Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 19: Düşünmekten Acı Doğar

Her gün­kü olay­la­rın tu­haf ya­nı göz­le­ri­mi­zi alır da

ih­ti­ras­la­rın asıl fe­la­ke­ti­ni gör­mez olu­ruz.

Bar­na­ve

M. de la Mo­le için ha­zır­lan­mış oda­nın, kral git­tik­ten son­ra, yi­ne es­ki eş­ya­sı­nı yer­leş­ti­rir­ken Ju­li­en, dör­de kat­lan­mış, ga­yet ka­lın bir kâ­ğıt bul­du. Bi­rin­ci say­fa­sı­nın al­tın­da şu sa­tır­la­rı oku­du:

Se­na­to aza­sın­dan, *** ni­şan­la­rı che­va­li­er'si, v.s v.s., S. E. M. le Mar­qu­is de la Mo­le'e.

Bu, bir aş­çı ka­dı­nın elin­den çık­mış gi­bi ko­ca ko­ca harf­ler­le ya­zıl­mış bir di­lek­çeydi.

"Mon­sie­ur Le Mar­qu­is,

Bü­tün ha­ya­tım bo­yun­ca di­ni­mi­zin buy­ruk­la­rın­dan ay­rıl­ma­dım. Uğur­suz 93 yı­lın­da Lyon şeh­ri ku­şa­tı­lıp üze­ri­ne bom­ba­lar yağ­dı­rıl­dı­ğı za­man ben de Lyon'da idim. İba­det­te ku­su­rum yok­tur; her pa­zar ma­hal­le­min ki­li­se­si­ne, ayine gi­de­rim. Her yıl pas­kal­ya­da, per­hiz­de ku­sur et­mem, uğur­suz 93 yı­lın­da da per­hiz tut­tum. Ye­mek­le­ri­mi pi­şi­ren ka­dın, ih­ti­lâl­den ön­ce çok uşa­ğım, hiz­met­çim var­dı, cu­ma gü­nü et ye­mez­dim. Ver­rie­res'de her­ke­sin say­gı­sı­nı ka­zan­dım, bu say­gı­ya cid­den layık ol­du­ğu­mu da söy­le­ye­bi­li­rim. Di­nî alay­lar­da say­va­nın al­tın­da, muh­te­rem pe­der­le, bay be­le­di­ye baş­ka­nı­nın ya­nın­da yü­rü­rüm. Tö­ren gün­le­rin­de, ken­di pa­ram­la al­dı­ğım mu­mu ya­kıp elim­de ta­şı­rım. Pa­ris'te ma­li­ye ba­kan­lı­ğın­da, söy­le­dik­le­ri­min doğ­ru­lu­ğu­nu gös­te­ren bel­ge­ler var­dır. M. le Mar­qu­is'den, Ver­rie­res pi­yan­go baş sa­tı­cı­lı­ğı­nın ba­na ve­ril­me­si­ni ri­ca edi­yo­rum. Şim­di­ki baş sa­tı­cı pek has­ta ol­du­ğun­dan ye­ri, her ne şe­kil­de olur­sa ol­sun, açı­la­cak­tır; za­ten se­çim­ler­de li­be­ral­le­re oy ve­rir vb.

De Cho­lin"

Bu di­lek­çe­de, De Moi­rod im­za­sı­nı ta­şı­yan ve: "Sa­dık te­baa­dan M. de Cho­lin'den dün de söz et­mek şe­re­fi­ne eriş­miş­tim" di­ye baş­la­yan bir çık­ma var­dı. Ju­li­en ken­di ken­di­ne: "Bak, Cho­lin bu­da­la­sı bi­le ba­na ne yol­dan git­mek ge­rek­ti­ği­ni gös­te­ri­yor." de­di.

Kral, Ag­de pis­ko­po­su, Mar­gu­is de la Mo­le, on bin şi­şe şa­rap üze­ri­ne, Moi­rod za­val­lı­sı­nın at­tan düş­me­si ve ni­şan al­mak umu­duy­la tam bir ay ya­tıp evin­den çık­ma­ma­sı üze­ri­ne bir yı­ğın ya­lan­lar uy­du­rul­muş, ap­tal­ca söz­ler söy­len­miş, gü­lünç tar­tış­ma­la­ra gi­ri­şil­miş­ti. Fa­kat kra­lın git­ti­ği­nin haf­ta­sın­da bü­tün bun­lar unu­tu­lup yal­nız ke­res­te­ci­nin oğ­lu Ju­li­en So­rel'in fah­rî mu­ha­fız bö­lü­ğü­ne inat ola­rak so­kul­ma­sı, bu son de­re­ce­yi bu­lan ha­yâ­sız­lık ha­tır­lar­da kal­mış­tı. Sa­bah, ak­şam kah­ve­de ses­le­ri kı­sı­lın­ca­ya ka­dar eşit­lik fik­ri­ni yay­ma­ğa ça­lı­şan zen­gin ku­maş fab­ri­ka­tör­le­ri­nin bu ko­nu­da söy­le­dik­le­ri­ni bir din­le­me­li idi! Bu edep­siz­ce iş hep o Ma­da­me de Re­nal de­ni­len bur­nu bü­yük ka­dı­nın işi de­ğil miy­di? Ne­den yap­mış­tı? An­la­ma­ya­cak ne var? O kü­çük Ab­be So­rel'in gü­zel göz­le­ri, pem­be ya­nak­la­rı, ni­çin yap­tı­ğı­nı is­te­nil­di­ğin­den da­ha iyi an­lat­mı­yor mu?

Vergy'ye dön­dük­le­rin­den az son­ra ço­cuk­la­rın en kü­çü­ğü Sta­nis­las­Xa­vi­er hum­ma­ya tu­tul­du; Ma­da­me de Re­nal de bir­den­bi­re müt­hiş vic­dan azap­la­rı çek­me­ye baş­la­dı. Yap­tık­la­rın­dan ilk de­fa ola­rak böy­le sü­rek­li bir su­ret­te piş­man­lık du­yu­yor­du; ne den­li bü­yük bir gü­nah iş­le­miş ol­du­ğu­nu, bir mu­ci­ze ile göz­le­ri bir­den­bi­re açıl­mış gi­bi, şim­di an­lı­yor­du. Ger­çi din­dar­lık onun ta içi­ne iş­le­miş­ti fakat o ana de­ğin iş­le­di­ği su­çun Tan­rı gö­zün­de ne kö­tü bir şey ol­du­ğu­nu dü­şün­me­miş­ti.

Vak­ti za­ma­nın­da Sac­re­Coe­ur kız­lar mek­te­bin­de okur­ken Tan­rı­yı ade­ta ateş­le sev­miş­ti; şim­di ise on­dan öy­le kor­ku­yor­du ki! Kor­ku­su dü­şün­ce­den, akıl yü­rüt­me­den doğ­muş bir kor­ku ol­ma­dı­ğı için gön­lü­nü par­ça­la­yan ıs­tı­rap­lar büs­bü­tün şid­det­le­ni­yor­du. Ju­li­en, bir par­ça­cık ol­sun mu­ha­ke­me et­me­ğe kal­kış­ma­nın Ma­da­me de Re­nal'i ya­tış­tır­mak şöy­le dur­sun, da­ha çok si­nir­len­dir­di­ği­ni bu yol­da­ki tec­rü­be­le­riy­le an­la­dı. Ma­da­me de Re­nal, öy­le söz­le­ri ce­hen­nem di­li di­ye kar­şı­lı­yor­du. Ju­li­en de kü­çük Sta­nis­las'ı çok se­ver­di; bu­nun için­dir ki, onun has­ta­lı­ğın­dan söz et­ti­ği va­kit söz­le­ri­ni din­le­te­bi­li­yor­du. Has­ta­lık ağır­laş­tı. Ar­tık Ma­da­me de Re­nal, din­mek, uyuş­mak bil­me­yen vic­dan aza­bı yü­zün­den uyu­ya­maz ol­muş­tu. Hep su­su­yor­du ve bu sus­ma­sın­da kor­kunç bir hal var­dı: Bir tek ke­li­me­cik söy­le­se bu, hiç şüp­he­siz, gü­na­hı­nı Tan­rı­ya da, kul­la­ra da iti­raf et­mek için ola­cak­tı.

Ju­li­en, onun­la baş ba­şa ka­lın­ca:

– Al­lah aş­kı­na sa­kın kim­se­ye bir şey söy­le­me­yin, di­yor­du; çek­ti­ği­niz aza­bı bi­len ki­şi bir ben ola­yım. Be­ni hâ­lâ bi­raz ol­sun se­vi­yor­sa­nız kim­se­ye bir şey söy­le­me­yin. Söy­le­ye­cek­le­ri­niz Sta­nis­las­çı­ğı­mı­zın ate­şi­ni dü­şür­mez ki!

Lâ­kin Ju­li­en'in söz­le­ri hiç işe ya­ra­mı­yor­du. Ma­da­me de Re­nal, an­cak Ju­li­en'den nef­ret ede­bi­lir­se Tan­rı'nın ga­za­bı­nı ya­tış­tı­ra­bi­le­ce­ği­ni, yok­sa oğ­lu­nun öle­ce­ği­ni ak­lı­na koy­muş­tu; Ju­li­en, bu­nu fark et­mi­yor­du.Ma­da­me de Re­nal'in asıl üzün­tü­sü de, aş­kın­dan nef­re­tin im­kân­sız ol­du­ğu­nu an­la­ma­sın­dan ge­li­yor­du.

Bir gün Ju­li­en'e:

– Be­ni bı­ra­kıp gi­din, de­di; Al­lah aş­kı­na bu ev­den gi­din; oğ­lum, siz bu­ra­da­sı­nız di­ye öle­cek.

– Al­lah be­ni çar­pı­yor, de­di, doğ­ru; ada­le­ti ye­ri­ni bu­la­cak; ben, çok bü­yük gü­nah iş­le­dim, hem de hiç­bir vic­dan aza­bı duy­mu­yor­dum! Al­lah'ın gö­zün­de ar­tık ye­rim kal­ma­dı­ğı­nı bun­dan da an­la­ma­lı idim; şim­di iki kat ce­za gör­sem yi­ne ye­rin­de­dir.

Duy­du­ğu bu söz­ler Ju­li­en'e çok do­kun­du. Ri­ya ve abart­ma ol­ma­dı­ğı­nı gö­rü­yor­du. "Be­ni sev­mek­le oğ­lu­nu öl­dür­dü­ğü­nü sa­nı­yor ama za­val­lı ka­dın­ca­ğız yi­ne de be­ni oğ­lun­dan çok se­vi­yor, içi­ni ke­mi­ren, öl­dü­ren azap da hiç şüp­he­siz iş­te bu; kuv­vet­li, bü­yük his bu­na der­ler. Ama ben, bu ka­dar yok­sul, ter­bi­ye­siz, bil­gi­siz olan ben, ba­zen en bü­yük ka­ba­lık­lar eden ben, na­sıl ol­du da böy­le bir aşk uyan­dı­ra­bil­dim?"

Bir ge­ce ço­cuk büs­bü­tün ağır­laş­mış­tı. Sa­ba­hın iki­si­ne doğ­ru M. de Re­nal, onu yok­la­ma­ğa gel­di. Ateş­ler için­de ya­nan ço­cuk kıp­kır­mı­zı ke­sil­miş­ti, ba­ba­sı­nı ta­nı­ya­ma­dı. Bir­den­bi­re Ma­da­me de Re­nal, ko­ca­sı­nın ayak­la­rı­na ka­pan­dı. Ju­li­en, onun ar­tık her şe­yi söy­le­yip ken­di ken­di­ni mah­vet­mek is­te­di­ği­ni an­la­dı. Çok şü­kür bu ga­rip ha­re­ket M. de Re­nal'i ra­hat­sız et­ti.

– Adie­u! Adie­u! di­ye­rek oda­dan çık­mak is­te­di.

Ma­da­me de Re­nal, önün­de diz çök­müş, onu dur­dur­ma­ya ça­lı­şı­yor­du.

– Din­le, din­le be­ni, de­di. Sa­na her şe­yin doğ­ru­su­nu söy­le­ye­ce­ğim. Oğ­lu­muz hep be­nim yü­züm­den ölü­yor. Onu ben dün­ya­ya ge­tir­dim, dün­ya­ya gö­zü­nü ka­pa­ma­sı­na da ben yol açı­yo­rum. Al­lah be­ni ce­za­lan­dı­rı­yor; onun gö­zün­de ben bir ka­ti­lim. Ben ken­di­mi ayak­lar al­tı­na atar­sam bel­ki Al­lah'ın ga­za­bı­nı ya­tış­tı­ra­bi­li­rim.

M. de Re­nal'de ha­yal de­nen şey­den bir par­ça­cık bu­lun­say­dı, bu ka­dar­la da ha­ki­ka­ti an­lar­dı. Diz­le­ri­ne sa­rıl­mak is­te­yen ka­rı­sı­nı ite­rek:

– Ne de tu­haf dü­şün­ce­ler! Hep abuk sa­buk söz­ler! Ju­li­en, sa­bah­le­yin er­ken­den he­ki­mi ça­ğır­tın. Oda­sı­na, yat­ma­ğa git­ti. Ma­da­me de Re­nal, yi­ne diz üs­tü düş­tü, ya­rı ba­yıl­mış­tı. Yar­dı­mı­na ko­şan

Ju­li­en'i hırs­la öf­key­le it­ti. Ju­li­en, şa­şı­rıp kal­dı, için­den:

"De­mek ki zi­na iş­le­yen cid­den çar­pı­lı­yor!" de­di... "Pa­paz­la­rın, o kur­naz, hi­le­kâr pa­paz­la­rın.. yok­sa hak­kı mı var? On­ca gü­nah iş­le­dik­le­ri hal­de on­lar, gü­na­hın ha­ki­ka­ti­ni an­la­ya­bil­miş­ler mi? Ne ga­rip şey!.."

M. de Re­nal çı­kıp gi­de­li yir­mi da­ki­ka­yı geç­miş­ti; Ju­li­en, sev­di­ği ka­dı­nın, ba­şı hâ­lâ ço­cu­ğun kü­çük kar­yo­la­sı­na da­ya­lı, ha­re­ket­siz ve bay­gın bir hal­de ol­du­ğu­nu gör­dü. İçin­den: "İş­te yük­sek ruh­lu bir ka­dın ki, be­ni ta­nı­dı­ğı için en bü­yük baht­sız­lı­ğa düş­tü!" de­di.

Sa­at­ler hız­la ge­lip ge­çi­yor. Be­nim elim­den ona ne yar­dım ge­lir? Bir şey­ler yap­ma­lı­yım. Şim­di ben ken­di­mi de­ğil, onu dü­şün­me­li­yim. El âlem­den, el âle­min o ba­ya­ğı yap­ma­cık­la­rın­dan ba­na ne? Bu ka­dın için elim­den ne ge­le­bi­lir ki?... Bı­ra­kıp git­mek doğ­ru olur mu? Git­sem onu, içi­ni ke­mi­ren ıs­tı­rap­la ya­pa­yal­nız bı­rak­mış ola­ca­ğım. Ko­ca­sı de­ni­len o kuk­la gi­bi he­ri­fin iyi­li­ğin­den çok kö­tü­lü­ğü do­ku­nur. Ka­ba ka­ba söy­le­nir­ken ağ­zın­dan acı bir söz çı­kı­ve­rir; ka­dın­ca­ğız çıl­dı­rır, ken­di­ni pen­ce­re­den atar.

"Bı­rak­sam, gözku­lak ol­ma­sam, kal­kıp ko­ca­sı­na işi an­la­ta­cak. Kim bi­lir, bel­ki he­rif de, yaş­lı ha­la­dan ka­la­cak mal­la­ra bak­maz, bir re­za­let çı­ka­rır... Ka­dın­ca­ğız şu Ab­be Mas­lon de­nen b..'a da her şe­yi söy­le­ye­bi­lir. O he­rif, al­tı ya­şın­da­ki ço­cuk­ca­ğı­zın has­ta­lı­ğı­nı ba­ha­ne et­ti, ev­den çık­mı­yor; mak­sa­dı­nı da bi­li­yo­ruz. Ma­da­me de Re­nal acı­sın­dan, Al­lah kor­ku­sun­dan kör gi­bi ol­du, o ke­ra­ta­nın ne adam ol­du­ğu­nu unut­tu, ona yal­nız bir pa­paz di­ye ba­kı­yor.

Ma­da­me de Re­nal, bir­den­bi­re göz­le­ri­ni açıp:

– Git.. git bu­ra­dan.. def ol, de­di.

Ju­li­en:

– Bu an­da, de­di, se­nin için ne yap­mam doğ­ru ola­ca­ğı­nı bil­sem, ca­nı­mı ve­rir­dim. Se­ni hiç bir za­man bu ka­dar sev­me­dim, me­le­ğim, da­ha doğ­ru­su an­cak se­ni şim­di layık ol­du­ğun şe­kil­de ta­pı­nır­ca­sı­na aşk ile sev­me­ğe baş­la­dım. Se­ni bı­ra­kıp gi­der­sem, he­le be­nim yü­züm­den se­nin bed­baht ol­du­ğu­nu dü­şün­dük­çe, be­nim ha­lim ni­ce olur? Fa­kat çek­ti­ğim, çe­ke­ce­ğim ıs­tı­rap­la­rın sö­zü­nü et­me­nin sı­ra­sı de­ğil. Gi­de­ce­ğim, gi­de­ce­ğim, ru­hum. Fa­kat ben gi­der­sem, sa­na göz ku­lak ol­maz­sam, her va­kit ko­can­la se­nin ara­nız­da bu­lun­maz­sam ona her şe­yi söy­ler. Ken­di ken­di­ni ya­kar­sın. Bir dü­şün: Se­ni evin­den al­çak­ça­sı­na ko­var. Bu re­za­let bü­tün Ver­ric­res'de, bü­tün Be­san­çon'da dil­le­re des­tan olur. Son­ra her­kes se­ni hak­sız çı­ka­rır ve bir da­ha bu yüz ka­ra­sın­dan kur­tu­la­maz­sın...

Ma­da­me de Re­nal, aya­ğa fır­la­ya­rak ba­ğır­dı:

– Be­nim de is­te­di­ğim bu ya!

– Lâ­kin bu çir­kin re­za­let onu da fe­lâ­ke­te sü­rük­ler!

– Ben ken­di ken­di­mi al­çalt­mak, ça­mur­la­ra at­mak is­ti­yo­rum; bel­ki böy­le­lik­le de ço­cu­ğu­mu kur­ta­rı­rım. Böy­le her­ke­sin önün­de ken­di­ni al­çalt­mak, ce­za­mı çek­mek de­ğil mi­dir? Be­nim za­yıf ak­lı­mın al­dı­ğı­na gö­re in­sa­nın Al­lah için ede­ce­ği en bü­yük fe­da­kâr­lık da bu de­ğil mi­dir?... Bel­ki be­nim bu fe­da­kâr­lı­ğı­mı ka­bul lüt­fun­da bu­lu­nur da yav­ru­mu ba­ğış­lar! Ba­na bun­dan da ağır bir fe­da­kâr­lık gös­ter, he­men ya­pa­yım.

– Bı­rak da ben ken­di­mi ce­za­lan­dı­ra­yım. Trap­pe ma­nas­tı­rı­na çe­ki­lip bir ke­şiş ola­yım mı? Böy­le bir ha­ya­tın züh­dü, cid­di­li­ği Al­lah'ın ga­za­bı­nı ya­tış­tı­ra­bi­lir... Ah! Sta­nis­las'ın has­ta­lı­ğı ba­na geç­se ne olur­du?...

Ma­da­me de Re­nal, kal­kıp Ju­li­en'in kol­la­rı­na atı­la­rak ba­ğır­dı:

– Onu sen de se­ver­sin, sen de se­ver­sin, öy­le de­ğil mi?

Ne var ki Ju­li­en'i yi­ne deh­şet­le it­ti ve tek­rar diz çö­küp:

– İnan­ma­sı­na ina­nı­rım, ina­nı­rım, be­nim bi­ri­cik dos­tum! Sta­nis­las'ın ba­ba­sı sen ol­san ne olur­du? O za­man se­ni oğ­lun­dan çok sev­mem bir gü­nah ol­maz­dı.

– Mü­saa­de eder mi­sin? Git­me­yip ka­la­yım ve se­ni sa­de­ce kar­de­şin­mi­şim gi­bi se­ve­yim. Gü­na­hı­mı­zın en doğ­ru ke­fa­re­ti bu olur, Al­lah'ın ga­za­bı­nı da ya­tış­tı­rı­rız.

Ma­da­me de Re­nal, kal­kıp iki eliy­le Ju­li­en'in ba­şı­nı tut­tu ve kol­la­rı­nı ge­rip onun göz­le­ri­ne ba­ka­rak:

– Ya ben? Ya ben? di­ye sor­du. Se­ni bir kar­deş gi­bi sev­mek be­nim elim­den ge­lir mi?

Ju­li­en, hün­gür hün­gür ağ­lı­yor­du. Onun ayak­la­rı­na ka­pa­nıp:

– Söy­le­di­ği­ni ya­pa­rım, her ne em­re­der­sen et, ya­pa­rım; be­nim için ya­pa­cak baş­ka ne var ki! de­di. Ak­lım kör­leş­ti; ne­re­ye baş­vu­ra­ca­ğı­mı bi­le­mi­yo­rum. Bu­ra­dan gi­der­sem sen her şe­yi ko­ca­na an­la­tır, ken­di­ni de, onu da mah­ve­der­sin. Kal­sam, evla­dı­nın ölü­mü­ne be­nim se­bep ol­du­ğu­mu sa­nı­yor, acı­dan ölü­yor­sun. Be­nim git­me­min ne et­ki­si ola­cak, is­ter­sen bir de­ne. İs­ter­sen ben gü­na­hı­mı­zın ce­za­sı­nı çek­mek için bir haf­ta se­ni bı­ra­kıp gi­de­yim. Se­kiz gü­nü­mü, se­nin se­çe­ce­ğin bir yer­de ge­çi­re­yim, her şey­den eli­mi ete­ği­mi çe­ke­yim. Söz ge­li­şi, Bray­ler­Ha­ut ma­nas­tı­rı­na gi­de­rim ama sen de, be­nim bu­lun­ma­dı­ğım bu za­man için­de ko­ca­na bir şey söy­le­me­ye­ce­ği­ne ye­min et. Sen ona bir şey söy­ler­sen bir da­ha be­nim ge­ri gel­me­me im­kân kal­maz, bir dü­şün.

Ma­da­me de Re­nal söz ver­di; Ju­li­en git­ti fakat iki gün geç­me­den ge­ri ça­ğı­rıl­dı.

– Sen bu­ra­da ol­ma­yın­ca be­nim ye­mi­ni­mi tut­mam müm­kün ol­mu­yor. Sen her an bu­ra­da bu­lu­nup da ba­kış­la­rın­la ba­na sus­ma­mı em­ret­mez­sen ko­ca­ma her şe­yi an­la­tı­ve­re­ce­ğim. Bu kö­tü, pis ha­ya­tın her saa­ti ba­na bir gün gi­bi uzun ge­li­yor.

So­nun­da Tan­rı, bu za­val­lı ana­ya acı­dı. Sta­nis­las ya­vaş ya­vaş teh­li­ke­yi at­lat­tı ama ar­tık es­ki ta­sa­sız­lık, si­hir bo­zul­muş­tu. Ma­da­me de Re­nal, gü­na­hı­nın bü­yük­lü­ğü­nü kav­ra­mış, bir da­ha den­ge­yi bu­la­mı­yor­du. Vic­dan aza­bı din­me­di, böy­le iç­ten bir in­sa­nın gön­lün­de tu­ta­bi­le­ce­ği bü­tün ye­ri kap­la­dı. Şim­di Ma­da­me de Re­nal'in ha­ya­tı­nın ya­rı­sı cen­net­te, ya­rı­sı ce­hen­nem­de ge­çi­yor­du. Ju­li­en'i gör­me­di­ği va­kit ce­hen­nem, onun diz­le­ri­ne ka­pan­dı­ğı an­lar cen­net... Ju­li­en'e, ken­di­ni bü­tün bü­tün aş­kı­na bı­rak­tı­ğı an­lar­da bi­le: Ar­tık hiç­bir umu­dum kal­ma­dı, di­yor­du. Bir lâ­net­le­me ol­du­ğu­mu, bir da­ha kur­tu­la­ma­ya­cak bir lâ­net­le­me ol­du­ğu­mu bi­li­yo­rum. Sen genç­sin, sen ba­na ka­pıl­dın, Tan­rı se­nin su­çu­nu ba­ğış­lar; ama ben bir lâ­net­le­me­yim. Bu­nu şüp­he­siz ola­rak bi­li­yo­rum. Kor­ku­yo­rum; ce­hen­ne­mi gö­rür de kim kork­maz? Doğ­ru­su bu ya, yap­tı­ğı­ma piş­man de­ği­lim. Bu su­çu ön­ce­den iş­le­me­miş ol­sam şim­di iş­ler­dim. Yal­nız Tan­rı be­ni bu dün­ya­da, elim­den evlat­la­rı­mı ala­rak ce­za­lan­dır­ma­sın, hak et­ti­ğim­den çok bah­ti­yar­lık tat­mış olu­rum.

Ba­zı an­lar da olu­yor:

– Ba­ri sen, Ju­li­en'im, ba­ri sen mut­lu mu­sun? di­yor­du. Ben, se­ni is­te­di­ğin gi­bi, is­te­di­ğin ka­dar se­ve­bi­li­yor mu­yum?

Aşk­ta baş­lı­ca fe­da­kâr­lık gör­me­ğe ih­ti­ya­cı olan Ju­li­en'n her şey­den kuş­ku­lan­ma hu­yu, ça­bu­cak ya­ra­la­nıp in­ci­nen gu­ru­ru, bu den­li bü­yük, bu den­li şüp­he­siz ve her an tek­rar­la­nan bir fe­da­kâr­lık kar­şı­sın­da sü­rüp gi­de­mez­di. Şim­di Ju­li­en de Ma­da­me de Re­nal'i ta­par­ca­sı­na se­vi­yor­du. "Ger­çi o bir soy­lu kı­zı, ben­se bir iş­çi oğ­lu­yum ama ne çı­kar? O, be­ni se­vi­yor ya. Ben onun gö­zün­de âşık­taş­lık yap­ma­ya me­mur bir uşak de­ği­lim." Bu kor­ku­su ge­çin­ce Ju­li­en, aş­kın bü­tün çıl­gın­lık­la­rı­nı, bü­tün o öl­dü­rü­cü şüp­he­le­ri, te­red­düt­le­riy­le be­ra­ber tat­tı.

Ma­da­me de Re­nal, aş­kın­dan şüp­he edil­di­ği­ni gör­dük­çe:

– Hiç ol­maz­sa, di­yor­du, bir­lik­te ge­çi­re­ce­ği­miz şu kı­sa za­man se­ni bah­ti­yar ede­bil­sem! Va­kit kay­bet­me­ye­lim; bel­ki ya­rın bir da­ha se­nin ola­mam. Tan­rı, be­ni, evlat­la­rı­mı elim­den ala­rak ce­za­lan­dı­rır­sa, se­ni sev­mek için ya­şa­mak is­te­mem pa­ra et­mez. On­la­rın be­nim yü­züm­den öl­dü­ğü­nü gör­mek is­te­me­mek pa­ra et­mez, öy­le bir şey olur­sa ben bir an ya­şa­ya­mam. Ya­şa­mak is­te­sem bi­le ya­şa­ya­mam; çıl­dı­rı­rım.

Ah! Se­nin gü­na­hın da be­nim boy­nu­ma ya­zıl­sa... Sen mert­lik gös­te­rip Sta­nis­las'ın has­ta­lı­ğı­nı onun ye­ri­ne çek­mek is­ti­yor­dun.

Ruh­la­rı­nın ge­çir­di­ği bu bü­yük buh­ran, Ju­li­en'i sev­gi­li­si­ne bağ­lı­yan duy­gu­yu de­ğiş­tir­di. Ar­tık onun aş­kı yal­nız­ca gü­zel­lik kar­şı­sın­da du­yu­lan hay­ran­lık­tan, onu ken­di­ne tut­sak et­miş ol­mak gu­ru­run­dan iba­ret de­ğil­di.

Bah­ti­yar­lık­la­rı ar­tık çok da­ha üs­tün soy­dan bir mut­lu­luk­tu. İç­le­ri­ni ya­kan alev da­ha yük­sel­miş, da­ha da kuv­vet­len­miş­ti. Çıl­gın­ca coş­kun­luk­lar duy­duk­la­rı olu­yor­du. Bah­ti­yar­lık­la­rı, dı­şa­rı­dan ba­ka­na da­ha bü­yük gö­rü­ne­bi­lir­di. Fa­kat, aşk­la­rı­nın ilk gün­le­rin­de­ki bah­ti­yar­lı­ğı, Ma­da­me de Re­nal'in um­du­ğu ka­dar se­vil­me­mek­ten baş­ka kor­ku­su ol­ma­dı­ğı gün­ler­de­ki o zevk­li, sa­kin, bu­lut­suz bah­ti­yar­lı­ğı bir da­ha ele ge­çi­re­me­di­ler. Şim­di­ki bah­ti­yar­lık­la­rı gün olu­yor, bir cü­rüm özel­li­ği gös­te­ri­yor­du.

En mut­lu ve gö­rü­nüş­te en sa­kin an­lar­da Ma­da­me de Re­nal, bir­den­bi­re Ju­li­en'in eli­ni ih­tilaç­lı bir ha­re­ket­le sı­kıp:

– Ya­rab­bi! di­ye ba­ğı­rı­yor­du, ce­hen­nem... İş­te ce­hen­nem göz­le­ri­min önü­ne gel­di. Aman ne kor­kunç iş­ken­ce­ler! Ben bü­tün bun­la­rı hak et­tim.

Ju­li­en'i kol­la­rı ara­sın­da hırs­la sı­kı­yor; du­va­ra sa­rı­lan sar­ma­şık gi­bi ona sa­rı­lı­yor­du. Ju­li­en, bu ıs­tı­rap çe­ken ru­ha sü­kûn ver­me­ğe ça­lı­şı­yor­sa da im­kân bu­la­mı­yor­du. Ma­da­me de Re­nal, onun eli­ni tu­tup tek­rar öpe­rek, son­ra yi­ne o gam­lı ha­yal­le­ri­ne da­lıp: "Ce­hen­nem, der­di, ce­hen­nem be­nim için bir lü­tuf olur; dün­ya­da bir­kaç gü­nü­mü da­ha onun­la ge­çi­re­bi­li­rim fakat da­ha bu dün­ya­da iken ce­hen­nem ha­ya­tı sür­mek, yav­ru­la­rı­mın ölü­mü­nü gör­mek... Ama böy­le­lik­le bel­ki gü­na­hım si­li­nir... Tan­rı'm, be­ni böy­le ağır bir ce­za ile af­fet­me. O ço­cuk­ca­ğız­lar se­nin buy­ruk­la­rı­na kar­şı gel­me­di. Ben, yal­nız ben suç­lu­yum; ni­kâh­lım ol­ma­yan bir er­ke­ği se­vi­yo­rum" Son­ra sü­kûn an­la­rı baş­lı­yor­du; da­ha doğ­ru­su Ju­li­en öy­le sa­nı­yor­du. Ha­ki­kat­te ise bun­lar, Ma­da­me de Re­nal'in, sev­di­ği­ne ha­ya­tı ze­hir et­me­mek için ken­di­ni zor­la­dı­ğı an­lar­dı. Böy­le ba­zen aşk, ba­zen vic­dan aza­bı, ba­zen de zevk için­de gün­ler bir şim­şek gi­bi ge­lip ge­çi­yor­du. Ju­li­en, ar­tık dü­şü­nüp hül­ya­lar kur­maz ol­muş­tu.

Ma­de­mo­isel­le Eli­sa, Ver­rie­res'e bir kü­çük da­va­sı­nı ta­ki­be git­ti. M. Va­le­nod'nun Ju­li­en'e kar­şı pek hırs­lı ol­du­ğu­nu gör­dü. Ma­de­mo­isel­le Eli­sa, ço­cuk­la­rın eği­ti­ci­si­ne kin bes­li­yor ve on­dan M. Va­le­nod'ya sık sık söz edi­yor­du.

Bir gün:

– Si­ze olup bi­ten­le­ri söy­le­sem kö­tü ki­şi olu­rum, Mon­sie­ur, de­di. Böy­le bü­yük iş­ler­de siz efen­di­ler bir­lik olu­ve­rir­si­niz... Bi­zim gi­bi hiz­met­çi­ler ba­zı şey­le­ri açı­ğa vur­du­lar mı, bi­zi bir da­ha ko­ru­yan ol­maz...

M. Va­le­nod, âdet ye­ri­ni bul­sun di­ye söy­le­nen bu söz­le­ri kı­sa kes­tirt­ti; lâ­kin on­lar bit­tik­ten son­ra duy­duk­la­rı­nı doğ­ru­su bu ya, bir tür­lü onu­ru­na ye­di­re­me­di. Al­tı yıl o ka­dı­na bin tür­lü hiz­met­ler et­sin, bu­nu her­ke­se bel­li et­mek­ten çe­kin­me­sin, hor gö­rü­lüp yü­zü kı­zar­sın, son­ra da mem­le­ke­tin en ki­bar ka­dı­nı di­ye ta­nı­nan o bur­nu bü­yük Ma­da­me de Re­nal kal­kıp, eği­ti­ci kis­ve­si­ne sok­tu­ğu bir iş­çi par­ça­sı­nın met­re­si ol­sun!... Hem de, di­len­ci­ler yur­du mü­dü­rü­nü çat­lat­mak is­ter gi­bi, o iş­çi par­ça­sı­nı ta­par gi­bi sev­sin!...

Ma­de­mo­isel­le Eli­sa, içi­ni çe­ke­rek:

– Hem de, di­yor­du, M. Ju­li­en, onu ele ge­çir­mek için hiç bir zah­met çek­me­di; ma­da­mın gön­lü­nü ka­zan­mak için o, her za­man­ki so­ğuk dav­ra­nış­la­rı­nı bi­le de­ğiş­tir­me­ğe ge­rek gör­me­di. Eli­sa, işin as­lı­nı an­cak kö­ye git­tik­ten son­ra an­la­mış­tı. Bu­nun çok da­ha ön­ce baş­la­dı­ğı­nı sa­nı­yor­du. Hırs­lı hırs­lı:

– Be­ni al­mak is­te­me­me­si za­hir bu­nun için­miş. Ben bu bu­da­la­lı­ğı­ma doy­ma­ya­yım. Ma­da­me de Re­nal'e akıl da­nı­şı­yor, eği­ti­ci­ye söz ge­çir­me­si­ni ri­ca edi­yor­dum. He­men o ak­şam M. de Re­nal'e şe­hir­den, ga­ze­te­siy­le bir de uzun im­za­sız bir mek­tup gel­di. Bu mek­tup, evin­de olup bi­ten­le­ri an­la­tı­yor­du. Ju­li­en, M. de Re­nal'in bu ma­vim­tı­rak kâ­ğı­da ya­zıl­mış mek­tu­bu okur­ken sap­sa­rı ke­sil­di­ği­ni, iki­de bir göz­le­ri­ni kal­dı­rıp ken­di­si­ne, Ju­li­en'e, kö­tü kö­tü bak­tı­ğı­nı gör­dü. Bü­tün o ak­şam be­le­di­ye baş­ka­nı­nın ça­tık kaş­la­rı dü­zel­me­di ve Ju­li­en'in, Bo­ur­gog­ne'un soy­lu ai­le­le­ri hak­kın­da ma­lû­mat is­te­mek su­re­tiy­le gös­ter­di­ği ya­la­ka­lık hiç bir ya­rar sağ­la­ma­dı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro