Bölüm 4: La Mole Konağı
Burada ne işi var? Hoşlanıyor mu yoksa hoşa gittiğini mi sanıyor?
RONSARD
La Mole konağının o kibar salonunda Julien her şeyi yadırgıyorsa da bu saz benizli, karalar giymiş delikanlı da, tenezzül buyurup kendisine bakanlara pek gelmiyor değildi. Madame de La Mole, bazı kimselerin yemekte bulunacağı akşamlar, bir iş çıkarılıp Julien'i konaktan uzaklaştırmasını kocasına teklif etti. Marquis:
– Ben bu denemeyi sonuna dek götürmek istiyorum. Abbe Pirard, yanımıza aldığımız kimselerin onurunu kırmakla hiç mi hiç iyi etmediğimizi söylüyor. Atalarımız da, ancak dayanıklı olana güvenilir dememişler mi? Hem bu delikanlının sofrada aykırı düşmesi, sadece tanınmış bir yüz olmamasından; yoksa ağzını bile açmıyor.
Julien: Bu salona gelip gidenlerin adlarını, huylarını, bir kâğıda yazayım da şaşırmayayım.
Sayfanın başına, konağa her vakit girip çıkan, Julien'i de Marquis hevesine uyup pek seviyor sanarak, ne olur ne olmaz diye ona da yaranmaya çalışan beş altı kişinin adını yazdı. Bunlar, az çok gönülsüz, yoksul, zavallı adamlardı; şu kadar ki – bugün asilzade salonlarında rast gelinen bu çeşit adamların hakkını yememek için söyleyeyim – herkese karşı bir derecede hevessiz değillerdi. Aralarında öyleleri vardı ki Marquis'nin her hareketine boyun eğer de Madame de La Mole'den sertçe bir söz işitse isyan ediverirdi.
Kibir ve iç sıkıntısı, bu konak baylarının iliklerine dek işlemişti. Onlar, iç sıkıntılarını gidermek için hakaret etmeye o denli alışmışlardı ki kendilerine hakikî dost edinmelerine değil, bunu ummalarına bile imkân kalmamıştı. Fakat yağmurlu günler, bir de seyrek olan o yırtıcı iç sıkıntısı anları bir yana bırakılırsa, terbiyede, nezakette kusur ettikleri olmazdı.
Julien'e babaca bir dostluk gösteren o hatır sayar beş altı kişi de La Mole konağından ayaklarını kesecek olsa, Marquise çıldırtıcı bir yalnızlığa düşüverirdi. O durumda kadınlar için de yalnızlık, dayanılmaz bir ıstıraptır, çünkü gözden düşme belirtisidir.
Marquis karısına çok iyi bakar, salonunda her vakit istendiği kadar adam bulunmasına dikkat ederdi; ama senatör arkadaşlarını konağına pek çağırmazdı, çünkü onları ne dostluğuna layık görecek kadar asil bulurdu, ne de hizmetine almağı isteyecek kadar eğlenceli.
Julien bütün bu incelikleri, çok sonraları öğrendi. Orta hallilerin evlerinde her zaman, o günkü devlet yönetiminin sözü edilir ama Marquis'nin sınıfındaki adamların evlerinde o söz, ancak başları pek sıkıldığı zaman açılır.
Bu iç sıkıntısına tutulmuş çağda bile eğlenmek ihtiyacının insan oğlu üzerinde öyle bir hükmü vardır ki ziyafet verilen günlerde dahi, Marquis salondan çıkar çıkmaz, herkes sıvışmaya bakardı. Allah ile, rahiplerle, kralla, büyük memurlarla, sarayın koruduğu sanat adamları ile, öteden beri sayılan âdetlerle eğlenmemek, Beranger'yi, karşı taraf gazetelerini, Voltaire'i, Rousseau'yu, tok sözlü hiç kimseyi övmemek, hele siyaset sözünü hiç açmamak şartıyla herkes istediği gibi fikir yürütmekte serbest idi.
Böyle bir salon düzenine karşı koyabilmek için ne yılda yüz bin lira geliri olmak para eder, ne de dünyanın en büyük nişanları. Bir parçacık canlı bir fikir oralarda kabalık sayılırdı. Herkesin terbiyeli, son derece nazik olmasına, hoşa gitmek arzusuna rağmen her yüzde bir can sıkıntısı görülürdü. Oralara bir vazifedir diye gelen delikanlılar, bir söz açarlarsa düşündükleri, yahut yasak edilmiş bir kitabı okudukları meydana çıkıverir korkusuyla, ya Rossini, ya o günkü hava üzerine zarif bir iki söz söyledikten sonra susuveriyorlardı.
Julien dikkat kesildi: Herkesin susup konuşmanın kesilmesini önleyenler, M. de La Mole'ün emigrelik yıllarında tanıştığı iki vicomte ile beş barondu. Her birinin yılda altı binle sekiz bin arasında geliri olan bu bayların dördü Quotidienne'den, üçü de Gazette de France'tan yana idi. Biri her gün sarayda gördüm, duydum diye bir şey anlatır, bunu söylerken de enfes, harikulâde kelimelerini esirgemezdi. Julien bu adamın tam beş tane nişanı olduğuna dikkat etti; öbürlerininkiler ise üçü pek geçemiyordu.
Sofada, üstleri başları tertemiz on uşak bekler; bunlar, bütün akşam, her on beş dakikada bir ya dondurma, ya çay getirirlerdi; gece yarısı olunca da şampanya içilirdi. Julien'in oturması da hep bu yemek içindi; ihtişamla yaldızlanmış bu salonda konuşulmak âdet olan şeylerin ciddiyetle dinlenebilmesini bir türlü aklı almıyordu. Bazen, söyledikleri şeylere acaba kendileri de gülmüyor mu diye konuşanların yüzüne bakardı. İçinden: Bizim M. de Maistre'in ezbere bildiğim yazıları bu adamların sözlerinden yüz kat iyidir ama o da çok can sıkar.
Elbette bu salonda insanların bunaldığını fark eden yalnız Julien değildi. Bir BÖLÜMü üst üste dondurma yiyerek kendilerini avutur; bir BÖLÜMü de, kapıdan çıkar çıkmaz: Şimdi Marquis de La Mole'den geliyorum, orada işittiğime göre Rusya... diyebilmek için bu sıkıntıya katlanırlardı. Julien'in, kendi yüzüne de gülen beş altı kişinin birinden duyup öğrendiğine göre, krallığın yeniden kuruluşundan beri kaymakamlıktan ileri gidemeyen zavallı Baron Le Bourguignon, yirmi yıldır o konağa gelmekte gösterdiği sadakate karşılık Madame de La Mole'ün sayesinde valiliğe yükseltilip orada altı ay kaldı.
İşte bu büyük olay, bütün o bayların gayretini bir kat daha artırdı. Altı ay önce en küçük şeyden gücenmelerine imkân vardı; şimdi ise hiçbir şeye darılmıyorlardı. Marquis ile karısının, konuklarına açıkça saygıda kusur ettikleri pek nadirdi; ama Julien sofrada onların kendi aralarında oturanlar için hayli zalimce şeyler fısıldaştıklarını duymuştu. Bu kibar kişiler, kralın arabalarına binmiş kimselerin soyundan gelenlerden başka herkese karşı ta içlerinden gelen bir hafifseme hissi beslediklerini gizlemezlerdi. Julien dikkat etti, ancak haçlılar harbi sözü geçtiği zaman yüzlerinde saygı ile karışık derin bir ciddîlik beliriyordu. Her zaman gösterdikleri saygıda ise, tenezzülü andıran garip bir şey vardı.
Bütün bu görkem ile iç sıkıntısı arasında Julien, M. de La Mole'den başka bir şeye ilgi göstermiyordu. Bir gün Marquis'nin o Le Bourguignon zavallısının ilerlemesi işinde kendisinin parmağı olmadığını söylemesini duyunca pek sevindi. Marquis'nin bu sözü, karısını memnun etmek içindi; Julien işin aslını Abbe Pirard'dan öğrenmişti.
Kitap odasında bir sabah Abbe, Julien'le beraber, o uzayıp giden Frilair dâvası için hazırlıklar yaparken birdenbire Julien:
– Monsieur, her akşam Madame la Marquise'in sofrasında bulunmak benim burada görmem lazım gelen işlerden biri midir, yoksa bu, bana edilen bir iltifat mıdır?
Böyle bir soruya âdeta kızan Abbe:
– Hem de ne büyük bir iltifat, bir bilsen. O akademi üyesi M. N.. on beş yıldır buraya gelip yüz suyu döktüğü halde, yeğeni M. Tanbeau için böyle bir iltifat yüzü görmedi.
– Monsieur, bana sorarsanız, işimin en zahmetli tarafı, akşamları Marquise'in sofrasına oturmak. Ruhban okulunda bu denli sıkılmadım. Bazen bakıyorum, Mademoiselle de La Mole'ün bile esnediği oluyor; hâlbuki o, bu konağa gelip gidenlerin nezaketine elbette alışmıştır... Ben uyuya kalacağım diye korkuyorum. Çok rica ederim, izin alın da ben akşam yemeklerini gidip iki franga, kimsenin bilmediği bir lokantada yiyeyim.
Sonradan görmelerden olan Abbe, bir büyük soylunun sofrasına oturmanın ne denli onurlu bir şey olduğunu bilirdi. Bunu Julien'in de kafasına sokmaya uğraşırken hafif bir gürültü duyup ikisi de başını çevirdi. Julien, Mademoiselle de La Mole'ün dinlediğini gördü. Kıpkırmızı oldu. Mathilde bir kitap almaya gelmiş, her şeyi de duymuştu; Julien biraz gözüne girdi. Bu adam, o ihtiyar Abbe gibi, dizleri yerde doğmamış. Aman Yarabbi, ne de çirkin bir herif o Abbe!
Sofrada Julien, gözlerini kaldırıp Mademoiselle de La Mole'e bakamıyordu; fakat o, Julien'e söz söylemek lütfunda bulundu. O akşam, çok kimsenin gelmesi bekleniyordu; Mademoiselle de La Mole Julien'e kalmasını salık verdi. Parisli kızlar, gençlik çağını aşmış kimselerden, hele üstlerine başlarına pek bakmazlarsa, hiç de hoşlanmazlar. M. Le Bourguignon'un salonda hâlâ gözüken arkadaşları, her zaman Mademoiselle de La Mole'ün eğlencesi olmak şerefine ererlerdi. Bunu anlamak için Julien'in, öyle pek dirayetli olmasına da gerek yoktu. O gün, bilmem bunu gösteriş olsun diye mi yaptı? Her nedense Mathilde, can sıkanları kötülemekte her zamankinden ileri gitti.
Marquise'in yüksek arkalıklı, geniş koltuğu arkasında hemen her akşam toplanan birkaç kişi, Mathilde'nin etrafını sararlardı. Marquis de Croisenois, Comte de Caylus, Vicomte de Luz ile gerek Norbert'in, gerek kız kardeşinin ahbaplarından iki üçü genç subay onlardandı. Bu baylar mavi, büyük bir kanepeye dizilirlerdi. Kanepenin bir ucuna Mathilde otururdu; öbür ucuna da Julien oldukça alçak bir hasır iskemleye yerleşirdi. Onun pek de parlak, rahat olmayan bu yerini kıskanan dalkavuklar az değildi.
Norbert, babasının kâtibini uygun bir biçimde ağırlar, her akşam bir iki defa ona da söz söyler veya sözünü ederdi. O akşam Mademoiselle de La Mole Julien'den, Besançon kalesinin bulunduğu tepenin yüksekliğini sordu. Julien, o tepe Monmartre'dan yüksek midir, değil midir, bilemedi. Çoğu zaman, orada konuşulan sözleri gerçekten hoş bulup gülerdi; fakat kendisinin öyle şeyler uydurup söylemek bir türlü elinden gelmiyordu. Sanki yabancı bir dildi; anlıyor, beğeniyor ama konuşmaya gelince bir türlü beceremiyordu.
Mathilde'nin dostları o akşam, o geniş salona gelenlere karşı, sürekli bir düşmanlık içinde idiler. Önce, daha iyi tanıdıkları için, konağa daima gelip gidenleri çekiştirdiler. Julien'in bu sözlere nasıl kulak kesildiğini söylemeye bilmem hacet var mı? Adı anılanlar da, sözün gelişi de onu pek ilgilendiriyordu.
Mathilde:
– Ooo! Bakın, M. Descoulis peruka takmamış; yoksa valiliğine deha yolundan mı varmak istiyor? Yüce fikirlerle dolu o dazlak kafasını herkesin gözü önüne seriyor.
Marquis de Croisenois:
– O adamın tanımadığı kimse yoktur; amcam kardinale de gelir gider. Her dostuna bir yalan uydurmuştur, yıllarca hiç şaşırmadan o yalana göre hareket eder; dostları da iki üç yüzü bulur. Dostluğu beslemekte doğrusu hüneri vardır. Kış sabahının saat yedisinde, kara, çamura bakmaz, bir dostunun kapısını çalar.
Ara sıra bir dargınlık çıkarıp küslük üzerine yedi sekiz mektup yazar. Sonra barışır, bu sefer de gene yedi sekiz mektup yazıp dostluğunu anlatır. Ama takındığı en parlak hal, kin beslemeyen temiz yürekli adam halidir, o zaman bir görmeli ne içten gelme sözler bulur! Bu oyuna kalktı mı, bilin ki bir ricası vardır. Amcamın muavinlerinden biri, M. Descoulis'nin krallığın tekrar kuruluşundan beri geçirdiği hayatı pek tatlı anlatır. Onu buraya bir getireyim de dinleyin.
Comte de Caylus:
—Siz, onun dediklerine bakmayın. Öyle küçük adamlar arasında her vakit meslek kıskançlıkları olur.
Martquis:
– M. Descoulis adı tarihe geçecek. Abbe de Pradt, M. de Talleyrand, M. Pozzo di Borgo ile beraber, krallığı yeniden kuran odur.
Norbert:
– Elinden milyonlar geçmiş olan bu adam, buraya gelip babamın bazen pek ileri varan hakaretlerine nasıl katlanıyor, bir türlü anlayamıyorum. Geçen gün babam, sofranın bir ucundan öbürüne bağırarak soruyordu: Azizim Descoulia, sizin dostlarınıza ettiğiniz hainlik kaç oldu?
Mademoiselle de La Mole:
– Onun hainlik ettiği doğru mudur? Zaten dostlarına hainlik etmemiş kim kaldı ki?
Comte de Caylus, Norbert'e:
– Neee? M. Sainclair de buraya geliyor mu? O meşhur hürriyetçinin burada ne işi var? Bir de onun yanına gidip konuşayım, konuşturayım; pek zarif, pek zekidir diyorlar.
M. de Croisenois:
– Bakalım annen onu nasıl karşılayacak? Düşünceleri o kadar aşırı, o kadar mertçe, o kadar bağımsız ki...
Mademoiselle de La Mole:
– Hele hele şu sizin bağımsız adama bir bakın! M. Descoulis'yi yerlere kadar selamlıyor. Elini öyle bir tutmuş ki, ben de öpecek sandım.
Croisenois:
– Descoulis'nin iktidarda bulunanlarla arası, sandığımızdan da iyi olmalı!
Norbert:
– M. Sainclair buraya, akademiye girebilmek için geliyor. Hele bir bakın, Croisenois, Baron L... yi nasıl selamlıyor.
M. de Luz:
– Diz çökse belki bu kadar bayağı olmaz!
Norbert:
– Azizim Sorel, siz elbette zeki bir adamsınız ama buraya taşradan geldiniz... Size benden öğüt olsun, hiç kimseyi, Tanrı'yı bile, bu büyük şairin selamladığı gibi selamlamayın.
Mathilde, Baron Bâton'un geldiğini haber veren uşağın sesini biraz yansılayarak:
– M. le baron Bâton, en zeki, en zarif adam.
M. de Caylus:
– Sanırım uşaklar bile onunla eğleniyor. Baron Bâton! Ne de tuhaf bir ad!
Mathilde söze karıştı:
– Geçen gün bize, insanın adından ne çıkar? diyordu. Duc de Bouillon bir salona ilk geldiği gün, uşak adını söyleyince ne tuhaf olur bir düşünün, benim adıma da daha pek alışılmadı, işte o kadar...
Julien kanepenin yanından ayrıldı. Hafif bir alayın o pek hoşa giden inceliklerini pek tadamadığı için şakaya gülemiyor, şakanın da akla uygun olmasını istiyordu. Bu gençlerin konuşmalarında, herkeste görülen birbirini kötüleme arzusundan başka bir şey bulamıyor, o sözlere canı sıkılıyordu. Onun o taşralılara, bir de İngilizlere has erdem satıcılığı, bu sözlerde bir çekemezlik bile görüyordu; ama bunda hiç şüphesiz yanılıyordu. İçinden: Comte Norberl'in, albayına yirmi satırlık bir mektup için tam üç müsvedde yazdığını gördüm, bütün ömründe, M. Sainclair'inkiler gibi bir sayfa yazı yazsa, daha ne ister.
Pek de öyle önemli bir adam olmadığı için kimsenin dikkatini çekmeden, ayrı ayrı toplanmış konuşanların arasına sokuldu; uzaktan Baron Bâton'u kolluyor, onu bir dinlemek istiyordu. O pek zeki adamın endişeli bir hali vardı; Julien onun bu halinin ancak üç dört zarif, iğneli söz bulduktan sonra biraz geçtiğini gördü. Böylesine bir zekâ, geniş bir alan olmalı ki açılsın! diye düşündü. Baron öyle kısa nükteler, cinaslar beceremezdi; onun parlak olabilmek için, her biri altışar satırdan kısa olmamak üzere, en aşağı dört cümleye ihtiyacı vardı.
Julien'in arkasında biri fısıldadı:
– Bu adam konuşmuyor, kitabet yarışına girişmiş.
Julien döndü, o sözü söyleyen adamın Comte Chalvet olduğunu öğrenince kıpkırmızı kesildi. M. Chalvet, asrın en ince adamıdır. Julien onun adına Memorial de Sainte Helene'de de, Napolyon'un söyleyip yazdırdığı tarih parçalarında da rast gelmişti. Comte Chalvet sözünü kısa söyler bir adamdı; ama sözü ile attığı oklar birer şimşek gibi parlar, doğru, canlı, bazen da derin olurdu. Bir iş üzerine edilen söze o karıştı mı, o saat mesele aydınlanmaya yüz tutardı. O işle ilişiği olan birtakım vakalar söyler, tatlı tatlı dinletirdi. Zaten siyaset işlerinde utanmazlığa varan çiğ çiğ görüşleri de vardı.
Göğsünde üç nişan taşıyan bir bayla hiç şüphesiz alay ediyor:
– Ben fikri hür bir adamım. Ben bugün, altı hafta önceki fikrimi değiştirmemiş olmaya borçlu muyum? Borçlu isem, bir düşündüğüm şey artık beni baskısı altına alıyor demektir.
Çevresini sarmış olan dört delikanlı, yüzlerini ekşittiler. Bu baylar eğlenceli sözden hoşlanmaz. Comte Chalvet, fazla ileri gitmiş olduğunu anladı. Çok şükür ki M. Balland gözüne ilişti. Bu M. Balland fazilet, namus sözlerini ağzından düşürmez bir hin oğlu hin idi. Comte Chalvet onunla konuşmaya başladı; çevresindekiler yaklaştılar, zavallı Balland'ın iyice bir ıslatılacağı belli idi. M. Balland yüzünün gayet çirkin, kibarlar âlemindeki ilk adımlarının da anlatılması zor şeyler olmasına rağmen yüksek hislerden, ahlaktan dem vura vura çok zengin bir kadınla evlenmişti. Bu kadın ölmüştür; ondan sonra aldığı, gene gayet zengin kadın ise salonlarda gözükmez. M. Balland'ın yılda altmış bin lira geliri vardır, onun da etrafını –kendine göre– dalkavuklar almıştır; fakat M. Balland bununla böbürlenmez, gene boynu büküktür. Comte Chalvet ona bütün bunlardan insafsızca bahsetti. Az sonra, etraflarında toplananlar otuzu buldu. Herkes, asrın umudu olan ağırbaşlı delikanlılar bile, gülümsüyordu.
Julien içinden: Bu adam M. de La Mole'e niçin geliyor? Burada herkesin eğlencesi olduğu belli diye geçirip işin aslını sorup öğrenmek için Abbe Pirard'ın yanına gitti.
M. Balland bir yolunu bulup sıvıştı.
Norbert:
– Çok şükür! Babamı kollamaya gelenlerden biri gitti; şimdi yalnız o topal yerden bitme Napier kaldı.
Julien: İşin aslı yoksa bu mu? Öyleyse Marquis, Balland'ı niçin evine alıyor?
Somurtkan Abbe Pirard, salonun bir köşesine çekilmiş, uşaklar gelenlerin adını söyledikçe Barbier de Seville'in Basile'i gibi homurdanıyordu:
– Burası haramiler mağarası mıdır nedir? Her ne ad işitsen, bir edepsizin adı.
Abbe Pirard'ın böyle homurdanması, gayet tabii kibarlar âleminin neyi önemsediğini bilmediğindendi. Fakat dostları jansenistlerden bu adamlar hakkında öğrendikleri gayetle doğruydu. Onların salonlara girip çıkmaları, bütün partilere de, kendi çıkarlarına da hizmet etmeği bilmelerindendi. O akşam Abbe, birkaç dakika, Julien'in telâşla sorduklarına derdini döke döke cevap verdi ama sonra, herkes için kötüdür demeye mecbur olduğunu görünce, daha fazla günaha girmemek için sustu. Bu öfkeli jansenist, dünyada Hıristiyanların baş borcu iyilik edip iyilik söylemek olduğuna da inandığından dünyası elbette cehennem olurdu.
Julien kanepeye tekrar dönünce Mademoiselle de La Mole:
– Bu Abbe Pirard'ın da nasıl bir suratı var?
Julien bu söze sinirlenmesine rağmen Mathilde'e hak verdi. M. Pirard'ın o salonda bulunan en namuslu adam olduğu hiç su götürmezdi ama sivilceli suratı, hele şimdiki gibi vicdanının burgusu belirmeye başladığı zamanlar, pek çirkin şeydi. Julien içinden: Bir de insanın ne olduğu yüzünden okunur derler! Abbe Pirard'ın en çirkinleştiği zamanlar, ruhunun asilliği yüzünden pireyi deve yapıp vicdan azabı çektiği zamanlardır; oysaki hafiye olduğu herkesçe bilinen Napier'nin yüzünde temiz, sakin bir bahtiyarlık var. Doğrusu Abbe Pirard, partisinin istediği olsun diye hayli şeylere katlanmış, kendine bir uşak tutmuş, üstünü başını da düzeltmişti.
Julien salonda tuhaf bir hal sezdi: Bütün gözler kapıya çevrilivermiş, ortayı birdenbire bir sessizlik kaplamıştı. Uşaklar, son seçimlerde yaptığı ile herkesin dikkatini üzerine çekmiş olan Baron de Tolly'nin geldiğini haber veriyordu. Julien öne doğru yürüdü, onu iyice gördü. Baron de Tolly bir seçim kurulunun başkanı idi. Marifet göstermeye kalkıp, partilerden birinin oy pusulalarını el çabukluğuna getirmiş; bunların yerine sandığa kendi adamlarından birinin adı ile doldurulmuş puslalar atmıştı. İşi kökünden çözümleyen bu kurnazlık, seçmenlerden birkaçının gözüne ilişti, hemen gidip Baron de Tolly'yi övdüler. Bu kötü işten beri herifin rengi bir türlü yerine gelemiyordu. Birtakım sakat düşünceli adamlar, kürek cezası sözü bile ettiler. M. de La Mole onu soğuk karşıladı. Zavallı baron çabucak sıvıştı.
Comte Chalvet'in:
– Buradan böyle erken ayrılması gidip M. Gömte'u görmek içindir, demesi üzerine; herkes gülüştü.
O akşam M. de La Mole'ün konağını dolduran (Marquis'nin yakında başbakanlığa getirileceği söyleniyordu) birkaç sessiz büyük soylu ile çoğu lekeli fakat hepsi de zarif birçok entrikacı arasında bizim küçük Tanbeau da kendini göstermeye çalışıyordu; o daha böyle yerlere yeni yeni girebiliyordu. Gerçi ince görüşleri, ince fikirleri henüz beceremiyordu; ama Tanbeau bu eksiğini, aşağıda da görüleceği üzere, üst perdeden atarak örtmeye uğraşırdı. Julien, içlerinde onun da bulunduğu kimselere yaklaştığı sırada Tanbeau sordu:
– O adama niçin on yıl hapis cezası verilmiyor? Yılanları zindana atmak gerek; başlarını karanlıkta ezi ezivermeli; yoksa zehirleri kabarır, daha da tehlikeli olurlar. O adamı bin ecu para cezasına çarpmaktan ne çıkar? Parası yokmuş, biliyoruz, daha beter olsun; ama partisi parayı verir. Asıl doğrusu ona beş yüz frank para, on yıl da hapis cezası vermektir.
Kapı yoldaşının edasındaki, ellerinin, yüzünün hareketlerindeki şiddete hayran hayran bakan Julien: Bu sözü edilen canavar da kim ola ki? diye düşündü. Akademi üyesinin gözbebeği yeğeninin küçük, sıska, çekik suratı o anda korkunç denecek kadar çirkindi. Julien, biraz dinledikten sonra, sözü geçen canavarın, zamanın en büyük şairi olduğunu anladı.
Julien'in gözleri dolu dolu oldu. Alçak! Utanmaz! Sefil herif! Bu dediklerinin acısını fazlasıyla çıkarırım ben senden. O kadar heyecanlıydı ki, içinde kalması lazım gelen bu sözleri yüksek sesle söylemişti.
İşte Marquis'nin başkanlık ettiği partinin toy gençleri! İftira ettiği o ünlü adam, M. de Nerval'in pespaye hükümetine değil, birbiri arkasından gelip devrilen şu az çok namuslu hükümetlerden birine kendini satsa nişanlar mı toplamazdı? Parası bol, işi az yerlere mi getirilmezdi?
O sırada Abbe Pirard, uzaktan Julien'e işaret etti; M. de La Mole ona bir şeyler söylemişti. Fakat o sırada, gözlerini eğmiş, bir piskoposun ahlarını vahlarını dinleyen Julien yakasını kurtarıp da dostunun yanına geldiği vakit ona, o küçük Tanbeau mendeburunun tebelleş olduğunu gördü. Bu edepsiz, Julien'in gördüğü nimeti Abbe Pirard'dan bilip içinden kin besler, gene de yaranmaya çalışırdı.
Ölüm bizi o köhne leşten ne zaman kurtaracak? Genç edebiyatçının sesine bir şiddet, lanet eden bir İsrail Peygamberi edası vererek sözünü ettiği adam, saygı değer Lord Holland idi. Tanbeau'nün biricik meziyeti, henüz sağ olan adamların hayatını iyice bilmesi idi; yeni İngiliz Kralının saltanatı zamanında iktidara geçmeye heves edebilecek adamların hepsini birer birer sayıp anlatmıştı.
Abbe Pirard yandaki salonlardan birine geçti; Juiten de onu izledi.
Abbe:
– Aman, bilmiş olunuz, Marquis yazıcı takımından hoşlanmaz. Lâtince bilin, elinizden gelirse Yunanca öğrenin, Mısır tarihini, eski İran tarihini öğrenin, size saygı gösterir, bilgin adam diye sizi korur. Fakat Fransızca bir sayfa bile yazı yazayım demeyin; hele bu adamların gözündeki durumunuzdan üstün, ciddi şeyler üzerine yazı yazmaya kalkmayın. Size yazar parçası der de kancayı takar. Siz, büyük bir asilzadenin konağında oturuyorsunuz da duc de Castries'in, d'Alembert ile Rousseau için ne dediğini bilmiyor musunuz? Yılda bin ecu bile gelirleri yok, bir de her şey üzerine fikir yürütmeye kalkarlar demiş.
Julien içinden: Ruhban okulu gibi burada da her şey haber alınıyor! dedi. Oldukça tumturaklı sekiz on sayfa yazı kaleme almıştı. Bunda baş operatörün hayatını överek anlatıyor: Beni o adam etti. Julien: O küçük defteri koyduğum çekmece her daim kilitlidir diye düşündü, odasına çıktı, defteri yaktı, tekrar salona indi. Parlak, dönekler alayı çekilmiş, göğsü nişanlılardan başka kimse kalmamıştı.
Uşakların her şeyi hazır, kurulu getirdikleri sofranın çevresinde son derece soylu, gayetle sofu, gayetle yapmacıklı, yaşları otuzla otuz beş arasında, yedi sekiz kadın vardı. Mareşal de Fervaques'ın güzel karısı, geç kaldığı için özür dileyerek salona girdi. Saat on ikiyi geçmişti; Mareşalin hanımı gidip Marquise'in yanına oturdu. Julien onu görünce kalbi titredi; bu kadın gözleri, bakışı ile Madame de Renal'i andırıyordu.
Mademoiselle de La Mole'ün yanı hâlâ kalabalıktı. Mathilde oturmuş, ahbaplarıyla birlikte, zavallı Comte de Thaler'le eğleniyorlardı. Comte de Thaler, her milletle harp etsinler diye krallara borç verip para toplamış olmakla meşhur Yahudinin biricik oğlu idi. Yahudi ölmüş, oğluna ayda yüz bin ecu gelir ile ne yazık ki pek tanınmış bir ad bırakmıştı. Geçmişi böyle olan bir adamın ya yaratılışında bir yalınlık, ya iradesinde kuvvet bulunmalıdır; yoksa onun vay haline!
Elden ne gelir ki, genç Comte, kendisine yalakalarının aşıladığı bin bir iddiası olan bir adamdı.
M. de Caylus Comte de Thaler'e Mademoiselle de La Mole'u istemek dileği de aşılanmış olduğunu söylüyordu (Mathilde'e, yüz bin lira gelirle duc olacak Marquis de Croisenois göz atmıştı.)
Bu söz açıldığında Norbert, acıyormuş gibi bir tavırla konuştu:
– Günahına girmeyin, onda dilek ne arar!
Zavallı Comte de Thaler'in belki baş eksiği, bir istek beslemek, bir dileği olmaktı. Yaratılışının bu yönü ile doğrusu kral olmaya layıktı. Hiç durmadan herkese akıl danışır fakat verilen öğütlerin hiçbirini sonuna kadar tutmaya cesaret edemezdi.
Mademoiselle de La Mole'ün dediğine göre o adamın yalnız suratı, her zaman neşeli olmasına yol açardı. Bu surat, endişe ile umutsuzluğun garip bir surette birleştiği bir şeydi ama ara sıra onda bir kafa tutma, şöyle kesip atma hali de görülmez değildi. Fransa'nın en zengin adamına, hele daha otuz altısını bulmamış, boyu bosu yerinde bir delikanlı ise, yakışanı da böyle olmak değil midir? M. de Croisenois ondan bahsederken: Çekingen bir küstahtır derdi. Comte de Caylus, Norbcrt, bıyıklı iki üç genç daha o akşam onu doyasıya alaya aldılar; kendisi hiç farkına varmadı, saat bire gelinceye değin oturdu.
Norbert sordu:
– Bu havada siz o meşhur Arap atlarınızı kapıda mı bekletiyorsunuz?
M. de Thaler:
– Hayır, dedi, bu akşam bekleyenleri yeni aldım, öbürlerinden çok ucuza mal oldu. Sol taraftakine beş bin frank verdim, sağdakini yüz liraya (iki bin frank) aldım; ama onu yalnız geceleri koştururum ha! Yürüyüşü de tıpkı ötekininkine benzer.
Norbert'in sözü Comte'a, kendi gibi ileri gelen bir zatta at merakı bulunması gerektiğini, atlarını yağmurda bırakmasının doğru olmadığını hatırlattı. Çıkıp gitti; öbür baylar da, az sonra, onunla alay ede ede, konaktan ayrıldılar.
Julien, onların merdivenden inerken hâlâ gülüştüklerini duyunca:
Halimin tam tersini görmek de nasip oldu! Benim yılda yirmi lira gelirim yok, saatte yirmi lira geliri olan bir adamın yanına oturdum da onunla alay edildiğini gördüm... Bunu görmek insanda haset bırakır mı?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro