Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 51 • Alea Iacta Est




Holaaa,

İkinci kısma an itibarıyla geçmiş bulunmaktayız.

Ve ilk bölüm Pars'tan!

Kendinize iyi bakmayı, kendinizi öpmeyi ve karakterlerin Instagram hesaplarını takip etmeyi unutmayın.

Sevgiler, öpücükler...

İrem Pelin xx

ALİ PARS

13 Haziran 2022, İSTANBUL

Dedi ki Kuzgun, bir daha asla!

Poe'nun klasikleşmiş şiirinden aynı bilindik dizeler.

"Ah, açıkça anımsıyorum, bir Aralık ayıydı, karanlık ve kasvetli,

Ve sönen her kor parçası işleyip durmaktaydı zemine gölgesini."

Gözlerinin ruhunu ele verdiğinden habersiz, hoyrat kelimelerle canımı acıtmaya çalıştığı bir gece sorduğu; ayak bileğimde kazılı duran dize.

"Karanlık vardı, dahası yok."

Seçil'in kliniğinin bir tarafı denize bakıyordu. Diğer tarafı ise ağaçlığa... Çoğu zaman sırtım denize, yüzüm ağaçlara çevrili olurdu. Gözlerimi denizden kaçırır, sık ağaçların üzerinde tutardım.

Bugün o günlerden biri değildi. Gözlerim denizde takılı kaldı. Daha çok ufuk çizgisinde... Ağzımdaki sigarayı arada bir parmaklarımın arasına alıp hızla küle dönüştürürken pencerenin önünde durmuş doğrudan denize bakıyordum. Önüm boylu boyunca maviyken şiirin zihnimin bulanık suyuna karışmasına şaşmamak gerekirdi.

Seçil ile tanışmam, panik atak krizlerinden birinin ardından Onat ve İklim'in de ısrarıyla bir uzmanla görüşmeyi kabul edişime dayanıyordu. Önceleri hiç konuşmadım, sadece oturup bekledim. Her hafta geldim, her hafta camla çevrili odasında, sırtını ağaç manzarasına vererek krem koltuğunda oturuşuna sessizliğimle ortak oldum.

Kafamdaki hesap barizdi. Sorduğu soruları yanıtsız bıraktıkça hasarı kendi bulmak zorunda kalacaktı. Damlayan boruyu usta tespit ederdi, kırık kemiği doktor.  Ruhumda dikiş tutmayan yeri de Seçil bulacaktı. Milyar yıllık dünyada bu görev ona kalmıştı. Bir kere bana terapi yapmayı kabul etmişti. Bu verdiği en kötü karardı. Sadece o henüz farkında değildi.

Nasıl olsa arayıp bulamadığımı bulmaya gücü yetmezdi. Kimsenin yetmemişti.

Ölüler Diyarı'ndan Atlantis'e uzanan bir arayış bu. Bakılmadık yer, kaldırılmadık taş, ayak basılmadık kıyı bırakmadım. Geçen zaman aklımda dertop oldu, var olanla hissedilen karıştı. Takvime bakılırsa on sekiz ay, bana kalırsa bir asır geçti. Bildiğim ne varsa unuttum. Kime karşı savaşıyordum, Ölüler Diyarı'nın tahtını bana bırakıp kaçan Hades'e mi? Tacı düşürmemi iştahla bekleyenlere mi? Kimdi asıl düşman, kimdi gölgelerin ardında saklanan?

İlaç mı verecek, hipnoz mu edecek, şeytanlarımı mı kovacak ne yapacaksa yapsın diye oturup bekledim haftalarca. O da benimle bekledi. Sabırla konuşmamı, anlatmamı bekledi.

Seçil'e döndüğümde profesyonel ifadesini bozmadan yine sabırla konuşmamı bekliyordu. Merak ettiği şiir değildi. Asıl niyeti dalıp gittiğim düşünceleri öğrenmekti. Atlas'ın Marbella tatillerinin birinde işaret parmağının ucundaki dövmenin karşılığı olarak sol koluma bağladığı kırmızı ip bilekliğe takıldı gözlerim.

"The Raven."

Kırmızı ip bileklikle oynarken akılımdan geçenlerdense şiiri ortaya sürmek daha kolaydı.

Başını çoğu zaman yaptığı gibi anlayışla salladı. "Şiiri mi hatırladın?"

Şiiri unutmamıştım. Liseye başlamadan önceki yaz karıştırdığım kitaplardan birinde çıkmıştı karşıma. Şiir, okulda öğretilenlerden farklıydı. Okulda ezberletilenleri sevmezdim. Çoğunu da anlamazdım. Bunu anlamıştım. Bugün anladığımdan farklıydı çıkardığım anlamlar. Kitabı birkaç gün elimde dolaştırdığımda annemin bundan mutluluk duyduğunu fark etmiştim. Dövüşmemdense anladığım dillerin hepsinde kitap okumamı tercih ederdi.

Dövüşmeseydim kendimi bugüne getiremeyeceğimden habersizdi. Poe beni hayatta tutmayı başaramazdı, dövüş başarırdı. Öğretilenlerin dışında çıkınca şiirler konusunda düşünceler değişmişti haliyle. Bulabildiğim ne kadar şair varsa hepsini okudum o günden sonra. Bazıları iyiydi, bazıları kağıt israfı.

Poe'nun yeri ayrıydı, Rimbaud iyiydi, Aragon fazla duygusaldı ve Bukowski ucuz içki kokuyordu.

Hepsini okudum, bitti derken bir gün Atlas'ın ince parmaklarının arasında tuttuğu kitabı gördüm. Howl ve başka şiirlerden oluşan bir derleme. Allen Ginsberg okuduklarım arasında yoktu. İçime dolan merakı şimdi, 1 yıla yakındır her hafta geldiğim kliniğin camından ağaçlara bakarken ve lisenin üzerinden bir asır geçmişken de hatırlıyordum.

Yanından geçip sınıfa çıktığımda doğrudan pencereye ilerlemiş, gözlerimi bahçeye dikmiştim. Güneş gören bankların birinde, ardında durduğum pencerenin tam karşısında oturuyordu. Mavi gözlerini sayfalara dikmiş dikkatle okuyordu. Onun ilk benim son senemdi. Yaz geliyordu ve sınav yaklaştığı için son sınıflardan okula gelenlerin sayısı azalmıştı. Onun dersi bedendi ve tüm ders boyunca bahçede kıpırdamadan kitabı okumuştu.

Sabit duran Atlas fikri zihnim için yeniydi. Dudağının kenarında asılı duran biraz sonra yangın çıkaracağım gülüşü, birden ortadan kaybolmaları ve zamanın geçişini yok sayan çocuk bakışları olmadan onu ilk görüşüm değildi. Daha önce de gardını indirdiğine, tırnaklarını sakladığına, bir köşede saklanıp ağladığına şahit olduğum zamanlar olmuştu. Sadece ilk kez bu denli odaklı görünüyordu ve bu mesafeden yıllardır görmediğim kadar masum görünüyordu.  Tüm ders boyunca pencerenin önünden ayrılmadan onu izlemiştim. Onu bu kadar kendine bağlayanın ne olduğunu merak ediyordum. Neydi gözünü bile ayırmadan dakikalar boyunca ilgisini çeken cümleler? Zil henüz çalmamışken kıpırdandığında içten içe kendimi o kadar da ilgisini çekmediğine inandırmış ama çok geçmeden kitabın bittiğini anlamıştım.

Okuldan eve dönerken önce kitapçıya uğrayarak kitabı almış sonra da odama kapanıp tüm gece okumuştum. Yüz sayfalık kitabı evir çevir okuyup durmuştum. Dikkatini çeken neydi? Ne onu öyle kıpırtısız tutmuştu dakikalarca?

"Şiiri mi hatırladın?" Seçil'in sorusuyla gözlerim daldığı boşluktan sıyrıldı. "Yoksa... Şiir sana birini mi hatırlattı?"

Sorusunu yanıtsız bıraktım. Bir yıla yakındır yaptığımız seanslar beni tanımasını kolaylaştırmıştı. Sessiz kaldığım anlarda kaba davrandığımı düşünmektense aklımdan geçenleri çözmeye çalışacaktı.

"Kolundaki dövmede yazan da şiirden..."

Nevermore.

Gözlerim yeniden zeminde duraksadı.

"Bu şiiri neden seçtiğini düşündün mü?"

İki elim birden ceplerimde, bakışlarım zemindeyken Seçil'e yönelik olmayan bir alayla güldüm.

"Dövme seçerken çok düşünmem."

"Dövmenden bahsetmiyorum. Dalıp gittiğin zamanlarda bu şiiri mırıldanıyorsun, birkaç kez daha yaptın. Sence neden?"

Dalıp gittiğim zamanlar geniş bir söylemdi. Daha spesifik olmalıydı. Aklım odaklanmakta 18 aydır güçlük çekiyordu. Sesler silik, anlar bulanıktı. Gerçekten dinlemem gerektiğinde parmaklarımı dizime vurup ritim tutarak odağımı sağlıyordum. Bir şey düşünmem gerektiğinde ise aktif dövüş hayatımın olduğu zamanlardan daha ağır antrenmanlar yapıyordum. Aksi halde aklımı tek bir yerde tutmam mümkün değildi. Kum torbası yumruklamanın aklımı derli toplu tuttuğunu bilse Seçil bu konuda ne düşünürdü acaba?

Kafamdaki sesleri susturmanın yolu müzikle uğultuyu kesmekti. Aklımı yerinde tutmanın yolu ise gücüm tükenene kadar antrenman yapmak. Rus hocam şu dönüştüğüm hali görse gecikmeden beni en vahşi dövüşlere sokardı. Bunu ona kalmadan ben de yapardım, eğer hayatta kalmam gerekmeseydi.

Hayatta kalmakla lanetlendiğim günden beri nefes almaya devam etmek zorundaydım. Hayatta kalmalı ve Atlas'ı bulmalıydım. Atlas'ı bulmalı ve onu güvende tutmalıydım. Ailem saydığım diğer herkesle birlikte onu da güvende tutmalıydım, onlardan daha çok borçluydum bunu Atlas'a. Sadece Atlas olduğu için değil, sadece hayatta kalmamın değil ama yaşamamın ona bağlı olduğu için değil. Geriye bir tek ben kaldım diye değil. Söz verdim diye.

Kanayan dizlerinin kanını ben durduracak, gözümü üzerinden ayırmayacaktım. Çocukken edinmiştim bu misyonu. Atlas ben ona bakarken büyümüştü, ben Atlas'a bakarken büyümüştüm. İnkar da etse, onu bir tek ben gerçekten tanıyordum. Aras'ın bilmediklerini bilecek kadar iyi tanıyordum. Gözümü bir an bile çekmemiştim üzerinden, şimdi ise baktığım hiçbir yerde yoktu.

Bu yokluk tüm varlıklardan daha hissedilirdi. Daha uğultulu, daha sancılı...

Atlas yoksa ne vardı?

Atlas'ın bir yerlerde nefes aldığını bilmeseydim kendimi bir kafesten içeri atmam uzun sürmezdi. Kafeslerden birinde ölmezdim, yine ölemezdim. Ölmemek üzere dövüşürdüm hepsinde, yine de ölmekten bu kadar korkmazdım.

Atlas'ı bulmadan ölemezdim.

"Kuzgun'u bekliyorumdur."

Bir gece, kasvet ve acı içinde kıvranırken bahçede ansızın belirebilir ve bana izine rastlanılmayan eşsiz sevgiliden haber getirebilirdi. Şairlerin yalnızca şiirlerinde tasvir ettiğine benzer bir acıyla kıvranırken ben, en dipteyken. 

"Belki de... Peki, sence bu şiir ne ile alakalı?"

Seçil şiir ve iç dünyam arasında köprü kurmaya çalışıyordu. Aksayan yeri bulmak için ihtiyaç duyduğu cevaplar vardı. Gördüğü enkazın ne kadar derine çöktüğünden emin olmalıydı. Sorusunu bu kez yanıtsız bırakmadım.

"Karanlıkla?"

"Karanlıkla ilgili... Olabilir. Başka?"

Boynumu geriye sarkıtıp tavana baktım.

"Ve kuzgunla."

"Cevap kaçtığın yerde gizli olabilir mi?"

Seçil'in duymayı arzu ettiği cevabı verecektim. Duruşumu düzelttim. Şimdi bakışlarım şeffaf çerçeveli gözlüklerinin ardından bana dikkatle bakan psikoloğumun üzerindeydi.

"Şiir, yalnız bir adamın kaybettiği sevgilisini kasvetli bir gecede düşündüğü esnada kapısının önünde beliren kuzgunla ilgili..."

Verdiğim otomatik cevap onu memnun etti.

"O adam sen misin?"

"Allan Poe ile tanıştığımı hatırlamıyorum."

Yüzüm ifadesizdi, sözlerimde ise alay vardı. Seçil tebessümle gerçek cevabı beklerken sızlayan gözlerimi ovuşturdum.

"Uyuyamadın mı?"

Kısık sesle güldüm. 

"Yakın zamanda en uzun kaç saat uyudun."

Uyku uzun zamandır dostum değildi. Saat hesabı yapacak kadar uzun konaklamıyordu bünyemde. Varlığını benimle bütünlemek istemediği çok açıktı. Bu arzusuna saygı duyuyor ve saymıyordum birlikte geçirdiğimiz zamanı.

"Emin değilim, belki üç. Bir iki günün ardından uyumayı başarabilmişsem dört, beş... "

Seçil bu önemli bilgiyi not alırken pencereye yürüdüm. Not almakla uğraşması gereksizdi. Birden uyku saatlerim ikiye düşebilirdi. Üç günü hiç uyumadan geçirirsem altıya çıkabilirdi.

"Kâbusların devam ediyor mu?"

Kliniğin arka tarafının baktığı geniş bahçeyi izlerken üçüncü sigarayı yaktım. Ellerim ceplerimde, gözlerim ise ağaçlardaydı. Sorduğu sorunun cevabı bir buçuk yıldır değişmedi. İlk günden itibaren gözümü her kapattığımda da uykuya daldığımda da gördüklerim aynıydı.

Bazıları rüya, kalanları gerçek...

"Aynı kâbus mu?"

Aynı kâbus...

"Belki tekrar nefes tekniği-"

"İşe yaramıyor."

Tepkim fazla net olunca birkaç saniye süre tanıdı.

"Rüyanı anlatmak ister misin?"

Kâbus!

Seçil de diğer insanlar gibi limanın patladığından haberdardı. Ülke çapında ses getiren, ağır sonuçlar doğuran bir olaydı çoğu insan için. Sadece gündemi takip edenlerin değil, sosyal medya hesabı kullanan herkesin haberi vardı olanlardan. Patlamadan üç gün sonra hastanede uyandığımda olay etkisini korumaya devam ediyordu. Tek farkla, patlama anı çoktan sosyal medyanın mizah konularına görsel olmuştu.

"Kendine zaman tanımalısın," dedi. "Her şeyi aynı anda çözmeye çalışmak sana zarar verebilir. Adım adım ilerlemelisin."

Seçil'e doğru bakmadım. Ağaçlardan birine bir saksağan konmuştu. Kuyruğundaki koyu mavi tüyler güneşte parlıyordu.

"Yazmayı denedin mi?"

Yazmaya çalıştım. Seçil'in önerdiği gibi aklımdaki kâğıda dökmekten farklıydı deneyimlediğim. Bir kâğıda ya da deftere değil, doğrudan Atlas'a yazdım. Başa dönerek ona bir mail attım. Kısa bir şeydi. İlk kullandığım ve harflerin yerini değiştirerek aslında içine adımı gizlediğim mailden gönderdim. Bir kez bu yolla ona ulaşabildiğimden tekrarlanabilir görünüyordu. Umut yaralayıcıydı. 

Aynı patlama kafamın içinde kendini tekrarlarken. Yazmak da diğer tüm eylemler gibi sonuçsuz kaldı. Atlas maile cevap vermedi. Mail adresi onu son gördüğüm günden itibaren hiç aktifleşmedi. Sürdüğüm tüm sanal izler limanda tıkandı. Hayatta iz bıraktığı son tarih 17 Aralık 2020, 20.04'tü.

Yapabilseydim Atlas'a mail atmaya devam ederdim. Yapamamıştım. Hesaplarından hiçbiri aktifleştirilmemişti. Bunu bildiğim halde yazamamıştım. Yazdığım her an sesler yoğunlaşıyor, uğultu çoğalıyor, yokluğunun gerçekliği dayanılmaz bir hal alıyordu. Yanıtsız mesajlar yokluğunu somut kılıyordu.

"Yazmak kâbusları savuşturmuyor, zihnimi uyuşturuyor. Bunu iyi bir şişe rom da yapabilir."

Seçil sakin bir nefes aldı.

"Biraz düşün olur mu? Gelecek hafta tekrar konuşalım."

Kolumdaki saate baktım. Birkaç dakika süremiz kalmıştı. Tekrar yüzümü ovuşturdum. Baş ağrım yoğunlaştı. Sehpada duran şişelerden birini alıp suyu bitene kadar içtim. Boş şişeyi bacağıma vururken Seçil'in üzerimdeki bakışlarına döndüm.

"Gelecek sefer sana da bir şişe rom getiririm, ne demek istediğimi anlarsın."

Seçil tebessüm etmekle yetindi. Sandalyenin sırtına astığım ceketi alıp iç cebinden telefonu çıkardım. Arama gelseydi duyardım. Kontrol etmem gereksizdi. Sadece buna engel olamıyordum. Hızlıca bildirimleri kontrol ettim ve sesinin açık olduğundan emin oldum.

Gelebilecek tek bir arama için sesi hep açık, şarjı hep doluydu.

Seçil'e kısa bir baş selamı verip kapıya yöneldim.

"Haftaya görüşürüz" dedi.

Ona dönmeden elimi havaya kaldırıp onayladım ve çıktım.

👑

Bahçe kapısı açıldığında güvenlik kulübesinde duran Erdi ve Kenan'a baş selamı verdim. Erdi anında telsize uzanıp içeriye haber verdiğinden Murat eve ulaşmamı beklemeden kapının önünde belirdi. Evin yüz ölçümüne doğru oranda artan güvenlik önemleriyle yalnızlığım çok ortaklı hale geldi. Eskiden de kalabalıktı. Kalabalığı dışarıda tutmak kolaydı bir zamanlar. Telefonun zorunlu açık tutulan sesinden yüz bulan çok istek sızıyordu. Evin kapısında bekleyen sıra sıra korumalar evin yerel halkı konumunda olanlara geçit vermekle yükümlüydü. Yalnızlığım gürültülü, kalabalık ve sorumluluk yüklüydü. Yalnızlığım da bana ait değildi artık, ben onu insanlardan çalıp yaşayabiliyordum.

Her kıyametin ardından değişen ev, mekan, düzen neye yaramıştı? Hiçbir şeye.

Ev büyümüştü. Sorumluluklar ve babamın üzerime bir nişane gibi diktiği soyadı büyümüştü. Küçülen, daralan, sıkışan zamandı. Zaman bir kıskaç olup sıkıyordu boğazımı. Nefesimi kesiyordu.

Bir gün daha eksildi bilinmeyenin hafızasında. Bir gün daha harcanıp gitti. Yokluğunda bir yaş daha aldım. Eksik, tatsız, soluk...

Hayatın dura bastığı andan itibaren yaşadığım her günün tek bir amacı vardı, Atlas'ı bulmak. Bu uğurda ne gerekiyorsa yaptım. En tepeyi işaret etti tüm parmaklar, her adımda daha da yükseğe tırmandım. Hiç durmadan, soluklanmadan, durup aşağıya bakmadan yükseldim. En zirveye ulaştığımda sırtımdaki yükler çığ olup çoğaldı.  Omuzlarım yüklerle çökmedi, aksine güçlendi. İnsanlar çoğaldı, beklentiler arttı. Kaçtığım ne varsa bir girdap olup içine çekti beni.

Tacı giymek yetmedi, doyurmadı aç kurtları. Büyümek, güçlenmek, en zirvede durmak yetmedi. Hepsini istediler. Her şeyi. Almaya da hevesliler.

Murat seri adımlarla yanıma ulaştı. Arabadan indiğimde önce yüzüme baktı sonra arabanın içinde. Yüzüne bakılırsa eve tek gelmemi beklemiyordu.

"Hayırdır?"

"Senle gelirler sandım."

Gözleri etrafı kolaçan edip evin kapısında durdu. "Temizlik bitti, Aysun Hanım biraz önce çıktı. Kalmasın kimse demişsin. Yemek falan yapmış ama kontrol ettim. Bir de..."

Kapıdan içeri girmeden önce durup cümlesini bitirmesini bekledim.

"Ya da neyse, görürsün zaten."

Kapıdan içeri attığım ilk adımda tekrar konuştu.

"Unutmadan... Nice yıllara."

İçten temennisine başımı eğerek teşekkür ettim. Ortada kutlanacak ne gün ne de yaş vardı.

"Sağ ol."

Alt kata yayılan yemek kokusu Aysun Hanım'ın benden çok kendini dinlediğinin kanıtıydı. Ertesi gün geldiğinde yemekleri bıraktığı gibi bulup üzülen yine kendisi oluyordu. Menü ölçüsünde de kendi bildiğini okuyordu. Evin sınırları içinde o yemekleri bitirmeye hevesli birilerinin olduğun bilmek bildiğinden şaşmamasına sebep oluyor, olmalıydı.

Mutfağa uğramadan doğrudan salona geçtim. Pikabın iğnesini plağın üzerine yerleştirdim. Atlas'ın şarkılarından biri yayıldı eve. Gözlerimi kapattım ve bu güne özel hakkım olan dileği diledim.

İyi ol! Ben seni bulana kadar, hayatta kal.

Hayatta olduğunu biliyordum. İzini bulamamam aksini kanıtlamazdı. Hayattaydı. Ben tüm ihtimalleri tüketene kadar beni bekleyeceğini biliyordum. Bakılmadık yer, aşılmadık engel bırakmayacak bir gün onu bulacaktım. Aksini düşünürsem düşerdim. Koşmaya devam etmem geriyordu. Hiç durmadan koşarsam, nefessiz kalana kadar, ciğerlerim patlayana kadar koşarsam kurtulurdum düşmekten. Düşersem düşen sadece ben olmazdım, Atlas da düşerdi.

Söz vermişti, oyunu Atlas kazanacaktı. Tüm oyunları Atlas kazanacaktı. Ben sadece onu bulacak ve ömrümün sonuna kadar güvende tutacaktım. Bu da kendime verdiğim son sözdü.

Arka cebimden ezilip büzüşmüş paketi çıkarıp bir dal aldım. Kırmızı Zippo'yu ateşleyip sigarayı tutuşturdum. Birkaç nefesin ardından şarkı bitti. İğneyi kaldırıp plağı düzelttim. Şarkı tekrar başladığında evin içine sesler doldu.

"Bekle bekle... Önce mumları yakalım."

Sigaradan seri nefesler aldım.

"Sen tut pastayı, kapıyı açayım."

Kapı açıldığında sigarayı pikabın yanındaki küllüğe söndürdüm.

"Mutfağa geç..."

Fısıltıyla konuşarak mutfağa girdiler.

"Hediyeler var burada. Kim göndermiş acaba? İklim Abla, baksana şu paketlere ne çoklar."

"Bırak onlarla uğraşmayı, çakmağı uzat."

Plağın üzerinden iğneyi kaldırdım ve şarkıyı durdurdum. İçerdeki fısıldaşmalar devam ederken bar ünitesinden bir şişe rom aldım. Benim kadar olmasa da eski sayılırdı. Şişeyi açıp bardağa boşalttım.

"Dur dur..."

Kesik salonun girişinde durdu ve görünmediğini düşünerek içeri baktı. Kabak gibi ortadaydı. Bunu ona söyleyen kişi olmayacaktım. İçkiyi tek seferde içip yenisini doldurdum.

"Biri söndü. Yak tekrar, hadi hadi."

Salonun önündeki hareketlilik arttı. Sesler çoğaldı. İkinci bardak da boşalınca üçü doldurdum. Şişeyi alarak salonun içine ilerledim. Tekli koltuğa oturup bardağı dizime dayadım. Gözlerimi kapatıp dizimin üzerinde parmaklarımla ritim tutmaya başladım.

Dakikalar dakikaları takip ederken salonun ortasında büyük bir nida koptu.

"İyi ki doğdun!"

Hep bir ağızdan yükselen sesle gözlerimi açtım. Kesik elinde büyük bir pasta tutuyordu, hemen yanında on dakikayı aşkındır fısıldaşıp durdurduğu İklim vardı. Onat birkaç adım arkalarındaydı ve yanında Bade vardı.

"Doğum günün kutlu olsun abi!"

Kesik elindeki pastayı mumların sönmesinden delicesine korkarak bana uzattı.

İklim yanımda durdu. "Dilek tut."

Mumu üflememi bekledikleri için 13 tanesini de üfleyip söndürdüm. İklim sıkıca sarılıp "İyi ki doğdun" demişti.

"Sağ ol güzelim."

Onat ve Kesik ile de sarıldıktan sonra Bade sırasını bekleyen bir tebessümle gülümsedi.

"Hediye istemezsin diye düşündüm. Ben de Pia için bir şey getirdim. O bunla oyalanırken sen de kafanı dinlersin, bir nevi sana hediye sayılır."

Başımı sallayarak teşekkür ettim. Uzandı ve bana sarıldı.

"Nice yıllara."

"Sağ ol."

Pasta kesme faslının ardından Kesik, Pia ile boğuşmaya başladı. İklim ve Onat salonun köşesinde kendi içlerinde olduğunu düşündüğüm bir konu tartışıyordu. Sırtımı salona, yüzümü bahçeye dönerek dışarı baktım.

Bade gelip yanımda durdu.

"Nasılsın?"

"Belirsiz."

Başını sallarken elindeki şarap kadehine tırnaklarını vurarak ritim tuttu.

"Seçil'le nasıl geçti, iyi miydi seans?"

"Etik kurallarına ne oldu?"

Sataşmama güldü. "Arkadaşça bir soru sadece. Doğru olmayan Seçil'e sormam. Sana sorabilirim."

"İyiydi herhalde."

"Dışından değil, içinden konuştun yani. İyi dediğine göre sıfır bilgide tutmuşsun yine seansı."

Haftalarca sustuğumu bildiğinden yürüttüğü tahminde haksız sayılmazdı.

"Verebileceğim bir bilgi yok"

Elimde bir bilgi olsaydı bu kadar çaresiz olmazdım.

"Senin verebileceğin bir bilgi var mı?"

Yüz ifadesine bakılırsa yoktu.

"Ülkeye birini sokmaya çalıştığını sanmıyorum Pars," dedi samimiyetle. "Göktuğ ile de konuştum. Özel jetle dönen bendim tek geldim, dedi. Görkem'in arkandan iş çevirdiğini sanıyorsun da o masanın kurallarına sadıktır. Benden iyi biliyorsun, onun için anayasa gibi bir şey o kurallar. Sanmıyorum sizi atlatıp ülkeye kaçak birilerini sokacağını."

Gözlerimi ovuşturdum. Edip Abi, Taşkıranlar tarafında bir hareketlilik sezmişti. Göktuğ aylardır ülkede yoktu, kısa süreli girişler yapsa da uzun zamandır yurt dışındaydı. Görkem ise sürekli farklı noktalara gidip geliyor, bunu da ticari ilişkileri kuvvetli tutmakla açıklıyordu. Hakkı olduğunu düşündüğü liderliği kaybettiğinden masaya karşı bir duruş sergilemesini bekliyorduk. 

"Sen emin misin? Belki yanlış bilgi aldın?"

"Eminim," diye yanıtladım kısaca.

Bilgiyi İstihbarat sağlamıştı, Edip Abi oltaya gelecek biri değildi. Özel jetten inen Göktuğ olsa da Görkem'in tutarsız davranışları bir nedene bağlanmıyor, havada kalıyordu.

"Pars..."

Onat'ın seslenmesiyle onlara döndüm.

"NOX'ta akşam küçük bir kutlama yapsak diyor İklim. Serdarlar da gelmek istediler eve de çekindiler. Hem çocuklar da istiyor, küçük bir şeyler ayarlasak?"

"Başka zaman..."

İtirazlar, retler, kalabalıktan kaçmalar artık tepki görüyordu. Onat muhtemelen en azından doğum günümde biraz olsun normal davranmamı istiyordu. Normalim buydu. Bunun üstü elimden gelmiyordu. Sorulan sorulara cevap veriyordum, asgari düzeyde yanlarında duruyordu ve fiziksel olarak iyi olduğumu bilmelerini sağlıyordum. Bir aşama ötesi beni aşıyordu.

"Aslında," dedi Bade. "NOX değil de, belki başka bir yerde küçük bir kutlama ayarlayabiliriz. Hem kimin geleceğine kendin karar vermiş olursun, hem de istediğin zaman ayrılabilirsin."

İklim yüzünü ekşiterek Bade'nin önerisinden hoşlanmadığını anında belli etti. Genel olarak Bade'den de hoşlanmadığından garipsenecek bir tepki değildi. Onat ise Bade'ye destek çıkmak üzereydi. İstediğim son şeyin bir kutlama olduğunu anlamak çok mu zordu?

Bade'nin niyeti açık ve iyiydi, farkındaydım. Bunalınca gidebileceğim bir olasılık sunmaya çalışıyordu ama gereksizdi. Her nerede olursam olayım kafam da benimle oradaydı. Aklımdan kaçamadığım sürede durup soluklanmanın da, güvenli bir yol aramanın da manası yoktu.

"Ben biraz geç katılmak zorunda kalacağım ama malum davet var."

"Sen Taşkıranların şehrin büyüklerine verdikleri davetlerini kaçırma, ben ayarlarım her şeyi," dedi İklim.

Taşkıranların daveti Edip Abi tarafından yakından takip ediliyordu. Prosedürün dışına çıkacağımdan emin olduğundan beni özellikle uzak tuttu. Görkem'i sorguya çekebilmek için bir açığını arıyor, aylardır bulamıyordu. Yardım edebileceğimi bilse de ilk aşamada beni kullanıp aramızdaki bağın açığa çıkmasını istemiyordu.

"Ne dersin Pars? Olur mu?" diye sordu İklim hevesle.

Ölü toprağından sıyrılıp güneşe çıkmamı en çok o istiyordu. Bu konuda diğerlerinden daha atak, daha ısrarcıydı. Kendini kötü ruh halimi düzeltme konusunda sorumlu hissediyordu. Belki bir vefa ödeme arzusuydu, belki de bana olan sevgisi iyi etme dürtüsünü tetikliyordu.

"Kutladık işte, yetmez mi?"

"Abi pastadan yemedin bile, nereye kutladık gözünü seveyim. Üfledin ya ona da şükür gerçi."

Kesik'in üzgün ifadesini dağıtmak için uzanıp saçını karıştırdım. Zorlukla gülümsedim ve rom şişesini de alıp alt kata indim. Zemin katın girişine yaptırdığım kapının açılması için parmak izimi okutup içeri girdim.

Üst kattaki odaların hiçbirini kullanmıyordum. Zemin kata bir sığınak kurmuştum. Odada koltuk ve bar vardı. Yeterli bir yaşam alanıydı. Evin diğer üç katını kullandığım söylemezdi. Atlas gördüğünde bir kişinin bu denli alan işgali yapmasının haksızlığı üzerine bana kafa tutacaktı. Tek kişinin bu kadar büyük bir eve ihtiyacı olmadığı konusunda söylenip duracak ama hemen sonra en alt kattaki havuzdan girip saatlerce çıkmayacaktı.

Atlas hep böyleydi. Önce itiraz eder, sonra itirazın içinde kendine eğleneceği bir nokta bulur ve karşı duruşlarını cebine saklayıp eğlenmeye devam eder. Ne ben başarabilmiştim bunu ne de Aras. Atlas buz üzerinde yürürken bir anda buz pateni yapmaya başlar. Her kıyametin ortasında yaşayacak bir neden bulur. Aras'ın ardından İspanya'ya saklanması da bu yüzdendi. Hayatta kalabileceği yer Aras ile anılarının olmadığı tek yer olmalıydı.

Tüm bunları düşündüm, hepsini hesapladım, onlarca çizelge oluşturdum. Haritalar çıkardım. Madrid'de birden fazla gittiği kafelerden, geçtiği sokaklara, Barcelona'da fotoğraf çektiği yerlere, Marbella'da kaldığı evlere, İbiza'da sevdiği mekânlara kadar her yere baktım. Tanıyor olabileceği herkesi ama herkesi sorguya çektim. Arkadaşı olabilecek herkesin günlerce sanal izini sürdüm. En ufak haber aldıklarında ilk beni arayacaklarını biliyor olmama rağmen Maria ve Jose'nin hesaplarına, telefonlarına erişimim hala devam ediyordu.

Akdeniz'e kıyısı olan tüm şehirleri didik didik ettim. Yoktu. Atlas dünyanın herhangi bir yerinde yoktu.

Ömrümde ilk kez Aras'a ihtiyacım vardı. Çocukluk arkadaşımın küçük bir yardımı beni suyun dibinden çeker alır, yüzeye çıkarırdı. Günlerce Aras'ın defterlerini okudum. En ufak iz için notlar oluşturdum. Onları Atlas ile bağladım. Yoktu.

Bir mezarla arkadaş oldum. Gide gele Aras'ı usandırdım. Yaprak düşse anlam yükleyecek, gök gürlese cevap sanacaktım.

Milyar yıllık dünyadan kaç Tanrı geçtiyse hepsine, her gece, her sabah yalvardım. Bir ışık, bir işaret, bir ipin ucu...

Sol bileğimdeki kırmızı ip ile oynarken gözümü gökyüzüne diktiğim zamanları düşündüm. Atlas'ın Aras ile konuşma yöntemini bile taklit etmiştim. Atlas istediği cevapları alabiliyordu. Beni de cevaplar mıydı bilse?

Cevaplamazdı. İnatçı piç, bilse de kendine saklardı.

Bahanesi de hazırdı. Kardeşimi senden koruyorum. Yapmadığı şey değildi. Atlas'a ne zaman yaklaşacak olsam önüme dikilir "Atlas benim kardeşim," derdi. Küçücük boyuna bakmadan diklenir dururdu. Dünyaya diklendiği gibi...

Görüşü net değil, eksikti. Atlas'a duyduğum koruma güdüsü abilikten kaynaklanmıyordu. Aynı yaşta olmamıza rağmen Aras'a abilik yaptığım çoktu. Atlas ise bana özelmiş gibi hissettiren ama aynı zamanda benim olmayacak kadar da eşsiz görünen o mucizeydi.

Pencereden gökyüzünü izleyen Wendy tasviri o belki de bu sebeple bu kadar uyuyordu. Hikâyenin Peter Pan'ı ben miydim uzun zaman öğrenememiştim. Ta ki uçurum demekte ısrar ettiği kayalıkta elime yüksük tutuşturana kadar... Tişörtün yakasından elimi geçirip zinciri çıkarttım. Gümüş yüksük zincirin içinden geçerek yan duruyordu kolyenin ucunda.

Gölgemi dikmemi söylerken Ali ile Pars'ı birleştirmemi mi kast etmişti emin değildim. Yokluğunda yaptığım buydu.  Ali ve Pars'ı birleştirdim. Babamı gururlandırırcasına onun öngördüğünden de yükseğe ulaştım. Atlas'ı bulmak için herkese söz geçirmem gerekiyordu. Geçirdim. Atlas'ı bulmak için babamın hayatımı çalarak var ettiği tahtta hiç kalkmamak üzere oturmam gerekiyordu. Oturdum. En acımasız, en otoriter, en tavizsiz olmam gerekti. Oldum.

On sekiz ay boyunca ne Gölge ne Ali ne de Pars oldum. On sekiz ay boyunca her gün Hakan Pars'ın oğlu, bıraktığı krallığın tek sahibi oldum. Babama benzemekten korkarken, ondan daha korkunç bir canavara dönüştüm.

Benzin döküp yakarım dediğim tahta yerleştim. Kim isterse alsın dediğim şehrin mirasçılarıyla savaştım. Yerle bir olsun dediğim kraliyetin sofrasına başımda taçla oturdum.

Henüz kimse görmüyordu, bir tek Atlas baktığında görecekti...

Başımdaki taçtan kan damlıyordu.

Atlas'ın ağladığı gecelerde kaçmak istediği o duygusuz canavar bendim.

Atlas'ı bulduğumda ona ne diyecektim? Bunu da başka bir oyun sayar mıydı, hepsi bitene kadar benimle oynamaya devam eder miydi?

Deri koltuğa uzanıp yüzümü ovuşturdum. Başım çatlıyordu. Uykusuzluk bedenimi güçsüz düşürüyordu. Boynumu kolçağa yasladım, gözlerimi kapattım. Kafamın içindekiler susmuyordu. Kafamın içinde beynimi kemirip duran dev bir örümcek vardı. Kulaklarım uğuldadı, uykusuz saatlerin yorgunluğu çığ olup üzerime yığıldı.

Saatler belirsizdi. Biten rom şişesine bakılırsa uzun süredir burada yatıyordu. Karnımın üzerinde duran kırmızı çakmağı aldım. Zippo'yu ateşledim ve paketteki son sigarayı yaptım. Kül etrafa dökülüyordu. Umursamadım. Koltukta doğrulup boşalan şişeyi sehpadaki yığının orasına bıraktım. Koltuğun arkasında kalan raftan yeni bir şişe alıp açtım.

Elimi şakağıma var gücümle bastırdım. Şişeyi ağzıma dayadığım sırada telefon çalıyordu.

"Edip Abi?"

"Ali, neredesin oğlum?"

"Evdeyim, ne oldu?"

"Henüz bir şey olduğu yok. Taşkıran malikânesinin yanında ekip minibüsü bekletiyorum. İçeriyi dinleyemiyoruz. Senin şu kız bize içerden bilgi verir mi?"

"Durumdan haberdar. Üzerine düşüp ısrarla haber ver demedim, Görkem'in işleyişin dışına çıkmayacağını düşünüyor. Yine de gözüne takılan bir şey olursa arayacak."

"Güveniyor musun ona?"

"Güvenimi boşa çıkaracak bir şey yaptığı olmadı."

"Henüz..."

"Henüz," diye doğruladım.

"Kapatıyorum. Seni arayan eden olursa haber verirsin."

Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra zemin katın girişindeki kapı vuruldu. Şifreyi benden başka bilen yoktu.

"Pars!"

Sehpanın üzerinde duran bilgisayarı uykudan çıkarıp sisteme girdim. Kamera görüntüsünü açtım. Onat kameraya bakarak kapıyı açmamı işaret ediyordu. Kapıyı açtım.

Söylenmeye başlamak için merdivenlerden inmeyi beklemedi. "İyi oldu kardeşim kendi doğum gününde ortamı terk etmen."

Cam odadan içeri girdi.

"Başın mı ağrıyor?"

Sadece baktım.

"İlaç getireyim diyeceğim de, ikinci şişeye geçmişsin çoktan."

"Kızları kırmadan şu doğum günü konusunu kapattır."

"Bade gitti zaten, hazırlanması lazımmış. İklim de çıkarım birazdan dedi."

Koltuğa devrildim. Onat sehpadaki dağınıklığa baktı.

"Hastalık kapacaksın burada, penceresi de yok, nasıl havasız."

"Havalandırması var."

Bundan da hoşlanmadı.

"Aysun Hanım ayda bir girsin şuraya bari evin kullanmadığın yerleri temizlenirken buranın bu halde olması mantıklı mı?"

Güldüm.

"Mantıklı olan ne var?"

"Pars..."

Nutuk faslı geliyordu.

"Onat bunu sonra tekrarlasak?"

"Kalk hadi dışarı çıkalım. Konuşmazsın tamam, hava alırsın biraz."

Sigaranın sonunu içip boş şişelerden birinin içine attım.

"Onat gitsene."

"Pars..."

"Git hadi."

Gitmek yerine tam karşıma dikildi.

"Uyuyacak mısın?"

"Kafama sert bir cisimle vurursan neden olmasın? Şişelerden birini kullanabilirsin."

"İyi olduğuna eminim..."

Gözlerimi kapattım. Nefesim sıkışıyordu.

"Eminim bir yerlerde doğum günün için iyi dileklerde bulunuyordur."

"Kaçıp gittiği yerlerde mi?" Kinayem karşısında duraksadı.

"Pars kimse bulunduğu yerden buhar olup uçamaz. Gittiğini kabul etmek istemiyorsun, inkar etmek işine geliyor."

"Israrcısın. Bunu illa bugün yapalım diyorsun."

"Kardeşim. Sezin gittiğinde de aynısını yaptın, ne oldu sonra? Yine ay-"

Gürültülü kahkaham cümlesini böldü.

"Sana bu aynı mı görünüyor?" Sesim yükseldiğinde ifadesi yumuşadı. "Gördüğün yas tutan biri mi? Vicdan azabı mı çekiyorum sence ben?"

"Aynı demiyorum... Sadece kendini kapattın ve bir şeye inanıyorsun. Bakış açını değiştirmen gerekiyor olabilir gerçeği görmek için."

"Atlas yok! Siktiğimin gecesinden beri Atlas'tan en ufak iz yok. Tozunu kaldırdım İstanbul'un. Sen neredeydin kardeşim? Burada değil miydin? Ben şehir şehir, ülke ülke Atlas'ı ararken sen yanımda değil miydin? Canım mı acıyor Onat benim, öfkeli miyim, intikam mı istiyorum?"

Araya girecek oldu müsaade etmedim.

"Ölüyor muyum sence? Aradım bulamadım öyleyse işimin başına mı döneyim dedim? Hayatımı mahvedenlerden intikam mı alayım dedim?"

"Bahsettiğim bu değil, biliyorsun."

"Bir sikim bilmiyorum. Atlas'ı en son arabada bıraktım ben, bir şarkı daha dinleyecekti sonra yemeğe gidecektik. Benimleydi. Yanımda. Bakışlarım birkaç dakika uzak kalsa üzerinden yüzümü kendine çeviriyordu. Bir saat başka odada durayım bahaneyle yanıma geliyordu. Bırak tek bir gün bensiz geçirmek, bir an bile ayrılmak istemiyordu. Atlas gidecek gibi mi duruyordu Onat?"

"Ne duydu bilmiyoruz, Pars. Daha önce de oldu. Korktu de, kaçtı de, bilmiyorum belki de seni işlerle ilgilenirken görmek ağır geldi. Kaçırılsaydı bilirdik kardeşim. Babam aylarca soruşturdu. Edip Abi desen ilk günden beri arıyor. Sen evin alt katına sistem kurdun. İz sürmediğin ayrıntı kalmadı. Kendini heba ediyorsun ama baktığın yer yanlış olabilir diyorum."

"Bir tek ben kaldım," dedim. "Beni terk etmez."

"Kardeşim... Hayata dönmen lazım, kimse için değilse annen için."

"Sigara versene."

Onat paketi çıkarıp uzattı.

"Yukarı çık bari Kesik'e söylerim benimle gelir. Tıkılma buraya."

"Paket bende kalsın."

Sonuç alamayacağını anlayınca odadan çıktı. Zemin katın kapısı kitlendiğinde koltuğa tekrar döndüm. Sigarayı yakıp bir süre küle dönüşen ucunu izledim.

İçtiğim üçüncü dalın sonunda telefondan ses geldi. Gözlerim bulanıklaşıyordu. Görüşümü netleyerek Bade'den gelen mesajı okudum.

>>Görkemlerin eve gelebilir misin?

Gelebilirdim. Ayaklandım ve odadan çıktım. Üst kata ulaştığımda Onat telefonla konuşuyordu.

"Baba, teyit edildi mi? Yanlış görmüş olabilirler, belki benziyordur."

Anahtar neredeydi?

"Bunu öylece söyleyemem Pars'a. Görkem Taşkıran'ın evinde olduğuna eminler mi?"

Onat beni görünce duraksadı. Yüzünde telaşlı bir ifade vardı. Tişörtümü yaktıysam bunun artık şaşırtıcı bir yanı kalmamıştı.

"Sen daha gitmedin mi?"

Nereye bırakmıştım anahtarı?

Elindeki telefonu kapatıp yaklaştı.

"Pars... Bir yere mi gidiyorsun?"

Yüzü kireç beyazı değilmiş gibi sesi de tedirgin çıkıyordu. Farkında olmadan evi falan mı yakmıştım?

"Bade çağırdı."

Gözlerimi kapatıp açtım. Görüşüm netleşmiyordu. Anahtarı bulamıyordum.

"Motorun anahtarını gördün mü? Kliğine araba ile gittim, motoru en son ne zaman çıkardım hatırlamıyorum."

"Söyledi mi neden çağırdığını?"

"Oğlum o suratın ne? Neye takıldın yine?"

"Bekle... Benim arabayla gidelim."

"Sen gitsene evine..."

"Babamı bekleyelim, birlikte gideriz."

"Baban ne alaka? Sikeceğim üzerime titremeni artık! Siktir git hadi evine. Gitmeden şu anahtarı bulmama yardım et."

Olduğu yerde öylece duruyordu. Koltukların üzerine baktım, yerlere sonra. Araba ile gitmeye karar verdiğim sırada koltuğun üzerine attığım ceketin cebinde buldum anahtarı.

"Pars... Sakin olmalısın. Önce ne olduğunu anlayalım. Edip Abi orada zaten, babam da gelecek bizimle."

Onat'a döndüm. Ne anlatıyordu? Birkaç saniye aklımı toparlamak için duraksadım. Biraz önceki konuşmasını taradım zihnimde.

Kimle konuşuyordu, kime emin olup olmadığını sormuştu? Konuşmanın içinde Görkem Taşkıran geçtiğini yeni kavradım.

"Kimle konuşuyordun?"

Dikkatle ifadesini inceledim. Bir şey saklıyordu.

"Babamla. Beni beklemeden bir yere gitmeyin dedi. Arama emri olmadan girerse-"

"Ne arama emri?"

Yüzünde bariz bir korku vardı.

"Bade sana ne söyledi?"

"Buraya gel de-"

Görkem'in evinde görülüp görülmediğine emin olunması gereken kişi...

Atlas!

Fırlayarak evden çıktığımda arkamdan bağırdı.

"Pars! Tek başına gitme. Bekle, önce babamdan haber gelsin. Belki doğru değildir. Pars! Atlas'ın ne işi var Taşkıranların davetinde? Benzetmiştir biri belki... Bekle!"

Motoru çalıştırdığım an arkamdan bağırıp durdurduğu cümleler silikleşti. Bahçeden çıktığımda tamamen kayboldu sesler.

Aklımdan binlerce düşünce geçti.

Ne oldu? Neredeydi? Nasıl geldi? İyi mi? Onu zorla tutan Görkem miydi? Bunca zaman benden bunu nasıl sakladı? Attığı her adımı takip ettim, nasıl bir ize rastlamadım? Bir şeyi var mı? Zarar gördü mü?

Neredeydi?

On sekiz aydır neredeydi?

Taşkıran arazisinin sınırlarının başladığı yerden itibaren oluşturulan güvenlik zinciri ile karşı karşıya kaldığımda zihnimi susturdum.

Soruların bir önemi yoktu. Atlas buradaydı.

Durmamı sağlamak için boşa bir çaba veren güvenlik elemanlarını süratle geçerek bahçe kapısına ulaştım. Burada da durmamı söyleyenler, davetiye isteyenler oldu. Durmadım. Henüz tehlike oluşturmuyordum. Atlas'ı alıp eve gidecek, iyi olduğundan emin olduktan sonra Taşkıranlar için geri dönecektim. Güvenlik ağı oluşturmak için zamanları vardı.

Bahçeden içeri girdiğimde beni takip eden, ardımdan bağıran, telsizle diğer elemanları uyaran ekibi atlatarak davetin merkezine ulaştım. Son anda frene bastığımdan motor kayarak durdu.

Kalabalığın ortasında gördüğüm tek bir nokta vardı. Dünyanın ortasında belirgin tek bir nokta...

Ona bakarken ne kalabalık kaldı, ne de dünya.

Bir tek o, bir tek ben.

Uzansam tutarım. Üç adım daha atsam yanındayım. Burada. Var gücümle haykırmak istedim. Atlas burada. Karşımda.

"Atlas..."

Harcanacak tek saniyeye tahammülüm yoktu. Kalabalığı aşarak yanına ulaştım. Gözlerine, yüzüne, saçlarına baktım. İyi görünüyordu, iyi miydi? Biraz değişmişti sanki ama yaralı değildi, görünürde iyiydi.

Eline uzandım ve bir daha bırakmamak üzere sıkıca tuttum. Elim elini sardığında yürüdüm. Bir an önce buradan çıkmak istiyordum. 

Motora uzandığım sırada önüme geçti. Sorgulamadım. Adımlarını takip ettim. Bahçenin kuytusunda kalan, şarap mahzenin girişine kadar yürüdü. İçeri gireceği sırada elini kendime doğru çektim.

"Atlas!"

Ne yapıyordu? Burada konuşmamıza gerek yoktu. Eve gitmeliydik.

Duraksamadan yürümeye devam etti.

"Atlas..."

Ne oluyordu?

Yüzünü döndü.

Gözleri tam karşımdaydı.

Ne çok mavi!

"Atlas..."

Bileğin içini okşadı başparmağım. Gerçekten burada mıydı? Aklımı kaçıracaktım.

Gözlerine belirsiz bulutlar çöktü.

Sorun ne, ne oldu?

Ne düşünüyordu? Neden susuyordu?

Neden bana böyle ilk kez görmüş gibi bakıyordu?

İyi miydi?

"Buradasın. Buldum seni."

Ama bulduğum, kaybettiğim ile aynı görünmüyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro