Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 57 • Keskin Tehlike Kokusu





Sıcak...

Tenim kavruluyordu, dayanamıyordum.

Paslı sürgünün çıkardığı korkunç ses havasız odanın içinde yankılandı. Ellerim kulaklarımı örttü. Ayak seslerini duydum. Giderek yaklaştı. Beş adım saydım. Odanın ortasında durdu. Ter kokusuna karışmış ucuz tütün kokusu genzime doldu. Nefesimi tuttum.

Öğürmek istedim. Bacaklarımı karnıma çektim. Bacağımın altındaki baskıyı hissettim. Ayağıyla bacağımı dürtüyordu.

"Waqt al'akl."

Yere vuran metalin sesi kulaklarımı tırmaladı. Yemekten yayılan baharatın keskin kokusu midemi ekşitirken yüzümü buruşturdum. Ayağıyla bir kere daha bacağımı dürttü.

"Yemek," dedi bozuk Türkçesi ile.

Çekilmek istedim. Bedenimi yana doğru ittim. Hareket edebilmiş miydim? Emin değildim. Duvara doğru kaymaya çalıştığımda kolumu tutup yüzümü çevirdi.

Uzun sakallarla kaplı yüzünü gördüğümde irkildim.

Kaçmak için gerilemeye çalıştığımda yatakta sıçradım.

"Atlas!"

Suyun içinden yukarı yükselmişim gibi aralandı dudaklarım. Havasızlıktan boğulmak üzereydim... Zorlukla nefes aldığımda Göktuğ' odanın içine adımladı.

"Rüya mı gördün?"

Başımı iki yana salladım.

Rüya değildi. Gerçekti. Ne eski hayatıma, ne de yeni hayatıma ait olan bir gerçek. Araf'taki süresiz günlerden kalma...

Alnıma doğru sıyrılan uyku bandını çekip yatağın üzerine attım. Göktuğ temkinle yanıma doğru yaklaştı ve ifademi çözümlemeye çalıştı.

"Çöl mü?"

Başımı salladım.

Göktuğ oradan en fazla bu kadar bahsederdi. Detayları belirtmez, gerçeği genellerse yumuşatabilir sanıyordu.

"Seni uyandırmaya gelmiştim..." dedi, sevecen bir gülümsemeyle.

Oysa ben uyanmak istemiyordum. Karartma perdelerinin ardında günlerce uyumak istiyordum.

"Sana bir sürprizim var."

Kalbim hissettiği korkuyu henüz atlatamadığı için göğsüm hızla inip kalkıyordu. Elimi göğsüme yasladım ve birkaç kez derin nefes almayı denedim.

Göktuğ baygınlık geçirecekmiş gibi görünmemin üzerinde düşmedi. Düştüğü an bunu da gerçek kabul etmek zorunda kalırdık. Ne hatırladığımı sormak yerine uzandı ve perdeleri açtı. Güneş odanın her bir yerine sızarken gözlerimi kapatıp sakinleşmeyi bekledim. Kendimi sırt üstü tekrar attığımda Göktuğ huysuzlanarak "Atlas," dedi.

Üzerimdeki örtüyü çekip aldığında herhangi bir yerine gelmesi umuduyla bacağımı boşluğa savurdum. Göktuğ içine çekildiğim geçmişin beni yutmasına izin vermeyecekti, biliyordum. O benim kurtarma botumdu ve gereken tek şey sıkı sıkıya ona tutunmamdı. Öyle yapacaktım, hep yaptığım gibi Göktuğ'a tutunacak ve süresiz günlerin bir girdap olup beni içine çekmesine izin vermeyecektim.

Örtünün ardından yastığı çekiştirmeye başlamıştı. Yandaki yastığa uzanıp olduğunu tahmin ettiğim yere doğru fırlattım.

"Göktuğ beni rahat bırakmazsan abine arabasını kaçırdığını söylerim."

"Yalan..." dedi umursamadan. "Her look'uma uygun arabam var benim, niye onunkini kaçırayım?"

"Basit," diye cevapladım. "Adrenalin bağımlılığı..."

Yüzümü yastığa gömdüğümden sesim boğuk çıkmıştı.

"Abimi kandıramazsın," dedi böbürlenerek, arabasını kaçırsam bilirdi.

"Salı gece beni eve bıraktıktan sonra Rolls-Royce ile çıkmadın yani... Peki, kamera kayıtlarına bakalım."

Biraz önce ona fırlattığım yastıkla bana vurduğunda, diğer tarafa dönerek kaçtım.

"Abim arada onu sürmeme izin veriyor bir kere."

Yüzüme doğru savurduğu yastığı tutup çektim. Kollarımın arasına aldığım yastığa yüzümü gömdüm.

"Göktuğ," dedim yalvarırcasına. "Şimdi gidersen 3 kart hakkın olur."

"Koşulsuz?"

"Koşulsuz."

Bir süre sessizlik oldu. Düşünüyor olabilirdi, gitmiş ve beni kendimle baş başa bırakmış olabilirdi. İkisi de olmayıp yeni bir plan hazırlıyor olabilirdi.

Kabul etmeyen bir ses çıkardığında, ağlamaya yakın bir yakarışla başımı yastığa gömdüm.

"Zaten yaparsın," dedi. "Karta ihtiyacım yok."

Kollarımın arasındaki yastığı yüzüne fırlattığımda havada yakaladı.

"Kalk hadi. Sıkıldım!"

"Gitsene sen evden, git gez. Abinin arabalarından birini al hatta. Ben izin veriyorum."

Göktuğ abartılı bir şaşırma ifadesiyle bana baktı.

"Bak sen şu küçük tırtıla. Abimin arabasını alabilirmişim, başka ne alabilirim?"

"Her şeyi," dedim, umutsuz bir çabayla.

Kollarımdan tutup beni çekti ve oturmamı sağladı. Kollarımı bıraktığında öne doğru yatağa geri yattım.

"Abimin akşam önemli bir işi varmış..." dedi yatağa dönüp oturduğunda. "Mikonos'a gidelim mi?"

Başımı kaldırıp kaşlarımı çatarak baktım. "Mikonos mu?"

"Evet," dedi, sorgulamama şaşırarak. "Birkaç arkadaşım yatla Mikonos'a geçecekler."

Ne hoş. Mikonos yetkililerine biri acilen haber vermeliydi. Cümle içinde Göktuğ ve arkadaşları geçiyorsa şehir, hatta ülke güvende değildi.

"Mikonos için üzüldüm."

Göktuğ bana yüzünü buruşturup bir kez daha kollarımdan çekiştirdi. "Atlas hadi ama eğlenceli olacak."

"Yat partisi?"

"Cık, ada partisi."

Başım öne doğru düştüğünde parmağının ucuyla itti.

"Kalk ve hazırlan."

Yataktan kalktı ve odanın kapısına doğru ilerledi.

"Göktuğ beni bugünlük pas geçsen? Tek gitsen? Hı? Hiç mi olmaz?"

Kapıdan çıkmadan önce bana öldürücü olduğunu düşündüğü ama sadece gözlerini kıstığı bakışını attı.

"Hiç olmaz."

"Göktuğ..."

Son sesliyi uzatarak ağlamaklı bir ses çıkardığımda başını yana eğerek ve kaşlarını kaldırarak baktı.

"En çirkin elbisemi giyeceğim."

Omuz silkti.

"İstersen pijamalarınla gel."

Yanaklarımı havayla doldurup üfledim.

"İyi."

"İyi..." dedi keyifle ve odadan çıktı.

Kendimi yatağa tekrar attım ve gözlerimi tavana diktim. Göktuğ ve bitmeyen partileri benim için bile yani en azından eski benim için bile fazlaydı.

İyi yanları da vardı ama işte yorucuydu. Aklımı oyalamak konusunda kesinlikle başarılıydı ve bir şekilde günlerin geçmesini sağlıyordu. Evde olmamak da iyiydi. Kendimi ait hissediyor muyum hissetmiyor muyum sorgulamalarına gerek kalmıyordu. Her ne kadar kahvaltı saatinde herkes masada olmak zorunda olsa da o zamana kadar olabildiğince iç mekanlardan uzaklaşıyorduk.

Pars'ın doğum gününün üzerinden bir hafta, toplantı gecesinin üzerinden dört gün geçmişti. Tüm yaşananları aklımdan çıkartmak için dört gün hiçbir şeydi. Aklımı toplamak için bundan çok daha fazlasına ihtiyacım vardı. Perşembe geceden itibaren her gece kontrolü Göktuğ'a bırakarak aklımın kilitlerine kilitler eklemiştim ama faydasızdı. Unutmak, yok saymak mümkün değildi ama dondur ve gizlenin işe yaramadığını söylemezdim. Dondur ve gizlenin yolu çoğu zaman alkolden geçiyordu. Göktuğ ve bitip tükenmek bilmeyen partilerinin de en azından böyle bir faydası oluyordu.

Mikanos'a gitmeyecektik. Mikanos bana sadece abim ve Parslarla geçirdiğim yazı hatırlatıyordu. Zaten kaçtığım yeterince düşünce ve his vardı. Kıyısına ayak basmayacaktım.

Bunu bir şekilde geçiştirecektim ama yataktan kalkmak zorundaydım. Evden de çıkmalıydım. Yatağın üzerinden telefonu aldım ve saati kontrol ettim. 15.45 uyanmak için pek matah bir saat sayılmazdı ama Göktuğ'un aklına uyup eve kahvaltı saatinde dönmüş, kahvaltıdan sonra uyumuştuk.

Telefonu bırakmadan önce Göktuğ'dan gelen son mesaja tıkladım.

>>havuzdayım uyanınca gel<<

Bu mesajın üzerinden 1 saat geçmişti ve anlaşılan Göktuğ kendi kendini eğlendirme çabasından sıkılmıştı. Şimdi neden bana sardığı anlaşılıyordu.

Ses olsun diye telefondan bir video açtım. Ne olduğunu bile bakmamıştım, hesaba girdiğimde ilk çıkanı seçmiş ve tıklamıştım. Biri New York'taki boş evini gezdiriyordu. Saçmaydı ama arkada konuşma dönmesi iyiydi. Yapabilseydim şarkı açardım ama yapamıyordum. Sevdiğim şarkıların hiçbirini açamıyordum.

En üst katın sağ kanadı bana ayrılmıştı. Benim kaldığım odanın tam karşısındaki büyük oda giyinme odası olarak tasarlanmıştı. 13'ünde ve Perşembe akşam giyeceklerim zaten özel olarak geldiğinden, giyinme odasına pek uğradığım söylenemezdi.

Odadan içeri girip dolapları karıştırmaya başladım. Cam kapaklı olanlarda ayakkabılar ve çantalar vardı. Kapalıların her birinde ise son trendlere hitap eden parçalar duruyordu. Hayatımın böyle bir dönemi olacağını düşünmezdim. Tamam, modadan geri kalmamıştım ama bunu hep kendi tarzımla paralel götürmüştüm ve ne olursa olsun hiçbir zaman süs bebeği gibi görünmemiştim. Şimdi de görünmeye niyetim yoktu, şık olacaksam da bunu kendi tarzımda yapardım. Sadece artık her an nasıl göründüğüme dikkat etmem gerekiyordu çünkü taşımam gereken bir soyadı vardı. Ben demiyordum, Görkem diyordu. Her ne kadar bunu saçma bulsam da Görkem'in hassasiyetlerine karşı çıkmıyordum. Öyle istiyorsa öyle olabilirdi. Kabul.

Bu sebeple akşamdan kalma görüntüden kurtulmam ve bir şekilde parlamam gerekiyordu. Üzerime hiçbir şey iz bırakmıyormuş gibi her şey yolundaymış ve ben dünyanın en mutlu insanıymışım gibi parlayacaktım. Çok değil bana yarım saat, duşu da eklersek bir saat gerekliydi.

Giyeceklerimi, çantayı ve ayakkabıyı seçerek kenara ayırdım ve odaya dönüp duşa girdim. Duşta beklediğimden fazla oyalanmıştım çünkü kendimi role hazırlamak için fazladan mış gibi yapmam gerekmişti. Vücuduma ve yüzüme yeterince bakım yaptığıma emin olduğumda saçlarımı şekillendirdim. İç çamaşırlarımın üzerine saten bir sabahlık giyerek makyaj kısmına geçtim. Toparlandığıma emin olduğumda odaya dönüp giyindim ve işte hazırdım.

Görkem ile belirlediğimiz bazı rutinler vardı. Bunlar sosyal medyayı da kapsıyordu çünkü orası nasılsa hayatın öyle kabul ediyordu. Adapte olmam birkaç günden uzun sürse de hafızam tazeydi. Detayları hatırlıyordum. Çok daha fazlasıyla uğraştığım olmuştu, beni tanımayan zaten uzaktan bakarak hakkımda fikir sahibi olan insanları kandırmak ne kadar zor olabilirdi ki? Ben hayatımı yaşayacak ve her saniyesinden müthiş zevk alıyormuş gibi davranacaktım. Onlar ise izleyecek ve bunun hakkında konuşacaklardı.

Bazıları varlığını da kaybını da asla umursamadıkları abimden yola çıkarak yargılayacaklardı beni. Bazıları Doğan Yarkın'a yakışır bir evlat olmamı övecek yine de üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen babamın ölümünü atlatışımdan dem vuracaklardı. İşleri devralmam rahatsız edecekti kimilerini. Görkem ile olmam daha çok çekecekti ilgilerini ve kendilerince hikâyeler uyduracaklardı. Bilmediklerini binle çarpacak biliyor gibi anlatacaklar. Ve tüm bunlara ben izin verecektim. Hayatımı gözler önüne sererek onlara beni konuşun diyecektim.

Neyse ki onların kapatma düğmeleri vardı ve uçak moduna alınabiliyorlardı. Peki ya kendim... Kendimi nasıl susturacaktım?

Yatağın içinde bıraktığım telefonu aldım ve boy aynasının karşısında durup kendime baktım. Aynadan yansıyan kadın kesinlikle acı içinde kıvranmıyordu. Kalbini dondurmamıştı ve sahip olduğu her şeyi gömmemişti. Aynadaki kadın iyi görünüyordu, enkaz altındaki ruhu uzaktan bakanların göremeyeceği kadar derinde gizliydi. Tek bakışta göremezlerdi aslında yaşamadığını.

Atlas Yarkın limandaki patlamada ölmüştü. Geriye kalan ise buydu, Atlas Taşkıran.

Oğlunu öldüren bir babanın kızı olmaktan daha zor değildi. Bu rol için hazırdım, hazırlanmak için yeterince vaktim olmuştu.

Yapacaktım. Atlas Taşkıran olacaktım.

Odadan çıktım, merdivenleri inerek en alt kata ulaştım. Göktuğ'u bulmak için doğrudan verandaya yöneldim. Sürgülü kapının önündeki hasır koltukta oturmuş telefonuyla uğraşıyordu. Tam arkasında durduğumda ekrandaki mesajlaşmaya gözüm takıldı. İsmi Selin olan bir kızla içeriğe bakılırsa erken saatli bir konuşma yapıyordu.

"Bu Selin, seni aylar boyunca eken Selin değil mi?"

"O," dedi, aniden ensesinde konuşmuş olmamdan biraz bile irkilmeden. "Ve beni yine ekiyor." Ekranı kapatıp ayaklandığında telefonu kotunun cebine attı.

Dudak bükerek "Dur bir düşüneyim," dedim. "Evli olduğu için olabilir mi?"

"Yirmi bir yaşında evlenmek onun hatası."

Verandadan çıkıp salona geçtiğinde peşinden ilerledim.

"Belki de aşıktır... Olabilir yani, bazı insanlar gerçekten aşık olup evleniyorlar."

Göktuğ sıkıntıdan baygınlık geçirecekmiş gibi yaptığında güldüm ve koluna girdim.

"Gerçekten bak," dedim, dalga geçmeye devam ederek. "Bence o kız aşık."

"Üç yıldır evli," dedi, söylediğimin imkansız olduğunu kanıtlamak istercesine bastırarak. "Aşıksa bile çoktan geçmiştir. Kimse kimseye üç yılın ardından aşık kalmaz."

Omuz silktim. Öyle olduğunu düşünüyorsa kendi aksine inana kadar kimse vazgeçiremezdi. Zaten o kızın da bir önemi yoktu. Diğerleri gibi o da sadece bir hedefti ve Göktuğ elde edene kadar ilgisini üzerinde tutacaktı.

"Böyle devam edersen bir gün başın fena derde girecek."

"Atlas," dedi, abarttığımı düşündüğünden adımı abartıyla söyleyerek. "Kimse şikayetçi falan değil. İkna olman için dün gece gönderdiği fotoğrafları gösterebilirim istersen."

Yüzümü buruşturup elimi ona engel olmak istercesine kaldırdım. "Kalsın."

Açık garajın önüne geldiğimizde daha fazla ilerlemeden durdum ve Göktuğ'un hangi modda olduğunu öğrenmek için bekledim. Cebinden anahtarı çıkardı ve günün şanslısının kilidini açtı. Kırmızı Ferrari'nin sürücü koltuğuna yerleştiğinde birkaç adım yana geçerek kenara çekildim. Göktuğ arabayı çalıştırıp garajdan çıkardı ve tam önümde durdu. Yan koltuğa yerleşip kemerimi taktığımda müziği başlatmıştı.

"Mikanos'a gitmiyoruz." Göktuğ kısa bir an bana baktı. "İstemediğin belliydi," dedi yola döndüğünde. "İptal ettim sen hazırlanırken."

Başımı sallarken "Güzel..." dedim.

"Asil'in doğum gününe gidiyoruz. Roofta parti veriyormuş."

Asil, Göktuğ'un liseden arkadaşıydı ve hayatta sevmediği nadir insanlardan biriydi. Sevmemenin de ötesinde tahammül edemiyordu ve neden onun doğum günü için otellerine gidiyorduk?

"Asil'i sevmezsin ki nereden çıktı doğum gününe gitmek?"

"Çağırdı," dedi, bu yeterliymiş gibi.

Gözlerimi kıstım. "Selin mi orada?"

"Olabilir..."

"Göktuğ ne karıştırıyorsun?"

Hin bir gülüş yayıldığında yüzüne pes ederek müziğin sesini açtım. Nasılsa en geç yarım saat içinde ne karıştırdığını öğrenecektim. Belli belirsiz şarkıya eşlik ederken akan yolu izledim.

Altı buçuk şarkı sonra otelin girişine ulaşmıştık. Çantamdan telefonu çıkarıp gelen bildirimleri kontrol ettiğim sırada Görkem mesaj attı. Göktuğ arabayı park ederken ben de son mesajına cevap yazmak için ekranı açtım.

>> Kendini daha iyi hissediyor musun? <<

Perşembe geceye göre mi, hayatın geneline göre mi? Bir önemi yoktu. İyiydim. Kendimi ikna etmek istercesine klavyedeki harflere odaklandım.

<< Daha iyiyim. Göktuğ ile çıktık, bir arkadaşının doğum günü varmış. >>

Göktuğ kapalı otoparkta uygun bir yer arıyordu. Bakışlarımı kısa bir an için arabaların arasında gezdirip yeniden telefon ekranına çevirdim. Görkem çevrimiçi oldu ve cevap yazmaya başladı.

>> Bilgim var. Kutlamadan sonra eve erken dönersiniz. Akşam ailecek yemeğe çıkalım. <<

Göktuğ arabayı park ettiğinde hızla cevap yazdım.

<< Parti sahibini sevmiyoruz zaten. Çok kalmayız. Haber veririm. >>

>> Mide ilacını almadan çok içmemelisin. <<

Arabadan indiğimde cevap yazmaya devam ediyordum.

<< Yanımda. İçerim. Merak etme. Sen toplantılarını ve toplantılarını düşün. >>

Mesajın sonuna bir ton emoji eklemiştim çünkü bu nadir görünen bir şeye sebep olacaktı ve Görkem göz devirmeye çok yaklaşacaktı. Elbette eylemi sonlandırmayacaktı ama dikkatli bakan biri bir anlığına şahit olabilecekti.

Emojilerimin ardından cevap gelmediğinde bir mesaj daha attım.

<< Duygularınızı ifade edecek bir emoji bulamadınız mı Görkem Bey? >>

>> Aramadım. <<

Göktuğ otelin içine ilerlerken adımlarım adımlarını takip ediyordu ve o sırada Görkem'e saçma sapan stickerlar yolluyordum. Asansörün önünde durduk ve birkaç sticker ardından asansörün kapısı açıldı. Göktuğ en üst katın düğmesine bastığında kendi kendime güldüm.

"Seni engelleyemez de," dedi Göktuğ gülerek. "Ceza da veremez. Çok şanslısın."

Bakışlarımı ekrandan kaldırıp Göktuğ'a baktım.

"Engelleyemez mi? Engellemez mi?"

"Asla engellemez," dedi Göktuğ oyuncu bir ciddiyetle. "Soyadı Taşkıran olanlara zaafı var."

Abartılı ifadesine güldüm.

"Öyleyse sen de şanslısın."

Kaşlarımı kaldırarak sorduğumda asansör durmuştu. Göktuğ öyle olduğundan emin bir gülümsemeyle başını salladığında mesaj ekranına geri döndüm. Son gönderdiğim twerk yapan ördek stickerına bakarak kahkaha attı.

"Bak işte buna karşı atak denir."

Omuz silktim. Görkem'in holding sınırları içinde göz ucuyla mesajlarımı kontrol ederken ciddiyetini korumaya çalışmasını hayal ederek güldüm.

Göktuğ roofa kısa bir bakış attı. Bana döndü ve ellerini omuzlarıma yasladı.

"Bilmen gereken küçük bir detay var."

"Dökül bakalım..."

Göktuğ aklında neyi nasıl söyleyeceğini biraz tarttı ve sonuca ulaştığında dudakları aralandı.

"Selin burada."

Bunu zaten biliyordum, devam et dercesine kaşlarımı kaldırdım.

"Tek değil, Yavuz da burada. Kocası"

Gözlerim kısıldı. Göktuğ dudağını büktü ve sanki herhangi bir şey onu utandırabilirmiş gibi kirpiklerinin altından bana sevimli bir bakış attı.

"Seni çok sevdiğim için şanslısın biliyorsun değil mi?" diye sorduğumda başını salladı.

"Kocası görünenin dışında bir iş daha yapıyor," diye devam etti başımıza açacağı belayı açıklamaya. "İllegal yarışlar düzenliyor."

Kaşlarım çatıldığında "Motosiklet yarışları mı?" diye sordum.

Yanaklarını sallandıracak şekilde başını iki yana sallayıp "Değil değil," dedi. "Spor araba yarışı..."

Kaşlarım havalanmıştı bu kez. "Formula 1'in illegal hali mi?"

"Biraz beklentini düşür." Kaşlarım hala havada ona bakarken "Düşür düşür..." dedi.

"İllegal derken," diye sorguladım. "Ne kadar illegal?"

"Yani..." dedi Göktuğ. "Gizli organizasyon."

"Organizasyon? Büyük yani... Bilinen bir şey öyleyse?"

"Yani..." dedi tekrar. "Herkes biliyor ama kimse hakkında konuşmuyor gibi düşün."

Sol yanağımı yukarı doğru bükerek başımı salladım.

"Bu civarda olan her şeydeki gibi, anladım."

"Harikasın... Şimdi gidebiliriz."

"Hop, dur bakalım," dedim kolundan tutup çektiğimde. "Bunun partiyle ne ilgisi var? Bilgim olsun diye söyleyecek değilsin sonuçta."

"Partiyle bir ilgisi yok. En azından bu partiyle bir ilgisi yok."

Kollarımı göğsümde bağlayıp devam etmesi için bekledim. Eksik kısımları doldurmalıydı öyle değil mi?

"Asıl partiyle ilgisi var," dedi anlamamı bekleyerek baktığında.

Anlamıyordum. Asıl parti neredeydi ve yarışın partiyle ne... Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. "Göktuğ!"

Göktuğ anladığım için biraz sonra beni alkışlayacakmış gibi başını salladığında "Yarışmayacaksın," dedim. "Saçmalama."

"Yarışacağım," dedi ve beni roofta doğru çekiştirdi. Cam duvarın birkaç adım önündeydik ve müzik sesi ve konuşmalar bulunduğumuz kısma doluyordu. Onu durdurduğumda "Mühim bir hadise değil. Yarışacağım ve kazacağım." Kendinden emin bir tavırla yandan gülüşünü takındı. "Çünkü en iyi araba bende."

Gözlerim bir kez daha şaşkınlıkla açıldı. "Ferrari ile yarışmayacaksın herhalde değil mi? Sen bile bu kadar büyük bir akıl tutulması yaşayamazsın."

"Ferrari ile yarışacağım elbette, aksi saçma olurdu."

"Saçma olan ne biliyorsun musun?" dedim, sesimi ikimizin arasında tutmaya çalışarak. "Beni Mikanos'a gidiyoruz diye evden çıkarıp araba yarışına götürmen."

Göktuğ daha önce kimsenin yapmadığı bir espri yapmışım gibi güldüğünde elimin tersiyle karnına vurdum.

"Görkem öğrendiğinde ne olacak?"

"Burada devreye sen giriyorsun sevgili yengecim," dedi alayla.

Yüzümü kusacakmışım gibi yaptığımda gülüşü büyüdü ve ellerini omzuma koyarak bana doğru başını eğdi.

"Abimin haberi olmayacak."

Gülme sırası bendeydi.

"Bu dediğine inanıyor musun gerçekten? Sen illegal bir yarışa gireceksin. Üstelik... Sahi ne için? Selin'i tavlamak için mi? Kızın kocası düzenliyormuş yarışları, sana mı tav olacak? Siz erkekler kırmızı üstü açık arabaya çok anlam yüklüyorsunuz."

"Hatırladığım kadarıyla sen de onlardan birine sahiptin."

"Bir zamanlar," dedim onu geçiştirerek. "Başka bir hayatta, başka bir ben sahipti. Şimdiki ben ise o yarışa gitmene müsaade etmiyor."

"Öncelikle kendinden böyle bahsetmen çok sevimli," dedi, yanağımı sıkarken. "Sonralıkla ise..."

"Öyle bir kelime yok," diye mırıldandım.

"Sonra, ben yarışı kazanıp Selin'i yarışı kazandığım arabanın arka koltuğuna atacağım."

Yüzümü buruşturduğumda tekrar yürümeye yeltenmişti.

"Göktuğ sen aptal mısın? Kız neden sen yarışı kazandın diye seninle olsun? Lisede değilsiniz artık."

"Yürü hadi..."

Beni tekrar çekiştirdiğinde birkaç adımın ardından onu yeniden durdurdum.

"Görkem'den böyle bir şeyi saklayamam."

"Saklaman da gerekmiyor. Hiçbir şey söyleme yeter."

"Aynı şey."

Bana döndüğünde "Abim öğrenmeyecek," dedi. "Endişelenme. Öğrenirse de sorumluluk bende. Seni benim zorladığımı söylerim."

"Görkem öğrendiğinde ne hissedeceğinin farkındasın değil mi? Ona yalan söylemek istemiyorum."

"Öğrenmeyecek."

"Görkem'den bahsediyoruz," diye direttim. "Elbette öğrenecek."

Bana sevimli bir gülümsemeyle baktı.

"Boyum pedallara yettiğinden beri araba sürüyorum. Korkma. Bir şey olmayacak."

İkna olmadığımı fark ettiğinde bana bir adım yaklaştı ve diretti.

"Atlas."

"Göktuğ."

Kaşları havalandığında üste çıkmak istercesine "Atlas," dedi, tekrar.

"Göktuğ!"

Yanaklarımı şişirip dolan havayı dışarı savurduğumda "Pişman olacağım," dedim. "Çok pişman olacağım."

Göktuğ kabullenmemden duyduğu zevkle güldüğünde roofta çıktı ve doğrudan en uç kısma ilerledi. Kalabalığın arasından geçerek adımlarını takip ettiğim sırada biri adımı söyledi. Etrafa bakındım. Arkamı döndüğümde bana doğru yaklaşan Bade'yi gördüm. Kısa bir an için şaşırmıştım ama saçmaydı. Bade'nin burada olması benim burada olmamdan daha mantıklıydı. Sonuçta doğum günü sahibi onun da liseden arkadaşıydı.

"Göktuğ geleceğini söylememişti."

"Son anda karar verdi."

Bade belli etmemeye özen göstererek beni inceledi. Muhtemelen yaşanan bunca şeye rağmen ince topukluların üzerinde hiçbir şey olmamış gibi dimdik duruyor olmamı garipsiyordu. Babasını kaybettiğinde nasıl yıkıldığını hatırladım. Bade'ye bakarken hala o cenazenin kasvetli havasını hissediyordum.

Bal rengi gözlerinin yumuşak tonuna bakarken bir şeyi daha hatırlamıştım. Kimsenin yardımını kabul etmediği anda Görkem'in onu tutup kaldırışına müsaade edişi gözümün önüne geldi. Bade'nin arası Taşkıranlarla iyiydi. En çok da Göktuğ ile iyiydi ama benim sebep olduğum durum aralarının açılmasına neden olmuştu. Göktuğ davetten beri bu konuda konuşmamıştı, yine de üzüldüğünü biliyordum.

"Asil'i pek sevmez," dediğinde başımı salladım.

Biliyorum diye belirtmek istemedim. Sonuçta eski arkadaşlardı. Hatta birlikte büyümüşlerdi. Birine en yakın arkadaşın ile artık ben yakınım demek hoş değildi. Bana yapılsa sinirlenirdim. Benim onun hakkında pek bir fikrim yoktu ama Bade benden hoşlanmamakta haklıydı.

"Ne içersin, bar şu tarafta."

Gösterdiği yere baktığımda kısa bir an gidip gitmemek arasında kaldım. Göktuğ'un yanına gidersem daha iyi hissederdim. Tereddüttüm Bade'nin düşünceli bir ifadeyle bakmasına neden olduğunda bara ilerledim.

Barın önündeki sandalyeler boştu. Herkes birbirini tanıdığından gruplar halinde duruyorlardı. Yüksek sandalyeye oturduğumda barmen bize yaklaştı.

"Cin tonik."

Barmen bakışlarını Bade'ye çevirdi.

"Piña Colada."

Şaşkınlıkla ona döndüğümde Bade açık kumral saçlarını omzunun gerisine atarak Channel tasarımı olan inci kolyeli boynunu ortaya çıkardı.

"Sever misin?" diye sorduğunda başımı belli belirsiz salladım.

"İspanyol bir arkadaşım çok güzel yapar. Yapardı yani, eskiden."

"Ya," dedi, nezaket yüklü bir heyecanla. "Ben ilk kez Pars'ın tavsiyesi üzerine NOX'ta içmiştim. Özel olarak hazırlamıştı."

Karnıma saplanan ağrı ile yutkunduğumda "İspanya ziyaretlerimin birinde tatmak istiyorum. Eminim orijinali de çok iyidir. Gerçi Pars'ın içkilerle arası çok iyi, neyi neyle karıştıracağını biliyor."

Barmen siparişlerimizi bıraktığında derin bir nefes aldım ve bardağa uzandım. Pipeti pas geçerek uzun birkaç yudum aldığımda Bade bir şeyler daha söylemiş ama duymamıştım.

Ben yoktum. Pars bir gece NOX'ta, en fazla birkaç denk gelişle hayatımızdan geçip gidecek birine, Bade'ye İspanya'nın denize çıkan barlarında birlikte içtiğimiz kokteyllerden birini yapmıştı. Ben yoktum ve Bade, Pars'ın benim görmediğim bir gecesine şahitlik etmişti. O oradaydı ben ise bir daha asla orada olamayacaktım.

Detayları sormak istedim. Hangi aydı, hangi mevsimdi? Ne giyiyordu? Siyah tişörtlerinden birini mi? Saçları nasıldı? Parmaklarımın arasında kaybolacak kısalıkta mıydı yoksa parmaklarımı içinde kaybettirecek kadar uzamış mıydı? Bacardi mi kullanmıştı yoksa kendi sevdiği gibi Küba romu mu?

Bacağıma yayılan sancıyı görmezden geldiğimde "Atlas," dedi Bade, hemen yanımdan. Aklımın içine çekildiğimde varlığını unutmuştum sanki. Birden suyun yüzüne çıkınca gözlerimi ona odaklamaya çalıştım. "Arkadaşlarımın yanına geçsem sorun mu? İstersen sen de gel, tanıştırayım."

"Yok," dedim, gülümsemeye çalışarak. "Sen keyfine bak, teşekkür ederim."

Tebessümle başını sallamış ve içkisini alarak birkaç metre ötede duran kalabalığın yanına ilerlemişti.

Barmene döndüm. "Su alabilir miyim?"

Cam şişe ve bardak bıraktığında önüme uzanıp suyu açtım ve çantamdan ilaç kutusunu çıkardım. Avcuma döktüğüm iki tableti ağzıma atıp suyu başıma diktim. İlaçları yuttuğumda arkamdan yaklaşan adımları hissettim. İlaç kutusunu çantama attığımda Göktuğ yanıma oturdu.

"Kötü mü?"

Önümdeki bardağı işaret ettiğinde başımı iki yana salladım.

Bakışlarını gökyüzüne çevirdi. "Hava kararmadan ben de bir şeyler içeyim, sonra gidelim."

"Gidelim."

Gözlerini kıstı.

"İçkini içmemişsin."

"Göktuğ gidelim."

Tavrımı sorgulamadı. Biraz önce oturduğu sandalyeden kalktı ve benim de kalkmamı bekledi. Önden yürüdüğümde duraksadığını fark edip arkamı döndüm. Gözleri kısa bir an Bade'ye takıldı ve hemen bana döndü.

"Geliyorum."

"Göktuğ."

"Bade'ye selam vereceğim."

İkimiz de sadece selam vermeyeceğini biliyorduk ama şu an aksini söylersem durum dikkat çekecekti. Olduğum yerde durup Bade'nin yanına ilerlemesini izlerken iç çektim. Gerildiğimi anlamadan buradan çıkıp gitmeyi hedeflemiştim ama olmamıştım.

Göktuğ Taşkıran gülümsemesi ve her şey yolunda rahatlığıyla Bade'yi öptü ve diğerlerine selam verdi. İçlerinden biri Göktuğ'a sıkıca sarılmıştı. Göktuğ kısa selamlaşmanın arsından Bade'yi kenara çekti. Benden çok uzakta değillerdi, bu yüzden gözümü dikip bakmak yerine yüzümü çevirmiş ve kalabalığa dönmüştüm. Yine de seslerini duyabiliyordum. Gidip gitmemek arasında kararsız kaldığımda "Atlas'a ne söyledin?" diye sordu Göktuğ.

Lafı hiç dolandırmadan doğduran varmak istediği noktaya ulaşmıştı.

"Yalnız hissetmesin diye yanına gittim birkaç dakikalığına."

"Bade," dedi Göktuğ az rastlanır ciddiyetiyle. "Atlas'ın canını sıkacak ne söyledin?"

"Hiçbir şey," diyerek kendini savundu Bade. Ki haklıydı da. Söylediğinde bir şey yoktu canımı acıtan kendi zayıflığımdı.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu bu kez. "Gerçekten anlam veremiyorum bu tavrına. Seni daha önce hiç böyle görmedim."

Kaçırdığım bir nokta vardı. Göktuğ ve Bade benim bilmediğim bir konuşma yaşamışlar gibi duruyordu.

"Atlas'a bulaşma," diye uyardı Göktuğ. "İlla birine tepki göstermek istiyorsan git asıl muhatabına çıkar o tırnağını. Seninle bir daha bu tonda konuşmak istemiyorum. Beni üzüyor. Zıtlaşmamız kalbimi kırıyor."

Bade sessiz kaldığında göz ucuyla onlara döndüm. Göktuğ uzandı ve Bade'nin yanağını öptü.

"Artık favori insanın değil miyim?" diye sordu Bade, yanaklarını sarkıtarak.

Ben ondan bir şey almıştım. Bunu bilerek yapmamıştım ama olmuştu işte. Elimde olsa geri verirdim. Göktuğ ikimizin birden yakın arkadaşı olabilirdi elbette ama Bade neden onu benimle paylaşmak isteyecekti ki? Haklıydı. Kızmakta, öfkelenmekte haklıydı.

"Öylesin. Beni üzme."

Bade uzanıp Göktuğ'a sarıldı. Bade'ye üzgün olduğumu söylemek istesem de bir şey demeden ilerledim ve rooftan çıkarak otelin içine girdim. Biri en sevdiğim insanlardan birini benden uzaklaştırsa ve karşıma geçerek üzgün olsa muhtemelen ona biraz sonra içinde bulunduğu binayı ateşe verecekmiş gibi bakardım. Kelimelerin bir önemi yoktu. Bade istiyorsa benden nefret edebilirdi. Ondan yansıyan nefretle yaşayabilirdim. Beni düşündüren başka bir nefret vardı. Kaynağı ona bir gece çok sevmediğim ama arada bir içmekten zevk aldığım kokteyllerden birini yapmıştı.

Bade kelimeleri birbiri ardına dizerek cümle haline getirdiğinden beri karnımda aynı his vardı. Ağrı kesicinin dahi geçirmediği belli belirsiz bir sancı. Midem uyuşuyordu sanki. Bu hissi tanımıyordum, nasıl tanımlamam gerektiğini bilmiyordum.

Göktuğ yanıma döndüğünde asansörün önündeydim. Uzandı ve kapının açılması için düğmeye bastı.

"Selin'i göremedim," dedim, özür dilercesine. "Merak ediyordum."

Beni tuttu ve cam duvarlarla ayrıdan bölüme çevirerek bir noktayı gösterdi.

"Esmer olanı gördün mü?"

Kalp pencereli crop giymiş koyu siyah saçları dümdüz ayağı doğru uzanan kıza baktığımda kaşlarım havalandı.

"Yırtıcı görünüyor," dedim, hakkında bir yorum yapma ihtiyacıyla.

"Göreceğiz," dedi Göktuğ mest olmuş bir sesle.

Bakışlarımı Selin'den çekerek yanında oturan esmer adama çevirdim. Keskin çenesi kirli sakallarıyla örtülüydü ve arkaya doğru taradığı saçlarıyla istediği havayı yakalamış görünüyordu. Uzantan bakan biri tehlikeyi sezer ve yanına yaklaşmazdı. Gözlerimi Selin ve Yavuz ikilisinden çekerek asansöre ilerledim. Göktuğ da kabine geçtiğinde uzanıp düğmeye bastı.

"Gerek yoktu," dedim. "Bir şey dememişti zaten, ben fazla etkilendim."

"Pars ile ilgili bir konuda samimiyiz kartı uzattı sen de havada kaptın."

Gözlerim kısıldığında güldü.

"Yüzünden okunuyordu Atlas. Keyifsizliğinin Pars tonu vardı."

"Tonu?"

"Hı hı," dedi, asansörden inerken. "Karnına tekme yemiş gibi bakıyordun."

Yemiştim. Haklıydı. Karnımdaki acının tanımı bu muydu acaba?

"Eve mi dönüyoruz?"

"İyi denemeydi," dedi ve otoparka ilerledi.

Göktuğ bugün başımızı gerçekten belaya sokmak istiyordu ki belli ki sokacaktı da. Kısa bir an için Görkem'e mesaj yazmayı düşünsem de hemen vazgeçtim. Göktuğ'a ihanet edemezdim. Görkem öğrendiğinde nelere olacağını düşünmeyi reddettim ve Göktuğ'a yetiştim.

🩸

Yarışın yapılacağı pist uzakta sayılabilecek bir yerdeydi. Şehrin ortasında yarış yapamayacaklarına göre bu şaşırılacak bir durum değildi ama işte on şarkıdan sonrasını saymayı bırakmıştım.

"Göktuğ," dedim bir kez daha vazgeçirme umuduyla.

Bulunduğumuz yere gizlice girmiştik çünkü devasa büyüklükteki arazinin bu kısmı özel olarak çevrilmişti ve etrafta bodyguard tanımlamasının hakkını fazlasıyla veren erkekler ve kadınlar vardı. Yarış yapılacak alanın etrafına dağılmışlardı. İçeri girmek için şifre kullanmamız gerekmişti. Yine de bir barkod sayılmazdı.

İllegal hissini yaratmak konusunda oldukça iyi oldukları doğruydu. Yarış araçları asfalt yolda yerlerini çoktan almıştı. Göktuğ hemen yanımda duruyordu ve küçük bir çocuk gibi onu çekiştirip durmalarımı büyük bir sabırla karşılıyordu.

"Eve gidelim."

"Bir şey olmayacak."

Anlamıyordu. Bir şey olmayacak olması olma ihtimalinin yarattığı huzursuzluğu geçirmeye yetmiyordu.

İçeri girdiğimizden beri huzursuzdum ve huzursuzluğumun bir takım nedenleri vardı. Kapıda şifre soran korumalardan içerideki korumalara kadar hepsi bize daha dikkatli bakıyordu. Çantam bir bombanın sığamayacağı kadar küçük olmasa ihbar aldıklarını düşünecektim.

Sorun neydi?

"Bilmem gereken başka bir şey var mı?"

"Detayları istersen geceden sonra anlatırım."

Karnını vurduğumda güldü. "İki dakika ciddi ol. Niye bize üzerimizde bomba varmış gibi bakıyorlar?"

"Taşkıran olduğumuz için."

Gözlerim kısıldı.

"Niye, Taşkıranlar bu araziye giremiyor mu? Vampirler ve kurt adamlarınkine benzer bir bölge seçimi mi var buranın sahipleri ile aranızda?"

"Cık," dedi. "Buranın sahibi Selin'in kocasının ailesi, onlar da şu büyük ailelerden... Saygınlık olarak değil, aile üyeleri açısından büyükler."

Ee, dercesine baktığımda konuşmaya devam etti.

"Bizim gibi büyük büyük büyük büyük büyük babalarından değil, çalışıp çabalayarak bir yerlere gelenlerden."

"Soylu değiller mi?" diye sordum dalga geçerek.

Dalga geçiyor olmam durumun gerçekliğini değiştirmiyordu. Tamam, babamın ailesinin varlığı da çok eskiye dayanıyordu ama Taşkıranlar için durum daha farklıydı. Göktuğ'un bahsettiği büyük kere büyük babalarından biri paşa torunuydu. Soyları devam ederek günümüze ulaşmıştı. Söylemek istediği de buranın sahiplerinin asilzade olmadığıydı.

"Bu sorunu açıklamak için yeterli değil."

"Burada olmamamız lazım," dedi dümdüz. "Bu yaptığımız biraz..."

"Suç?"

"Tehlikeli," dedi, heyecanla gülümsediğinde.

Derin bir nefes alarak dışarı savurdum.

"Çok iyi. Mükemmel. Harika."

"Yarışı kazanacağım, kızı kapacağım ve eve döneceğiz."

"Ya da yarışı kaybedeceksin, burada olduğumuzu abin öğrenecek ve o gelmeden düşman toplarda olduğumuzu duyanlar bizi..."

Duraksadığımda gözlerim boşluğa dalmıştı. Ya da? İhtimaller neydi? Tam olarak nasıl bir anlaşmazlık vardı aralarında?

"Atlas..."

"Bize ne yaparlar?"

"Hiçbir şey," dedi Göktuğ telkin edercesine. "Atlas, kim bize ne yapabilir?"

Aklım düşüncelerle dolarken Göktuğ burnumun ucuna parmağıyla vurarak ona bakmamı sağladı.

"Sen kim olduğunun farkında mısın? Kimse beş metre yakınına yaklaşamaz. Rahatla."

Derin bir nefes aldım. Haklıydı. Sorun yoktu. İyiydim.

"Tehlikeli dedin."

"Yasak bahçeye daldık gibi düşün. Meyve çalıp kaçacağız."

"İyi..." dedim ona ayak durdurarak. "Ne zaman başlayacak bu yarış?"

Göktuğ etrafa bir göz gezdirdi. İnsanlar pistte toplanmaya başlamıştı bile. Hava giderek kararıyordu ve arabalar çoktan hazırdı.

"Gel..." dedi ve bulunduğumuz yerden ayrılarak yola ilerledi. "Sen burada bekle, ben yarışı kazanıp döneyim."

"Asla olmaz." Gözleri kısıldığında "Ben de geliyorum," diye ekledim. Kabul etmeyen bir ses çıkardığında "Ben de geliyorum," dedim itiraz kabul etmeyen bir sesle. "Asla tek başına gidemezsin."

"Hayır."

"Evet!"

"Atlas..."

"Göktuğ..."

Sıkıntıyla nefes verdiğinde bir süre düşündü. Bal rengi gözleri kısıldı ve elleri kumral saçlarında gezindi.

"Korkarsan?"

"Korkmam," dedim omuz silkerken.

Gözüm çaprazımızdaki korumalardan birine takıldı. Telefonla konuşuyordu ve gözü üzerimizdeydi. Umursamamaya çalıştım ama bariz bir şekilde bizim durduğumuz yere bakarak konuşuyordu.

Ne oluyordu?

"Göktuğ," dedim. "Buranın sahipleri olan insanlar ne kadar tehlikeli insanlar?"

Göktuğ bilmem dercesine dudak büktü.

"Adanalılarmış," dedi. "Asil bahsetmişti. Selin'in erkek kriterleri hayli düşük."

"Kendinden mi yola çıktın bu tespiti yaparken?"

Teessüf edercesine baktığında güldüm.

"Yani adam Selin ile seni öğrense en fazla ne olur?"

"Boşanma davası açar."

Ciddi miydi?

"Adanalılar, büyük bir aileleri var, sana kendilerini beğendiremeseler de varlıklılar ve evli olduğu kadına attığın mesajları gördüğünde bu iş sana asla dönmeyecek öyle mi?"

"Ya ne olacak?" diye sordu.

Bunu ciddi ciddi sorduğunda kaşlarım havalanmıştı.

"Bilmem," dedim şaşkınlık içinde. "Topuğuna falan sıkabilirler diye düşündüm ben."

Göktuğ yüzünü buruşturdu. "Ne demek o ya? Nasıl topuğuma? Barbar mı Atlas bu insanlar? Gider boşanır karısından olur biter."

"Göktuğ sen fanusta mı büyüdün?"

"Cık," dedi. "Babam Fransız dadılarla büyüttü."

"Belli," dedim hayretle. "Gidiyoruz buradan hadi. Bu insanlar tekin değil, şu koruma da bize bakıp duruyor zaten."

Korumayı işaret ettiğimde ikimiz birden adamın biraz önce bulunduğu yere dönmüştük ama orada kimse yoktu.

"Bakıyordu en azından."

"Yarışı kazanınca gideriz."

Pes ederek sustuğumda arabasının yanına ilerledi. Yan yana dizilmiş beş araba vardı ve Göktuğ bir konuda haklıydı. En iyi araba ondaydı ve yarışı kazanması için kendini hız tutkusuna teslim etmesi yeterliydi. Diğerlerinin üzerinde haksız bir rekabete sahipti. Bu ne denli önemliydi bilmiyordum ama diğer arabalar bir Ferrari ile yarışabilecek kadar iyi görünmüyorlardı.

Belanın kokusu giderek etrafa yayıldığında sürücüler araçlara geçti. İçinde bulunduğum duruma inanamıyordum. Bu sabah yeterince kötü anılarla uyanmamışım gibi bir de şimdi bu çıkmıştı. Mikanos teklifini reddettiğime pişman olarak arabaya bindim.

Göktuğ arabanın içinden izleyicilerin arasında duran Selin'e baktı. Fazla dolgu enjekte edilmiş dudakları ile gülümsediğinde Göktuğ'un bir konuda daha haklı olduğuna ikna oldum. Selin, Göktuğ'u reddetmiyor kendince bunu bir kaçamağa çeviriyordu.

Uzandım ve kemerimi taktım.

"Bu geceden sonra arabayı yıkatmayı unutma," dediğimde Göktuğ yüksek sesli bir kahkaha attı.

"Merak etme yengecim, iç dış yıkama yaptıracağım."

Ona hızla döndüm ve gözlerimi kısarak baktım. "Ya da topuğuna mı sıksalar?"

Bir kadın elindeki siyah beyaz damalı bayrağı havaya kaldırdığında Göktuğ "Sıkı tutun birazdan uçacağız."

Ağzıyla füze sesi çıkardığında gözlerimi çevirip gülümsedim. Onun yanındayken hayata devam edebilmek işte bu yüzden bu kadar kolaydı.

Ve gaza bastı.

Evet evet, Göktuğ bir konuda daha haklıydı. Kesinlikle uçuyorduk.

Kulaklarım çınladığında kemeri tutup gözümü kapattığım. Hem çok güzeldi hem de çok ürkütücü. Son sürat giden bir arabanın içinde düşüncelere yer yoktu. Adrenalinin etkisiyle çığlık attığımda eşlik etmişti. Daha çok bağırdım, daha çok... Göğsümün sıkışmasına neden olan her şeyi dışarı atmak istercesine bağırdım.

Her şeyi unuttum. Kaç dakika sürdü bilmiyordum ama ne kadar sürdüyse o kadar uzun süre unuttum ne varsa. Göğsüm heyecanla inip kalkarken sesimin kısılmasın göze alarak bir kez daha bağırdım.

Ve araba durdu.

Ani frenle gözlerimi açtığımda ağzım kurumuştu.

"Kazandık!"

Göktuğ'un coşkulu bağırtıları arasından yeniden haykırdım. "Kazandık!"

Bana döndü ve yumruğunu uzattı, beklemeden yumruğumu tokuşturduğumda "Kim haklıymış?"

Başımı geriye atıp çığlıkla karışık kahkaha attım.

"Bir daha yapalım."

Bu kez kahkaha atan Göktuğ'uydu.

"Tekrar!"

Göktuğ haklı çıkmanın övüncüyle böbürlenirken bakışlarımı dışarı çevirdim. "Biraz önce diğer arabalar da burada değil miydi?" Benim gibi dışarıya baktı. Kimse yoktu. Kapıyı açmaya yeltendiğimde biri dışarıdan itmişti.

Ne oluyor?

Birden etrafımızı pistin başlangıcında gördüğümüz adamlar sardı. Yolun diğer ucundan siyah bir araba yaklaşarak tam önümüzde durduğunda iki tarafın da kapısı açıldı. Adamlar inmemizi bekliyordu.

Göktuğ "Korkma," dedi. "Sen bir Taşkıransın, kimse sana dokunamaz."

Dışarı çıktığımızda adamlardan biri hemen yanımdan yürüyerek öne geçmeme neden oldu. Göktuğ da yanıma geldiğinde önümüzde duran siyah arabadan Selin'in son birkaç saattir gündemimizde olan Adanalı eşi Yavuz indi.

"Piste fare sızdı dediler de inanmadım. Gözlerimle göreyim dedim."

Kelimeleri her ne kadar iyi telaffuz ediyor olsa da sesinin gerisinde bir ağız esintisi vardı. Gülüşünde ise kesinlikle tehditkar bir esinti saklıydı.

"Yarışa geldik," dedi Göktuğ, sahilde yürüyüş yaparken karşılaşmışız gibi rahatlıkla. "Ve kazandık."

"Kazandın?" Adamın küçümseyen tavrı Göktuğ'un yüzünü buruşturmasına neden olmuştu. "O canavarla başka ne yapacaktın?"

"Araba modeli kısıtlaması yoktu. Gerçi bir evrak falan da imzalamadık değil mi Atlas? Var mı elinizde yarış yaptırdığınızı kanıtlar nitelikte bir belge?"

Adam birkaç adım atarak tam karşımızda durduğunda üzerindeki parfümün ağır kokusu genzimi yakmıştı.

"Senin elinde kazandığını kanıtlar cinsten evrak var mı?"

Göktuğ adamın sinirini bozmayı hedefleyerek güldüğünde uzanıp kolunu tutmak istedim ama uygun bir anda olmadığımızdan kendimi durdurdum. Ben onun kadar rahat değildim. Karşımdaki adamın kim olduğunu bilmiyordum ve bilmemek huzursuzluğumu tetikliyordu. Buradan gitmek istiyordum.

Adamın gözleri bana çevrildiğinde yüzüne pis bir sırıtış yayıldı. Nefesimi tutarak bir adım geriledim. Göktuğ'a güveniyordum. Kendimden daha çok güveniyordum ama artık gitmemiz gerekiyordu çünkü içimi saran düşünceleri durduramıyordum.

"Atlas Hanım," dedi, bana doğru yaklaştığında.

"Mesafeni korursan," dedi Göktuğ ve eliyle gerilemesini işaret etti.

Adamın bakışları aniden Göktuğ'a döndü.

"Sen mesafeni korudun mu dümbük?" Elini belinin arkasına attı ve çekip aldığı silahı Göktuğ'un yüzüne doğrulttu.

İrkildiğimde Göktuğ bana döndü. Gözlerine odaklanmamı bekledi ve iyi olup olmadığımı kontrol edercesine dikkatle baktı. Hemen sonra gözlerini genellikle Görkem'in yaptığı gibi kapatıp açtı ve bir şekilde sorun olmadığını, buradan sorunsuz çıkacağımızı hissetmemi sağladı.

"Atlas haklıymış," dedi Göktuğ. "Barbarmışsın."

Adam elindeki silahın emniyetini açtığında nefesimi tuttum.

Etrafımızdaki adamlar hazır bekliyordu ve çevremizi kuşatmışlardı. Göktuğ ona doğru iyice yaklaştığımda "Sakin ol," diye fısıldadı.

"Abine iletmemi istediğin bir şey var mı?" diye sordu Yavuz.

Göktuğ adamın söylediği çok komikmiş gibi güldüğünde üzerimize başka bir arabanın farı yansıdı. Bize doğru hızla yaklaşan araba karşımızdaki adamın arabasının yanında durduğunda gözlerimi kısarak görmeye çalıştım. Gözüme yansıyan ışık görüşümü engelliyordu.

Yavuz başını yana doğru eğdi ve arkaya baktı. Arabanın kapısı açıldığında gördüğüm ilk şey siyah botlar oldu. Botların sahibi bize doğru yaklaştığında adamın silah tutan eli anında aşağı indi.

Pars!

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro