mi­yor­du.

So­fa­da, üst­le­ri baş­la­rı ter­te­miz on uşak bek­ler; bun­lar, bü­tün ak­şam, her on beş da­ki­ka­da bir ya don­dur­ma, ya çay ge­ti­rir­ler­di; ge­ce ya­rı­sı olun­ca da şam­pan­ya içi­lir­di. Ju­li­en'in otur­ma­sı da hep bu ye­mek için­di; ih­ti­şam­la yal­dız­lan­mış bu sa­lon­da ko­nu­şul­mak âdet olan şey­le­rin cid­di­yet­le din­le­ne­bil­me­si­ni bir tür­lü ak­lı al­mı­yor­du. Ba­zen, söy­le­dik­le­ri şey­le­re aca­ba ken­di­le­ri de gül­mü­yor mu di­ye ko­nu­şan­la­rın yü­zü­ne ba­kar­dı. İçin­den: Bi­zim M. de Ma­is­tre'in ez­be­re bil­di­ğim ya­zı­la­rı bu adam­la­rın söz­le­rin­den yüz kat iyi­dir ama o da çok can sı­kar.

El­bet­te bu sa­lon­da in­san­la­rın bu­nal­dı­ğı­nı fark eden yal­nız Ju­li­en de­ğil­di. Bir BÖLÜMü üst üs­te don­dur­ma yi­ye­rek ken­di­le­ri­ni avu­tur; bir BÖLÜMü de, ka­pı­dan çı­kar çık­maz: Şim­di Mar­qu­is de La Mo­le'den ge­li­yo­rum, ora­da işit­ti­ği­me gö­re Rus­ya... di­ye­bil­mek için bu sı­kın­tı­ya kat­la­nır­lar­dı. Ju­li­en'in, ken­di yü­zü­ne de gü­len beş al­tı ki­şi­nin bi­rin­den du­yup öğ­ren­di­ği­ne gö­re, kral­lı­ğın ye­ni­den ku­ru­lu­şun­dan be­ri kay­ma­kam­lık­tan ile­ri gi­de­me­yen za­val­lı Ba­ron Le Bo­ur­gu­ig­non, yir­mi yıl­dır o ko­na­ğa gel­mek­te gös­ter­di­ği sa­da­ka­te kar­şı­lık Ma­da­me de La Mo­le'ün sa­ye­sin­de va­li­li­ğe yük­sel­ti­lip ora­da al­tı ay kal­dı.

İş­te bu bü­yük olay, bü­tün o bay­la­rın gay­re­ti­ni bir kat da­ha ar­tır­dı. Al­tı ay ön­ce en kü­çük şey­den gü­cen­me­le­ri­ne im­kân var­dı; şim­di ise hiç­bir şe­ye da­rıl­mı­yor­lar­dı. Mar­qu­is ile ka­rı­sı­nın, ko­nuk­la­rı­na açık­ça say­gı­da ku­sur et­tik­le­ri pek na­dir­di; ama Ju­li­en sof­ra­da on­la­rın ken­di ara­la­rın­da otu­ran­lar için hay­li za­lim­ce şey­ler fı­sıl­daş­tık­la­rı­nı duy­muş­tu. Bu ki­bar ki­şi­ler, kra­lın ara­ba­la­rı­na bin­miş kim­se­le­rin so­yun­dan ge­len­ler­den baş­ka her­ke­se kar­şı ta iç­le­rin­den ge­len bir ha­fif­se­me his­si bes­le­dik­le­ri­ni giz­le­mez­ler­di. Ju­li­en dik­kat et­ti, an­cak haç­lı­lar har­bi sö­zü geç­ti­ği za­man yüz­le­rin­de say­gı ile ka­rı­şık de­rin bir cid­dî­lik be­li­ri­yor­du. Her za­man gös­ter­dik­le­ri say­gı­da ise, te­nez­zü­lü an­dı­ran ga­rip bir şey var­dı.

Bü­tün bu gör­kem ile iç sı­kın­tı­sı ara­sın­da Ju­li­en, M. de La Mo­le'den baş­ka bir şe­ye il­gi gös­ter­mi­yor­du. Bir gün Mar­qu­is'nin o Le Bo­ur­gu­ig­non za­val­lı­sı­nın iler­le­me­si işin­de ken­di­si­nin par­ma­ğı ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­me­si­ni du­yun­ca pek se­vin­di. Mar­qu­is'nin bu sö­zü, ka­rı­sı­nı mem­nun et­mek için­di; Ju­li­en işin as­lı­nı Ab­be Pi­rard'dan öğ­ren­miş­ti.

Ki­tap oda­sın­da bir sa­bah Ab­be, Ju­li­en'le be­ra­ber, o uza­yıp gi­den Fri­la­ir dâ­va­sı için ha­zır­lık­lar ya­par­ken bir­den­bi­re Ju­li­en:

– Mon­sie­ur, her ak­şam Ma­da­me la Mar­qui­se'in sof­ra­sın­da bu­lun­mak be­nim bu­ra­da gör­mem lazım ge­len iş­ler­den bi­ri mi­dir, yok­sa bu, ba­na edi­len bir il­ti­fat mı­dır?

Böy­le bir so­ru­ya âde­ta kı­zan Ab­be:

– Hem de ne bü­yük bir il­ti­fat, bir bil­sen. O aka­de­mi üye­si M. N.. on beş yıl­dır bu­ra­ya ge­lip yüz su­yu dök­tü­ğü hal­de, ye­ğe­ni M. Tan­bea­u için böy­le bir il­ti­fat yü­zü gör­me­di.

– Mon­sie­ur, ba­na so­rar­sa­nız, işi­min en zah­met­li ta­ra­fı, ak­şam­la­rı Mar­qui­se'in sof­ra­sı­na otur­mak. Ruh­ban oku­lun­da bu den­li sı­kıl­ma­dım. Ba­zen ba­kı­yo­rum, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün bi­le es­ne­di­ği olu­yor; hâlbuki o, bu ko­na­ğa ge­lip gi­den­le­rin ne­za­ke­ti­ne el­bet­te alış­mış­tır... Ben uyu­ya ka­la­ca­ğım di­ye kor­ku­yo­rum. Çok ri­ca ede­rim, izin alın da ben ak­şam ye­mek­le­ri­ni gi­dip iki fran­ga, kim­se­nin bil­me­di­ği bir lo­kan­ta­da yi­ye­yim.

Son­ra­dan gör­me­ler­den olan Ab­be, bir bü­yük soy­lu­nun sof­ra­sı­na otur­ma­nın ne den­li onur­lu bir şey ol­du­ğu­nu bi­lir­di. Bu­nu Ju­li­en'in de ka­fa­sı­na sok­ma­ya uğ­ra­şır­ken ha­fif bir gü­rül­tü du­yup iki­si de ba­şı­nı çe­vir­di. Ju­li­en, Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün din­le­di­ği­ni gör­dü. Kıp­kır­mı­zı ol­du. Mat­hil­de bir ki­tap al­ma­ya gel­miş, her şe­yi de duy­muş­tu; Ju­li­en bi­raz gö­zü­ne gir­di. Bu adam, o ih­ti­yar Ab­be gi­bi, diz­le­ri yer­de doğ­ma­mış. Aman Ya­rab­bi, ne de çir­kin bir he­rif o Ab­be!

Sof­ra­da Ju­li­en, göz­le­ri­ni kal­dı­rıp Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'e ba­ka­mı­yor­du; fa­kat o, Ju­li­en'e söz söy­le­mek lüt­fun­da bu­lun­du. O ak­şam, çok kim­se­nin gel­me­si bek­le­ni­yor­du; Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le Ju­li­en'e kal­ma­sı­nı sa­lık ver­di. Pa­ris­li kız­lar, genç­lik ça­ğı­nı aş­mış kim­se­ler­den, he­le üst­le­ri­ne baş­la­rı­na pek bak­maz­lar­sa, hiç de hoş­lan­maz­lar. M. Le Bo­ur­gu­ig­non'un sa­lon­da hâ­lâ gö­zü­ken ar­ka­daş­la­rı, her za­man Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün eğ­len­ce­si ol­mak şe­re­fi­ne erer­ler­di. Bu­nu an­la­mak için Ju­li­en'in, öy­le pek di­ra­yet­li ol­ma­sı­na da ge­rek yok­tu. O gün, bil­mem bu­nu gös­te­riş ol­sun di­ye mi yap­tı? Her ne­den­se Mat­hil­de, can sı­kan­la­rı kö­tü­le­mek­te her za­man­kin­den ile­ri git­ti.

Mar­qui­se'in yük­sek ar­ka­lık­lı, ge­niş kol­tu­ğu ar­ka­sın­da he­men her ak­şam top­la­nan bir­kaç ki­şi, Mat­hil­de'nin et­ra­fı­nı sa­rar­lar­dı. Mar­qu­is de Cro­ise­no­is, Com­te de Cay­lus, Vi­com­te de Luz ile ge­rek Nor­bert'in, ge­rek kız kar­de­şi­nin ah­bap­la­rın­dan iki üçü genç su­bay on­lar­dan­dı. Bu bay­lar ma­vi, bü­yük bir ka­ne­pe­ye di­zi­lir­ler­di. Ka­ne­pe­nin bir ucu­na Mat­hil­de otu­rur­du; öbür ucu­na da Ju­li­en ol­duk­ça al­çak bir ha­sır is­kem­le­ye yer­le­şir­di. Onun pek de par­lak, ra­hat ol­ma­yan bu ye­ri­ni kıs­ka­nan dal­ka­vuk­lar az de­ğil­di.

Nor­bert, ba­ba­sı­nın kâ­ti­bi­ni uy­gun bir bi­çim­de ağır­lar, her ak­şam bir iki de­fa ona da söz söy­ler ve­ya sö­zü­nü eder­di. O ak­şam Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le Ju­li­en'den, Be­san­çon ka­le­si­nin bu­lun­du­ğu te­pe­nin yük­sek­li­ği­ni sor­du. Ju­li­en, o te­pe Mon­mar­tre'dan yük­sek mi­dir, de­ğil mi­dir, bi­le­me­di. Ço­ğu za­man, ora­da ko­nu­şu­lan söz­le­ri ger­çek­ten hoş bu­lup gü­ler­di; fa­kat ken­di­si­nin öy­le şey­ler uy­du­rup söy­le­mek bir tür­lü elin­den gel­mi­yor­du. San­ki ya­ban­cı bir dil­di; an­lı­yor, be­ğe­ni­yor ama ko­nuş­ma­ya ge­lin­ce bir tür­lü be­ce­re­mi­yor­du.

Mat­hil­de'nin dost­la­rı o ak­şam, o ge­niş sa­lo­na ge­len­le­re kar­şı, sü­rek­li bir düş­man­lık için­de idi­ler. Ön­ce, da­ha iyi ta­nı­dık­la­rı için, ko­na­ğa dai­ma ge­lip gi­den­le­ri çe­kiş­tir­di­ler. Ju­li­en'in bu söz­le­re na­sıl ku­lak ke­sil­di­ği­ni söy­le­me­ye bil­mem ha­cet var mı? Adı anı­lan­lar da, sö­zün ge­li­şi de onu pek il­gi­len­di­ri­yor­du.

Mat­hil­de:

– Oo­o! Ba­kın, M. Des­cou­lis pe­ru­ka tak­ma­mış; yok­sa va­li­li­ği­ne de­ha yo­lun­dan mı var­mak is­ti­yor? Yü­ce fi­kir­ler­le do­lu o daz­lak ka­fa­sı­nı her­ke­sin gö­zü önü­ne se­ri­yor.

Mar­qu­is de Cro­ise­no­is:

– O ada­mın ta­nı­ma­dı­ğı kim­se yok­tur; am­cam kar­di­na­le de ge­lir gi­der. Her dos­tu­na bir ya­lan uy­dur­muş­tur, yıl­lar­ca hiç şa­şır­ma­dan o ya­la­na gö­re ha­re­ket eder; dost­la­rı da iki üç yü­zü bu­lur. Dost­lu­ğu bes­le­mek­te doğ­ru­su hü­ne­ri var­dır. Kış sa­ba­hı­nın sa­at ye­di­sin­de, ka­ra, ça­mu­ra bak­maz, bir dos­tu­nun ka­pı­sı­nı ça­lar.

Ara sı­ra bir dar­gın­lık çı­ka­rıp küs­lük üze­ri­ne ye­di se­kiz mek­tup ya­zar. Son­ra ba­rı­şır, bu se­fer de ge­ne ye­di se­kiz mek­tup ya­zıp dost­lu­ğu­nu an­la­tır. Ama ta­kın­dı­ğı en par­lak hal, kin bes­le­me­yen te­miz yü­rek­li adam ha­li­dir, o za­man bir gör­me­li ne iç­ten gel­me söz­ler bu­lur! Bu oyu­na kalk­tı mı, bi­lin ki bir ri­ca­sı var­dır. Am­ca­mın mua­vin­le­rin­den bi­ri, M. Des­cou­lis'nin kral­lı­ğın tek­rar ku­ru­lu­şun­dan be­ri ge­çir­di­ği ha­ya­tı pek tat­lı an­la­tır. Onu bu­ra­ya bir ge­ti­re­yim de din­le­yin.

Com­te de Cay­lus:

—Siz, onun de­dik­le­ri­ne bak­ma­yın. Öy­le kü­çük adam­lar ara­sın­da her va­kit mes­lek kıs­kanç­lık­la­rı olur.

Mart­qu­is:

– M. Des­cou­lis adı ta­ri­he ge­çe­cek. Ab­be de Pradt, M. de Tal­ley­rand, M. Poz­zo di Bor­go ile be­ra­ber, kral­lı­ğı ye­ni­den ku­ran odur.

Nor­bert:

– Elin­den mil­yon­lar geç­miş olan bu adam, bu­ra­ya ge­lip ba­ba­mın ba­zen pek ile­ri va­ran ha­ka­ret­le­ri­ne na­sıl kat­la­nı­yor, bir tür­lü an­la­ya­mı­yo­rum. Ge­çen gün ba­bam, sof­ra­nın bir ucun­dan öbü­rü­ne ba­ğı­ra­rak so­ru­yor­du: Azi­zim Des­co­uli­a, si­zin dost­la­rı­nı­za et­ti­ği­niz ha­in­lik kaç ol­du?

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le:

– Onun ha­in­lik et­ti­ği doğ­ru mu­dur? Za­ten dost­la­rı­na ha­in­lik et­me­miş kim kal­dı ki?

Com­te de Cay­lus, Nor­bert'e:

– Nee­e? M. Sa­inc­la­ir de bu­ra­ya ge­li­yor mu? O meş­hur hür­ri­yet­çi­nin bu­ra­da ne işi var? Bir de onun ya­nı­na gi­dip ko­nu­şa­yım, ko­nuş­tu­ra­yım; pek za­rif, pek ze­ki­dir di­yor­lar.

M. de Cro­ise­no­is:

– Ba­ka­lım an­nen onu na­sıl kar­şı­la­ya­cak? Dü­şün­ce­le­ri o ka­dar aşı­rı, o ka­dar mert­çe, o ka­dar ba­ğım­sız ki...

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le:

– He­le he­le şu si­zin ba­ğım­sız ada­ma bir ba­kın! M. Des­cou­lis'yi yer­le­re ka­dar selam­lı­yor. Eli­ni öy­le bir tut­muş ki, ben de öpe­cek san­dım.

Cro­ise­no­is:

– Des­cou­lis'nin ik­ti­dar­da bu­lu­nan­lar­la ara­sı, san­dı­ğı­mız­dan da iyi ol­ma­lı!

Nor­bert:

– M. Sa­inc­la­ir bu­ra­ya, aka­de­mi­ye gi­re­bil­mek için ge­li­yor. He­le bir ba­kın, Cro­ise­no­is, Ba­ron L... yi na­sıl selam­lı­yor.

M. de Luz:

– Diz çök­se bel­ki bu ka­dar ba­ya­ğı ol­maz!

Nor­bert:

– Azi­zim So­rel, siz el­bet­te ze­ki bir adam­sı­nız ama bu­ra­ya taş­ra­dan gel­di­niz... Si­ze ben­den öğüt ol­sun, hiç kim­se­yi, Tan­rı'yı bi­le, bu bü­yük şa­i­rin selam­la­dı­ğı gi­bi selam­la­ma­yın.

Mat­hil­de, Ba­ron Bâ­ton'un gel­di­ği­ni ha­ber ve­ren uşa­ğın se­si­ni bi­raz yan­sı­la­ya­rak:

– M. le ba­ron Bâ­ton, en ze­ki, en za­rif adam.

M. de Cay­lus:

– Sa­nı­rım uşak­lar bi­le onun­la eğ­le­ni­yor. Ba­ron Bâ­ton! Ne de tu­haf bir ad!

Mat­hil­de sö­ze ka­rış­tı:

– Ge­çen gün bi­ze, in­sa­nın adın­dan ne çı­kar? di­yor­du. Duc de Bo­uil­lon bir sa­lo­na ilk gel­di­ği gün, uşak adı­nı söy­le­yin­ce ne tu­haf olur bir dü­şü­nün, be­nim adı­ma da da­ha pek alı­şıl­ma­dı, iş­te o ka­dar...

Ju­li­en ka­ne­pe­nin ya­nın­dan ay­rıl­dı. Ha­fif bir ala­yın o pek ho­şa gi­den in­ce­lik­le­ri­ni pek ta­da­ma­dı­ğı için şa­ka­ya gü­le­mi­yor, şa­ka­nın da ak­la uy­gun ol­ma­sı­nı is­ti­yor­du. Bu genç­le­rin ko­nuş­ma­la­rın­da, her­kes­te gö­rü­len bir­bi­ri­ni kö­tü­le­me ar­zu­sun­dan baş­ka bir şey bu­la­mı­yor, o söz­le­re ca­nı sı­kı­lı­yor­du. Onun o taş­ra­lı­la­ra, bir de İn­gi­liz­le­re has er­dem sa­tı­cı­lı­ğı, bu söz­ler­de bir çe­ke­mez­lik bi­le gö­rü­yor­du; ama bun­da hiç şüp­he­siz ya­nı­lı­yor­du. İçin­den: Com­te Nor­berl'in, al­ba­yı­na yir­mi sa­tır­lık bir mek­tup için tam üç müs­ved­de yaz­dı­ğı­nı gör­düm, bü­tün öm­rün­de, M. Sa­inc­la­ir'in­ki­ler gi­bi bir say­fa ya­zı yaz­sa, da­ha ne is­ter.

Pek de öy­le önem­li bir adam ol­ma­dı­ğı için kim­se­nin dik­ka­ti­ni çek­me­den, ay­rı ay­rı top­lan­mış ko­nu­şan­la­rın ara­sı­na so­kul­du; uzak­tan Ba­ron Bâ­ton'u kol­lu­yor, onu bir din­le­mek is­ti­yor­du. O pek ze­ki ada­mın en­di­şe­li bir ha­li var­dı; Ju­li­en onun bu ha­li­nin an­cak üç dört za­rif, iğ­ne­li söz bul­duk­tan son­ra bi­raz geç­ti­ği­ni gör­dü. Böy­le­si­ne bir ze­kâ, ge­niş bir alan ol­ma­lı ki açıl­sın! di­ye dü­şün­dü. Ba­ron öy­le kı­sa nük­te­ler, ci­nas­lar be­ce­re­mez­di; onun par­lak ola­bil­mek için, her bi­ri al­tı­şar sa­tır­dan kı­sa ol­ma­mak üze­re, en aşa­ğı dört cüm­le­ye ih­ti­ya­cı var­dı.

Ju­li­en'in ar­ka­sın­da bi­ri fı­sıl­da­dı:

– Bu adam ko­nuş­mu­yor, ki­ta­bet ya­rı­şı­na gi­riş­miş.

Ju­li­en dön­dü, o sö­zü söy­le­yen ada­mın Com­te Chal­vet ol­du­ğu­nu öğ­re­nin­ce kıp­kır­mı­zı ke­sil­di. M. Chal­vet, as­rın en in­ce ada­mı­dır. Ju­li­en onun adı­na Me­mo­ri­al de Sa­in­te He­le­ne'de de, Na­pol­yon'un söy­le­yip yaz­dır­dı­ğı ta­rih par­ça­la­rın­da da rast gel­miş­ti. Com­te Chal­vet sö­zü­nü kı­sa söy­ler bir adam­dı; ama sö­zü ile at­tı­ğı ok­lar bi­rer şim­şek gi­bi par­lar, doğ­ru, can­lı, ba­zen da de­rin olur­du. Bir iş üze­ri­ne edi­len sö­ze o ka­rış­tı mı, o sa­at me­se­le ay­dın­lan­ma­ya yüz tu­tar­dı. O iş­le ili­şi­ği olan bir­ta­kım va­ka­lar söy­ler, tat­lı tat­lı din­le­tir­di. Za­ten si­ya­set iş­le­rin­de utan­maz­lı­ğa va­ran çiğ çiğ gö­rüş­le­ri de var­dı.

Göğ­sün­de üç ni­şan ta­şı­yan bir bay­la hiç şüp­he­siz alay edi­yor:

– Ben fik­ri hür bir ada­mım. Ben bu­gün, al­tı haf­ta ön­ce­ki fik­ri­mi de­ğiş­tir­me­miş ol­ma­ya borç­lu mu­yum? Borç­lu isem, bir dü­şün­dü­ğüm şey ar­tık be­ni bas­kı­sı al­tı­na alı­yor de­mek­tir.

Çev­re­si­ni sar­mış olan dört de­li­kan­lı, yüz­le­ri­ni ek­şit­ti­ler. Bu bay­lar eğ­len­ce­li söz­den hoş­lan­maz. Com­te Chal­vet, faz­la ile­ri git­miş ol­du­ğu­nu an­la­dı. Çok şü­kür ki M. Bal­land gö­zü­ne iliş­ti. Bu M. Bal­land fa­zi­let, na­mus söz­le­ri­ni ağ­zın­dan dü­şür­mez bir hin oğ­lu hin idi. Com­te Chal­vet onun­la ko­nuş­ma­ya baş­la­dı; çev­re­sin­de­ki­ler yak­laş­tı­lar, za­val­lı Bal­land'ın iyi­ce bir ıs­la­tı­la­ca­ğı bel­li idi. M. Bal­land yü­zü­nün ga­yet çir­kin, ki­bar­lar âle­min­de­ki ilk adım­la­rı­nın da an­la­tıl­ma­sı zor şey­ler ol­ma­sı­na rağ­men yük­sek his­ler­den, ahlak­tan dem vu­ra vu­ra çok zen­gin bir ka­dın­la ev­len­miş­ti. Bu ka­dın öl­müş­tür; on­dan son­ra al­dı­ğı, ge­ne ga­yet zen­gin ka­dın ise sa­lon­lar­da gö­zük­mez. M. Bal­land'ın yıl­da alt­mış bin li­ra ge­li­ri var­dır, onun da et­ra­fı­nı –ken­di­ne gö­re– dal­ka­vuk­lar al­mış­tır; fa­kat M. Bal­land bu­nun­la bö­bür­len­mez, ge­ne boy­nu bü­kük­tür. Com­te Chal­vet ona bü­tün bun­lar­dan in­saf­sız­ca bah­set­ti. Az son­ra, et­raf­la­rın­da top­la­nan­lar otu­zu bul­du. Her­kes, as­rın umu­du olan ağır­baş­lı de­li­kan­lı­lar bi­le, gü­lüm­sü­yor­du.

Ju­li­en için­den: Bu adam M. de La Mo­le'e ni­çin ge­li­yor? Bu­ra­da her­ke­sin eğ­len­ce­si ol­du­ğu bel­li di­ye ge­çi­rip işin as­lı­nı so­rup öğ­ren­mek için Ab­be Pi­rard'ın ya­nı­na git­ti.

M. Bal­land bir yo­lu­nu bu­lup sı­vış­tı.

Nor­bert:

– Çok şü­kür! Ba­ba­mı kol­la­ma­ya ge­len­ler­den bi­ri git­ti; şim­di yal­nız o to­pal yer­den bit­me Na­pi­er kal­dı.

Ju­li­en: İşin as­lı yok­sa bu mu? Öy­ley­se Mar­qu­is, Bal­land'ı ni­çin evi­ne alı­yor?

So­murt­kan Ab­be Pi­rard, sa­lo­nun bir kö­şe­si­ne çe­kil­miş, uşak­lar ge­len­le­rin adı­nı söy­le­dik­çe Bar­bi­er de Se­vil­le'in Ba­si­le'i gi­bi ho­mur­da­nı­yor­du:

– Bu­ra­sı ha­ra­mi­ler ma­ğa­ra­sı mı­dır ne­dir? Her ne ad işit­sen, bir edep­si­zin adı.

Ab­be Pi­rard'ın böy­le ho­mur­dan­ma­sı, ga­yet tabii ki­bar­lar âle­mi­nin ne­yi önem­se­di­ği­ni bil­me­di­ğin­den­di. Fa­kat dost­la­rı jan­se­nist­ler­den bu adam­lar hak­kın­da öğ­ren­dik­le­ri ga­yet­le doğ­ruy­du. On­la­rın sa­lon­la­ra gi­rip çık­ma­la­rı, bü­tün par­ti­le­re de, ken­di çı­kar­la­rı­na da hiz­met et­me­ği bil­me­le­rin­den­di. O ak­şam Ab­be, bir­kaç da­ki­ka, Ju­li­en'in te­lâş­la sor­duk­la­rı­na der­di­ni dö­ke dö­ke ce­vap ver­di ama son­ra, her­kes için kö­tü­dür de­me­ye mec­bur ol­du­ğu­nu gö­rün­ce, da­ha faz­la gü­na­ha gir­me­mek için sus­tu. Bu öf­ke­li jan­se­nist, dün­ya­da Hı­ris­ti­yan­la­rın baş bor­cu iyi­lik edip iyi­lik söy­le­mek ol­du­ğu­na da inan­dı­ğın­dan dün­ya­sı el­bet­te ce­hen­nem olur­du.

Ju­li­en ka­ne­pe­ye tek­rar dö­nün­ce Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le:

– Bu Ab­be Pi­rard'ın da na­sıl bir su­ra­tı var?

Ju­li­en bu sö­ze si­nir­len­me­si­ne rağ­men Mat­hil­de'e hak ver­di. M. Pi­rard'ın o sa­lon­da bu­lu­nan en na­mus­lu adam ol­du­ğu hiç su gö­tür­mez­di ama si­vil­ce­li su­ra­tı, he­le şim­di­ki gi­bi vic­da­nı­nın bur­gu­su be­lir­me­ye baş­la­dı­ğı za­man­lar, pek çir­kin şey­di. Ju­li­en için­den: Bir de in­sa­nın ne ol­du­ğu yü­zün­den oku­nur der­ler! Ab­be Pi­rard'ın en çir­kin­leş­ti­ği za­man­lar, ru­hu­nun asil­li­ği yü­zün­den pi­re­yi de­ve ya­pıp vic­dan aza­bı çek­ti­ği za­man­lar­dır; oy­sa­ki ha­fi­ye ol­du­ğu her­kes­çe bi­li­nen Na­pi­er'nin yü­zün­de te­miz, sa­kin bir bah­ti­yar­lık var. Doğ­ru­su Ab­be Pi­rard, par­ti­si­nin is­te­di­ği ol­sun di­ye hay­li şey­le­re kat­lan­mış, ken­di­ne bir uşak tut­muş, üs­tü­nü ba­şı­nı da dü­zelt­miş­ti.

Ju­li­en sa­lon­da tu­haf bir hal sez­di: Bü­tün göz­ler ka­pı­ya çev­ri­li­ver­miş, or­ta­yı bir­den­bi­re bir ses­siz­lik kap­la­mış­tı. Uşak­lar, son se­çim­ler­de yap­tı­ğı ile her­ke­sin dik­ka­ti­ni üze­ri­ne çek­miş olan Ba­ron de Tolly'nin gel­di­ği­ni ha­ber ve­ri­yor­du. Ju­li­en öne doğ­ru yü­rü­dü, onu iyi­ce gör­dü. Ba­ron de Tolly bir se­çim ku­ru­lu­nun baş­ka­nı idi. Ma­ri­fet gös­ter­me­ye kal­kıp, par­ti­ler­den bi­ri­nin oy pu­su­la­la­rı­nı el ça­buk­lu­ğu­na ge­tir­miş; bun­la­rın ye­ri­ne san­dı­ğa ken­di adam­la­rın­dan bi­ri­nin adı ile dol­du­rul­muş pus­la­lar at­mış­tı. İşi kö­kün­den çö­züm­le­yen bu kur­naz­lık, seç­men­ler­den bir­ka­çı­nın gö­zü­ne iliş­ti, he­men gi­dip Ba­ron de Tolly'yi öv­dü­ler. Bu kö­tü iş­ten be­ri he­ri­fin ren­gi bir tür­lü ye­ri­ne ge­le­mi­yor­du. Bir­ta­kım sa­kat dü­şün­ce­li adam­lar, kü­rek ce­za­sı sö­zü bi­le et­ti­ler. M. de La Mo­le onu so­ğuk kar­şı­la­dı. Za­val­lı ba­ron ça­bu­cak sı­vış­tı.

Com­te Chal­vet'in:

– Bu­ra­dan böy­le er­ken ay­rıl­ma­sı gi­dip M. Göm­te'u gör­mek için­dir, de­me­si üze­ri­ne; her­kes gü­lüş­tü.

O ak­şam M. de La Mo­le'ün ko­na­ğı­nı dol­du­ran (Mar­qu­is'nin ya­kın­da baş­ba­kan­lı­ğa ge­ti­ri­le­ce­ği söy­le­ni­yor­du) bir­kaç ses­siz bü­yük soy­lu ile ço­ğu le­ke­li fakat hep­si de za­rif bir­çok en­tri­ka­cı ara­sın­da bi­zim kü­çük Tan­bea­u da ken­di­ni gös­ter­me­ye ça­lı­şı­yor­du; o da­ha böy­le yer­le­re ye­ni ye­ni gi­re­bi­li­yor­du. Ger­çi in­ce gö­rüş­le­ri, in­ce fi­kir­le­ri he­nüz be­ce­re­mi­yor­du; ama Tan­bea­u bu ek­si­ği­ni, aşa­ğı­da da gö­rü­le­ce­ği üze­re, üst per­de­den ata­rak ört­me­ye uğ­ra­şır­dı. Ju­li­en, iç­le­rin­de onun da bu­lun­du­ğu kim­se­le­re yak­laş­tı­ğı sı­ra­da Tan­bea­u sor­du:

– O ada­ma ni­çin on yıl ha­pis ce­za­sı ve­ril­mi­yor? Yı­lan­la­rı zin­da­na at­mak ge­rek; baş­la­rı­nı ka­ran­lık­ta ezi ezi­ver­me­li; yok­sa ze­hir­le­ri ka­ba­rır, da­ha da teh­li­ke­li olur­lar. O ada­mı bin ecu pa­ra ce­za­sı­na çarp­mak­tan ne çı­kar? Pa­ra­sı yok­muş, bi­li­yo­ruz, da­ha be­ter ol­sun; ama par­ti­si pa­ra­yı ve­rir. Asıl doğ­ru­su ona beş yüz frank pa­ra, on yıl da ha­pis ce­za­sı ver­mek­tir.

Ka­pı yol­da­şı­nın eda­sın­da­ki, el­le­ri­nin, yü­zü­nün ha­re­ket­le­rin­de­ki şid­de­te hay­ran hay­ran ba­kan Ju­li­en: Bu sö­zü edi­len ca­na­var da kim ola ki? di­ye dü­şün­dü. Aka­de­mi üye­si­nin göz­be­be­ği ye­ğe­ni­nin kü­çük, sıs­ka, çe­kik su­ra­tı o an­da kor­kunç de­ne­cek ka­dar çir­kin­di. Ju­li­en, bi­raz din­le­dik­ten son­ra, sö­zü ge­çen ca­na­va­rın, za­ma­nın en bü­yük şa­i­ri ol­du­ğu­nu an­la­dı.

Ju­li­en'in göz­le­ri do­lu do­lu ol­du. Al­çak! Utan­maz! Se­fil he­rif! Bu de­dik­le­ri­nin acı­sı­nı faz­la­sıy­la çı­ka­rı­rım ben sen­den. O ka­dar he­ye­can­lıy­dı ki, için­de kal­ma­sı lazım ge­len bu söz­le­ri yük­sek ses­le söy­le­miş­ti.

İş­te Mar­qu­is'nin baş­kan­lık et­ti­ği par­ti­nin toy genç­le­ri! İf­ti­ra et­ti­ği o ün­lü adam, M. de Ner­val'in pes­pa­ye hü­kü­me­ti­ne de­ğil, bir­bi­ri ar­ka­sın­dan ge­lip dev­ri­len şu az çok na­mus­lu hü­kü­met­ler­den bi­ri­ne ken­di­ni sat­sa ni­şan­lar mı top­la­maz­dı? Pa­ra­sı bol, işi az yer­le­re mi ge­ti­ril­mez­di?

O sı­ra­da Ab­be Pi­rard, uzak­tan Ju­li­en'e işa­ret et­ti; M. de La Mo­le ona bir şey­ler söy­le­miş­ti. Fa­kat o sı­ra­da, göz­le­ri­ni eğ­miş, bir pis­ko­po­sun ah­la­rı­nı vah­la­rı­nı din­le­yen Ju­li­en ya­ka­sı­nı kur­ta­rıp da dos­tu­nun ya­nı­na gel­di­ği va­kit ona, o kü­çük Tan­bea­u men­de­bu­ru­nun te­bel­leş ol­du­ğu­nu gör­dü. Bu edep­siz, Ju­li­en'in gör­dü­ğü ni­me­ti Ab­be Pi­rard'dan bi­lip için­den kin bes­ler, ge­ne de ya­ran­ma­ya ça­lı­şır­dı.

Ölüm bi­zi o köh­ne leş­ten ne za­man kur­ta­ra­cak? Genç ede­bi­yat­çı­nın se­si­ne bir şid­det, la­net eden bir İs­ra­il Pey­gam­be­ri eda­sı ve­re­rek sö­zü­nü et­ti­ği adam, say­gı de­ğer Lord Hol­land idi. Tan­bea­u'nün bi­ri­cik me­zi­ye­ti, he­nüz sağ olan adam­la­rın ha­ya­tı­nı iyi­ce bil­me­si idi; ye­ni İn­gi­liz Kra­lı­nın sal­ta­na­tı za­ma­nın­da ik­ti­da­ra geç­me­ye he­ves ede­bi­le­cek adam­la­rın hep­si­ni bi­rer bi­rer sa­yıp an­lat­mış­tı.

Ab­be Pi­rard yan­da­ki sa­lon­lar­dan bi­ri­ne geç­ti; Jui­ten de onu iz­le­di.

Ab­be:

– Aman, bil­miş olu­nuz, Mar­qu­is ya­zı­cı ta­kı­mın­dan hoş­lan­maz. Lâ­tin­ce bi­lin, eli­niz­den ge­lir­se Yu­nan­ca öğ­re­nin, Mı­sır ta­ri­hi­ni, es­ki İran ta­ri­hi­ni öğ­re­nin, si­ze say­gı gös­te­rir, bil­gin adam di­ye si­zi ko­rur. Fa­kat Fran­sız­ca bir say­fa bi­le ya­zı ya­za­yım de­me­yin; he­le bu adam­la­rın gö­zün­de­ki du­ru­mu­nuz­dan üs­tün, cid­di şey­ler üze­ri­ne ya­zı yaz­ma­ya kalk­ma­yın. Si­ze ya­zar par­ça­sı der de kan­ca­yı ta­kar. Siz, bü­yük bir asil­za­de­nin ko­na­ğın­da otu­ru­yor­su­nuz da duc de Cas­tri­es'in, d'Alem­bert ile Ro­us­sea­u için ne de­di­ği­ni bil­mi­yor mu­su­nuz? Yıl­da bin ecu bi­le ge­lir­le­ri yok, bir de her şey üze­ri­ne fi­kir yü­rüt­me­ye kal­kar­lar de­miş.

Ju­li­en için­den: Ruh­ban oku­lu gi­bi bu­ra­da da her şey ha­ber alı­nı­yor! de­di. Ol­duk­ça tum­tu­rak­lı se­kiz on say­fa ya­zı ka­le­me al­mış­tı. Bun­da baş ope­ra­tö­rün ha­ya­tı­nı öve­rek an­la­tı­yor: Be­ni o adam et­ti. Ju­li­en: O kü­çük def­te­ri koy­du­ğum çek­me­ce her da­im ki­lit­li­dir di­ye dü­şün­dü, oda­sı­na çık­tı, def­te­ri yak­tı, tek­rar sa­lo­na in­di. Par­lak, dö­nek­ler ala­yı çe­kil­miş, göğ­sü ni­şan­lı­lar­dan baş­ka kim­se kal­ma­mış­tı.

Uşak­la­rın her şe­yi ha­zır, ku­ru­lu ge­tir­dik­le­ri sof­ra­nın çev­re­sin­de son de­re­ce soy­lu, ga­yet­le so­fu, ga­yet­le yap­ma­cık­lı, yaş­la­rı otuz­la otuz beş ara­sın­da, ye­di se­kiz ka­dın var­dı. Ma­re­şal de Fer­va­qu­es'ın gü­zel ka­rı­sı, geç kal­dı­ğı için özür di­le­ye­rek sa­lo­na gir­di. Sa­at on iki­yi geç­miş­ti; Ma­re­şa­lin ha­nı­mı gi­dip Mar­qui­se'in ya­nı­na otur­du. Ju­li­en onu gö­rün­ce kal­bi tit­re­di; bu ka­dın göz­le­ri, ba­kı­şı ile Ma­da­me de Re­nal'i an­dı­rı­yor­du.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün ya­nı hâ­lâ ka­la­ba­lık­tı. Mat­hil­de otur­muş, ah­bap­la­rıy­la bir­lik­te, za­val­lı Com­te de Tha­ler'le eğ­le­ni­yor­lar­dı. Com­te de Tha­ler, her mil­let­le harp et­sin­ler di­ye kral­la­ra borç ve­rip pa­ra top­la­mış ol­mak­la meş­hur Ya­hu­di­nin bi­ri­cik oğ­lu idi. Ya­hu­di öl­müş, oğ­lu­na ay­da yüz bin ecu ge­lir ile ne ya­zık ki pek ta­nın­mış bir ad bı­rak­mış­tı. Geç­mi­şi böy­le olan bir ada­mın ya ya­ra­tı­lı­şın­da bir ya­lın­lık, ya ira­de­sin­de kuv­vet bu­lun­ma­lı­dır; yok­sa onun vay ha­li­ne!

El­den ne ge­lir ki, genç Com­te, ken­di­si­ne ya­la­ka­la­rı­nın aşı­la­dı­ğı bin bir id­dia­sı olan bir adam­dı.

M. de Cay­lus Com­te de Tha­ler'e Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'u is­te­mek di­le­ği de aşı­lan­mış ol­du­ğu­nu söy­lü­yor­du (Mat­hil­de'e, yüz bin li­ra ge­lir­le duc ola­cak Mar­qu­is de Cro­ise­no­is göz at­mış­tı.)

Bu söz açıl­dı­ğın­da Nor­bert, acı­yor­muş gi­bi bir ta­vır­la ko­nuş­tu:

– Gü­na­hı­na gir­me­yin, on­da di­lek ne arar!

Za­val­lı Com­te de Tha­ler'in bel­ki baş ek­si­ği, bir is­tek bes­le­mek, bir di­le­ği ol­mak­tı. Ya­ra­tı­lı­şı­nın bu yö­nü ile doğ­ru­su kral ol­ma­ya layık­tı. Hiç dur­ma­dan her­ke­se akıl da­nı­şır fakat ve­ri­len öğüt­le­rin hiç­bi­ri­ni so­nu­na ka­dar tut­ma­ya ce­sa­ret ede­mez­di.

Ma­de­mo­isel­le de La Mo­le'ün de­di­ği­ne gö­re o ada­mın yal­nız su­ra­tı, her za­man ne­şe­li ol­ma­sı­na yol açar­dı. Bu su­rat, en­di­şe ile umut­suz­lu­ğun ga­rip bir su­ret­te bir­leş­ti­ği bir şey­di ama ara sı­ra on­da bir ka­fa tut­ma, şöy­le ke­sip at­ma ha­li de gö­rül­mez de­ğil­di. Fran­sa'nın en zen­gin ada­mı­na, he­le da­ha otuz al­tı­sı­nı bul­ma­mış, bo­yu bo­su ye­rin­de bir de­li­kan­lı ise, ya­kı­şa­nı da böy­le ol­mak de­ğil mi­dir? M. de Cro­ise­no­is on­dan bah­se­der­ken: Çe­kin­gen bir küs­tah­tır der­di. Com­te de Cay­lus, Norbcrt, bı­yık­lı iki üç genç da­ha o ak­şam onu do­ya­sı­ya ala­ya al­dı­lar; ken­di­si hiç far­kı­na var­ma­dı, sa­at bi­re ge­lin­ce­ye de­ğin otur­du.

Nor­bert sor­du:

– Bu ha­va­da siz o meş­hur Arap at­la­rı­nı­zı ka­pı­da mı bek­le­ti­yor­su­nuz?

M. de Tha­ler:

– Ha­yır, de­di, bu ak­şam bek­le­yen­le­ri ye­ni al­dım, öbür­le­rin­den çok ucu­za mal ol­du. Sol ta­raf­ta­ki­ne beş bin frank ver­dim, sağ­da­ki­ni yüz li­ra­ya (iki bin frank) al­dım; ama onu yal­nız ge­ce­le­ri koş­tu­ru­rum ha! Yü­rü­yü­şü de tıp­kı öte­ki­nin­ki­ne ben­zer.

Nor­bert'in sö­zü Com­te'a, ken­di gi­bi ile­ri ge­len bir zat­ta at me­ra­kı bu­lun­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni, at­la­rı­nı yağ­mur­da bı­rak­ma­sı­nın doğ­ru ol­ma­dı­ğı­nı ha­tır­lat­tı. Çı­kıp git­ti; öbür bay­lar da, az son­ra, onun­la alay ede ede, ko­nak­tan ay­rıl­dı­lar.

Ju­li­en, on­la­rın mer­di­ven­den iner­ken hâ­lâ gü­lüş­tük­le­ri­ni du­yun­ca:

Ha­li­min tam ter­si­ni gör­mek de na­sip ol­du! Be­nim yıl­da yir­mi li­ra ge­li­rim yok, sa­at­te yir­mi li­ra ge­li­ri olan bir ada­mın ya­nı­na otur­dum da onun­la alay edil­di­ği­ni gör­düm... Bu­nu gör­mek in­san­da ha­set bı­ra­kır mı?

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro