Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 4: Baba ile Oğul

Ver­rie­res Be­le­di­ye Baş­ka­nı, er­te­si sa­bah So­rel ba­ba­nın ke­res­te bıç­kı ye­ri­ne doğ­ru şe­hir­den iner­ken ken­di ken­di­ne şöy­le di­yor­du:

– Doğ­ru­su ka­rım ka­fa­sı çok ça­lı­şan bir ka­dın! Üs­tün­lük yi­ne ben­de kal­sın di­ye bel­li et­mek is­te­me­dim ama, Latinceyi bül­bül gi­bi ko­nuş­tu­ğu söy­le­nen o kü­çük pa­paz So­rel'i ben ya­nı­ma al­maz­sam di­len­ci­ler evi mü­dü­rü­nün de ay­nı şe­yi dü­şü­nüp onu be­nim elim­den ka­pı­ve­re­ce­ği hiç ak­lı­ma gel­me­miş­ti. Va­le­nod du­rup din­len­me­den el âle­mi ra­hat­sız et­me­yi dü­şü­nür. Ço­cuk­la­rı­nın da­dı­sın­dan kim bi­lir ne bö­bür­le­ne­rek söz eder­di!.. Bu da­dı bi­zim eve ge­lin­ce de pa­paz cüb­be­si gi­ye­cek mi?

M. de Re­nal bu işi ne­ye bağ­la­ya­ca­ğı­nı dü­şü­ne­rek gi­der­ken uzak­tan aşa­ğı yu­ka­rı al­tı ka­dem bo­yun­da bir köy­lü gör­dü. Bu adam sa­bah­le­yin er­ken kalk­mış, Do­ubs ke­na­rı­na, ye­dek­çi­le­rin geç­me­si­ne mah­sus yo­la yı­ğıl­mış tah­ta­la­rı ölç­mek­le uğ­ra­şı­yor­du. Be­le­di­ye baş­ka­nı­nın yak­laş­tı­ğı­nı gö­rün­ce pek se­vin­me­di; zi­ra tah­ta­la­rı yo­lu ka­pa­tı­yor­du; za­ten on­la­rın ora­ya yı­ğıl­ma­sı­na da izin yok­tu.

So­rel ba­ba – o köy­lü So­rel ba­bay­dı – oğ­lu Ju­li­en için M. de Re­nal'in tek­lif et­ti­ği şe­ye çok şaş­tı; şaş­tı­ğın­dan faz­la da se­vin­di. Ama onu yi­ne de, bu dağ adam­la­rı­nın kur­naz­lık­la­rı­nı giz­le­mek için pek us­ta­lık­la kul­lan­dık­la­rı ve il­gi­siz­lik­le ka­rı­şık hoş­nut­suz­luk gös­te­ren ke­der­li bir ta­vır­la din­le­di. Mem­le­ket­te İs­pan­yol­la­rın hü­küm sür­dü­ğü çağ­lar­da kö­le olan bu adam­lar, Mı­sır tel­lâ­lı­nın çeh­re­sin­de gö­rü­len o hâ­li asa yi­tir­me­miş­ler­dir.

So­rel ce­vap ola­rak ilk ön­ce, ez­be­re bil­di­ği bü­tün say­gı söz­le­ri­ni ar­ka ar­ka­ya sı­ra­la­dı. Bu boş söz­le­ri, çeh­re­si­ne has olan sah­te­lik – hatta hi­le­ci­lik di­ye­bi­li­rim– hâ­li­ni bir kat da­ha ar­tı­ran ace­mi­ce bir gü­lüm­se­me ile tek­rar eder­ken yaş­lı köy­lü­nün ka­fa­sı dur­mu­yor, bu den­li önem­li bir kim­se­nin Ju­li­en'i, bir işe ya­ra­maz oğ­la­nı ya­nı­na al­mak is­te­me­sin­de­ki se­be­bi araş­tı­rı­yor­du. Ju­li­en'den hiç mem­nun de­ğil­di, M. de Re­nal de ona yıl­da 300 frank gi­bi umul­ma­dık bir pa­ra ve­re­ce­ği­ni, ye­di­rip içi­re­ce­ği­ni söy­lü­yor­du; üs­tü­ne ba­şı­na bak­ma­ya bi­le ra­zı ol­muş­tu. So­rel ba­ba­nın bir de­ha ese­ri ola­rak bir­den­bi­re ile­ri sür­dü­ğü bu üst baş işi­ni M. de Re­nal he­men ka­bul et­miş­ti.

Yaş­lı So­rel'in pa­ra­yı, yi­yip iç­me­yi oğ­lu için ye­ter bul­ma­yıp bir de gi­ye­cek sö­zü­ne kal­kış­ma­sı, be­le­di­ye baş­ka­nı­nı şüp­he­len­dir­di. Ken­di ken­di­ne: "Be­nim tek­li­fi­min So­rel'i çok se­vin­dir­me­si ge­re­kir­di. Uma­bi­le­ce­ğin­den pek faz­la­sı­nı bul­du. Ma­dem­ki yi­ne mı­rın kı­rın edi­yor, de­mek ki ona baş­ka yer­den de bir tek­lif gel­miş. Bu da Va­le­nod'dan baş­ka kim­den ola­bi­lir?" M. de Re­nal he­men bir ka­rar ver­me­si için So­rel'i çok sı­kış­tır­dı ise de uğ­raş­ma­sı bo­şa git­ti: Kur­naz ve yaş­lı köy­lü işi ke­sip at­ma­ya bir tür­lü ya­naş­ma­dı; bir de oğ­lu­na da­nış­mak is­ter­miş... San­ki taş­ra­da zen­gin bir ba­ba­nın, on pa­ra bi­le ka­zan­ma­yan oğ­lu­na da­nış­ma­sı yal­nız âdet ye­ri­ni bul­sun di­ye de­ğil­miş gi­bi!

Suy­la iş­le­yen ke­res­te fab­ri­ka­sı de­mek, çay ke­na­rın­da bir sa­laş de­mek­tir. Dam, dört iri tah­ta ka­zık üze­ri­ne tut­tu­rul­muş ça­tı­ya da­ya­nır. Sa­la­şın or­ta­sın­da, se­kiz on ka­dem yük­sek­li­ğin­de inip çı­kan bir bıç­kı gö­rü­lür; ga­yet ba­sit bir ma­ki­ne de kü­tük­le­ri bu bıç­kı­nın önü­ne iter. Onu ha­re­ke­te ge­ti­ren de, odu­nu yas­sı tah­ta bi­çi­min­de ke­sen bıç­kı­yı inip çı­ka­ran da, su ile dö­nen bir çark­tır.

So­rel ba­ba fab­ri­ka­sı­na yak­la­şın­ca, avaz avaz Ju­li­en'e ses­len­di ise de ce­vap ve­ren ol­ma­dı. Yal­nız bü­yük oğul­la­rı­nı gör­dü; bu dev gi­bi adam­lar, el­le­ri­ne bi­rer tah­ta al­mış, bıç­kı­ya gi­de­cek çam kü­tük­le­ri­ni dü­zel­ti­yor­lar­dı. Odu­nun üze­ri­ne çi­zil­miş ka­ra çiz­gi­nin tam üs­tü­ne vur­ma­ya gay­ret ediyor­lar ve her vu­ruş­ta iri iri par­ça­lar ko­pa­rı­yor­lar­dı. Ba­ha­la­rı­nın se­si­ni duy­ma­dı­lar. So­rel ba­ba sala­şa doğ­ru yü­rü­dü; içe­ri gi­rin­ce Ju­li­en'i, bıç­kı ba­şın­da bu­lun­ma­sı lazım ge­len yer­de ara­dı ise de bu­la­ma­dı. Onu beş al­tı ka­dem yu­ka­rı­da gör­dü: Ça­tı tah­ta­la­rın­dan bi­ri­ne ata bi­ner gi­bi otur­muş­u. Ma­ki­ne­nin iş­le­me­si­ni dik­kat­le gö­zet­le­ye­ce­ği­ne ki­tap oku­yor­du. Yaş­lı So­rel'in en sev­me­di­ği, en kız­dı­ğı şey de buy­du. Ju­li­en'in, bü­yük kar­deş­le­ri­nin­ki­ne hiç ben­ze­me­yen ve kuv­vet is­te­yen iş­le­re hiç de uy­gun ol­ma­yan çe­lim­siz vü­cu­du­nu bir ku­sur say­ma­ya­bi­lir­di; lâ­kin bu oku­ma sev­da­sın­dan nef­ret eder­di, ken­di­si oku­ma bil­mez­di.

Ju­li­en'i iki üç de­fa ça­ğır­dı ise de ce­vap ala­ma­dı. De­li­kan­lı­nın, ba­ba­sı­nın gür­ler gi­bi se­si­ni duymama­sı­na se­bep bıç­kı­nın gü­rül­tü­sün­den çok, elin­de­ki ki­ta­ba dal­mış ol­ma­sıy­dı. En son So­rel ba­ba, o yaş­lı ha­lin­de, bıç­kı­nın kes­mek­te ol­du­ğu tah­ta­ya, ora­dan da da­mı tu­tan çap­raz ka­la­sın üze­ri­ne sıç­ra­yı­ver­di. Ju­li­en'in elin­de­ki ki­ta­bı bir vu­ruş­ta ça­ya ka­dar uçur­du. De­li­kan­lı­nın te­pe­si­ne tak­ke gi­bi ge­çi­ve­ren yi­ne öy­le­si­ne zor­lu bir sil­le de den­ge­si­ni kay­bet­tir­di. On dört on beş ka­dem aşa­ğı­da, iş­le­yen ma­ki­ne­nin ma­ni­ve­la­la­rı ara­sı­na dü­şüp pa­ram­par­ça ola­bi­lir­di; fa­kat tam düşerken ba­ba­sı sol eli ile onu tu­tu­ver­di.

– Se­ni tem­bel he­rif se­ni! Bıç­kı­nın ba­şı­na bı­ra­kın­ca sen hep böy­le ki­tap mı oku­ya­cak­sın? Ak­şam pa­pa­zın evi­ne gi­dip za­ma­nı­nı bo­şa har­cı­yor­sun. Ora­da oku­ma­na, bir di­ye­ce­ğim ol­maz.

Ju­li­en, sil­le­nin şid­de­tin­den ser­sem­le­miş, ağ­zı bur­nu da kan için­de kal­mış­tı; ama yi­ne de bıç­kı­nın ba­şı­na, ba­ba­sı­nın söy­le­di­ği ye­re yak­laş­tı. Duy­du­ğu acı­dan çok, pek sev­di­ği ki­ta­bı­nı kay­bet­miş ol­mak göz­le­ri­ni do­lu do­lu et­miş­ti.

– Aşa­ğı­ya in he­le, hay­van, sa­na di­ye­ce­ğim var!

Ma­ki­ne­nin gü­rül­tü­sü, Ju­li­en'in bu em­ri duy­ma­sı­nı en­gel­le­di. Ar­tık in­miş olan ba­ba­sı tek­rar çık­mak zah­me­ti­ne kat­lan­mak is­te­me­di­ğin­den gi­dip ce­viz sı­rı­ğı­nı al­dı ve bu­nun­la oğ­lu­nun om­zu­na vur­du. Ju­li­en aşa­ğı iner in­mez yaş­lı So­rel onu ite ka­ka eve doğ­ru sür­dü. De­li­kan­lı için­den: "Tan­rı bi­lir ne ya­pa­cak!" di­yor­du. Ki­ta­bı­nın düş­tü­ğü ça­ya içi par­ça­la­na­rak bak­tı. Ki­tap­la­rı ara­sın­da, Na­pol­yon'un ha­tı­ra­tı olan Me­mo­ri­al de Sa­in­te­He­le­ne'i çok se­ver, gö­zü gi­bi kol­lar­dı..

Ya­nak­la­rı kı­zar­mış, göz­le­ri ye­re eğil­miş­ti. On se­kiz on do­kuz yaş­la­rın­da, çe­lim­siz, yü­zü pek gü­zel ol­ma­mak­la be­ra­ber bir ki­bar­lık, bir na­zik­lik his­si ve­ren kar­tal bu­run­lu bir de­li­kan­lıy­dı. Sa­kin an­la­rın­da dü­şün­ce ve ateş do­lu olan iri ka­ra göz­le­ri şim­di en kor­kunç kin­le par­lı­yor­du. Pek aşa­ğı­dan baş­la­yan ko­yu kum­ral saç­la­rı al­nı­nı ka­pa­tı­yor­du. Öf­ke­len­di­ği za­man da saç­lar ona bir za­lim­lik ha­li ve­rir­di. Sa­yı­sız in­san çeh­re­si ara­sın­da bel­ki böy­le­si­ne gö­ze çar­pan bir özel­lik­le öbür­le­rin­den ay­rıl­mış ola­nı yok­tur. Fi­dan gi­bi bo­yu, kuv­vet­ten çok kıv­rak­lık gös­te­ri­yor­du. Da­ha ço­cuk­lu­ğun­da, son de­re­ce dü­şün­ce­li ha­li ve ben­zi­nin pek uçuk ol­ma­sı ba­ba­sı­na: "Bu oğ­lan ya ya­şa­maz ya da bi­ze yük olur" de­dirt­miş­ti. Ev­de her­ke­sin kü­çüm­se­ye­rek bak­tı­ğı bu ço­cuk kar­deş­le­rin­den de, ba­ba­sın­dan da nef­ret eder­di. Pa­zar gün­le­ri so­kak­ta ço­cuk­lar­la oy­nar­ken hep da­yak yer­di. Lâ­kin bir yıl­dır şi­rin yü­zü, genç kız­lar ara­sın­da bir­kaç hay­ran bul­ma­sı­na se­bep ol­muş­tu. Za­yıf bir can ol­du­ğu için her­ke­sin hor gör­dü­ğü Ju­li­en, bir gün sö­ğüt­ler için be­le­di­ye baş­ka­nı­na söz söy­le­yen yaş­lı baş ope­ra­tö­rü ta­par­ca­sı­na sev­miş­ti.

Bu ope­ra­tör ba­zen ih­ti­yar So­rel'e oğ­lun­dan bir gün­de bek­le­di­ği pa­ra­yı ve­rir ve ço­cu­ğa Latince ile ta­rih öğ­re­tir­di; fa­kat onun ta­rih di­ye bil­di­ği de 1796 İtal­ya sa­va­şı idi. Ölür­ken "Le­gi­on d'hon­ne­ur" ni­şa­nı ile de­ğiş­ti­ril­miş emek­li ay­lık­la­rı­nı, otuz kırk cilt ka­dar ki­ta­bı­nı Ju­li­en'e bı­rak­mış­tı; bun­la­rın da en de­ğer­li­si­nin, be­le­di­ye baş­ka­nı­nın iti­ba­rı sa­ye­sin­de yo­lu de­ğiş­ti­ri­len hal­kın ma­lı ça­ya na­sıl uç­tu­ğu­nu bi­li­yo­ruz.

Ev­den içe­ri gi­rer gir­mez Ju­li­en, ba­ba­sı­nın güç­lü eli­nin om­zu­na in­di­ği­ni duy­du; da­ha da ağır yum­ruk­lar bek­le­di­ği için tit­ri­yor­du. Yaş­lı köy­lü bir yan­dan onu, bir ço­cu­ğun be­bek­le oy­na­ma­sı gi­bi, evi­rip çe­vi­rir­ken, bir yan­dan da kart se­siy­le ku­la­ğı­nın içi­ne ba­ğır­dı:

– Sor­duk­la­rı­ma ya­lan­sız ce­vap is­te­rim, unut­ma!

Ju­li­en'in iri ka­ra göz­le­ri, yaş­lı ke­res­te­ci­nin kü­çük, uçuk ma­vi ve şir­ret göz­le­riy­le kar­şı­laş­tı. So­rel ba­ba san­ki oğ­lu­nun ta gön­lün­de­ki­ni oku­ma­ya ça­lı­şı­yor­du.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro