Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

9. Bölüm


Lowood'da geçirdiğim ilk mevsim koca bir çağ gibi geldi bana... Hem de altın çağı falan değil. Yeni kurallara, alışılmamış görevlere kendimi uydurabilmemin güçlükleriyle çarpışmaktan örülmüş sıkıntılı bir çağdı bu. Kurallara, görevlere uyamamak korkusu beni yeni yaşantımın nesnel güçlüklerinden daha bile çok hırpalıyorlardı. Oysa bu güçlükler de yabana atılacak cinsten değildi.

Ocak, şubat, mart aylarında dizboyu karlar, karlar eridikten sonra aşılmaz duruma gelen yollar, kiliseye gitmek dışında, bahçeye çıkmamızı engelliyordu. Gene de, her günün bir saatini bahçe içinde, açık havada geçirmek zorundaydık. Giyimimiz bizi bu karakış soğuğundan korumak için yeterli değildi. Çizmemiz falan olmadığı için karlar pabuçlarımızın içine girerek eriyordu. Eldivensiz ellerimiz de, ayaklarımız gibi, soğuktan donup uyuşuyor, çatlayıp yara oluyordu. Her akşam ayaklarımın morarıp şişmesiyle çektiğim acıyı ve sabahları bu şiş, acıyan, kaskatı kesilmiş ayakları pabuçlara sokmanın işkencesini çok iyi anımsarım.

Sonra, verdikleri yiyeceklerin azlığı da bir işkenceydi. Büyüme çağındaki çocukların iştahına sahip olduğumuz halde bize ancak en marazlı hastalara yetecek kadar yemek veriliyordu. Bu besin kıtlığından doğan bir kötü davranış da küçük öğrencilerin yaşantısını büsbütün güçleştirmeye yarıyordu. Açlıktan kuduran büyük kızlar fırsat buldukça küçük kızları ya kandırıp ya da korkutarak yemeklerini ellerinden almaya bakıyorlardı. Kaç kez çay saatinde dağıtılan o paha biçilmez yarım dilim çavdar ekmeğini iki iriyarı kız arasında bölüştürmek zorunda kaldım! Tasımın içindeki kahvenin yarısını da bir üçüncü kıza, ister istemez verdikten sonra, bana kalan birkaç yudumu, açlığın şiddetiyle gözlerimden fışkıran yaşlara katık ederek içiyordum.

Kış pazarları iç sıkıcı, iç karartıcı günlerdi. İki buçuk kilometre kadar yol yürüyerek, velinimetimizin papazlık ettiği Brocklebridge Kilisesi'ne gitmek zorundaydık. Üşümüş olarak yola çıkıyor, buz kesmiş olarak kiliseye varıyor, ayin sırasında soğuktan kımıldayamaz durumlara düşüyorduk. Yol uzun olduğu için öğle yemeğine okula dönmemize olanak yoktu. İki ayin arasında bizlere soğuk etle ekmek dağıtıyorlardı ki bunlar da okuldaki yemekler kadar kıttı.

İkindi ayininin sonunda rüzgâr tutan bir tepe yolundan okula dönüyorduk. Kuzeye bakan karlı tepelerin üzerinden esen keskin kış rüzgârı bıçak gibi, yüzlerimizin derilerini kesiyordu. Miss Temple'ın bizim büzülmüş, sürüklenen karaltılarımızın yanı başında hafif, çevik adımlarla yürüdüğünü görür gibiyim. Soğuk rüzgârın dalgalandırdığı damalı kumaştan pelerinine iyice sarınır, bize örnek olarak moralimizi güçlendirmeye çalışır, bizi –kendi deyimiyle– "yiğit askerler gibi" ilerlemeye özendirirdi. Öteki öğretmenler çoğu zaman kendileri perişan durumda oldukları için, zavallıcıklar, başkalarına yürek vermeyi akıl bile etmezlerdi.

Ah, okula dönerken şöminelerdeki ateşin ışığı, sıcaklığı nasıl da gözlerimizde tüterdi. Ama küçük kızlara bu da nasip olmazdı; çünkü şöminelerin ikisinin de çevresinde büyük kızlar hemencecik çifte sıralar oluştururlardı. Onların ardından da küçük çocuklar birbirlerine sokularak durur, açlıktan çırpı gibi zayıf olan kollarını önlüklerinin altına sokuşturarak ısınmaya çalışırlardı.

Pazar akşamları çay saatinde ufak bir avuntuya kavuşurduk: Yarım dilim yerine bütün bir dilim ekmek verilirdi, hem de üzerinde, ince nefis bir tereyağı tabakasıyla... Bu, bir Kutsal Pazar Günü'nden öbür Kutsal Pazar Günü'ne kadar dört gözle beklediğimiz cennet taamıydı! Bu cömertlik örneği dilimin yarısını kendime alıkoymayı çoğunlukla başarıyorsam da öbür yarısını mutlaka büyük kızlardan birine vermek zorunda kalıyordum.

Pazar akşamları İncil'den sayfalar ezberlemekle, bunları ezbere okumakla, Miss Miller'in okuduğu uzun vaazları dinlemekle geçiyordu. Miss Miller'in bastırmayı bir türlü başaramadığı esnemeler onun da yorgun olduğunu gösterirdi. Çoğu pazar akşamları beş-altı küçük kız İncil'den bölümler sahnelerler, uyku gözlerinden aktığı için çok zaman yarı baygın yere düşerlerdi. Bu durumda uygulanan yöntem bu çocukları ceza olarak odanın orta yerine dikmekti. Arada dizleri tutmaz olduğu için hepsi de üst üste yere yıkılırlardı. O zaman sınıf başkanları onları kaldırır, kendi kullandıkları yüksek iskemlelere sırtlarını dayayarak dik durmaya zorlarlardı.

Mr. Brocklehurst'ün ziyaretlerine değinmedim henüz. Gerçekten de beyefendimiz benim Lowood'a gelişimden hemen hemen bir ay sonra yolculuğundan döndü. Belki de dostu Başdiyakoz'un yanındaki konukluğunu uzatmıştı... Bilmem. Bildiğim, onun yokluğu benim canıma minnetti. Onun gelmesini istemeyişimin özel nedenleri olduğunu söylememe gerek yok, sanırım. Ama, ne yazık ki sonunda geldi.

Bir gün öğleden sonra (ben, Lowood'a geleli üç hafta kadar oluyordu) elimde bir küçük taştahtayla, oturmuş, uzun bir bölme işleminin sonucunu çıkartmaya çalışırken, dalgınlıkla pencereye doğru kaldırdığım gözlerim tam o sırada dışarıdan geçmekte olan bir karaltıya takıldı. O uzun, kemikli biçimi, içgüdümle tanıdım sanki! İki saat sonra da bütün okul, öğretmenlerle birlikte ayağa kalkınca böyle saygıyla kimin karşılandığını anlamak için gözlerimi kaldırıp bakmak gereğini bile duymadım. Uzun adımlar dersliği ölçer gibi yürüdü. Bir dakika sonra, kendisi de ayağa kalkmış olan Miss Temple'ın yanında, bir zamanlar Gateshead Konağı'nın şöminesinin önünde dikilmiş duran o kapkara direk belirdi. Şimdi ben, cesaretimi toplayarak, bu mimari yapıtı yan gözle süzdüm. Evet, yanılmamıştım. Mr. Brocklehurst'tü bu. Uzun, dar paltosunun bütün düğmelerini iliklemiş, eskisinden daha zayıf, daha dik, sırık gibi duruyordu.

Bu görüntü karşısında çöküntüye uğramam için özel nedenler vardı. Mrs. Reed'in o gün benim kişiliğim üstüne haksızca söylediği sözler, Mr. Brocklehurst'ün de benim kötü huylarımı hem müdüre hem de öğretmenlere bildireceğine söz vermesi hâlâ belleğimdeydi. İlk andan beri onun bu sözünü yerine getirmesini korku içinde beklemiştim. Gözlerim yoldaydı hep. Bu adam gelecek, geçmişime ilişkin yanlış bilgilerle beni temelli bir "kötü çocuk" olarak damgalayacaktı. Nitekim çıkıp gelmişti işte! Miss Temple'ın yanında durmuş, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Benim kötülüğümü açıkladığından hiç kuşkum yoktu. Ben de, işkence gibi bir kaygıyla Miss Temple'ın gözlerine bakıyor, her an bu koygun bakışların tiksintiyle, horgörüşle benden yana dönmesini bekliyordum. Kulaklarım da kirişteydi. Oturduğum yer önde olduğu için çok dikkat edince adamın dediklerini duymaya başladım. Bu sayede de, hiç değilse bir süre için, kaygıdan kurtuldum.

"Lowton'dan aldığım iplik, işinizi görür sanıyorum, Miss Temple. Tam basma gömlek dikmeye uygun gibi geldi bana. İğneleri de ona göre seçtim. Miss Smith'e söyleyin, dikiş iğnesi için makbuz hazırlamayı unuttum ama, önümüzdeki hafta gönderirim. Sonra, kesinlikle, öğrenci başına birer iğneden öte dağıtmasın. Fazlasını verirseniz değer bilmez, yitiriverirler. Ha, hanımefendi, sırası gelmişken yün çoraplara da daha bir özen gösterilirse çok sevinirim. Son gelişimde mutfak bölümünün avlusuna çıktım, oradaki ipte kuruyan çamaşırları gözden geçirdim. Bir sürü siyah yün çorap vardı ki hiç elden geçmemişlerdi. Üzerlerindeki delikler çoktandır yama yüzü görmediklerini belli ediyordu."

Adam sustu.

Miss Temple, "Söyledikleriniz yerine getirilecektir, efendim," dedi.

"Ha, hanımefendi, çamaşırcı kadının söylediğine göre kızlardan kimilerine haftada iki kez temiz bluz veriliyormuş. Oysa gereği haftada ancak bir kezdir."

"Efendim, durumu size anlatabileceğimi sanıyorum. Agnes'le Catherine Johnstone geçen perşembe Lowton'daki bir arkadaşlarına çaya çağrılıydılar. Bu yüzden temiz bluz giymelerine izin verdim."

Mr. Brocklehurst, "peki" gibilerden başını salladı.

"Neyse... Bu seferlik üzerinde durmayacağım. Ama, bu gibi şeyler pek yinelenmesin lütfen. Sonra, beni şaşırtan başka bir şey daha var: Kâhya kadınla hesapları gözden geçirirken baktım... Son iki hafta içinde iki kez kızlara peynir ekmekten oluşan bir öğle yemeği verilmiş. Bu nasıl olur? Yönetmelik yönergesine bakınca öğle yemeği diye bir şey göremiyorum. Bu yeniliği kim çıkardı... Kimin izniyle?"

Miss Temple, "Ondan ben sorumluyum, efendim," dedi. "O gün çıkan kahvaltı o kadar kötüydü ki çocuklar yiyemediler. Ben de onların akşam yemeğine kadar aç gezmelerini doğru bulmadım."

"Hanımefendi, bir dakikanızı rica edeceğim. Biliyorsunuz ki bu kızların yetiştirilmesinde uyguladığım ilke onları lükse, rahata alıştırıp şımartmak değil, dayanıklı, sabırlı, azla yetinen kişiler yapmaktır. Boğaz konusunda, herhangi bir yemeğin bozulması, çok ya da az pişmesi gibi ufak tefek kazalar olsa bile, bu kazayı kapatmak için kızlara her zamankinden daha nefis bir şeyler vermek gerekmez. Böyle yapılırsa öğrencilerin maddesel varlıkları şımartılmış, bu okulun amacı unutulmuş olur. Böyle bir kaza oldu mu bundan çocukların ruhunu yüceltmek amacıyla yararlanmalı, çocukları geçici yokluklara karşı dayanıklı olmaya alıştırmalıdır. Hatta böyle durumlarda kısa bir demeç vermek pek yerinde olur. Aklı başında bir öğretmen bu fırsatı nimet bilerek ilk Hıristiyanların çektiklerinden, azizlerin çilelerinden, Ulu Peygamberimizin peşinden gelenlere, 'Çarmıhlarınızı alın da peşimden gelin!' deyişinden, insanoğlunun salt ekmekle doymayıp Tanrı sözüne de aç olduğunu söylemesinden dem vurabilir. Peygamberimiz, 'Ne mutlu benim uğruma açlık, susuzluk çekeceklere!' demiş... Bu sözler öğrencilere söylenebilir. Siz bu sübyanların midesine dibini tutmuş lapa yerine peynir ekmek verdiğimiz zaman belki günahkâr, ölümlü bedenlerini besleyebilirsiniz... Ama, ölümsüz ruhlarını nasıl aç bıraktığınızı bir düşünsenize!"

Mr. Brocklehurst gene sustu. Epey duygulanmıştı besbelli. İlk zamanlar gözlerini yere indirmiş olan Miss Temple şimdi tam karşıya bakıyordu. Her zaman mermer gibi renksiz olan yüzü şimdi mermerin soğukluğuna, donukluğuna da bürünmüş gibiydi. Hele ağzını öyle bir sımsıkı kısmıştı ki açabilmek için bir taşçı malası gerekli sanırdınız. Alnı da, zamanla, çatık kaşlı bir yontunun alnına benzemişti.

Bu arada Mr. Brocklehurst şöminenin önünde, elleri arkasında, kurumlu bir edayla okulu gözden geçirmekteydi. Birden şöyle bir irkildi, gözlerini kırpıştırdı. Sanki gördüğü bir şey onu beyninden vurmuş ya da gözlerini kamaştırmıştı. Müdireye doğru dönerek o zamana kadar kullanmamış olduğu acele bir konuşmayla,"Miss Temple, Miss Temple, o... O kız ne öyle... O kıvırcık saçlı kız?" diye söylendi. "Kızıl saçlı, hem de kıvırcık... Hem de çepeçevre kıvırcık!"

Bastonunu uzatarak bu tüyler ürpertici görüntüyü işaret etti.

Miss Temple son derece yavaş, sakin, "Julia Severn," dedi.

"Julia Severn'se ne olmuş, efendim? Julia Severn'se saçı neden kıvırcık? Bu okulun bütün amaçlarını, ilkelerini neden hiçe sayıyor böyle? Burası dindarca yönetilen bir hayır yuvasıdır... Böyle kuzu gibi kıvır kıvır gezilir mi?"

Miss Temple biraz öncekinden daha yavaş, daha sakin bir sesle, "Julia'nın saçı kendinden kıvırcık," dedi.

"Kendinden demek! Ama, biz her şeyi kendi haline bırakacak değiliz sanırım. Ben bu kızların Tanrı'ya yakın olarak büyümelerini istiyorum. Hem nedir bu saçların uzunluğu böyle? Saçların başlara yapışık, dümdüz, yalın olmasını istiyorum, diye kaç kez söyledim. Miss Temple, bu kızın saçı iyice kısaltılmalı. Yarın bir berber gönderirim. Zaten saçları fazla uzun olan başka kızlar da görüyorum arada. Şu uzun boylu kız, lütfen söyleyin yüzünü duvara doğru dönsün. En üst sınıftaki bütün kızlara söyleyin... Hepsi yüzlerini duvara dönsünler."

Miss Temple, elinde olmadan gülümsediğini gizlemek ister gibi, mendilini dudaklarının üzerinden geçirdi. Ama, istenilen buyruğu verdi, en üst sınıftaki kızlar da kendilerinden istenilen şeyi kavrayabildikleri zaman ayağa kalkıp duvara doğru döndüler.

Oturduğum sıranın üzerine biraz arkaya doğru yaslanarak onların bakışlarını, yüz kıpırtılarını görebiliyordum. Bunları Mr. Brocklehurst, ne yazık ki göremiyordu. Görebilseydi o da algılardı ki bu kızların dış kalıplarına dilediği biçimi verebilmek için ne yaparsa yapsın, iç dünyalarının üzerindeki etkisi kendisinin sandığından çok daha azdı.

Mr. Brocklehurst şimdi bu canlı madalyonların ters yönlerini gözden geçirdi, sonra kararı bildirdi:

"Bütün bu topuzlar bozulacak!"

Miss Temple karşı gelir gibi bir kıpırdandı.

Adam, "Hanımefendi," diye konuşmasını sürdürdü. "Ben öyle bir Efendi'nin kuluyum ki O'nun egemen olduğu ülke bu dünyada değildir. Benim kutsal görevim bu kızların içindeki bütün dünyevi zayıflıkların, tutkuların başını ezmek, onlara terbiye öğretmektir; süslenip püslenmek değil! Oysa karşımızdaki bu genç kızlardan her birinin saçı örgülü! Bu saçları kibir ve gurur kendi elleriyle örmüş sanki! Tekrar ediyorum, bütün bunlar kesilecek! Bir düşünsenize bu ne kadar zamanı boşa harcamaktır, ne..."

Mr. Brocklehurst'ün konuşması burada kesildi; çünkü içeriye üç ziyaretçi hanım girmişti. Keşke biraz önce gelip de giyim kuşam konusundaki söylevi dinleselermiş! Çünkü üçü de kadifeler, ipekliler, kürkler içinde, şahane kılıklara bürünmüşlerdi. Bu üç hanımdan ikisi (on altı-on yedi yaşlarında güzel güzel kızlar), o zaman pek moda olan, devekuşu tüyüyle süslü, gümüşi kürk şapkalar giymişlerdi. Bu şık şapkaların altından da özenle kıvrılmış, gür sarı bukleler taşmaktaydı. Daha büyük olan üçüncü hanım çevresi kürklü, ağır, pahalı bir kadife şala bürünmüş, alnına da, Fransa usulü, bukleli bir takma perçem düşürmüştü.

Miss Temple bu hanımları saygıyla karşıladı. Onlara seslenişinden, bunların, Mr. Brocklehurst'ün karısıyla kızları olduklarını anladık. Kendileri odanın baş köşesindeki onur koltuklarına oturtuldular. Meğer onlar da aile reisiyle birlikte gelmişler. Mr. Brocklehurst kâhya kadınla hesap görür, çamaşırcıyı sorguya çeker, müdüre nutuk atarken, karısı, kızları da yukarıdaki odalarla dolapları denetlemişler. Şimdi üçü birden yatakhanelerde dolaplardan sorumlu olan Miss Smith'e çeşitli düşüncelerini, kınamalarını bildirmeye başladılar. Ama, benim onları dinleyecek gücüm yoktu; çünkü dikkatimi bambaşka bir sorun çekip bağlamıştı.

Şu dakikaya kadar, Mr. Brocklehurst'le Miss Temple'ın konuşmalarına kulak verirken, bir yandan da kendi kişisel güvenliğimi sağlamak için önlemler almaktan geri kalmıyordum. Kendimi gözden gizlemeyi de bunun için tek çare sayıyordum. Bu amaçla iyice arkaya büzülmüş, bölme işlemleriyle uğraşıyormuş gibi yaparak küçük taştahtamı yüzümün önüne doğru tutmuştum. Böylece, sonuna kadar kimsenin gözüne çarpmamayı başarabilirdim... O hınzır taştahta elimden kaymasaydı! Tahtanın çatt diye yere düşmesiyle bütün gözler benim üzerime çevrildi. Artık her şeyin bitmiş olduğunu biliyordum. İkiye bölünen tahtamı almak üzere ayağa kalkarken kendimi en kötü olasılıklara hazırlıyordum. Nitekim korktuğum başıma geldi.

Mr. Brocklehurst, "Dikkatsiz bir kız!" dedi. Sonra da, "Ha, şu yeni öğrenciymiş," diye ekledi. Daha ben soluk bile almadan o, "Bu kıza ilişkin bir çift sözüm var, unutmayayım," diye mırıldandı. Sonra yüksek sesle (ah, ne yüksek geldi bu ses bana!) "Taştahtasını kıran çocuk buraya gelsin!" dedi.

Bana kalsa yerimden bile kımıldamazdım ama, büyük kızlardan ikisi beni tutup ayağa kaldırdılar; öne, korkunç yargıcıma doğru itelediler. Sonra Miss Temple beni yavaşça elimden tuttu, yargıcımın tam önüne kadar çekti. Bu sırada fısıltıyla,

"Korkma, Jane, kaza olduğunu ben gördüm. Ceza yemeyeceksin," dedi.

Bu şefkat dolu fısıltı yüreğime bir hançer gibi saplandı. İçimden, "Birkaç dakika sonra da beni yalancı sanarak kötü görecek," diyordum. Reed, Brocklehurst ve Ortakları'na karşı bir öfke ateşi damarlarımı tutuşturdu. Ben bir Helen Burns değildim!

Mr. Brocklehurst, sınıf başkanlarından birinin üzerinden kalkmış olduğu yüksek bir iskemleyi göstererek, "Getirin şu iskemleyi!" dedi. Getirdiler. "Şu çocuğu oturtun oraya."

Beni oraya oturttular. Kimler? Bilmiyorum. Ayrıntıları algılayacak durumda değildim. Ben şimdi yalnız Mr. Brocklehurst'ün burnuyla aynı düzeye yükseldiğimi, onunla aramda yarım metre kadar bir uzaklık kaldığını, aşağılarda ise turuncu, mor ipeklilerle gümüş renkli tüylerin dalgalandığını görebiliyordum. Mr. Brocklehurst şöyle bir öksürerek boğazını ayıkladı. Sonra ailesine döndü.

"Hanımlar," dedi, "Miss Temple, öğretmenler, çocuklar... Bu kızı hepiniz görüyor musunuz?"

Görmez olurlar mıydı hiç! Onların gözlerini, kavrulan tenimde, ateş yakmak için kullanılan büyüteçler gibi duyumsuyordum.

"Görüyorsunuz ya, daha yaşı pek küçük. Görünüş olarak da sıradan bir çocuk tipi var üzerinde. Ulu Tanrı ona da hepimize verdiği biçimi vermek lütfunda bulunmuş. Onun damgalı bir kişi olduğunu belirtecek bir tek kusuru, sakatlığı yok. Kimin aklına gelir ki Şeytan daha bu yaştan onu kendine kul olarak, yardımcı olarak seçmiş? Ama, üzülerek söylemek zorundayım ki, işin aslı ne yazık ki, böyle."

Bir duraklama. Ben bu arada kendimi tartıyor, artık olanın olduğunu, karşılaştığım güç durumdan kaçamayacağıma göre, başıma gelene dirençle dayanmam gerektiğini düşünüyordum. Siyah mermerden yontulmuşa benzeyen din adamı, duygulu bir dille konuşmasını sürdürdü:

"Sevgili yavrularım... Üzücü, içler acısı bir olay bu; çünkü sizlere şunu söylemekle görevliyim ki Tanrı'nın küçük kullarından birine benzeyen bu çocuk, aslında sürüden ayrılmış bir kuzudur. Ona karşı tetikte bulunmanız, ona benzememeye çalışmanız, gerekirse ondan kaçınmanız, onunla oynayıp konuşmaktan sakınmanız gerekir. Öğretmenler, ona dikkat ediniz; her hareketini gözaltında tutunuz, her sözünü iyi tartınız, ruhunu kurtarabilmek için vücudunu hırpalayınız. Kurtarmak olası mıdır, bilmiyorum ya! Çünkü bu kız (söylemeye dilim varmıyor) bu çocuk, bir Hıristiyan ülkesinde yaşadığı halde, dinsizlerin çocuklarından, puta tapanlardan bin beter... Çünkü yalancı!"

Gene bir duralama oldu. Şimdi ben kendimi iyice toparlamış olduğum için, Brocklehurst Hanımların ceplerinden mendillerini çıkararak gözlerine götürdüklerini ve anneleri, "Vah vah!" diye öne arkaya sallanırken kızların, "Aman ne korkunç!" diye mırıldandıklarını duyabiliyordum. Brocklehurst konuşmasını sürdürdü:

"Onun yalancı olduğunu velinimetinin kendisinden, onu bir öksüz yavru olarak bağrına basan, kendi çocuğu gibi yetiştiren iyi yürekli insan, dinibütün hanımefendiden duydum. Bu sefil kız, yengesinden gördüğü iyiliklere, cömertliğe öyle korkunç, öyle müthiş bir nankörlükle karşılık vermiş ki velinimeti sonunda onu kendi çocuklarından ayırmak zorunda kalmış; çünkü bu hain kızın o masum yavrulara kötülük aşılayacağından korkmuş. İşte, böylece, bu kızı, yola gelsin, diye buraya gönderdi. Nasıl ki eski zamanlarda Yahudiler aralarındaki hastaları Bethesda Havuzları'nın çırpıntılı sularına gönderirlermiş. Sayın müdür, öğretmenler, yalvarırım size, bu kızın çevresindeki suların durulmasına izin vermeyiniz!"

Bu dokunaklı kapanış sözlerinden sonra Mr. Brocklehurst paltosunun en üst düğmesini düzelterek ailesine bir şeyler mırıldandı. Onlar da ayağa kalktılar, Miss Temple'ı eğilerek selamladılar, sonra yüksek ziyaretçilerimiz şahane bir edayla dışarı çıktılar. Yargıcım tam eşikte arkasına dönerek:

"Kız iskemlenin üstünde yarım saat daha kalsın," dedi. "Akşama kadar da kimse kendisiyle konuşmasın."

İşte böyle... O yüksek yerde kalakalmıştım. Ben ki ceza olarak odanın orta yerine dikilmeye dayanamayacağımı söylemiştim, şimdi bu utanç direğinin üzerinde dünyaya teşhir edilmekteydim. Duygularım sözle anlatılmaz! Ama, tam içimden kabaran bir dalga soluğumu keser, gırtlağıma düğümlenirken, öğrencilerden bir kız yerinden kalkarak yanımdan geçti, geçerken de gözlerini kaldırıp bana baktı. Ne garip bir ışık yanıyordu bu gözlerde. Sanki ölmek üzere olan bir kölenin önünden bir aziz, bir evliya geçmiş, kendi ruh gücünü zavallı köleye aşılamıştı. İçimden kabaran çılgın duyguları bastırdım, başımı dimdik havaya kaldırdım. Helen Burns (evet, oydu), Miss Smith'e elindeki dikişle ilgili, sudan bir soru sordu, böyle hiç yoktan yerinden kalkıp soru sorduğu için azar yedi, gene yerine oturdu. Bu kez yanımdan geçerken gülümsedi bana. Ama, ne gülümseyiş! Şimdi bile görür gibi oluyorum. Biliyorum ki bu gülümseyiş yüce bir ruhun, gerçek bir yiğitliğin belirtisiydi, onun o ince yüzündeki güçlü çizgileri, o çukura batmış mavi gözlerini bir melek yüzü gibi aydınlatmıştı. Oysa o sırada Helen Burns kolunda "pasaklı" etiketini taşıyordu. Defterini kirlettiği için Miss Scatcherd'in onu kuru ekmekle sade suya mahkûm edişinin üzerinden daha bir saat ya geçmiş, ya geçmemişti. İnsan yaradılışı kusurludur. En parlak yıldızların bile üzerinde lekeler vardır. Miss Scatcherd'inki gibi gözler yıldızların parlaklığını görmezler de ancak bu ufak tefek lekeleri seçerler.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro