8. Bölüm
Ertesi gün gene aynı biçimde başladı: Lamba ışığında kalkıp giyindik. Yalnız, bu sabah yıkanma töreninden vazgeçmek zorundaydık; çünkü ibriklerdeki sular donmuştu. Gece hava dönmüş, pencere aralıklarından ıslık çalarak içeri giren keskin bir kuzeydoğu rüzgârı bizi yataklarımızda titrettiği gibi suları da buza çevirmişti.
Bir buçuk saat süren o uzun dua faslı, İncil faslı daha sona ermeden ben soğuktan öleyazmıştım! Neyse ki sonunda kahvaltı zamanı geldi. Bu sabah çorba dibini tutmamıştı, yenilebilecek durumdaydı ama gel gör ki pek azdı. Nasıl da azıcık geldi bana tabağımdaki çorba! Bir o kadar daha olmasını isterdim.
O sabah beni dördüncü (yani en küçük) sınıfa geçirdiler, öteki kızlara verdikleri işleri, görevleri bana da verdiler. Şimdiye değin bir seyirci olarak baktığım Lowood' daki yaşama artık ben de etkin olarak katılıyordum. Ezbere pek alışık olmadığım için dersler önce bana uzun, zor geldi. Sonra bir konudan öbürüne atlamak da kafamı karıştırıyordu. Öğleden sonra saat üç sularında Miss Smith elime bir dikiş verip sakin bir köşeye oturtunca sevindim. Elime iki-üç metre uzunluğunda bir kumaş, bir de iğneyle yüksük tutuşturdu; kumaşın ucunu bastırmamı söyledi.
Bu saatte kızların çoğu dikiş dikmekteydi. Yalnız, Miss Scatcherd'in sınıfı hâlâ ders görmekteydi. Ortalık sessiz olduğu için yaptıkları dersi, kızların söylediklerini, öğretmenin beğenen ya da azarlayan sözlerini duyabiliyorduk. Yapılan ders, İngiltere tarihiydi. Öğrencilerin arasında, bir gün önce sundurmada arkadaş olduğum kız da gözüme çarpmıştı. Dersin başlangıcında en önde oturduğu halde yaptığı bir yanlış ya da bir dikkatsizlik yüzünden en arkaya gönderilmişti. Ama, burada bile Miss Scatcherd'in durmadan gözüne batıyor, öğretmen hep ona şu yollu sözler söylüyordu:
"Burns!.." Bu okuldaki kızlar tıpkı erkek okullarındaki gibi soyadlarıyla çağırılıyorlardı. "Burns... Ayağını yan basmışsın, lütfen hemen ayağını içeri doğru çevir... Burns, çeneni ne çirkin kaldırıp duruyorsun öyle! İndir bakayım!.. Burns... Çok rica ederim kaldır şu kafanı. Böyle duramazsın benim karşımda."
Bir konu iki kez okunduktan sonra kitaplar kapatılıyor, kızlara soru soruluyordu. Ders, Kral I. Charles'ın hükümdarlığının bir dönemiyle ilgiliydi. Gemilere, gemi ağırlıklarına, gemi vergilerine ilişkin birtakım bilgiler vardı ki kızlardan çoğu öğrenememiş gibiydiler. Ama, sıra Burns'e gelince bütün pürüzler ortadan kalkıyordu. Bu kız bütün dersi yutmuş gibi her sorunun karşılığını hemencecik veriyordu.
Ben bunları gördükçe Miss Scatcherd'in ona, dikkatinden ötürü, "Aferin!" diyeceğini umuyordum ama, öğretmen, tersine, birdenbire, "Seni pis kız, seni!" diye bağırdı. "Bu sabah tırnaklarını temizlememişsin!"
Burns buna karşılık vermedi, onun bu sessizliği beni şaşırttı. Kendi kendime, "Bu sabah tırnaklarını temizleyemediği gibi yüzünü bile yıkayamadığını; çünkü suların donmuş olduğunu neden söylemiyor?" diye düşündüm.
Bu sırada Miss Smith elime bir çile yün verdi. Kendisi yünü yumak yapıp sararken ara sıra benimle konuşuyor, daha önce okula gidip gitmediğimi, dikiş, örgü bilip bilmediğimi soruyordu. Onun için, Miss Scatcherd'in ne deyip ne yaptığını bir süre izleyemedim. Kendi yerime döndüğüm zaman da öğretmen, Burns denilen kıza benim duyamamış olduğum bir buyruk vermiş bulunuyordu. Burns hemen yerinden kalktı, dışarıda, içine kitap konulan bir yüklüğe gitti. Biraz sonra elinde küçük bir çalı süpürgesiyle döndü. Bu ürkünç görünüşlü aracı saygılı bir diz kırışıyla öğretmene uzattı; sonra, öğretmenin söylemesini beklemeden, hiç sesini çıkarmadan, yakasını açtı. Öğretmen de hemen onun ensesine, elindeki küçük çalı süpürgesiyle, sertçe bir vurdu. Burns'ün gözünde tek bir damla gözyaşı belirmedi. Ben bile bu görüntü karşısında boşuna umarsız bir öfkeyle ellerim titrediği için dikişimi bırakmıştım; oysa onun o dalgın yüzünün tek bir çizgisi olsun değişmiş değildi.
Miss Scatcherd, "Kaşarlanmış kız!" diye bağırdı. "Senin pasaklılığını düzeltmeye olanak yok! Kaldır şunu yerine!"
Burns bu buyruğa da boyun eğerek çalı süpürgesini gene dolaba götürdü. Geri dönüşünde dikkatle süzdüm onu. Mendilini tam o sırada cebine sokmaktaydı; solgun, zayıf yanağında gözyaşlarının izi ışıldıyordu.
Bence Lowood'daki günlerin en tatlı bölümü akşam üzerki oyun saatiydi. Saat beşte içilen kahveyle yenilen bir parça ekmek, açlığı gidermese bile insanın gücünü tazeliyordu. Uzun ders gününün üzerimizdeki baskısı gevşiyor, hatta ders odası bile sabahkinden daha sıcak oluyordu; çünkü henüz yanmamış olan mumların yerine ışık versin diye, şöminedeki ateşin biraz daha alevli yanmasına göz yumuluyordu. Bu kızıl ışıklı alacakaranlık, her kafadan bir ses yükselişi, böyle öğretmenlerin izniyle azabilmek insana pek tatlı bir özgürlük duygusu veriyordu.
Miss Scatcherd'in Burns adındaki öğrencisini çalı demetiyle dövdüğü günün akşamı ben gene sıraların, masaların, gülüp söyleyen küme küme kızların arasında dolaşıyordum. Arkadaşsızdım ama yalnızlık çekmiyordum. Pencere pervazlarının üstüne daha şimdiden kar birikmeye başlamıştı. Kulağımı cama dayayınca dışarıdaki fırtınanın üzgün iniltisini içeride kopan neşeli curcunadan ayırt edebiliyordum.
Sıcak bir yuva, sevecen bir anne babadan ayrılmış olsam, ayrılık acısı bana belki en çok bu saatte koyardı. Rüzgârın iniltisi içime üzgü verir, kızların gürültü patırtısı da başımı şişirirdi. Oysa şimdi ikisi de bir tuhaf heyecan veriyordu içime. Ateşli gibiydim, üzerimde de bir gözünü budaktan sakınmazlık vardı. İstiyordum ki rüzgâr daha çılgınca essin, karanlık büsbütün bassın, içeride de kıyamet kopsun.
Sıraların üstünden atlayıp masaların altından emekleyerek şöminelerden birinin yanına gittim. Orada, alevlerin önündeki yüksek tel siperin önüne diz çökmüş durumda, adı Burns olan kızı buldum. Sessiz, dalgın, kendini bütünüyle kitabına verip çevresini unutmuş olarak, ateşin donuk ışığında okuyup duruyordu.
Arkasından yaklaşarak, "Hâlâ Habeşistan Prensi Rasselas'ın Hikâyesi mi bu okuduğun?" diye sordum.
"Evet," dedi. "Bitirmek üzereyim."
Beş dakika sonra da kitabını kapadı. Sevindim buna. İçimden, "Şimdi belki onu konuşturabilirim," diyerek yere, onun yanı başına oturdum.
"Adın ne senin... Burns'ten başka?"
"Helen."
"Uzaklardan mı geliyorsun?"
"Hayli kuzeye düşen bir yerden geliyorum. İskoçya sınırına yakın."
"Dönecek misin gene oraya?"
"Umarım; ama, geleceği hiç kimse kesinlikle bilemez ki!"
"Lowood'dan ayrılmak için can atıyorsundur, sanırım."
"Yo, neden? Beni Lowood'a öğrenim göreyim diye gönderdiler. Bunu elde etmeden ayrılırsam aptallık olur."
"Ama o öğretmen... Miss Scatcherd sana öyle kötü davranıyor ki!"
"Kötü mü? Hiç de değil. Serttir, titizdir o; benim kusurlarımı elbet hoş görmez."
"Senin yerinde olsam ben de onu hoş görmem. Karşı gelirim ona. O çalı demetiyle bana vursaydı, elinden kaptığım gibi yüzüne karşı çat! diye kırıverirdim."
"Bana öyle geliyor ki hiç de böyle bir şey yapmazdın. Ama, yapsaydın Mr. Brocklehurst seni okuldan kovardı. Bu da yakınların için büyük bir üzüntü olurdu. Yakınlarına, çevrendekilere zararı dokunacak bir düşüncesizlik yapmaktansa, senden başka kimseyi incitmeyecek bir cezaya katlanmak bin kere daha iyidir. Hem zaten İncil de bize kötülüğe iyilikle karşılık vermemizi söylüyor."
"Ama, dayak yemek, sonra kalabalık bir odanın orta yerine dikilip beklemek bana yüz kızartıcı bir şey gibi geliyor. Hem sen artık büyümüşsün de. Ben senden daha küçüğüm ama, gene de dayanamam."
"Dayanmak boynumun borcudur, mademki kaçınılmaz bir şey! Mademki alnımıza yazılmış, çekeceğiz. Yazgımız olan bir şeye çekemem demek saçmalık."
Dinledikçe şaşırıyordum. Bu "yazgıya boyun eğme" işini kafam almıyordu benim. Hele onun kendini ezen kişiyi temize çıkarmasını hiç anlayamıyor, hiç haklı görmüyordum. Bununla birlikte, Helen Burns'ün her şeye benim kavrayamadığım bir açıdan baktığını, onun haklı, benim haksız olabileceğimi de seziyordum. Yalnız, o sırada bunları incelemeye niyetim yoktu.
"Demin kusurlarını anlatıyordun, Helen, nedir bunlar? Bence sen çok iyi bir kızsın."
"Öyleyse benden ders al, görünüşe göre yargı yürütme. Miss Scatcherd'in dediği gibi, ben pasaklının biriyim. Dikkatsizim, kuralları unutuveriyorum, ders çalışacağıma kitap okuyorum, düzenli değilim. Kimi zaman aşırı programlı bir yaşayışa dayanamayacakmışım gibi geliyor. Bütün bunlar da Miss Scatcherd'ın sinirine dokunuyor; çünkü kendisi her zaman tertipli, düzenli, dakik, titizdir."
"Aynı zamanda huysuz, taş yürekli," diye ekledim. Ama Helen Burns bana hak vermedi. Sessizce duruyordu, "Miss Temple da sana Miss Scatcherd kadar sert davranıyor mu?" diye sordum.
Miss Temple'ın adı geçince Helen'in o ciddi yüzünde yumuşak bir gülümseyiş belirdi.
"O iyilik simgesidir," dedi. "Herhangi bir kıza, okulun en kötü öğrencisi bile olsa, sert davranmak ona acı verir. Benim kusurlarımı görür ama, incitmeden söyler bana. Beğenilecek bir şey yaptığım zaman da hak ettiğimden daha cömertçe över beni. Çok kusurlarım olduğunun bir kanıtı da şu ki Miss Temple'ın o mantıklı, o yumuşak sözleri bile beni düzeltemiyor, onun o kadar değer verdiğim övgü sözlerinin hatırı için bile daha dikkatli, daha titiz olamıyorum."
"Tuhaf şey!" dedim. "Dikkatli olmak bence kolay bir şey."
"Senin için kolay bir şey olduğuna hiç kuşkum yok. Seni bu sabah ders dinlerken gördüm, pek dikkatliydin. Miss Miller ders anlatırken senin dikkatinin dağıldığı hiç olmadı. Benim dikkatim her an dağılıveriyor. Miss Scatcherd'i dinleyip bütün söylediklerini içime sindireceğim yerde çok zaman sesini bile duymaz oluyorum. Bir düşe dalıyorum sanki. Kimileyin gene Northumberland'daymışım gibi geliyor. Deepden'de evimizin yakınından akan küçük derenin şırıltısını duyar gibi oluyorum. Sonra, derse kalkmak sırası bana gelince, beni neredeyse uykudan uyandırmaları gerekiyor. Söylenilenlerin hiçbirini duymamış olduğum için de öğretmenin sorduğuna karşılık veremiyorum, elbette."
"Oysa bugün ne güzel karşılık veriyordun!"
"Rastlantı! Okuduğumuz konu bir rastlantı olarak ilgimi çekti de ondan. Deepden'i düşünüp düşler kuracağım yerde Kral I. Charles'ı düşünüyordum. Haktanır olmak isteyen bir adamın nasıl birçok kereler o kadar haksız, düşüncesiz işler yapabildiğini merak ediyordum. 'Bütün dürüstlüğüne, vicdanlı oluşuna karşın, krallık ayrıcalıklarından ötesini görememesi ne yazık!' diyordum. Biraz uzağı görebileymiş, çağının gidişini kavrayabileymiş! Gene de seviyorum onu, sayıyorum; acıyorum ona... Bir cinayete kurban gidişine... Zavallı kral! Evet, evet, dünyanın en kötü düşmanıymış onunkiler. Hakları olmadan kan dökmüşler. Onu öldürmeleri ne cüret!"
Helen kendi kendine konuşuyordu şimdi. Benim onu anlayamayacağımı; çünkü bu konuyla ilgili pek az şey bildiğimi unutmuş gibiydi. Onu kendi düzeyime indirmek için:
"Miss Temple'ın dersinde de dikkatin dağılıyor mu?" diye sordum.
"Yo... Daha doğrusu, pek az; çünkü benim dikkatimi çekip düşlerimi dağıtacak şekilde konuşmasını biliyor. Onun dili bana son derece tatlı geliyor. Öğrettiği şeyler de, çoğu zaman tam benim öğrenmek istediğim şeyler."
"Yani, Miss Temple'ın dersinde iyi bir öğrencisin?"
"Evet... Kendiliğinden, hiç çaba göstermeden içimden geleni yapıyorum. Bu yolla iyi olmak bir hüner değil bence."
"Bence büyük hüner! Demek ki sana iyilik yapanlara karşı sen de iyisin. Ben de böyleyim. Acımasız, haksız olanlara da iyi davranır, boyun eğersek, kötülere fırsat vermiş oluruz. Bu kez kötüler hiçbir şeyden korkmadıkları için iyi olmaya çalışmazlar, gitgide daha kötü olurlar. Bize yok yere vuranlara biz de var gücümüzle vurmalıyız. İnanıyorum ben buna. Hem öyle yaman vurmalıyız ki o insana ders olsun da o işi bir daha yapmasın."
"Büyüdükçe düşünüşünü değiştirirsin umarım. Şimdilik, minicik, cahil bir kızsın."
"Ama, ben şöyle düşünüyorum, Helen: Yaranmak için elimden geleni yaptığım halde beni ille de sevmeyen kimseleri ben de sevmemeliyim. Beni haksız yere cezalandıranlara karşı gelmeliyim. Doğal bir şey bu; beni sevenleri sevmek kadar ya da hak ettiğim cezaya boyun eğmek kadar doğal."
"Bunlar tanrısız yabanıl kişilerin ilkeleridir. Hıristiyanlar, uygar uluslar benimsemezler bunu."
"Nasıl yani? Anlamıyorum."
"Nefreti yenebilmek için en iyi yol, nefret, öfke değildir. Nasıl ki öç almak da açılan yaraları sarmaz."
"Öyleyse ne yapmalı?"
"İncil'i okuyup Hz. İsa'nın dediklerini, yaptıklarını anlamalı. Onun sözlerini yasa, davranışlarını örnek bellemeli."
"Ne diyor o?"
"Düşmanlarını sev. Sana sövene sen hayırdua et; seni nefretle hor görene iyilik yap."
"O zaman benim de Mrs. Reed'i sevmem gerekir ama, yapamam bunu. John Reed'e de hayırdua etmem gerekir ki bu da olanaksız!"
Bu kez de Helen benden açıklama yapmamı istedi. Ben de çektiğim acıların, güttüğüm kinlerin öyküsünü, dilimin döndüğünce anlatmaya başladım. Duygularım coşmuş, içimden geldiği gibi, acı dille konuşuyor, sözlerimi sakınmaya ya da yumuşatmaya hiç kalkışmıyordum.
Helen beni sonuna kadar sabırla dinledi. O zaman bir şeyler söyleyecek sandım ama, hiçbir şey demedi. Ben sabırsızlıkla, "Ee!.. Mrs. Reed taş yürekli, kötü yürekli bir kadın sayılmaz mı?" diye sordum.
"Sana karşı kötü davranmışsa kuşkusuz senin kişiliğini sevmediği içindir. Nasıl ki Miss Scatcherd de benim kişiliğimi hiç beğenmiyor. Ama, sen de onun sana her dediğini, her yaptığını, nasıl ince ince anımsıyorsun ya! Onun haksızlıkları senin duygularının üzerinde ne derin izler bırakmış! Oysa ben duygularımın üzerinde böyle bir iz taşımıyorum. Yengenin kötülüğünü, bunun sende uyandırdığı ateşli öfkeyi unutabilsen daha mutlu olmaz mısın? Bence yaşam çok kısa. Günlerimizi kin gütmekle, bize yapılan kötülüklerin çetelesini tutmakla geçirirsek çok yazık! Bu dünyada hepimizin, her birimizin bir sürü kusuru olduğu su götürmez. Ama, bir gün gelecek, umarım yakında bir gün, bu kusurları ölümlü bedenlerimizde bırakıp sıyrılacağız. Bu et yüküyle birlikte bütün günahlarımız, bayağılıklarımız üzerimizden düşecek. Geriye ruhun kıvılcımı kalacak yalnız... Elle tutulmayan yaşam özü; Tanrı'dan koptuğu zamanki kadar saf, gene geldiği yere dönecek. Belki de insandan daha yüksek bir varlığa ruh verecek bu kez. Belki basamak basamak yücelecek, bir zamanlar soluk insan ruhunu oluşturan bu öz, sonunda, meleklerin parıl parıl ruhları olarak yükselecek. Bunun tersi olması, yani Tanrı'dan kopan yaşam özünün insan ruhundan canavar ruhuna inerek soysuzlaşması olamaz, değil mi? Yok, yok, inanmam ben buna. Benim bambaşka bir inancım var. Kimse öğretmedi bu inancı bana, ben de kimseciklere söylemem; ama, dört elle sarılırım ona... Onda huzur bulurum; çünkü her şeye umut kaynağıdır bu inanç. Ölümü bir boşluk, bir korku kaynağı olmaktan çıkarır, bir huzur kaynağı, yüce bir yuva yapıp çıkar. Hem sonra bu inanç sayesinde ben suçlu ile işlediği suçu öyle güzel ayırt edebilirim ki! İşlenen suçtan nefret bile etsem suçluyu yürekten bağışlayabilirim. Bu inanç sayesinde öç alma isteği duyup da tedirgin olmam. Kötülük bulmak pek o kadar ağırıma gitmez, haksızlığa uğramak beni içimden yıkmaz. Ben hep gözlerimi bu ömrün sonuna dikmiş olarak huzur içinde yaşarım."
Helen'in her zaman eğik duran başı bu cümleyi bitirirken biraz daha önüne doğru düşmüştü. Onun artık benimle konuşmak istemediğini, kendi düşüncelerine dalmak istediğini bakışından anladım. Ancak, düşünmesine pek fırsat bırakmadılar. Sınıf başkanlarından biri, iriyarı, kaba bir kız, çok geçmeden yanımıza geldi, sert bir Cumberland ağzıyla, "Helen Burns... Şu anda gidip çekmeceni düzelt, dikişini topla!" diye bağırdı "Yoksa Miss Scatcherd'i çağırıp gösteririm ha!"
Dalmış olduğu hayallerin uçup gitmesiyle Helen içini çekti, hemen yerinden kalkarak, karşılık vermeden, hiç geciktirmeden, verilen buyruğu yerine getirdi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro