Bölüm 43 • Canavarlar Bizi Yenecek
Holaaa,
Uzun bir aradan sonra, yine yeni yeniden bir aradayız.
Umarım bir sonraki bölüm çabucak gelir, herkes hemen parmakları çaprazlasın ve şans dilesin.
Bazı kişisel yoğunluklarımın üzerine iş yoğunluğu eklenince böyle oldu ama umuyorum ki bundan sonra daha seri gideceğiz.
Bu bölüm aslında asla burada bitmiyordu ama yaklaşık 10K olunca durmak zorunda kaldım, diğer kısmını bir sonraki bölüme kaldı artık. Tekrar okumaya fırsatım olmadı, ben sonra bakacağım ama bir karışıklık varsa görmezden gelin.
Keyifli okumalar.
İrem Pelin xx
🩸
Camaro'ya doğru attığım birkaç adımda çalan telefon sesiyle duraksadım. Pars'ın telefonundan yükselen zil sesine benimki eklenmişti.
Ekranda kayıtlı olmayan, sabit hat numarası vardı.
Arabanının önünde durup nefesimi dışarı vererek kendime gelmeye çalıştım. Elim saçlarımın arasına gittiğinde önüme düşen tutamları parmaklarıma sıkıştırarak başımın üzerinde tuttum.
Pars çalan telefonunu cevapladığında, onun konuşmasını dinlemek yerine elimdeki telefona dönüp çağrıyı cevapladım.
"Atlas Hanım?" dedi, bir erkek sesi.
"Benim," dedim.
Pars'ın konuştuğunu duyuyor ama kelimelerini seçmek için dikkat kesilmiyordum. Sesi ciddiydi. Sık cümlelerle değil, belirli aralıklarla konuşuyordu.
"Sizi babanız ile ilgili arıyorum." Adamın sesinde ne söyleyecekse söylemek istemediğini belli eden bir ton vardı. "Ufak bir rahatsızlık geçirdi."
Adamın söylediği son cümle ile birkaç metre ötemde hala telefonla konuşan Pars'a baktım. Başını yere eğmiş, elini ensesine atmış ve sıkıntı bir konuşma içinde olduğunu tüm bedenine yansıtmıştı.
"Hastanede önlem alındı mı?" diye sorduğunda, aynı içerikle arandığımızı anladım.
"Hastanenin adını öğrenebilir miyim?"
"Life Hastanesi," dedi adam. "Babanızın sağlık geçm-"
"Teşekkür ederim," dedim. "İyi geceler."
Aramayı sonlandırdığımda Pars da birkaç cümlenin ardından telefonu kapatmıştı.
Bakışları bana döndüğünde ifadesi tereddüt doluydu.
"Ölmüş mü?"
Bana doğru bir adım attı. "Atlas..."
"Ölmüş mü, ölmemiş mi?"
"Yoğun bakımdaymış," dedi, sıkıntıyla.
"Kalp krizi?"
Sorumla sinirle gülmüş ve ellerini şakaklarına bastırmıştı.
Cevabın evet olduğu oldukça netti. Arabanın ön kısmına yöneldiğimde "Ben süreyim," dedi. Birkaç adımla aramızdaki mesafeyi kapatmış, uzanmış ve kapının kulpundaki elimi tutmuştu.
"Gerek yok."
"Atlas, bırak ben süreyim."
Kapıyı kendime doğru çektiğimde "Atlas," diye uyardı. "Geç yana."
Derin bir nefes alıp göğsümü doldurdum. Bakışlarım arabanın arka tarafına, motorunun olduğu yere kaydığında "Aldırırım sonra, önemli değil," dedi.
Kapıyı bırakıp ön taraftan dolaşarak yan kısma geçtim. Pars'a laf anlatmakla uğraşarak enerjimi boşa harcayamazdım. Gideceğimiz yerde ihtiyacım olacaktı.
Arabayı kayalıkların üzerindeki düzlükten geri geri geri sürüp hızla çevirerek yola çıkarmıştı. Hoyrat sürüşüne söylenmekten de vazgeçtim.
Belki artık biraz da vazgeçtiklerimden ibarettim.
İki tarafı ağaçlarla çevrili, karanlık yola çıktığımızda farın aydınlattığı asfalt yola odaklandım.
"Görkem Taşkıran imzası mı bu?" diye sordum. "Kalp krizi olayı?"
"Emin değilim," dedi. "Dayın, etken bir madde olabilir şüphesiyle toksikoloji raporuna baktıracak."
"Etken madde... İlaç gibi bir şey mi?"
"Belki..." dedi.
Görkem'in adını söylediğim an Pars öfkeyle solumuş ve bakışlarını yolda tutarak sakinleşmeye çalışmıştı.
"Yargılanmalarını istemiyor..." dedim, sorarcasına. "Mantıklı aslında... Yargılandıkları an ortaya dökülen belgeler, işte her ne ise suçlanacakları, işlerin soruşturulmasına sebep olur. Ucu ona da dokunur. Dokunmaz mı?"
"Dokunmaz," dedi Pars. "O yerini sağlamlaştırdı çoktan. Kendini kabul ettirdi. Serezleri de avucuna alırsa masadaki söz hakkı artacak. Ki çoktan almıştır, Ekrem hamlesinden önce..."
"Sonra?" diye sordum. "Ne olacak, yedi cihanın hakimi mi?"
"Onun yaptıklarına kendi algınla bakma... Kendi hayat görüşünle Görkem'i anlayamasın. Anlamak için dünyaya onun gözleriyle bakman gerekir," dedi, bakışlarını yolda tutarken.
"Kalsın..."
Dünyaya kendi gözlerimle bakmak yeterince can sıkıcıydı, bir de Görkem Taşkıran'ın gözleriyle bakamayacaktım.
Bakışlarımı cama çevirmiş, karanlık yolun akışını takip etmeye başlamıştım. Pars hızını arttırdığında yolu izleyen gözlerim gökyüzüne çevrildi.
Korkmam gerekmiyor muydu?
Belki ölmüştü... Belki ölecekti.
Korkmam gerekmiyordu.
Oğlunu ölüme gönderirken öyle olsun, dediği gün zaten çoktan ölmüştü.
"Bir sonraki adım ne?" diye sordum, aklımı olup bitende tutmaya çalışarak.
"Sırada ne var bilmiyorum. Planını anlarsam, sonraki hamlesini tahmin edeceğim. Benim işimi bozmadığı sürece sıkıntı değil de, çakışacaksak önden haberim olmalı."
Başımı sallarken yeniden yeşeren sinirimle güldüm. Aslında bu konularda uzman bir tanıdığım vardı, bilgisayar işlerinde uzman bile sayılırdı, dilerse ondan yardım isterdik ama mail üzerinden iletişim kuruyordu.
Ben kendi içimde pasif bir agresyon yürüttüğüm sırada "Görkem bir savaş başlattı," dedi.
Aman ne hoş çünkü bir kılıçlara özel merak sarmış büyük Taşkıranımız eksikti.
"Onun yolu bizimkinden farklı. Biz, adaletin sağlanmasını için, kapanacak hesap kalmasın diye başladık her şeye ama o..."
Biz, bu kelimenin vurgusuna kahkaha atmam gerekiyordu ama enerjim çekilmişti.
"En güçlü olmak istiyor..." dedim. "Ki, şimdi bile hedefine ulaşmış görünüyor."
Görkem ile tanışmamış olsaydım ve bu söylediğimi başkası söylese bir kahkaha da bunun için atardım ama işte tanışmıştım. Arzuları ve eylemleri konusunda ikna edici biriydi.
"Sana başarılar, dişli bir rakip."
Bakışlarını yoldan çekmeden konuştu.
"Görkem ile ilgili şaşıracağın bir şey duymak ister misin?"
İstemezdim, omuz silktim, söylemek istiyorsa söyleyecekti nasıl olsa.
"Savaşa girmememdense, rakibi olarak karşısına çıkmamı tercih eder."
"Öylece devam edip onunla karşı karşıya kalmaman yerine, gerçekten önünde engel olmanı mı ister? Hırslı biri olmalı..."
Başını kendinden emin bir tavırla salladı.
"Kesinlikle! Babamın tüm zaman boyunca yaptığı baskının basıncın en büyük kaynağı Görkem... Görkem ne kadar güçlü bastırıyorsa, o da bana o kadar güçlü bastırıyordu."
Omuzlarımı sallayarak gülmeye başladığımda elimi ağzıma örttüm. Başını çevirip bana baktığında neye güldüğümü çözmeye çalışıyor gibi kaşlarını çatmıştı.
"Sen... Başarılı komşu çocuğu baskısı altında mı kaldın? Sen? Ünlü MMA dövüşçüsü, ülkenin bir numaralı gece kulübünün sahibi, motosiklet çetelerinin saygı duyduğu motor yarışçısı?"
Dizlerimi kendime çekerek kahkaha attığımda Pars başını iki yana sallayarak beni kendi halime bıraktı. Kahkaham o kadar büyümüş o kadar büyümüştü ki nefes almak için camı açmam gerekmişti.
"Kıyamam," dedim abartılı bir dudak bükmesiyle. Ara ara ara gelen kahkaha artçılarını direnerek konuşmaya devam ettim. "Kılıç koleksiyonu olan eski dönem soylusuna mı yenildin sen? Sol yumrukların mı paslandı senin? Aaay! Seni el ile mi kıyasladılar, sana bak Oktay Amca'nın oğlu nasıl mı dediler?"
"Kılıç koleksiyonu olduğunu nereden biliyorsun?"
Artçıları serbest bırakıp bir kahkaha daha attım. "Bu kadar şey söyledim, yine gittin neye takıldın."
Bakışları ciddiyetle üzerime döndüğünde omuz silktim. "Odasında cam fanusun içine sarı kürk üzerine yerleştirilmiş bir kılıç vardı. Ben de merak edip araştırdım. Haberlere konu olan bir durummuş zaten, öğrenmesi zor olmadı. Fazlasıyla public biri."
Sinirle güldü. "Görünür olan, ekran yüzü..."
"Başarılı olduğu bir konu daha... İnsanlara gerçekte kim olduğunu düşündürmeyecek kadar kusursuz. Kimse o ütülü görüntüsünün altındaki kırışıklıklara odaklanmaz. Böylelikle eşelenmez de."
"Kulağa seni de hayran bırakmış gibi geliyor."
"Yaa," dedim alayla. "Hem de nasıl, geceleri uyumadan önce Görkem Taşkıran hayali kuruyorum."
Kaşları sinirle kalktığında gülmeye başladım.
"Sen ciddi misin?"
Bakışlarını yola çevirdiğinde sessiz kalmıştı.
"Gerçekten şu an Görkem'in en son konumuz bile olmadığının farkındasın değil mi?"
Sessiz kalmaya devam ettiğinde bakışlarımı onun yaptığı gibi yola çevirdim.
"Aptal olduğun çok konu var ama bu gerçekten üst düzey bir aptallık Pars."
"Bir şey demedim," dedi, çok şey diyen bir sesle.
"Buradan gideceğim Pars!" Öfkeyle ona döndüm. "Görkem Taşkıran'ın saltanatı da, krallığı da, tahtı da, kılıçları da..." Yüzüme sancılı bir gülümseme yayıldı. "Rakibi de... Burada kalacak! Ben gideceğim."
Pes ederek güldüm. "Beni kimseden kıskanmana gerek yok, artık söylemenin bir mahsuru olmadığı için söylüyorum."
Koltuğa sırtımı yasladım ve biraz sonra söyleyeceğim itiraf beni parçalara ayırmayacakmış gibi sakin durdum.
"Kıyametin ortasından biriyle çıkacak olsaydım... O sen olurdun Pars!"
Sinirle güldüm. Sinirlendiğim bu itirafı geçersiz kılan Pars mıydı, yoksa bunu itiraf ederek kendime ihanet etmem miydi bilmiyordum.
"Dünyanın o son günü... Yine sen olurdun. Hep sen olurdun."
Başımı cama yaklaştırıp yüzümü serin havaya tuttum.
"Keşke bunu benden bir düşman yaratmadan önce düşünseydin..."
"Keşke bunu bana daha önce söyleseydin."
Dudağımın kenarı samimi bir gülümseme için sızladı. Ona dönüp bakmak istedim ama artık daha fazla ihanete yer yoktu vücudumda. Gözlerime hükmettim, ellerimi sıkı sıkı sıkı bağladım.
Ona gidecek tüm yollardan vazgeçtim.
"Sen de söylememiştin..."
Araba hızlandığında da bakışlarımı ona çevirmedim, sıkıntıyla iç çektiğinde de. Bir uçurumun kenarından bir başka uçuruma sürüklenirken içimdeki acı kendini kayalıklara vuran dalgalar ile eşti.
Şehre bir kayıpla dönmüştüm, şehirden iki kayıpla gidecektim.
Pars ölmüş gibi hissetmiyordum. Daha çok, içimde kimsenin ulaşamayacağı bir yere dinamit döşemiş ve kırmızı tuşa kendi elleriyle basmış gibi hissediyordum.
Hayır, ona gidecek tüm yollardan vazgeçmemiştim.
Pars, kendine çıkan tüm yollara dinamit döşemiş ve bizzat kendisi patlatmıştı.
Onu kaybetmiştim. Beni kaybetmişti.
İki kayıptan nasıl canlı çıkacaktık?
Oturduğum yerde iyice kayıp koltuğun içine sığındım.
Gözlerimi kapattım.
Yol bitene kadar da açmadım.
Aklımdan geçen onlarca düşüncenin arasından sıyrılıp gelen hep gitmekti. İstediğim başka hiçbir şey yoktu. Biraz olsun nefes alabilmek için, devam etmek ve hayatta kalabilmek için gitmem gerekiyordu.
Karnıma saplanıp kalmış bir his tam tersini haykırıyordu.
O hisse tüm gücümle direniyordum.
Kalacak yerim yoktu. Kalacak kimsem yoktu. Kalmak için bir tane bile geçerli nedenim yoktu.
Tümünü topladığımda... Ellerimde hiçbir şey yoktu.
Gitmek kalmıştı ellerimde bir tek.
Gidebilme özgürlüğünü yitiremezdim.
Torpido gözünü açtım, kasetleri şöyle bir karıştırıp elime geçen bir taneyi bulup kasetçalara yerleştirdim. Son kaseti evde tutuyordum, Aras'ın eşyalarının arasında. Sesini telefonuma aktarmıştım, bana attığı sesli mesajlar, mırıldandığı şarkı kayıtları ile birlikte her yere benimle gidiyorlardı.
Hastanenin otoparkına girdiğimizde Pars arabayı durdurdu.
Kirpiklerimi aralayacak gücü bulana kadar bekledim. Bir süre sonra kollarımı çözüp oturduğum yerde biraz kıpırdadım. Başımı koltuktan kaldırmadan bakışlarımı yana çevirdim.
Başını koltuğa yaslamış ve gözlerini kapatmıştı.
"Gidelim mi?"
"Dur," dedi, kirpiklerini aralamadan.
Kaşlarım çatıldığında bakışlarım huzursuz ifadesinde asılı kaldı. Kendini toparlamaya çalıştıkça dağıtıyordu ve Pars dağıtıyor olmayı bir imza olarak kullanırdı.
Şimdi ise...
"Ölmüşse söyle," dedim. "Onun için bekliyorsan, hazırlamak için... Gerek yok."
"Üzülmeyecekmişsin gibi konuşma Atlas." Kirpikleri örtüğü gözlerini görünür kıldı. Gözleri bana döndü. Hiç Akdeniz esintisi yoktu. Deniz çekilmiş, kış çökmüştü.
Omuzlarımı kaldırıp indirdim.
"Ne fark eder?" diye sordum. "Ölmüş gibi hissediyorum, yaşasa ne olacak?"
İrkildi. Bunu gözlerinden yakaladım. Dikkatli bakmasam göremezdim ama işte bakıyordum. Cümlemi kendine yontuyordu, belki de yontmalıydı.
Yine de öyle hissetmiyordum. Pars için...
İhtimallerin varlığı da yokluğu da canımı yakıyordu. Artık duramıyordum. Bu küçücük yere onunla sığamıyordum. İkimize yetecek kadar nefes yoktu. Canım acıyordu.
Kapıyı açıp dışarı çıktım. Ardımdan o da çıktı. Ona durup nefes alma fırsatı vermediğim için üzgündüm ama hiç nefes yoktu. Ne arabanın içinde, ne otoparkta... Hastanenin içinde bulacağımı da sanmıyordum.
Birkaç gün içinde, Madrid havaalanına indiğimde başımı çevirip gökyüzüne bakacaktım. İşte o an alacaktım o nefesi. Şimdilik tutuyordum nefesimi, şimdilik suyun altındaydım ama çıkacaktım.
Otopark boyunca yürürken Pars'ın adımları beni takip etti. Sürgülü cam kapıdan içeri girdiğimizde yönümüzü asansöre doğru çevirdik. Bu sırada Pars'ın telefonu 2 kere çaldı. Birini sessize aldığını melodinin yarıda kesilmesinden anladım, diğerini ise açtı.
"Efendim?"
Asansörün düğmesine bastığımda Pars yanıma ulaştı.
"Life..." dedi Pars. "Ekrem'in hastanesi."
Asansörün sürgülü kapıları açıldığında içeri girdik. Pars uzanıp giriş katın düğmesine bastı.
"Onat... Doluşmasınlar kapıya. Bir çözüm bul şuna."
Onat ne dediyse Pars sessizce dinledi, benim bakışlarım kırmızı göstergedeydi. Asansör durduğunda operatör şirketini tebrik ettim. Telefon kesilmeden konuşmaya devam edebilmişti.
Danışmanın olduğu yere doğru seri adımlarla ilerlerken "Kapatıyorum" dedi Pars. "İklim'e evde kalmasını söyle."
"Ben de biliyorum dinlemez, dinlet işte. Her hastaneye geldiğinde kötü oluyor."
"Merhaba," dedim, danışmadaki Cansu Hanım'a. Onu en son gördüğüm zamanın üzerinden 1,5 ay değil de, bir hayat geçmişti sanki.
"Merhaba..." dedi bakışlarını ekranda tutarak.
"Doğan Yarkın'ın hangi odada olduğunu öğrenebilir miyim?"
Omuzlarımı esneterek beklediğim birkaç saniyenin sonunda Cansu Hanım bakışlarını ekrandan çekmediği için Pars sabırsızca lafa girmişti.
"Yalnız acil!"
Kızın bakışları kalktı ve önce Pars'a sonra bana baktı. Belli ki burada da işler karışıktı, büyük patronun ölümü hastane çalışanını da etkileyen bir durum muydu acaba? Gerçi her türlü patron değişikliği yaşayacaklardı, bunun bir etkisi olurdu.
"Bir saniye..."
Pars sıkıntıyla nefes aldığında bakışlarımı ona çevirdim. Birkaç dakika beklese ölmezdi.
Elini ritmik bir şekilde bankoya vurmaya başladığında kaşlarımı kaldırdım. Ciddi miydi? Bir şey söylememe fırsat kalmadan tekrar telefonu çaldı.
Yine yeniden aranan olmuştu ama bu kez hiç istemediği bir yönden. İsmi hiç istemediği insanlarla birlikte anılıyordu ve ona iğrenç bir saygınlık kazandıracaktı.
"Evet..." dedi.
Arayan her kimse yakınlık çemberinin dışında olmalıydı.
"Hayır," dedi kestirip atarak.
"Hayır," dedi tekrar. "Seninle yan yana kamera karşısına geçmeyeceğim. Şu noktada eve basını çağırıp açıklama yapmanın itibarına en ufak katkısı olmaz. Sen de biliyorsun gelenin ne olduğunu, oğlum tahtımı devraldı diyerek devrilmekten kurtulamazsın."
Hakan Pars ile konuştuğunu anladığımda tekrar Cansu Hanım'a döndüm.
"Görüşemezsiniz," dedi.
"Neden?"
"Özel izin lazım görüşmeniz için, polis odanın yakınına kimseyi yaklaştırmıyor."
"Bekle," dedi Pars, telefona.
"Görüşmek isteyen kızı!"
"Fark etmiyor beyefendi," dedi Cansu Hanım ters bir tavırla.
Gergin bir anda olmasak buna gülerdim çünkü ilk kez bir kadının Pars'a bu denli ters davrandığına şahit oluyordum.
Ne olmuştu, bu sabah evden çıkarken cazibesini yanına almayı mı unutmuştu?
"Kapatıyorum," dedi ve telefonu kapattı.
Birkaç saniye ekrana bakıp tekrar telefonu kulağına götürdü.
"Edip Dayı," dediğinde yanaklarımı şişirip nefesimi dışarı bıraktım. Gerçekten işimizi böyle mi halledecektik?
Birkaç adım uzaklaştığında Cansu Hanım ile göz göze geldik.
"Teşekkür etme fırsatım olmamıştı," dedi. "İletişim bilgileriniz de mevcut değildi. Çiçek ve çikolata için teşekkürler."
Gülümsediğimde o da ilk kez gergin görünmemişti.
"Rica ederim, o gün bana çok yardımcı olmuştunuz."
"Bugün olamıyorum ne yazık ki... Olağan üstü bir durum hakim şu an hastaneye. Ekrem Bey..." Bir an için susup kesik bir nefes aldı. "Çok can sıkıcı bir durum..."
"Öyle," dedim. "Üzgünüm."
En azından bu duruma üzülenler için üzgündüm.
Pars yanıma döndüğünde "Hadi," dedi. "4. Kattaymış."
"Beyefendi..." Cansu Hanım'ın yerinden kalkıp lafa girmesiyle Pars durup ona döndü.
"Biz konuyu memurlarla halledeceğiz merak etmeyin."
Cansu Hanım'a gülümsediğimde o da hafifçe tebessüm etmişti. Pars asansöre doğru ilerlerken adımlarını takip ettim.
"Kibarlığını nerede kaybettin?"
"Kapı kulluğu yapıyor..."
Sinirlenmişti. Muhtemelen Hakan Pars'ın araması sinirini bozmuştu. Hastanede çalışan ve ekstrem durumlar dışında görmesi gerekmeyen bir kadına bu kadar sinirlenmiş olamazdı. "Timur'dan emir almış," dedi kendi kendine konuşur gibi. "Tahmin ettiğim gibi, Görkem sistemi çoktan kurmuş."
"Timur kim?"
Asansöre bindiğimizde 4. Katın düğmesine bastı.
"Ekrem'in oğlu..."
Cenazede gördüğüm adamı hatırlayınca başımı salladım.
"Babana mı sinirlendin?"
"Ona artık sinirlenemiyorum. Bağışıklık kazandım."
"Kadına sinirlenmiş olamazsın gerçekten."
Sinirle güldü.
"Seni babanın yanına almadı Atlas... Sinirlen demiyorum da, kızı savunmasan da olurdu. Hayır, tepkilerinin muhatapları o kadar belirsiz ki. The Doors abartılan bir grup dese kızın ruhunu lanetleyecek büyü arayışına girerdin, yoğun bakımdaki babanın yanına almayınca gülümseyip sohbet ediyorsun."
Yüzümü buruşturduğumda ona gözlerimi kısarak baktım.
"Abart," dedim. "Abart abart..."
Asansörden indiğimizde sola dönüp yürüdü. Hangi oda olduğunu bulmak zor olmamıştı.
Pars memurların yanına ulaştığında bir şey demesine gerek kalmamıştı.
"Edip Başkanım haber verdi şimdi," dedi. "Buyurun, geçin..."
Pars önümden çekilmiş ve kapı ile aramda hiçbir engel kalmamıştı. Buraya gelene kadar düşündüğüm tek şey buraya gelmekti. Kapının önünde durduğumda içeri girmeyi isteyip istemediğimi ancak düşünecek fırsatım olmuştu.
İstemiyordum.
"İstemiyorum."
Pars'ın ve bizim yanımızda duran polis memurunun bakışları bana döndü. Islak toprak tonu olanlar bir bakışta anlamış olmalıydı ne düşündüğümü, diğer bakışların sahibi ise bu kadar insanı araya sokup da ulaştığımız kapıdan içeri neden girmediğimi sorguluyor olmalıydı.
Ona göre babamı böyle görmeye dayanamayacak olabilirdim. Ona göre acım tazeydi. Değildi. Benim acım 1 yılı aşkın zamandır göğsümde konaklıyordu.
"Bir şey söyle," diye mırıldandım.
"İçeri girmeniz için sizi hazırlamaları gerekiyor," dedi, polis memuru, muhtemelen sorumu üzerine alınmıştı.
Islak toprak rengi gözlerin sahibi sustu çünkü Akdeniz'in bile buz kestiği zamanlar vardı.
Ona, onu affetmediğini söyle Atlas. Bir vedanız olsun. İçinde birikenleri söyle. Benim söylemeye geç kaldıklarımı söyle.
Boynumu dikleştirdiğimde Akdeniz karakışa direnen buğulu bir havayla üzerimdeydi.
Yanımızdaki memura döndüm. "Burada bekleyebilir miyiz? Bahçede ya da?"
Adam beni başıyla onayladı. "Hazır olduğunuzda sizi içeri alırım. Edip Başkan'a bilgi geçeceğim şimdi."
Yüzümde yapay bir gülümseme ile başımı salladım.
Odanın kapısından uzaklaştığımda Pars'ın adımları adımlarımı takip ediyordu. Asansöre ulaştığımız an düğmeye uzanmaya fırsat kalmadan kapılar açıldı.
"Atlas!"
İklim beni çekip sarıldığında şaşkınlıkla bakışlarımı yana çevirdim. Pars Onat'a bakışlarıyla kızarken Onat'ın masmavi gözlerinde mahcup bir ifade vardı.
"İyi misin? Baban nasıl? Ameliyata mı almışlar, ne olmuş? Çıktı mı odaya? İyi mi? Sen, sen iyi misin?"
Pars uzanıp İklim'i karşımdan kendine doğru çektiğinde ben de bir adım uzaklaşmış ve dağılmış ifadesine bakmıştım.
"İyiyim," dedim önce, rahatlaması için. "Babamı bilmiyorum."
İklim bu kez cevapları Pars'ın yüzünde bulmak için ona dönmüştü. Pars ona sevecen bir ifadeyle bakıp elini yanağına yasladı. "Neden evde kalmadın?"
"Atlas'ı yalnız mı bırakacaktık?" dedi iklim kızgınlıkla. Sonra bana döndü tekrar. "İyisin gerçekten değil mi?"
Başımı salladım. "Sen," diye sordum. "Sen iyi misin?"
Beni onayladıktan sonra masum bakışlarını Pars'a çevirdi. "Bahçeye çıkabilir miyiz?"
"Gelmeseydin ya güzelim, eve dönünce gelirdin."
İklim itiraz ederek başını iki yana salladı.
"Bahçeye çıkıyorduk zaten," dediğimde Pars'ın bakışları bana döndü. "Durmayalım burada, hadi."
İklim'in kötü hastane anılarının olduğunu anlamak zor değildi. Aksi halde, gündüz devirmek için plan yaptığım babamın gece haberini aldığımda korkudan delirmeyeceğimi tahmin etmiş olması gerekirdi.
Asansöre bindiğimizde sessizliğe büründü herkes. Hastanenin sürgülü cam kapısından çıkmadan hemen önce Pars, Onat'a "Hallettin mi?" diye sordu.
"İçeri alınmayacaklar, hastanenin önündeler şimdilik, çözüyorum o sorunu da, siz çıkmadan gitmiş olurlar."
Bahçeye çıktığımızda kapının hemen önündeki, bekleme yerine geçmiş ve duvara sabitlenmiş banklara oturmuştum. İklim açık havaya çıkmış olmanın verdiği rahatlamayla hemen yanıma oturduğunda Pars ve Onat hastanenin merdivenlerini inerek, görüş alanımızdan çıkmadan kendi arlarındaki konuşmayı devam ettirdi.
İklim birkaç derin nefes alırken, avuçlarını bacaklarını saran taytın ince kumaşına sürüyordu. Üzerinde polo yaka, büyük bir tişört vardı.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde o da dikkatini bana vermişti.
"Bu tişört senin pek tarzın değil sanki."
Bakışları önce afalmış hemen sonra üzerine kaymıştı. Çatık kaşları kalktığında kendini tutamayıp güldü.
"Benim değil..."
Gözlerimi kısarak baktığımda başını yana eğerek bu anda bunu konuşuyor olmamızın garipliğini anlatmaya çalışarak baktı. Biraz ana konunun dışına çıkmaya ihtiyacım vardı. İklim de bunu anlamış ve bakışlarını Onat'a çevirmişti. Hemen sonra bana döndüğünde gülümsedim.
"Yakışmış..." dedim.
"Telefon gelince paldır küldür çıktık," diye, açıkladı.
Başımı yavaşça salladım.
"Yakışan sadece tişört değil," dediğimde, gözlerini kocaman açtı ama bu uyarı için çok geç kalmıştı.
"Ciddi bir şey değil," dedi.
"En güzeli..."
Bakışları Pars'a döndüğünde kaygıyla baktı. Onun için korkuyordu ve haklıydı.
"Aramızda fazlasıyla ciddi biri var ama..."
İç çektiğimde konuyu yeniden sıkıntılı bir yere getirmiş olduğunu fark edip yüzünü buruşturmuştu.
"Endişeleniyorsun..." dedim. "Çok haklısın."
"Üstesinden gelir," dedi, benim aksime inançla. "Hep geldi."
Başımı iki yana salladım. "Zemin aynı değil, eskiden bildiği ringte dövüşüyordu. Şimdi bilmediği bir kafese düştü. Pars'ın tekniği burada işe yaramaz."
"Aslında her şeyi biliyoruz, sadece hatırlamamız lazım mevzusu var ya, Pars'ın da öyledir muhtemelen. Zemin aynı olsun olmasın, Pars her yüzeyde dövüşür ve kazanır."
Dudağımın kenarı tebessümle kıvrıldığında başımı salladım. Pars'ı yenilmez görüyordu ve bu gerçeğe inanması o an için beni de sakinleştirmişti. İklim'in haklı olduğunu umdum.
Pars ve Onat merdivenleri yeniden çıktıklarında, Onat bana yaklaşmış ama Pars özellikle mesafesini korumuştu. Vedalaşan iki insan olarak fazla bile yakın sayılırdık.
"Atlas, muhtemelen ifadeni almak isteyecekler."
Başımı salladığımda konuşmaya devam etti. "Kullandığı ilaçları, kalp sorunu olup olmadığını sana da sorarlar. Hastane kayıtlarına bakmışlardır ama bu gibi durumlarda yakınlardan bilgi alınır."
Tekrar başımı salladım.
"Tavsiyen var gibi duruyor."
"Yok," dedi, tebessüm ederek. "Burada olduğumu, babamın da her türlü desteğe açık olduğunu bilmeni istiyorum sadece. Bunun dışında ne biliyorsan onu anlatmalısın."
"Pek bir şey bildiğim söylenemez..." dedim.
Onat bunun sadece babamla ilgili olmadığını anladığında gözlerime anlayışlı baktı.
Yanımdan ayrıldı ve hayatta en sevdiği insanlardan birinin yanına döndü. İyi de yaptı. Onun, ona benden daha çok ihtiyacı vardı. Bizi duymayacakları bir noktada, kendi aralarındaki konu her neyse ona döndüklerinde ben de İklim'e döndüm.
"Zemin ne kadar keskin olursa olsun," dedim, "Ne kadar yara alırsa alsın, eminim ki hep ellerini sıkı sıkı sıkı tutacak iki kişi olacak. Senin haklı çıkmanı umalım. Eminim yeni dövüşün kurallarını da öğrenir."
"Ben bir kişi daha var diye biliyorum aslında."
Gülümsediğimde gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama sakin ifadesi dağıldı.
"Ben gidiyorum..." dedim. "Son birkaç şey kaldı, onlar da bitince, gideceğim."
Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim ve gözlerimdeki sakinliği bozan ifadenin dağılmasını bekledim.
"Üzüldüm," dedi İklim. "Konuşmaya pek fırsatımız olmadı, çoğu zaman gergin anlarda bir araya geldik ama aramızdaki varlığın bence herkese iyi gelmişti."
Gülümsediğimde konuşmaya devam etti.
"Pars ile çok eski bağınız, bizimle de..." Sustuğunda başını iki yana salladı. "Hastaneler beni geriyor, biraz da duygusallaştırıyor. Sen bana bakma. Kendin için en iyisini bilirsin."
"Ben de öyle olduğunu düşünüyordum," dedim.
Kelimelerin ucunu çekince gerisi geliyordu işte. Belki de bu yüzden duygular hakkında konuşmamak gerekliydi.
"Artık pek emin değilim, yine de tek seçenek bu."
"Gitmek mi tek seçenek?"
Başımı salladım. "Öyle..."
Onat yanımıza tekrar döndüğünde İklim'e doğru hafifçe eğildi. "Babamın yanına uğramam lazım, 1 saatten uzun sürmez."
İklim Onat'ı onayladığında, mavi gözlerin odağı ben olmuştum.
"Kendini rahatsız hissettiğin bir durum olursa ya da merak ettiğin herhangi bir şey, ara olur mu?"
"Olur," dedim. "Ararım."
"Pars burada," dedi hemen sonra. "Ben de hemen geleceğim."
"Aslında... Gerek yok. İklim, sen de belli ki hastanelerde bulunmaktan hoşlanmıyorsun. Gerçekten beklemenizi gerektirecek bir durum yok."
"Olmaz öyle," dedi İklim, itiraz ederek. "Hem bahçede oturuyoruz, bahçelerle sorunum yok." Benim bir şey dememe fırsat vermeden Onat'a döndü. "Git sen, burada aklın kalmasın, biz hallederiz."
Onat gözlerini yumarak onu onaylamış ve hemen sonra Pars'a da kısa bir baş selamı vererek yanımızdan ayrılmıştı.
Pars'ın telefonu çaldığında biraz uzaklaşmış ve görüş alamızda kalarak, bize sırtı dönük şekilde konuşmaya başlamıştı. Her kim ile konuşuyorsa gergindi. Birkaç kez sesini yükseltmişti. Belirlediği çizginin içinde bir oraya bir buraya adımlayarak sakin kalmaya çalışıyordu.
"Pars ile nasıl tanıştık anlattım mı sana?"
İklim hem konuyu dağıtmak için mi sormuştu bunu yoksa o kuramadığımız yakınlığın hatırı kalmasın diye mi bilmiyordum ama dikkatle ona döndüm.
"Biraz biliyorum..." dedim, detay vermeden. O ne kadar hissederse o kadar anlatsın diye.
"Erdinç'in mekanında yüksek doz yaşamıştım. 17 yaşımdayken." Gergince gülümsedi. "Yurtta kalıyordum o zamanlar... Kız lisesine göndermişti eniştem beni. Disipline girmem için." Bakışları bana döndü. "Kendisi asker olunca tabii benim ergen aykırılığım ona fazla gelmişti. Ben o dönem daha dark takılıyordum. Bilirsin işe siyah uzun saçlar, koyu makyaj ve pircing. Gerçi şimdi çok değiştiğim söylenemez ama artık modadan daha iyi anlıyorum."
Gülümsediğimde biraz olsun rahatlamıştı.
"Enişten?" diye sordum, konuya dahil olmak için.
"Halamın kocası. Halam büyüttü beni, ben bebekken babam ölünce."
Kaşlarım havalandığında omuz silkti. Sarsılmış halinin nedenini öğrenmiş olmuştum.
"Askermiş o da, görevdeyken ölmüş."
"Çok üzüldüm," dedim beklemeden.
İklim başını salladı hızla. "Annem çok aşıkmış babama, onun için İstanbul'u bırakıp Afyon'a taşınmış. Halam orada diye, babam sürekli göreve gittiğinden onu tek başına İstanbul'da bırakmak istememiş. Bir de ben tam bilmiyorum da önemli görevlere gidiyormuş genelde, haliyle çok da düşman biriktirmiş."
Gözlerime nasıl bir bakış yerleşti bilmiyordum ama İklim bana kocaman gülümsemişti. "Burası hikayenin güzel kısmı Atlas, henüz üzülemezsin."
"Annem işini, hayatını, arkadaşlarını bırakıp eskiden yaşadığı semt kadar olan şehre taşınınca tabii bocalamış. Halam da çok serttir. Babam öyle midir bilmiyorum da hem halam hem de eniştem çok otoriterlerdi. Öyledirler yani..."
"Görüşmüyor musunuz?"
Başını iki yana sallarken gülümsedi. "Tek yakınım olduklarından, Pars numaralarını bulup aradığında bizim öyle bir yeğenimiz yok demişler."
Kaşlarım havalandığında İklim yine aldırmamamı söyleyerek bakmıştı.
"Babam öldüğünde annem 5 aylık hamileymiş. Sevdiği adamın ölüm haberini aldığı andan itibaren bebeği, yani beni, düşürmek için her şeyi yapmış. Alkol sorunu zaten babamın göreve gittiği ilk zamanlar başlamış, tabii hamile kalında sigara, içki ne varsa bırakmış ama sonrasında işte hepsine geri dönmüş. Sadece bunlarla da kalmamış... Diğer maddelere de geçmiş."
"Nasıl?" dedim şaşkınlıkla.
"Kurtulmak istiyormuş işte, her şeyi yapmış, bunlar hafif bile kalıyor yaptıklarının yanında. Durumu halam fark edince annemi yanına almış ve onunla çok ciddi bir konuşma yapmış. Dedim ya çok ciddi kadındır halam. Hani şey derler ya... Hükümet gibi. Tam öyle. Kaşlarını bir çatardı, bir emir verirdi, yasa sayılırdı. Neyse işte almış annemi yanına... Çocuk doğana kadar burada kalacaksın sonra da kardeşimden kalan ne varsa satacağız, yarısını alıp gideceksin, demiş. Övüne övüne anlatırdı bunu hep."
Bakışlarım Pars'a kaydığında uzak bir noktada bizi dinlediğini fark ettim. Hem şaşkın hem de sevgi dolu bakıyordu İklim'e, bana anlatmasına şaşırmış olmalıydı.
"Çektim karşıma... Feride dedim, bu çocuğu doğuracaksın. Bu çocuk benim kardeşimden yadigar. Sonra satacağız ne varsa, kendi payını alacaksın. Diğer yarısı çocuğun... Eğitimine harcanacak. Kardeşimin soyadına layık olarak büyücek, sen de bir daha eşiğimizde belirmeyeceksin."
Halasının taklidini yaptığında gülümsedim.
"Tabii anlaşma ilk yıl bozulmuş, annem beni almak için dönmüş, işte temizim her şeyi bıraktım falan demiş. Yalan tabii. Parası bitmiş. Halam da kalan paradan biraz daha vermiş ama bu kez devreye eniştem girmiş, gözünü korkutmuş, seni hapse attırırım demiş göndermiş. Öyle ki eniştem emekli olunca benim eğitimim için İstanbul'a taşındığımızda bile ses seda çıkmadı. Yıllar sonra ben ortaokuldayken haberi geldi. Ölü bulunmuş bir sokakta. Barların olduğu, kalabalık bir yerin arka sokaklarının birinde..."
Gözlerim şokla büyüdüğünde ifademi kontrol etmeye çalıştım. İklim kısa bir an için Pars'a döndüğünde, Pars ona güç vermek ister gibi gülümsedi.
"İçimde bir şey peyda olmuştu sanki Atlas," dedi. "Böyle önlenemez bir öfke, o kadar hırçınlaştım ki halamı bile gözüm görmüyordu artık. Ben, eniştesinin gözünün içine bakarak konuşamayan kız yemek sofrasını bırakıp odama gidiyor, kapıları çarpıyordum artık. Liseye geçene kadar dövüş kıyamet götürdük ama en son bir gece evden kaçtığımda eniştemin tepesi attı. Ertesi sabah beni aldığı gibi yatılı okula götürdü."
"Strateji insanı değilmiş," dediğimde İklim gülmüştü. "Pek başarılı bir hamle olmamış, baksana."
"Hem de ne," dedi İklim. "Ben özgürlüğümü kazandım olarak düşündüm bu yaptıklarını. İlk zamanlar merakımdan gitmiştim o barların olduğu sokağa, sonra sıklaştı gitmelerim. Yıllar geçip yaşım biraz daha büyüdükçe kendime güvenim artmıştı. Artık her şeyi yapabilirim sayıyordum. Üçüncü sınıfa geçtiğim yıl her geceye döndü yurttan kaçmalarım. Bir arkadaşım vardı, o zamanlar internette bir sohbet grubunda tanışmıştık. İyi anlaştığımızdan dışarıdan da görüşmeye başladık. Onunla gitmiştim ilk Erdinç'in barına."
Bu kısmı Erdinç'ten dinlemiştim ama onun kendi bakış açısını dayattığını anlamak zor olmamıştı.
"Sana anlattı mı?" diye sordu.
"Biraz," dedim. "Gerçi fazlasıyla erkek bakış açısıyla anlattı."
"Yapar," dedi sinirle. "Çok sever bu konuda beni suçlu göstermeyi."
Başını öne eğip iki yana salladı. "Tanıştığımız ilk an..." Durup bana baktı. "Sanki yaşadığımız her şey ile o ilk an birbirinden ayrıymış gibi hissediyorum. Onca şey oldu, o andaki adam ile Erdinç farklı iki insan hala kafamda."
"Öyle kabul edebilirsin..." dedim. "Eğer onunla ilgili o ilk anıyı seviyorsan ama geri kalan her şey canını yakıyorsa, ikisini ayrı yerde tutabilirsin."
"Bana baktığı ilk anı hala çok net hatırlıyorum. Atlas, ben bir daha asla birine ilk bakışta böyle bir şey hissetmedim. Bakmadı sanki bana ruhumu gördü. O gece sabaha karşı yurda döndüğümde de, derslere girdiğimde de, akşamı iple çekerken de düşündüğüm tek şey o bakıştı. Bir çift ela göz tüm ezberimi bozmuştu."
Kendi kendine kızarak güldü. "O ilk an nasıl aşık oldum biliyor musun? Hani köpek gibi derler ya, neden derler onu da pek anlamıyorum ama böyle yerlerde sürünmeli aşık oldum."
Şaşkınla kaşlarımı kaldırdım. "Sen ciddi misin?"
Başını sallarken yine kendine inanamıyormuş gibiydi.
"Hastalanmış gibiydim sanki... Hani yüksek ateşten algın zayıflar ya, tam öyleydim. Her gece oraya gidiyordum artık. Bana bir kere daha baksın diye. Düşündüğüm başka bir şey yoktu bak inan. Ne öpmeyi düşündüm ne sevişmeyi, aklımda hep bir kere daha baksın vardı. Sonra anladım, o çoktan beni manipüle etmeye başlamış da haberim yokmuş. Attığı her adım planlıymış. Beni kendine daha çok bağlamak için günlerce, haftalarca görmezden geldi. Konuşmalara dahil olmaya çalışıyorum yok, hep yakınında duruyorum yok, asla bakmıyor. Sonra kendime dedim ki ben hayal gördüm. Çok sarhoştum, öyle bir bakış hiç yaşanmadı, boş ver artık, bırak peşini. Bir gece sahiden de öyle yaptım, hiç gitmedim yanına, yaklaşmadım. O geldi bu kez."
Güldüğümde bakışlarım tekrar Pars'a çevrildi. Yine telefonla konuşuyordu.
"Sana yine öyle baktı?" diye sordum.
İklim sinirle güldü. "Keşke sadece öyle baksaydı. Belki o zaman zehri daha kolay atardım bünyemden. Atlas ben o gece benliğimi kaybettim. O andan itibaren her şey Erdinç oldu. İki dudağının arasındaydım artık, ne derse oydu, ne derse oydum."
"Zaafından faydalanmış."
"İnkar ediyor ama öyle... Neyse geçelim onu. İşte gel zaman git zaman ben sanıyorum ki hayatımın aşkını yaşıyorum, o tabii istediği gibi her şeyi yapıyor. Asla haberim yok o ayrı, her şeyin bir sınırı var, bilsem ki beni kafasına göre aldatıyor o saniye bırakır giderdim. Ben hariç herkes biliyor. Herkesin gözünde kıymetliyim güya ama biri de açıp ağzını demiyor. Bir gece yurttan çıkamıyorum dedim buna, bilerek falan da değil, sahiden çıkamıyordum. Sıkı kontrol vardı. Neyse gece yarısını geçince herkes uyudu ben de bir açığını buldum kaçtım. Gittim bara, gördüklerimi anlatamam..."
"Şimdi kafasını taşlara vurana bak sen..."
"Onun derdi ben değilim," dedi İklim. "O kaybetmeyi sevmiyor. Ben ölseydim o gece o tuvalette ya da çekip gitseydim umurunda olmazdı. Beni Pars kurtardı, sonra yanına aldı, iş verdi, düzen verdi ya o bunları hazmedemiyor. Pars'a yenildi sayıyor kendini."
"O gece gelmişti Pars ilk kez... Beni çekti kenara, yanlış anlamamdan korkuyor bir yandan bir yandan da güvence vermek istiyor. Düzgünce konuştu, yaşım küçük farkında, uyardı işte. İyiyim dedim çünkü o an bırakamazdım. O an yaşadığım tek şey acıydı ve ben o acının kaynağından hesap sormalıydım. İşin içine polis girerse diye Pars bana telefonunu bırakmıştı. Kaydetmedim bile numarayı. Gitti o gece ben de Erdinç'in yanına gittim tabi ortalık birbirine girdi. O andan sonra bambaşka biri oldu Atlas. Yeminler etti, bir daha asla dedi, bir tek sen dedi, ne istersen önüne sererim dedi... Dedi de, dedi işte. Hepsine inandım. Şimdi aklım almıyor ama o an hepsine inandım. 18 olmana bir şey kalmadı dedi, benimle yaşarsın dedi, evleniriz bile dedi."
"Güvenecek başka kimsen yokmuş," dedim. "Aşıkmışsın üstelik... Kızma kendine."
"Çok kızdım ama işte geçti. Tabii Pars'ın görüşmem için ısrar ettiği psikiyatr arkadaşının da çok faydası oldu."
"Ondan aylar sonra Erdinç'in yeni getirdi bir toz vardı, hatta etrafta sosyetik bebelere özel diye geziyordu. İşte o gece biz çok kötü kavga ettik. Yine başka kadınlar olduğunu öğrendim ama bu kez konu onu da aşmıştı, ilk kez gerçek anlamda onu terk etmeyi düşündüm."
"Ayrılmak istediğinde sana zarar mı verdi?"
Başını iki yana salladı. "Fiziksel olarak zarar vermedi ama psikolojim çok kötüydü. Kendimi aciz hissediyordum. Erdinç olmadan hiçbir şey yapamazdım sanki yürümeyi bile bilmiyordum Atlas, o elimden tutmasa yürümezmişim gibi hissediyordum. Yeni getirdiğini denememi istedi. Bana denetirdi zaten, bu normaldi yani ama bilirdi ne kadar vereceğini, bu kez daha fazlaydı, fark ettim ama sorgulamadım."
"Anlamadım," dedim şaşkınlıkla. "Sana bilerek yüksek doz mu verdi?"
"Bilerek mi bilmiyorum, yani Pars öyle düşünüyor ama beni öldürmek isteyeceğini düşünmüyorum. Gerçi bunca yıl geçti ben onu değil de kendimi suçlamayı daha birkaç yıl önce bıraktım. Pars'ın teorisine göre beni o kurtaracaktı ve tamamen kendine bağlayacaktı. Her şeyin üstüne bir de hayatımı kurtarırsa ondan asla kopamayacaktım."
"Mantıklı... Seni manipülasyonları ile daha fazla elinde tutamayacağını düşündüyse bunu denemiş olabilir."
"3 gün hastanede yattım, Pars başımın belaya girmemesi için herkesi devreye soktu, başıma Suzan'ı dikti, gözünü üzerimden bir an bile ayırmadı." Başını çevirip hastaneye baktı sıkıntıyla. "Ne zaman hastanede bulunsam aklıma o an geliyor. Sanki yeniden bir yatağa yatacağım ve ölmekle yaşama tutunmak arasındaki o kozanın içinde sıkışacağım gibi hissediyorum."
"Başardın," dedim. "Sen o yataktan kalktın. Bak şimdi buradasın ve iyisin." Elini tutup sıktığımda başını beni onaylayarak sallamıştı.
"Pars beni buldu..." dedi. "O olmasaydı, ne burada olurdum ne de hayatta."
"Tabii Erdinç'te kendi için beklediği bağlılığı Pars'a gösteriyorsun sandığından bu kadar deliriyor. Aranızdaki bağı anlamadığından, kendi aklına göre yorumluyor."
Omuz silkti. "Öyle sanırım. Bilmiyorum. O gece çok karışıktı. Erdinç'in aklı yerinde değildi, sürekli vurgun yapmaktan söz ediyordu. Sosyetik çocuklardan biriyle görüşecekti. Pars da o gece oraya bu yüzden gelmişti. Erdinç'in işini bozmak için yani."
"Nasıl bozacaktı ki?"
"Erdinç'in yakın olduğu biri vardı, kim bilmiyorum takma isim gibi bir şeyle kayıtlıydı telefonunda. Zaten biz o dönem sürekli kavga ediyorduk. Aramızdaki ilişki korkunç bir hal almıştı. Güya beni aldatmıyordu ama kıskançlık krizleri yaşıyorduk her seferinde. O isim de o yüzden aklımda kalmıştı işte, telefonunu kontrol ediyordum çünkü bana sürekli yalan söylediğini düşünüyordum ki söylüyordu da."
Kaşlarım çatıldı. Bağ kurmam saçmaydı belki ama şüphelenmeden edememiştim.
"İsmi hatırlıyor musun?"
İklim kaşlarını çattı. Düşündü bir süre.
"John gibi bir şeydi sanki."
"Jonny, olabilir mi?"
İklim doğru cevabı bulmuş gibi başını salladı evet.
"Jonny Boy..."
Hışımla yerimden kalktığımda İklim arkamdan onaylayarak "Evet evet..." demişti.
"Aras..." dedim sinirle. "Aras!"
Merdivenleri sinirle inip Pars'ın karşısına dikildim. Bakışlarını ekrandan kaldırıp bana bakmıştı.
"O gece sen Aras'ı o yüzden sordun..."
"Hangi gece?"
"Mezuniyet gecesi."
"Hangi mezuniyet?"
Sinirle dudaklarımı birbirine bastırdığımda sakin olmaya çalışarak nefes aldım.
"Gecesi senin doğum gününe bağlanan mezuniyet..."
Pars kaşlarını çatmıştı. "O geceye dair hatırladığım tek bir şey var."
"Hay seni öpen dudaklarıma ya!"
Yüzünde manasız bir gülümseme belirdiğinde topuğumu yere vurdum.
"Pars! Odaklan!"
"Söyle tamam, ne?"
"Aras'ı geldin sordun ya o gece..."
Hatırlamamış gibi bakıyordu ama yine de başını salladı. "İklim'i o gece mi kurtardın?"
"Birkaç gece önce..." dedi.
"Hatırladın yani, güzel... Devamını da hatırla. O gece Erdinç'in işini bozmanın nedeni Aras mıydı?"
Bakışları İklim'e kaydığında gerilmişti.
"İklim kim olduğunu bile bilmiyor, ben bağlantı kurdum."
"Evet," dedi pes ederek.
"2013 yazından beri..." dedim sinirle. "O zamanda beri biliyorsun ve bana söylemedin mi?"
"Aras benim çocukluk arkadaşımdı Atlas. Sana hiç beni sattı mı? Açığımı söyledi mi? Söylemedi. Okulu bırakacağımı biliyordu, babana ya da babama söyledi mi? Söylemedi. Ben söyleyemezdim. Hele küçük kardeşine asla söyleyemezdim."
"Düşündün mü peki?" diye sordum buruk bir ifadeyle. "Söyleseydin nelerin değişebileceğini düşündün mü?"
"Gözüm üzerindeydi," dedi. "Erdinç'i de sıkıştırıyordum bir yandan, kolluyordum yani anlayacağın."
Gülümsemem büyüdüğünde gözlerime buğulu parıltılar yerleşti. "Bir yere kadar, sonra ondan sen de vazgeçtin."
Kabullenen ifadesiyle beni başını sallayarak onayladı.
"Hatalarımdan defter tutmaya başlasan iyi edersin," dedi, canı acıyormuş gibi gülümsemeye devam ederek.
"Yaktık say," dedim. "Tüm sayfaları önce koparttık, sonra yaktık say."
"Saydım," dedi, aynı gülümsemeyle.
İşte yine emin olmuştum. Yakıp yıkmadığı tek bir yol yoktu. Ona ulaşmama engel olmak için hepsini tek tek tek yok etmişti.
Vedalaşmış ve açılmak üzere aralanan tüm sayfaları yakmıştık. Telaş edecek bir şey kalmamıştı. Belki de yıllar sonra ilk kez bu denli aynı fikirdeydik.
Bitmişti işte, başlamayan ne varsa.
İlkim oturduğu yerden kalktığında dağılmış ifadesi yerli yerinde duruyor. Anlattığı onca ağır anının üzerine yanından bir hışım kalkmıştım.
"Aras..." dedim İklim'e bakarken. "O kayıtlı numara, onunmuş, Pars o gece tekrar bu yüzden gelmiş."
İklim'in kaşları havalandı.
"Bilmiyordum," dedi. "Üzgünüm Atlas, zaten zor bir an yaşıyorsun bir de abinle ilgili... Kusura bakma ne olur."
Başımı iki yana salladım. "Hayır hayır, bilmeyerek de olsa en azından sen eksik bir parçayı buldurdun. Üzülecek bir şey yok. Asıl ben üzgünüm, öyle yarıda kestim seni."
İklim anlayışlı bir ifadeyle gülümsedi. "Ben doğrusunu benden dinle istedim."
"Anlattığından emindin yani," dedim, adını özellikle kullanmak istememiştim.
"Hiç şüphem yoktu... Seni yanına çekmek istiyor, yanına çekmek istediği insanlara böbürlenmeyi sever."
"Anlattığında da onun söylediği şekilde yaşanmadığına emindim."
Gülümsedi. "Artık birbirimizin hayat hikayesini bildiğimize göre, arkadaş sayılırız."
Pars şaşkın bir ifadeyle İklim'e baktığında gülümsedim.
"Kesinlikle öyle!" dediğimde gülümsemesi büyüdü.
"Güzel... Ben bize içecek bir şeyler alayım."
"İklim... Tekrar söylüyorum, burada beklemenize gerek yok."
Söylediğimi duymamış gibi "Sıcak, soğuk?" diye sordu.
"Su olur," dedim. "Teşekkürler."
Beni başıyla onaylamış, Pars'a kısa bir an için bakmış ve hastane binasına değil de giriş kapısına doğru ilerlemişti. Muhtemelen binanın içine yeniden girmektense dışarıdan bir yerden alacaklarını almak daha iyi hissettirecekti.
Pars'tan çektiğim bakışlarımı ağaçlara yöneltmiş ve kendime bahçenin iç kısmında, saklanıp düşünecek bir köşe bulmuştum. Ondan uzaklaştırdığım adımlarımı bahçenin iç kısmına yönlendirmiş ve gözüme kestirdiğim banka ilerlemiştim. Pars'a arkamı dönük durmamı sağlayacağı için banka teşekkürlerimi ileterek oturdum. Sırtımı sert tahtasına yasladım ve bacaklarımı kendime çekerek ayaklarımı da oturduğum kısma yasladım. Bacaklarıma sarıldığımda çenemi dizlerime yasladım ve işte bu kadardı, kendime bir köşe bulmuş ve diğer seslerden kaçıp saklamıştım.
"Ben en yakın arkadaşın olduğumu düşünüyordum," diye mırıldandım, gökyüzüne doğru. "En yakın arkadaşlar birbirlerinden bu kadar çok şey saklamazlar."
Kırık yanlarım ellerini keserdi Atlas, dedi Aras.
"Kesseydi," dedim. "Ellerim seni tutsaydı da varsın kesilseydi."
Abi olan bendim, seni koruması gereken bendim, senin böyle bir zorunluluğun yoktu.
"Zorunluluk değil ki bu... Sevgi."
Gözlerimi kapattım. Aras'a küstüm, gökyüzüne de küsmüştüm işte. Pars'a zaten artık hep küstüm. İklim gelene kadar susup böyle kendime kıvrılarak duracaktım. Kimseyle konuşmadan.
Yanıma birinin yaklaştığını hissettiğimde gözlerimi açıp bakmama gerek kalmamıştı çünkü kimin geldiğini biliyordum. Çok değil, birkaç dakika içinde çalan telefonu da tahminimi doğrulamıştı. Kendime saklanacak köşe bulmamın hangi kısmını anlamamıştı?
Pars telefonu kapatmış ama biraz önce durduğu yere geri dönmesine fırsat kalmadan bir kere daha çalmıştı. Telefon trafiği giderek yoğunlaşıyordu. Bakışlarımı ondan uzak tutup düşüncelerden sıyrılarak sadece bahçedeki ışıklarla aydınlanan ağaçları, çimleri, gelip geçen insanları izledim.
Bana arkası dönük olduğundan, gerilip gevşeyen sırtını izlerken kaşlarımı çatmıştım. Neyi çözemiyordu bilmiyordum ama kapana sıkışmışlığı göğsümü geriyordu. Derin bir nefes aldığımda eylemin sonuçsuzluğu üzerinde durmadım bile.
Elini beline uzatıp düşen pantolonu yukarı çektiğinde elimde olmadan gülümsedim. Kemerlerini eski moda bulmayı bırakmam gerekiyordu, kesinlikle onun için gerekli bir materyaldi. Gerginlikle elleri saçlarına gittiğinde üst tutamları karıştırmıştı. Yüzü bana dönük değildi ama kaşlarının çatık olduğundan emindim. Başımı eğip yanağımı dizimin üzerine yasladım. Bakışlarımı Pars'ın üzerinde tutarken, dizlerime sarılı şekilde öylece oturmaya devam ettim.
Bir süre sonra gözlerimi kapattığımda kendimi sessizliğin içine çekmiştim. Yanıma yaklaştığında hissettiğimde gözlerimi açmadan, dinginliğin içinde kalmaya çalıştım.
"Gidebilirsin," dedim. "Beklemen gerekmiyor."
"Kendini boşa yorma..." dedi. "Kimse bir yere gitmiyor."
İç çektiğimde. "Ben gideceğim..." dedim. "Uykum geldiğinde, daireye döneceğim. Burada sabaha kadar bekleyecek bir şey yok. Zaten haber verirler."
Bir şey söylemedi. Belki de inanmadı. Oysa gideceğim dediğimde giderdim, bu hata payı içeren bir söylem değildi.
"Olur," dedi bir süre sonra. "Benim de seninle geleceğim gerçeğine kendini şimdiden hazırla da, onun kavgasını da etmeyelim."
Gözlerimi açtım. Birkaç adım ötemde duruyordu ve gözleri üzerimde değildi.
"Ne sebeple?"
"Babanı öldürmeye çalışan birileri varken ve sen İstanbul'un ağır toplarının işlerine bir bir burnunu sokmuşken, seni tek başına bırakacağımı düşünmüyorsun değil mi?"
"Senin korumana ihtiyacım yok."
"Güzel... İhtiyaç duyman gerekmiyor, sahip olman yeterli."
"Bana bak!"
Sesim yükseldiğinde yerimden kalktım ve sözsüz belirlediğimiz sınırı aştım. Zaten hep yapmıyor muydum? Pars'ın durduğu noktaya ulaşma uğruna, her seferinde sınırları aşmıyor muydum?
"Ben senin adına kararlar verebileceğin ve verdiğin kararlara uymasını bekleyeceğin biri değilim. Biz seninle bu gece, çok değil iki saat önce, tüm ihtimalleri uçurumdan aşağı bıraktık."
"Denize sordun mu?"
Gözleri gözlerime döndüğünde nefesimi tuttum. Bana neden bakmadığını anlamıştım. Bakışlarında kor alevler vardı ve bakmayarak yine beni koruyor, beni ateşten uzak tutuyordu.
"Sormadım," dedim bastırarak. "Almıyor mu? Almasın! Kabule ihtiyacım yok. Bitti Pars, çalıp durma açılmayacak bir kapıyı. Sen bana git demedin mi? Dedin!"
"Karıştırma," dedi, bastırarak. "Ben sana şimdi de kal demiyorum. Git."
"Ne diyorsun öyleyse? Buradan gitmeyerek, birkaç adım ötemde durmaya özen göstererek ama yine de uzaklaşmayarak, belirli bir uzaklığı kural sayarak, eve gittiğimde peşimden geleceğini söyleyerek ne diyorsun."
"Hayatta kal diyorum Atlas! Benimle kal, değil. İstanbul'dan güvenli bir şekilde ayrıldığından emin olana kadar belli bir mesafe uzağında ama görüş alanında kalacağım. İstersen uzaklaştırma emri çıkar, karar onaylanana kadar ben durumu sonuçlandırmış olurum."
"Nasıl?"
İtiraz edeceğimi, onunla yine yeniden bir kavga başlatacağımı düşünürken sorduğum soruyla afallamıştı.
"Bilmek istemezsin."
"Teslim olarak?"
Beni ilgilendirmezdi. Ben gitmeyi seçiyorsam o da kalmayı, kalmayı ve oyunu kurallarına göre oynamayı seçebilirdi.
"Bu kez oyunu iyi öğren," dedim. "Masasına oturacağın ve onlarla aynı dili konuşmak için onların kıyafetlerini giyeceğin adamlar, yıllar sonra oyun oynamadığını söylemeni kabul etmezler."
Yüzünde tanıdık bir gülümse belirdiğinde kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım.
"Uyarı için teşekkürler," dedi, gülümsemesi dudaklarında asılı kaldığında. "Sadece neden umurunda anlamadım?"
Dudaklarımı benzer bir gülümseme çekiştirdi.
"Düşmansak da," dediğim sırada "Değiliz," demiş ama beni cümlemin devamını getirmekten alıkoyamamıştı. "Oyunu sen kazan isterim."
"Neden?"
"Diğerlerinin bir numarası yok..."
Kaşları kalktığında başımı salladım.
"Son oyunu sen kazan Pars."
"Hani sen kazanacaktın?"
"Vazgeçtim oyunlardan."
Ve senden.
"Ya kazanamazsam?"
"Öyleyse..." Gülümsediğimde gözlerimde uçurumda akan yaşların izi vardı. "İhtişamlı yenil."
Gülüşü büyürken başını iki yana salladı.
"Olur," dedi, dudakları gülüşünün kıvrımını kaybetmemek için direnirken. "İhtişamlı yenilirim."
Öfkeyle kalktığım yere gözlerim gülüşünde kalarak oturdum. Yenilmemesini umdum. İlla yenilecekse yenildiği tek kişi olmayı diledim. Düşüncelerim odağını yitirmiş gibiydi. Birbirine zıt düşünceler ve hisler içindeydim.
Bacaklarımı kendime çekerek tekrar eski halime büründüm ve gözlerimi kapattım. Birkaç dakika sonra "Geliyorum..." dedi ve uzaklaştı.
Sormamıştım ama peki.
Ne kadar uzaklaşmıştı, ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama bir ses adımı söylediğinde irkildim.
"Korkuttum mu?" diye sorduğunda kirpiklerimi aralayıp şaşkın bir ifadeyle yüzüne baktım.
"Dalmışım," dedim bacaklarımı çözüp oturuşumu düzelttiğimde.
Görkem bankın diğer kısmını işaret ederek "Oturabilir miyim?" diye sordu.
Onay verdiğimde oturmak için hamle yapmadan önce üzerindeki fitilli mavi ceketin düğmesini çözdü. Dikkatli bakışlarında kararsız bir ifade vardı.
"Üşümüşsün," dedi, sakin bir tonla. Ceketi çıkartıp ikiye katlayarak bana uzattı. "Dilersen omuzlarına örtebiliriz?"
Kendince bir baskınlık kurmamış, fikrimi sormuş olması takdir edilesiydi ama pek bir önemi olduğu söylenemezdi.
"Gerek yok aslında," dedim.
Üstelemediğinde tavrının verdiği rahatlıkla fikrimi değiştirerek elimi uzattım ve ceketi bana vermek yerine açıp omuzlarımın üzerine bıraktı.
Yanıma oturduğunda "Geçmiş olsun," dedi. "Timur en son durumu riskli demişti. Bir gelişme var mı?"
Timur dediğinde alayla bakmamak için kendimi sıkmıştım.
"Yok sanırım," dedim. "Bir şey demedi kimse."
"Yakından takip ediliyor, aklın kalmasın."
"Görkem..." dedim bıkkın bir tonla. "Birbirimize karşı dürüst olalım mı?"
Gözlerini kısmış ama temkinli ifadesini korumaya özen göstermişti.
"O odadan çıkmamasını, çıkmasından çok istiyorsun. Buraya gelip rol kesmek falan, sence de gereksiz değil mi? Elime babamı bitirmem için bir dosya tutuşturdun ve vaktim olsa ben hallederdim dedin. Şimdi gerçekten sağlığından mı endişeleniyorsun?"
"Elbette," dedi, inkar eden bir ifadeyle. "Benim sana verdiğim dosyadaki belgeler babanı, Hakan Pars'ı, hatta kendi babamı sıkıntıya sokacak düzeyde ama hiçbirinin hayatını tehlikeye atmıyor. Ben iş insanıyım Atlas, insanlarla kağıt üzerinde anlaşmalar yapar ve onlarla kağıt üzerinde anlaşmazlıklar yaşarım."
Ses tonundaki teessüf eden ifade ile dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Doğru..." dedim. "Benim hatam. Senin Ekrem Serez'in ölümüyle ya da işte babamın şu anki durumuyla nasıl bir ilgin olabilir ki?"
"İlgim yok diyemem," dedi. "O belgeler Ekrem Bey için de, baban için de zorlayıcı suçlamalar içeriyor. İşin ucunda soyadları var ve bu hayati değer taşıyor."
"Soyadları kirleneceğine ölsünler daha mı iyi?"
"Daha iyi mi yoksa kötü mü, bunu bilemem. Bana göre daha haysiyetli."
Kaşlarım havalandığında bana dikkatle baktı ve cevabı sabırla bekledi. Bakışlarında meraklı bir ifade vardı. Dikkatini çeken neydi bilmiyordum ama genelde korunaklı tuttuğu ifadesinde bir duygu belirtisi görmek şaşırtıcıydı.
"Soyadına anlam yükleyenlerden misin Görkem Taşkıran?"
Alaylı tonum onu gülümsetmişti. "Sen değil misin Atlas Yarkın?"
Omuz silktim.
"Al istiyorsan senin olsun," dedim, umursamaz bir tavırla. "Benim üstümde pot yapıyor."
Dudakları minicik, gözle görmek için çok dikkatle bakmanın gerektiği bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bir şey demek için aralanan dudakları Pars'ın sesiyle kapandı.
"Görkem!"
Görkem oturduğu yerden kalktı ve Pars'a döndü. Bir elini cebine sıkıştırmıştı.
"Ali... Biz de Atlas ile sohbet ediyorduk. Doğan'ın durumunda bir değişiklik yokmuş, ne üzücü."
Pars bir şey söylemeden önce bakışlarını bana çevirmiş ve çevirdiği gibi de kaşlarını çatmıştı. Bakışları artık yüzüme değil, omuzlarıma odaklıydı. Daha çok omuzlarımdaki Görkem'in ceketine...
"Ne kadar düşüncelisin..." dedi. "Telefonla da öğrenebilirdin, benden değil elbette, yakın dostun Timur'dan."
"Öğrendim öğrendim... Bir de gelip Atlas'ı görmek, bizzat kendim geçmiş olsun demek istedim."
"Dedin mi?" diye sordu, sert bakışlarının Görkem'in yüzünde tutarken.
"Dedim... Şimdi de git demeyeceksin öyle değil mi? Bildiğim kadarıyla bu hastane size değil, Serezlere ait."
Pars'ın dudakları öfkeli bir gülümsemeyle kıvrıldı.
"Seni bir yerden göndermek için mülkün bana ait olmasına gerek yok."
Görkem'in kaşları havalandığında Pars ona doğru bir adım atmıştı ve hemen bir bahaneyle araya girmem ve gergin havayı dağıtmam gerekiyordu. Ayağa kalktığımda Pars'ın bakışları bana dönmüştü ve bu öfkesini dindirmek yerine harlamıştı. Omuzlarımda hala Görkem'in ceketi olduğunu düşünürsek pek şaşırılacak bir durumda değildi bu.
Pars ve Görkem arasındaki gerginlikten hastanenin ışıkları patlayacak seviyeye geldiğinde İklim elinde kahveler ve su dolu poşet ile geri döndü. Tam vakti diye kesinlikle buna denirdi.
"Pars," dedi kahvesini uzatırken.
"Sağ ol güzelim..."
Biraz önce Görkem'i yok etmek isteyerek bakan o değilmiş gibi İklim'e sevgiyle bakmıştı.
Bana hem kahve hem su uzattığında gülümseyerek teşekkür ettim. Tam şu an İklim'e sıkı sıkı sıkı sarılabilirdim.
"Onat gelir diye fazla bir tane almıştım..." dedi elindeki karton bardağı Görkem'e uzatırken. "Gecikecekmiş... İsterseniz?"
"Teşekkür ederim," demiş, kahveyi almış ve tek eliyle üstünden tutarak kolunu indirmişti. Muhtemelen içmeyecekti ama İklim'i geri çevirmek de istememişti. Görkem'in hastanenin yakından alınmış herhangi bir kahveyi içmeyeceğini bilmek için onu yakından tanımaya gerek yoktu.
Pars arka cebinden sigara paketi çıkarttığında İklim'e doğru uzattı. Benim paketim arabada kalmıştı ve araba otoparktaydı. Bana uzatmamış olmasını umursamayarak uzanıp bir dal aldığımda İklim başını iki yana sallayarak çantasından kendi paketini çıkarttı.
Çakmağı bana vermek yerine dudaklarımın arasında sıkıştırdığım sigarayı yakmayı tercih ettiğinde gözlerimi gözlerine diktim. Onu hem yerle bir etmek hem de sarıp sarmalamak istiyordum ve bu his birbirine karışmış halde içimde dolanıp duruyordu. Koca bir düğümden ibaret kalmıştım.
Pars kendi sigarasını yaktığında ilk nefesi çekerken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Doğru yaptığımız herhangi bir şey olacak mıydı? Ne başlayabiliyor, ne bitebiliyorduk.
"Onat aradı," dedi İklim.
Birbirimizde tuttuğumuz bakışlardan dışarı yansıyan muhtemelen sadece gerginlik olduğundan bunu bölmek istemiş olmalıydı. "İşi biraz uzayacakmış, senin haberin var mı?"
"Var," dedi, Pars. "Aradı biraz önce."
İklim başını salladığında ona gülümsedim. Onat ile birlikte olması fikri hoşuma gitmişti. İklim'in ilişki geçmişi hakkında pek fikrim yoktu ama Onat'ın Erdinç'in tam zıttı olduğu düşünülürse yürütme oranları kesinlikle daha yüksekti.
Pars'ın telefonu tekrar çaldığında bir elinde tuttuğu kahveyi bırakmamak için sigarayı dudaklarının arasında sıkıştırdı, diğer elini arka cebine atarak telefonu çıkarıp kulağına yasladı.
"Söyle!"
Bir süre bekledi ve sinirle soludu.
"Kesik... Boşalt mekanı. Murat'a söyle, istisnasız herkesi dışarı çıkarsın. Pars telafi edecekmiş falan desin. Beril'e de söyle bana bu gece orada olanların, özel rezervasyon yaptıranların listesini çıkartsın. Hediye falan ne haltsa yollasın adreslerine."
Pars bakışlarını Görkem'e çevirmiş, uzaklaşıp konuşmak ile buradan ayrılmamak arasında kalmış bir şekilde bir süre düşünmüştü.
Gitmek vazgeçtiğinde Kesik ne dediyse başını salladı. "Kim?" diye sordu. "Tamam, gelecek dövüş için altın bilet göndersin onlara da. Beril'e telafi edilecekmiş de, o gerekeni yapar, hadi koçum."
Telefonu kapattığında İklim gerginlikle Pars'a döndü. "Erdinç mi?"
"Arif baban..." dedi Pars sinirle. "Torun torbaya karışacak yaşta benimle uğraşıyor."
"Çocuk sevmiyorum ben," dedi, bize doğru yaklaşan biri.
Erdinç.
"Yoksa görürdü."
İklim gerildiğinde Pars anında ona yaklaştı.
"Ziyaret saatini kaçırdın."
"Aşk olsun Pars..." dedi Erdinç her zamanki umursamazlığıyla. "Ben yabancı mıyım?"
Bakışları Görkem'e döndüğünde kaşları hayretle havalanmıştı. "Ooo, büyük Taşkıran da buradaymış."
Görkem, Erdinç'e ayakkabısının altına yapışan sakız gibi yüzünü buruşturarak baktığında ifadesindeki bariz tiksintiyle şoka uğramıştım. Gizlemeye çalışmamıştı bile.
"Ne oldu ya," dedi Erdinç gevşek bir tavırla. "Fiyakan mı bozulur selamımızı alsan. Allah'ın selamı arkadaş..."
Görkem'den çektiği bakışlarını bana çevirdi. "Geçmiş olsun bebek, bir şeye ihtiyacın var mı?"
"Yok Erdinç, gelmişsin o kadar ama biz de çok beklemeyeceğiz, gidebilirsin yani."
"Aaa ama sen de mi? Kırılıyorum bak artık."
Bakışları İklim'e döndüğünde alaylı ifadesi dağıldı. Ela gözlerine sahici bir duygu yayıldı.
"Nasılsın?"
Erdinç'in ses tonundaki duygu ile kaşlarımı çatmıştım. İklim bu soru karşısında hiç şaşırmamıştı, Pars da öyle. Belli ki benim bilmediğim bir detay vardı.
"İyi," dedi İklim. "Seni görene kadar öyleydi en azından."
"Konuşalım mı biraz?"
Erdinç bunu öyle masum sormuştu ki, korkunç yüzünü bilmiyor olsaydım üzülebilirdim.
"Hayır," dedi İklim kestirip atarak.
"Onlar anlamaz," diye devam etti Erdinç. "Eskiden sadece benimle konuşurdun."
İklim öfkeyle baktığında Erdinç tebessüm etmişti. Bakışlarını doğrudan üzerinde bulmanın tadını çıkarıyor gibi duruyordu.
"Eskiden dediğin bir asır önceydi Erdinç!"
"İster bir asır önce olsun, ister bir asır sonra. Benim için her şey demekti."
"Bunları rakı sofrasına sakla," dedi Pars. "Geçmiş olsun dileklerini de ilettiğine göre, artık git."
"Pars senin bu asabiyetini ne yapacağız biz? Dostane bir şekilde geldim şuraya, hep bir hır gür, hep bir tehdit."
Görkem'in kaşları havalandığında Erdinç keyifle güldü. "Bak gördün mü, o kadar haklıyım ki büyük Taşkıran bile bana hak verdi."
Pars, Görkem kısmına aldırmadan bakışlarını Erdinç'te tuttu. "Senden dostluk bekleyen mi oldu?"
"Olmuştur belki," derken bakışlarını bana çevirdi. "Sen söylesene bebek... Biz seninle dost değil miyiz?"
"Uzatma Erdinç."
"Aşk olsun," dedi yeniden. Sonra güldü kendi kendine. "Şunu da diyorum diyorum olmuyor." Bakışları yeniden İklim'e döndü. "Vaktinde olmuştu... O da mı bir asır önceydi?"
İklim sıkıntıyla bir nefes vermiş ve Pars'a dönmüştü. "Ben biraz yürüyeceğim."
Biraz önce yaptığımız konuşmanın üzerine Erdinç'i görmesi yaşadıklarının etkisini somutlaştırmıştı ve bunu bir de hastane bahçesinde yaşıyor olması etkiyi sertleştiriyordu. İklim ile birlikte gitmek ve ona destek olmak istemiyorum ama bu üçlüyü baş başa bırakmak hiç iyi bir fikir değildi.
Pars onu başıyla onayladığında beklemeden uzaklaşmıştı. İklim'in adımları bahçenin iç kısmına yöneldiğinde Pars Erdinç'e doğru bir adım attı. Erdinç elleri ceplerinde, umursamaz bir tavırla Pars'ın tam karşısında dikiliyordu.
"Siktir git."
"Üüf," dedi Erdinç. "Sıkıldım senden."
Yana döndü ve bana göz kırptı. "Peder ne durumda?"
"Bilmiyorum," dedim.
"Kalp krizi mi?"
Başımı salladım.
Düşünceli bir ifadeyle sakallarını kaşıdı. "Taşkıran," dedi Görkem'e. "Senin pederin sağlığı nasıl?"
Görkem Erdinç'i sessize almış olmalıydı çünkü asla bir tepki vermiyordu.
"Senin bilmen gerekmiyor mu? Hayırdır, Oktay Taşkıran ile yakın değil misin yoksa?"
Görkem bana dönmüş ve omzuma doğru eğilerek "Hastaneyle bir görüşmek, babanın durumu hakkında bilgi almak istiyorum. Gelmek istersen, birlikte gidelim. Hem isterse içeri girmeni de ayarlarım."
Erdinç sesli bir şekilde güldü. "Sana mı kaldı o ya? Pars ayarlamıştır çoktan."
Erdinç çok komik bir durum varmış gibi gülmeye devam etti. "Lafa bak!"
Görkem ona aldırmadan bakışlarını üzerimde tuttu. Omzuma uzanıp ceketini alıp ona uzattım. "Teşekkürler," dedim, ikisi için de. "Henüz görmek istemiyorum."
Beni başıyla onaylamış ve ceketi elimden nazikçe alarak kıvırıp kolunun kenarına atmıştı.
"Ben görüşeyim öyleyse..."
Başımı sallayarak onu onayladım. Görkem uzaklaştığında Erdinç yüzüme suç işlemişim gibi bakıyordu.
"Hayırdır," dedi, başını salladığında. "Ne bu samimiyet?"
"Sana hesap vermem gerektiğini bilmiyordum Erdinç."
Bakışlarını Pars'a çevirdi ve beni işaret etti. "Sen sor."
"Erdinç!" dedim.
"Atlas bak bu şaka değil, o herife yaklaşılmaz kızım ne yapıyorsun?"
"Niye," diye sordum. "Hakan Pars tamam, Doğan Yarkın tamam ama Taşkıranlar mı kötü?"
"Sikeyim Taşkıranları," dedi Erdinç. Sonra birden Pars'a döndü.
"Bu yapıyor değil mi?" diye sordu. "Önce Ekrem, şimdi Doğan... Bunun işi."
Pars ne onaylamış ne de reddetmişti.
"Nasıl yapıyor lan bunu? Gücünden şüphem yok da bulaştığı adamlar öyle küçük lokma değil."
Erdinç sorarcasına Pars'a göz kırpmıştı. "Aklında ne var?"
"Ne yapacaksın Erdinç? Benimle mi ortak olacaksın bu kez de? Bir kararlı ol, kime çalıştığın belli olsun."
"Benim patronum belli de, sen bu gerçeği kaldırabilir misin o belli değil."
"Ona git o zaman... Sor bakalım onun aklında ne varmış? Doğru gidemezsin, onunla da aran bozuldu değil mi?"
Erdinç Pars'ın tavrını biraz bile umursamayarak başını öne eğerek, kaşlarını kaldırıp sordu. "Ülkeden kaçmak?"
"Dener mi?" diye sorduğumda ikisinin de bakışları bana döndü.
Erdinç sırıttığında bana döndü. "Dener mi ne kızım ya, Yunan sınırına dayanmış bile olabilir. Siz daha oturun burada."
"Pars?"
"Evde," dedi bastırarak. "Yok bir yere kaçtığı falan."
"Ha yok diyorsan... Tamam. Öldü sandığın kadını burnunun dibinde saklıyormuş adam ama sen eminsen, sorun yok."
Pars gözlerini kıstığında araya girdim.
"Erdinç ben bir gelişme olursa sana yazarım."
Pars'ın bana dönen bakışlarına aldırmadan devam ettim.
"Geldiğin için teşekkürler."
"Başından atıyorsun yani... Öyle olsun."
Erdinç'in kırılganlığıyla uğraşamayacaktım, duyguları değil de ben daha çok kemikleri kırılmasın derdindeydim çünkü biraz daha konuşursa Pars biçimli burnunu biçimsiz hale getirecekti.
"Yardıma ihtiyacın olursa arasın," dedi Erdinç Pars'a. "Şu sıra her türlü desteğe ihtiyacın var gibi duruyor."
"Kesin ararım," dedi Pars alayla. "Bekle sen."
Erdinç başıyla beni selamlamış ve biraz önce İklim'in gittiği yöne doğru ilerlemek üzereyken Pars elini göğsüne vurarak onu itmişti.
"Sen hastane boşuna gelmiş olmak istemiyor olabilirsiniz de ben hiç seni silkeleyecek havada değilim, git şuradan."
Erdinç'in bakışları alayla parladığında sırttı. "Sakin... Sakin. Gidiyorum."
Arkasını döndüğünde sırıtışı büyüdü. "Hem bak, ziyaretçileriniz çoğaldı. Ayağımı sürüdüysem demek..."
Taşkıranlar büyük ve küçük olarak bu gece bize düşkünleşmişlerdi belli ki. Bir de Bade vardı.
Bade'yi gördüğümde olan onca şey sonucu aklımdan çıkan gerçeği hatırladım. Buraya gelmesi iyi olmuştu, plan için ön hazırlık yapabilirdik.
"Bitmeyecek bu gece..."
Pars, kendi kendine mırıldandığında Erdinç bana göz kırpmış ve bize doğru yaklaşan ikilinin yanından geçerek uzaklaşmıştı.
Göktuğ yanımıza ulaştığında, kollarını etrafıma sarıp beni kendine çekti. İrkilerek gözlerimi açmıştım.
"Atlas... Çok üzüldüm. Baban şimdi nasıl?"
"Bilmiyorum," dedim ve kendimi Göktuğ'un kollarının arasından kurtardım.
"Takılma sen, öğreniriz onu..." dedi ve etrafa bakındı. "Abim nerede, bizden önce gelmiş olması gerekiyordu. Öğrenir hemen o."
"Geldi geldi..." dedim. "İçeri gitti şimdi."
"Tamam işte bak, hemen öğrenir şimdi." Yanına dönüp Bade'ye kolunu uzatarak kızı öne çekti. "Siz tanışmadınız değil mi? Bade." Başımı eğerek selam verdim. "Bu da Atlas," dedi Göktuğ beni göstererek. "Kaynaşın hadi."
"Geçmiş olsun," dedi Bade, samimi bir ifadeyle. "Abim söyledi, duyunca bir uğramak istedim. Aslında sabahı bekleyecektim ama Göktuğ sabredemedi."
"Sabaha ölürse adam neye geçmiş olsun dileyeceğiz Bade, sen de..."
"Göktuğ!"
Görkem birkaç adım öteden uyarı dolu bir sesle konuştuğunda Göktuğ yüzünü buruşturdu.
"Nasılmış?" diye sordu Göktuğ abisine doğru.
"Hayati risk devam ediyormuş, sabaha uyanmasını umuyorlar."
Başımı salladım.
"Babam ile yakınlarmış," dedi Bade. "Babamın kan testinin sonucu çıkmadı henüz, ben şüpheli bir durum olduğunu düşünüyorum." Gergin bir ifadeyle yutkunmuştu. Kocaman, açık açık açık kahverengi gözleri vardı ve aralıksız ağladığını belli eden şişlikler barındırıyordu. "Muhtemelen Doğan Bey için de test yapılmıştır. Benzer bir tanı gözlenebilir diye karşılaştırılma yapılaması gerektiğini düşünüyorum. Senin için sakıncası yoksa."
Bakışlarım Pars'a döndüğünde lafı o devralmıştı.
"Gerekli incelemeyi yapacaklar. Konunun takibini Selçuk Saygun ve Edip Seğmen yürütüyor. Aklınız kalmasın."
"Ooo," dedi Göktuğ. "İstihbarat falan..."
Göktuğ'un suçlu kim oyununun içindeymişiz gibi lakayt tavrı sebebiyle gülmemek için kendimi tutmuştum.
Bade, bakışlarını Pars'tan çekmeden başını salladı.
"Peki... Beni de bilgilendirir misiniz? Abim, hatta ablam ve diğer herkes tüm bunları kaldıramayacağımı düşündüklerinden benimle bilgi paylaşımında bulunmuyorlar. Rica etsem, bir şey öğrendiğinizde beni arar mısınız?"
Bade'nin söylediği şeyin işe yararlığını fark edip etmediğini çözmek için Pars'a döndüm. Yüzünde mimik oynamamıştı. İklim olsa tam şu an çak yapardık ama işte Pars oyunbozan biriydi.
"Haberiniz olur zaten..." dediğinde elimde olsa Pars'ı dürttüm. Kız bize açık kapı sunuyordu, işi neden zora sokuyordu.
"Bade," dedi Görkem, ısrar etmemesini belirterek. "İnsanları daha fazla rahatsız etmeyelim."
Bade başını usulca sallamıştı.
"Ben bir abime bakayım," dedi. "Sonra gideriz."
Göktuğ onu onayladığında Bade yanımızdan ayrılmıştı. Görkem'in bakışları Pars'a dönüktü. Alt metni okuyamamıştım ama gergin hava yine yeniden belirginleşmişti.
Kibar tavrı sebebiyle ceketini kabul etmiş olmamın ona puan kazandırdığını henüz kavrayabilmiştim. Görkem kesinlikle akıl karıştırıcı biriydi. Pars'a böylesine net bir şekilde tehditkar bakmasaydı, onun düşman takımda olduğunu unutabilirdim bile.
Görkem Taşkıran güçlü bir rakip olabilirdi ama Ali Pars karşısında şansı kalmaması için her şeyi yapmaya hazırdım.
Canavarların bizi yenmesine izin veremezdim.
O yenilirse, ben de yenilirdim.
Uzakta ya da yakında olmamın bir önemi yoktu.
Bahisler yeniden açılmıştı ve bu kez tüm paramı Pars'a yatırıyordum.
Gerçek anlamda.
"Geldiğiniz için teşekkür ederim," dedim ve uzanıp Pars'ın elini tuttum.
"Biz artık gidelim... Görüşürüz."
Göktuğ'un dudakları beğeniyle kıvrıldığında Görkem, "Tekrar geçmiş olsun..." demişti ve bu kez minik bir tebessüm ile teşekkür etmiştim.
Pars'ın elini sıkı sıkı sıkı tutarak karşılarından çekilmiş, hastanenin kapısına doğru onu ilerlemiştim. Binanın içine girdiğimizde de, asansöre bindiğimizde de elini bırakmamıştım. Kaşlarını çatarak birbirine geçmiş ellerimize baktı.
"Ne bu şimdi?"
Omuz silktim ve asansör zemin kata ulaşana kadar onu cevapsız bıraktım.
Zemine ulaştığımızda otoparkın içinde ilerken de elini bırakmadım.
Camaro'nun yanına ulaştığımızda elini elimden çekip aldı.
"Beni korumana gerek yok!"
"Seni korumuyorum..." dedim. "Onlar birlikte Pars, öyle ya da böyle bir aradalar."
Kaşlarını kaldırdı. "Bir aradalar... Evet. Başka kimi yanlarına çekmek istiyorlar biliyor musun? Seni!"
"Belki," dedim, onaylayarak. "Çekemeyecekleri için tartışmaya değecek bir durum yok."
"Öyle mi diyorsun? Görkem bu geceden sonra hiç de böyle düşünmeyecek. Seni elde edilebilir görüyor artık. Hayatında ilk defa birine karşı zırhını indirdin ve bu Görkem Taşkıran!"
Sinirle birkaç adım uzaklaşmış hemen sonra sert adımlarla yanıma yaklaşmıştı.
"Herkese duvar örersin... Herkesi o duvarın ardında bırakırsın ve Görkem'in saçma sapan yakınlık kurma hamlesini kabul ettin? Aklını mı kaçırdın, gerçekten anlamadığım için soruyorum? Aklını mı kaçırdın yoksa aklımı kaçırmam için mi uğraşıyorsun?"
"Alt tarafı bir ceket Pars... Abartmıyor musun?"
Öfkeli kahkahası otoparkta yankılandı.
"Alt tarafı bir ceket... Haklısın! Alt tarafı bir ceket... Ben abartıyorum, doğru."
Bir kere daha uzaklaştı ve sakinleşmek için ardı ardına nefes aldı. "Yok, beni delirtmeden rahat etmeyeceksin. Bir de elimi tutuyor ya! Sağ ol, lütfettin."
"Bağırma bana!"
"Geç bin şu arabaya gidelim şuradan, durdukça sinirim tepeme çıkıyor."
Bir şey dememe fırsat vermeden telefonunu çıkarıp İklim'i arayıp kulağına tuttu.
"Güzelim..." dedi, sesini sakin tutmaya çalışarak. "Biz ayrılıyoruz hastaneden, sen de çık bana geç. Kesik evde."
Bir süre dinledi. "Tamam ama bana haber ver gidince."
Telefonu kapatınca tekrar bana döndü. "Binsene arabaya."
"Bak..." dedim sakinleşmesi için sesimi yumuşak tutarak. "Fark etmeden yaptığım bir şeydi, aklı yerinde değil, bunun sana karşı bir durum olduğunu anladığımda da."
"Ne," dedi, "Anladığında da ne yaptın, elimi mi tuttun?"
Dudaklarımı büktüm. Evet, öyle yapmıştım. Kötü mü yapmıştım?
"Hem sen neden o kızın numarasını almadın. Ne güzel planımıza kolaylık sağlayacaktı."
Gözlerini kıstı, bana yaklaştı yaklaştı yaklaştı ve üzerime eğildi.
"Atlas," dedi, bastırarak. "Beni daha fazla delirtme."
Yanaklarımı şişirdim.
Ne yapsam siniri geçerdi acaba? Hem asıl ben ona sinirliydim. Onun hatalarından buradan İspanya'ya yol olurdu ama hep o bağırıyordu. Haksızlık!
"Daha fazlası var sanki..." diye söylendim. "Bunun bir üstü tımarhane!"
"Geç arabaya artık, bunu evde konuşacağız."
"Benim evime gelemezsin," dedim beklemeden.
"İyi," dedi ve Camaro'nun kapısını açtığında. "Sen benim evime gelirsin.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro