Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

53. Bölüm


Ferndean denilen çiftlik evi bir ormanın orta yerine gömülü, epey eski, orta büyüklükte; dış görünüşü bakımından hiçbir özentisi olmayan bir yapıydı. Buranın adını önceden de duymuştum. Mr. Rochester sık sık buradan söz eder, bazen de buraya gelirdi. Babası bu mülkü av için almış. Efendim burasını kiraya da vermek isterdi, ama ücra bir yer olduğu için kiracı bulamazdı. Böylece, Ferndean bomboş, çıplak dururdu. Ancak av mevsiminde avlanmaya gelen efendiyi barındıracak kadar bir bölümü döşenir, düzeltilirdi.

İşte bu eve ben, gökyüzünün kapalı, rüzgârın soğuk olduğu bir akşamüzeri, iliklere işleyerek sürgit yağan, küçük taneli bir yağmurun altında, karanlık basmadan az önce ulaştım. Arabacıyı, söz verdiğim bahşişle savdıktan sonra son bir-bir buçuk kilometreyi yaya yürümüştüm. Çiftlik evini, iyice yaklaştığınız zaman bile göremiyordunuz: Çevredeki karanlık ormanın ağaçları o denli sıktı! Granit sütunlar arasındaki demir bahçe kapısı bana gireceğim yeri gösterdi, içeri geçer geçmez de kendimi büsbütün sıklaşan ormanın alacakaranlığında buldum. Ağaç gövdelerinden yapılma düz, boğum boğum sütunların arasındaki geçitte, dolambaçlı dallardan örülme kemerlerin altında, üzerini otlar bürümüş bir yol uzanıyordu. Çiftlik evine çok geçmeden varacağımı umarak saptım buraya. Yol uzadıkça uzadı, kıvrılıp dönerek uzaklaştıkça uzaklaştı. Görünürlerde ev mev yoktu. Yanlış yöne saparak yolumu şaşırdığımı düşünmeye başladım. Çevremde ormanın loşluğunun yanı sıra, akşamın karanlığı da koyulaşmaya başlamıştı. Acaba başka bir yol var mı, diye bakındım. Yoktu. Yalnız, birbirine dolanmış dallar, sütun gibi ağaç gövdeleri, sık, yoğun yaz yaprakları.

Yürüdüm, yürüdüm. Sonunda yolum biraz açıldı, ağaçlar seyreldi, çok geçmeden bir parmaklık gördüm, sonra da evi seçtim. Şu alacakaranlıkta ev, ağaçlardan zor ayırt ediliyordu: Duvarları rutubetli, yosunluydu. İkinci bir kapıdan geçince kendimi içerlek bir avluda buldum. Orman bu avluyu bir yarım halka biçiminde kuşatıyordu. İçeride ne çiçek vardı, ne de funda; yalnız, çimenlerin arasından uzanan geniş, çakıllı bir yol, bir de ormanın ağır çerçevesi... Evin ön kısmında iki sivri çatı göze çarpıyordu. Pencereler kafesli, dardı. Sokak kapısı da dardı; tek bir basamakla çıkılıyordu. Kısacası, evin tümüyle, hancının dediği gibi, "kuş uçmaz, kervan geçmez" bir görünümü vardı. Hafta arasında bir kilisenin içi kadar sessizdi her yan. Duyulabilen tek ses orman yapraklarına yağan yağmurun pıtırtısı...

"Burada yaşam olabilir mi?" diye şaştım. Evet, içeride yaşam vardı; çünkü bir kıpırtı duymuştum. O daracık kapı açılıyor, dışarıya bir karaltı çıkıyordu. Ağır ağır açıldı kapı. Alacakaranlığa birisi çıktı, eşikte duraladı... Başı açık bir adam. Yağmur yağıyor mu diye bakmak için olacak, elini uzattı. Ortalık kararmıştı, ama gene de tanıdım onu: Efendimdi bu benim: Edward Fairfax Rochester. Başkası değil.

Durdum, soluğumu keserek ona baktım. Kendimi göstermeden onu incelemek istiyordum ama ne yazık, o zaten beni göremezdi ki! Çok birdenbire olmuştu bu karşılaşma. İçimin burkulması sevincimin coşmasına engel oluyordu. Bundan dolayı, ne bağırdım, ne de ona doğru koştum: Sessiz, kımıldamadan durmam zor olmadı.

Efendimin yapısı gene eskisi gibi güçlü, sırım gibi duruşu hâlâ dimdik, saçları hep öyle kuzgun siyahıydı. Yüzünde de bir çökme ya da değişiklik olmamıştı. Ne kadar acı çekerse çeksin o güç, o canlılık tek bir yılda çökemezdi ki! Yalnız, yüz ifadesinde bir değişim ayrımsadım. Umutsuz, asık bir ifadesi vardı. Bu bana, kafese konmuş vahşi kuşları, yaban hayvanlarını anımsattı; haksız yere esir edilmiş olmanın somurtuk hüznü, onlara yaklaşmayı tehlikeli kılar ya, öyle! Zulme uğradığı için altın halkalı gözleri sönmüş olan kartal da şu karşındaki gözü kör olmuş Samson'a benziyordu herhalde!

Yalnız, sanıyor musunuz ki onun bu kör vahşiliği, yırtıcılığı beni korkuttu? Böyle sanıyorsanız beni hiç tanıyamamışsınız demektir. Onun o yalçın alnına, o sertçe kısılmış duran dudaklarına yakında bir öpücük kondurabileceğimi düşünmek üzüntüme yumuşak bir umut katıyordu. Ancak, vakit erkendi daha; onun karşısına hemen şimdi çıkmayacaktım.

Efendim o bir basamağı indi, el yordamıyla, yavaş yavaş, çimenliğe doğru ilerledi. O çevik yürüyüşü nerdeydi şimdi! Çimenliğe varınca ne yana döneceğini bilmez gibi duraladı. Elini kaldırdı, o görmeyen gözleriyle yukarı doğru baktı. Görebilmek için kendini zorlarcasına gökyüzüne, açık hava tiyatrolarını andıran ağaçlar çemberine baktı. Onun için her şeyin bomboş bir karanlıktan ibaret olduğu belliydi. Sağ elini (kesilmiş olan sol kolunu ceketinin göğsüne sokuşturmuştu) bu kez ileri doğru uzattı. Çevresinde neler olduğunu elinin dokunuşuyla anlamak ister gibi bir hali vardı. Eli yalnızca boşluğa değdi; çünkü ağaçlar çok ötedeydi. Bunun üzerine kollarını kavuşturdu, şimdi iyice sıklaşmış olan yağmurun altında öylece durdu. Tam o sırada John çıkagelerek, "Koluma girer misiniz, efendim?" dedi. "Yağmur azıtacağa benzer. İçeri girseniz daha iyi olmaz mı?"

Mr. Rochester, "Sen karışma!" dedi.

John içeri girdi. Beni görmemişti. Mr. Rochester ortalıkta biraz dolaşmaya çalıştı ama olmadı... Çevresi çok boştu. Gene el yordamıyla eve döndü, içeri girip kapıyı kapadı. Bu kez ben ilerledim, kapıya vurdum. John'un karısı açtı.

"Nasılsın, Mary?" dedim.

Mary'cik hortlak görmüş gibi irkildi. Onu yatıştırdım. "Sahiden siz misiniz, Küçükhanım? Bu geç saatte bu ücra yerde ne işiniz var?" diye sordu.

Onun sorusuna elini tutarak karşılık verdim, sonra onun peşi sıra mutfağa girdim. John, şöminedeki gür ateşin başında oturmaktaydı. Onlara, Thornfield'de benden sonra olup bitenleri duymuş olduğumu kısaca anlattım. Mr. Rochester'ı görmeye geldiğimi söyledim. John'u, hana kadar gidip orada bıraktığım bavulumu almaya yolladım. Sonra şapkamla şalımı çıkarırken Mary'ye o gecelik burada kalıp kalamayacağımı sordum. Bunun zorsa da mümkün olabileceğini öğrenince kalacağımı söyledim. İşte tam bu sırada salonun çıngırağı çaldı. Mary'ye, "İçeri girdiğin zaman efendine kendisini bir görmek isteyen olduğunu söyle, ama adımı verme," dedim.

"Sizi kabul edeceğini hiç sanmam," dedi. "Kimseyle görüşmüyor."

Mary mutfağa dönünce efendisinin ne dediğini sordum.

"Adınızı, ne istediğinizi bildirecekmişsiniz," dedi.

Sonra bir bardak su aldı, şamdanlarla birlikte bir tepsinin üzerine koydu.

"Bunları istemek için mi çağırmış?" diye sordum.

"Evet. Gözleri görmüyor ama akşamleyin mutlaka şamdanları yaktırır."

"Ver o tepsiyi bana, ben götürürüm."

Tepsiyi aldım. Mary bana salonun kapısını gösterdi. Elimde tepsi sarsılıyordu, bardaktaki su biraz döküldü. Yüreğim göğsümü delip fırlayacakmış gibi küt küt çarpıyordu. Mary bana kapıyı açtı, sonra arkamdan kapadı.

Bu salonun iç karartıcı bir görünümü vardı. Şöminede cılız bir ateş yanıyordu. Odadaki tek kişi, şöminenin yüksek, eski tarz rafına başını yaslamış, ateşe doğru eğilmiş duruyordu. Emektar köpeği Kılavuz bir köşede kıvrılmış yatıyordu. Yanlışlıkla üzerine basılmasından korkar gibi, ayak altı olmayan bir yer seçmişti. Ben içeri girince kulaklarını dikti. Sonra kısa bir havlamayla, bir mızıldanmayla yerinden sıçradı. Neredeyse tepsiyi düşürüyordu! Tepsiyi masaya bırakıp köpeği okşadım, usulca, "Yat aşağı!" diye fısıldadım. Mr. Rochester eski alışkanlıkla, seslerin geldiği yere doğru dönmüştü. Hiçbir şey görmediği için gene başını eğdi, içini çekti.

"Suyu ver, Mary!" dedi.

Yarıya yakını dökülmüş olan bardağı alarak ona doğru ilerledim: Hâlâ heyecanlı olan Kılavuz da arkamdan geliyordu.

Mr. Rochester, "Ne oluyor?" diye sordu.

Ben gene, "Yat aşağı, Kılavuz!" dedim.

Efendimin dudaklarına doğru kaldırdığı bardak yarı yolda kaldı. Bir an kulak kabarttı, suyu içti, sonra, "Mary, sensin, değil mi?" diye sordu.

"Mary mutfakta," dedim.

Elini çarçabuk öne doğru uzattı, ama nerede durduğumu göremediği için bana dokunamadı. O kör gözlerle görmeye çalışarak, –Ah, insanın içini burkan, boşuna çaba!– "Kimdir bu? Sen kimsin?" diye sordu. "Söyle, bir daha konuş!" diye buyurdu.

"Biraz daha su ister misiniz efendim," diye sordum. "Bardaktakinin yarısı döküldü de."

"Kimsin sen? Nesin? Kimdir bu konuşan?"

"Kılavuz beni tanıyor; John'la Mary de burada olduğumu biliyorlar," dedim. "Daha şimdi geldim."

"Ulu Tanrım! Gaipten ses mi duyuyorum? Yoksa aklımı mı oynatıyorum? Ama bu ne tatlı çılgınlık!"

"Ne hayal, ne çılgınlık, efendim. Siz gaipten sesler duymayacak, aklınızı oynatmayacak kadar sağlamsınız."

"Öyleyse konuşan nerede? Yoksa yalnız sesten ibaret mi? Göremiyorum, ellerimle tutmam gerek; yoksa kalbim duracak, beynim çatlayacak. İn misin, cin misin, kimsen, neysen yanıma gel... Yoksa, öleceğim!"

Eliyle beni aranmaya başlamıştı. Elini kavradım, iki elimin arasına hapsettim.

"Onun parmakları bu!" diye bağırdı. "Onun o incecik, minnacık parmakları! Demek ki dahası da var!" O kuvvetli el benim ellerimden kurtuldu, kolumu kavradı... Sonra, omzumu, boynumu, belimi... Sımsıkı sardı beni, kendine doğru çekti. "Jane mi bu? Jane değilse ne? Onun biçimi bu, onun bedeni."

"Ses de onun sesi!" diye ekledim. "O tümüyle burada, efendim. Gönlü de onunla birlikte. Ah, efendim, bugünü gösterene bin şükür! Sizin gene yakınınızda olduğum için çok sevinçliyim."

Efendim, "Jane Eyre!" diyordu yalnızca. "Jane Eyre!"

"Efendim, benim! Evet, Jane Eyre. Sizi arayıp buldum işte. Gene size döndüm."

"Sahiden mi? Gerçekten benim Jane'im misin?"

"İşte bana dokunuyorsunuz ya, efendim! Tutuyorsunuz beni... Hem de nasıl! Ne havadan ibaretim, ne de bir ölü gibi soğuk... Öyle değil mi?"

"Sevgilim benim! Etten, kemikten! Gerçekten de bunlar onun kolları, bu onun yüzü. Ama çektiğim bunca çileden sonra bu kadar mutluluk nasip olamaz ki bana! Düş bu. Kaç kereler rüyalarımda onu –tıpkı böyle– bağrıma bastığımı... İşte böyle öptüğümü görmüşümdür. Onun beni sevdiğini, bana güvendiğini, benden hiç ayrılmayacağını hissetmişimdir."

"Hiç ayrılmayacağım, efendim... Bugünden sonra hiç!"

"Hiç mi diyor bu ses? Ama, her seferinde uyanınca bu rüyanın yalnızca acı bir şaka olduğunu görürüm. Gene yapayalnız, kimsesiz bulurum kendimi. Yaşantım kapkara, ıssız, umutsuz; ruhum, kalbim aç susuz; ama yemek, içmek yasak edilmiş! Şu anda göğsüme sokulan tatlı, yumuşak düş! Ötekiler gibi sen de uçup gideceksin nasıl olsa. Yalnız, gitmeden önce öp beni bir kez. Sarıl bana, Jane."

"Öpüyorum işte, efendim, sarılıyorum!"

Dudaklarımı onun o bir zaman parıl parıl ama şimdi ışıksız olan gözlerine bastırdım. Saçlarını arkaya doğru iterek alnından da öptüm. Birden silkinip uyandı sanki: İşin gerçekliğini birden kavramıştı: "Sensin ha, Jane? Demek bana döndün artık?"

"Evet, efendim."

"Bir hendek içinde, bir ırmağın dibinde ölüp kalmadın, demek? Yabancıların arasında perişan olmadın?"

"Hayır, efendim. Hem şimdi ben artık bağımsız bir kadınım."

"Bağımsız mı? Yani, nasıl, Jane?"

"Madeira'daki amcam ölmüş, bana beş bin sterlin bırakmış."

"Ha! İşte bu gerçek! Çünkü bu maddi bir şey. Rüya olsa böyle bir şeyi görmezdim. Hem zaten, artık sesini de tanıdım iyice... Yumuşak olduğu kadar canlı, canlandırıcı; küskün yüreğime neşe veriyor, canıma can katıyor. Ne diyorsun, Janet? Demek bağımsız bir kadınsın... Zenginsin ha?"

"İyice zengin, efendim. Siz beni yanınıza almazsanız ben de gelir kapınızın dibine kendim bir ev yaptırırım. Siz de canınız yarenlik istediği geceler gelip yanı başıma oturabilirsiniz."

"Ama, Jane, mademki zenginsin... Seni el üstünde tutan dostların vardır artık. Senin kendini böyle kör gözlü bir sakata adamana izin vermezler."

"Ben size zengin olduğum kadar bağımsız olduğumu da söyledim, efendim. Kendi başıma buyruğum ben."

"Benimle kalacaksın, öyle mi?"

"Elbet... Yani sizin bir diyeceğiniz yoksa. Komşunuz, bakıcınız, kâhya kadınınız olacağım. Yalnızsınız. Arkadaşınız olup size kitap okuyacağım, sizinle yürüyüşe çıkacağım, konuşacağım; dört döneceğim çevrenizde. Göz olacağım, el olacağım sizin için. Şu tasalı halinizi silkip atın, sevgili efendim, ben hayatta oldukça yalnız, neşesiz kalmayacaksınız."

Edward Rochester buna karşılık vermedi. Ciddi bir duruşu vardı. Dalgın, içini çekti. Konuşacakmış gibi ağzını açtı, sonra gene kapadı. Şimdi benim üzerime de bir utangaçlık gelmişti. Acaba pek mi acele etmiş, pek mi atak davranmıştım? Benim bu açıksözlülüğümü, serbestliğimi belki St. John gibi o da ayıplamıştı. Onun benimle evlenmek istediğine, bana evlenme önereceğine inandığım için böyle konuşmuştum. Bana hemen sahip olmak isteyeceğine ilişkin bir inanç bana cüret, hız vermişti. Gel gör ki, efendim, hâlâ bu konuya dokunmuyordu, hatta yüzü gitgide asılır gibiydi. Birden düşündüm ki belki de yanılmış, kendimi sersem yerine koymuştum. Kollarından yavaşça sıyrılmaya çalıştım, o beni gene heyecanla kendine doğru çekti.

"Yok, Jane, yok gitme. Sana dokundum artık, sesini duydum. Varlığının bana verdiği tatlı avuntuyu, huzuru tattım. Bu nimetlerden vazgeçemem artık. Kendi içim öyle tükendi ki, sana sahip olmam şart. Belki el âlem güler bu işe. Bencil bir soytarı der bana; olsun, umurumda değil. Ruhum sana susamış durumda, Jane! Bu susuzluğu giderilmezse beni içimden yıkacak."

"İyi ya... Yanınızda kalacağım işte. Öyle dedim ya!"

"Evet, ama yanımda kalmayı sen bir anlama alıyorsun, ben başka anlama. Sen belki de benim gözüm elim olmakla yetineceksin. İyi yürekli bir küçük hastabakıcı gibi bakacaksın bana; çünkü sıcak, büyük bir gönlün olduğu için, acıdığın kimselere bu tür özverilerde bulunursun. Belki benim de bununla yetinmem gerekir. Belki sana karşı yalnızca bir baba sevgisi beslemem daha yerinde olur. Sen ne dersin? Söyle bakalım."

"Siz ne derseniz ben de onu derim, efendim. Sizce daha uygunsa yalnızca hastabakıcınız olmakla yetinirim."

"Ama her zaman benim hastabakıcım olarak kalamazsın ki, Janet. Gençsin. Bir gün gelip evleneceksin elbet."

"Evlenmek önemli değil benim için."

"Önemli olmalı. Eski halim olsaydı bak ben nasıl önemsetirdim bunu sana! Şimdi kör bir kütükten ibaretim!"

O gene kara kara düşüncelere daldı. Benimse keyfim yerine gelmiş, cesaretim tazelenmişti: Onun bu son sözleri bana zorluğun nereden doğduğunu göstermişti. Suçun bende olmadığını anlayınca deminki utangaçlığım da kalmadı. Daha canlı bir ifadeyle, "Birisinin sizi ele alıp gene insan kılığına sokması gerek artık," diyerek o gür, çoktan beri kesilmemiş saçlarını karıştırdım. "Çünkü, ben görmeyeli siz insanlıktan çıkıp aslan olmuşsunuz; ya da ona benzer bir şey. Savaş alanlarındaki Nabukadnezar gibi bir haliniz var. Saçlarınız, uçuşmuş kartal tüylerini andırıyor. Belki elleriniz de kuş pençesine dönmüştür, daha görmedim."

Efendim, "Bu kolumda ne el kaldı, ne tırnak!" diyerek sakat kolunu göğsünden çekip bana gösterdi. "Kütük gibi bir şey... İğrenç bir manzara. Öyle değil mi Jane?"

"Acı bir manzara efendim. Gözleriniz de, alnınızdaki yanık izi de öyle. İşin asıl tehlikeli yanı şu ki bütün bunlar yüzünden insanın sizi daha da çok seveceği, sizi gereğinden çok şımartacağı geliyor."

"Benim şu kör gözlerimle şu kütük kolumu görünce tiksineceğini sanmıştım, Jane."

"Öyle mi? Öyle bile olsa bana söylemeyin, sonra size hakaret eder, anlayışınızın kıt olduğunu söylerim. Şimdi beni bir an bırakın da şu şöminedeki ateşi canlandırıp ortalığı toplattırayım. Alevli yandığı zaman ateşi görebiliyor musunuz?"

"Evet. Sağ gözümle bir parıltı seçebiliyorum. Kızılımtırak bir aydınlık."

"Mumları da görebiliyor musunuz?"

"Pek sönük olarak. Her biri ışıklı bir sis gibi."

"Beni görebiliyor musunuz?"

"Yok meleğim. Ama seni duyabiliyorum, sana dokunabiliyorum ya... Buna bin şükür."

"Akşam yemeğini ne zaman yiyorsunuz?"

"İkindi çayından sonra hiçbir şey yemiyorum."

"Bu gece yiyeceksiniz. Benim karnım aç. Sizin de açtır ya, aklınıza gelmiyordur."

Mary'yi çağırtarak ortalığa güzelce çeki düzen verdirttim, doyurucu bir yemek hazırlattım. Heyecanlıydım, keyifliydim. Yemek sırasında da, sonradan da saatler boyunca onunla neşeyle, rahatlıkla söyleştim. Onun yanındayken davranışlarımı kollayıp sözlerimi tartmak, coşkunluğumu, sevincimi baskı altında tutmak zoru yoktu. Onun yanında ben, benim yanımda o, tam anlamıyla yaşıyorduk. Efendimin gözleri görmediği halde yüzü gülümsüyor, sevinçten parlıyor, çizgileri yumuşayıp tatlılaşıyordu.

Yemekten sonra bana bir sürü soru sormaya başladı: Nereye gitmiş, nerelerde kalmıştım; ne iş yapmıştım; onu nereden, nasıl bulmuştum falan filan. Bunları üstünkörü karşılıklarla geçiştirdim; çünkü saat çok geçti, her şeyi o gece anlatamazdım ona. Hem zaten, onu heyecanlandırıp duygulandırmaya, üzmeye de niyetim yoktu şimdilik. O anda tek amacım ona neşe vermekti. Gerçekten de neşelenmişti, ama daha tam değil: Konuşma arasında bir an sessizlik olsa hemen huylanıyor, eliyle beni arayarak, "Jane?" diyordu.

"Jane, sen sahi insan türünden misin? Emin misin bundan?"

"Ben bütün varlığımla buna inanıyorum, efendim."

"Öyleyse bu karanlık, kederli akşam saatinde, yanı başımda nasıl bitiverdin birden bire? Bir hizmetçinin elinden su almak için elimi uzatıyorum, suyu sen veriyorsun bana. Mary'ye bir şey soruyorum, senin sesin geliyor."

"Mary'nin yerine tepsiyi ben getirmiştim de ondan."

"Ya şu baş başa geçirdiğimiz saatin büyüsü? Aylardır nasıl karanlık, sıkıcı, umutsuz bir yaşam sürdüğümü kim anlayabilir? Yapacak işim yok. Beklediğim bir şey yok. Geceler gündüzden, gündüzler geceden farksız. Yalnız ateş söndüğü zamanlar üşüyorum, yemek yemeyi unuttuğum zamanlar açlık duyuyorum. Sonra, dinmez bir acı. Jane'ime yeniden kavuşabilmek için çılgınlığa varan bir özlem. Evet, onun yokluğu gözlerimin yokluğundan daha çok koyuyordu bana. İşte şimdi Jane yanımda... Beni sevdiğini de söylüyor... Nasıl olur bu? Ya geldiği gibi gene apansız gidiverirse? Korkarım ki yarın bir bakacağım... Jane'imin yerinde yeller esiyor!"

Bu durumda, onun kaygılarıyla ilişiği olmayan sıradan, gündelik, gerçekçi bir sözün iyi geleceğini düşündüm. Parmağımı kaşlarının üzerinden geçirerek, "Kaşlarınız yanmış," dedim. "Bir merhem süreyim de gene eskisi gibi gürleşsin."

"Ey yardımcı ruh, bana herhangi bir yoldan hizmet etmeye ne gerek var... Aklına esince gene beni bırakıp gideceksen? Nereye, nasıl gittiğini haber vermeksizin, bir gölge gibi, benim bir daha hiç bulamayacağım yerlere kaçacaksan?"

"Yanınızda tarak var mı, efendim?"

"Neden, Jane?"

"Şu dağınık, kapkara yeleyi biraz düzeltmek istiyorum da. Size yakından baktıkça ürküyorum adeta. Benim peri meri olduğumdan dem vuruyorsunuz, ama aslında siz orman cinlerini andırıyorsunuz, şu halinizle!"

"Pek mi çirkinim, Jane?"

"Pek çirkinsiniz, efendim. Ama, zaten oldum olası çirkinsinizdir."

"Ehem! Nerelerde gezip dolaştığını Tanrı bilir ama eski hınzırlığından kurtulmamışsın."

"Oysa melek gibi insanların arasındaydım... Sizden bin kat daha iyi olan, sizin aklınızdan bile geçirmediğiniz yüce düşünceleri bulunan kimseler, sizden çok daha kibar, çok daha nazik kişiler."

"Kimin nesiymiş bunlar?"

"Öyle kıvrılıp bükülürseniz saçlarınız elimde kalacak!"

"Kimlerin yanındaydın, Jane?"

"Bu gece taş çatlasa anlatmam, efendim. Artık yarına kadar bekleyeceksiniz. Öykümü yarıda kesmek güvence sayılır bir bakıma; kahvaltı masasında görüneceğime işarettir... Dedim de aklıma geldi: Yarın sabah karşınızda yalnız bir bardak suyla belirmem doğru olmaz. En azından bir yumurta getirmeliyim... Bir de kızarmış sucuk!"

"Ah seni alaycı ruh! İnsan içinde büyümüşsün, ama soyun ecinni senin. On yaş gençleştirdin beni. İçimin zehrini aldın, Jane."

"İşte, efendim... Bebek gibi oldunuz şimdi. Artık bana izin verin. Üç gündür yollardayım. Ne de olsa yorulmuşum galiba."

"Bir sözüm daha var, Jane. Oturduğun yerde yalnızca hanımlar mı vardı?"

Güldüm, onun elinden kaçtım. Koşarak yukarıya çıkarken hâlâ gülüyordum. İçim kaynayarak, "İyi fikir!" diye düşündüm. "Onun tasalı düşüncelere dalmasını önlemenin yolunu buldum. Kıskandırırsam kendi kendini dinlemekten vazgeçer."

Ertesi sabah erkenden onun uyanıp kalkmış olduğunu, odadan odaya dolaştığını duydum. Mary aşağı iner inmez de efendisinin, "Jane Eyre burada mı?" diye sorduğunu işittim. Sonra, "Hangi odayı verdiniz ona?" diye sordu. "Rutubetli değil ya? Kalktı mı acaba? Git de sor bakalım, bir istediği var mı? Ne zaman aşağı gelecek?"

Kahvaltı hazırlanınca aşağı indim. Odaya usulca girerek o daha benim farkıma varmadan ben onu gördüm. O kudret, yaşam dolu ruhun, vücut sakatlığının elinde tutsak oluşunu seyretmek gerçekten üzücü bir manzaraydı. Edward Rochester koltuğunda oturuyordu; kımıldamıyordu ama rahat da değildi! Belli ki diken üzerindeydi, yüzünde de artık yer etmiş olan üzgünlük çizgileri açıkça okunuyordu... Yakılmak için bekleyen sönük bir lamba gibiydi. Çok yazık ki bu lambanın alevini yakmak kendi elinde değildi. Bunu ancak başka biri yapabilirdi. Aşağı inerken şen, tasasız davranmaya karar vermiştim, ama o aslan gibi adamın böyle elden, ayaktan düşmüş durumu yüreğimi dağladı. Gene de onu elimden geldiğince şen şakrak selamladım:

"Bu sabah hava çok parlak, güneşli, efendim. Yağmur dinmiş, bulutlar gitmiş, ortalık pırıl pırıl. Kahvaltıdan sonra sizi yürüyüşe çıkaracağım."

Işığı yakmıştım: Edward'ın yüzü parlayıverdi.

"Gerçekten gelmişsin, tarlakuşum! Gel bana. Gitmedin, kaybolmadın demek? Bir saat kadar önce bir başka tarlakuşu duydum, ormanın üzerinde ta havada ötüyordu. Yalnız, onun şarkısı hiçbir şey söylemedi bana. Şu anda benim için dünyanın tek müziği Jane'imin şakıması! Şükür ki doğuştan gevezedir!"

Onun bu kadar benim elime baktığını görünce gözlerim yaşardı. Sanki tutsak düşüp kafese kapatılan bir ulu kartal, bir serçeden medet umuyordu! Ama, yufka yüreklilik etmeye de niyetim yoktu. Gözyaşlarımı sildim, onun kahvaltısını verdim.

Öğleye kadar zamanımızın çoğu açık havada geçti. Onu o ıslak, vahşi ormandan geçirip yeşil tarlalara çıkardım. Bu tarlaların, nasıl zümrüt gibi yemyeşil olduğunu, çiçeklerin, çalıların, yağmurdan sonra nasıl parladığını, gökyüzünün nasıl masmavi ışıldadığını anlattım. Güzel, kuytu bir yer seçerek oturttum onu. Sonra geçip dizine oturmayı da reddetmedim. Neden edeyim, ikimiz de birbirimize yakınken daha mutluyduk madem? Kılavuz yanımıza uzanmıştı. Her taraf dingin...

Efendim birden beni sımsıkı bağrına basarak, "Ah zalim, zalim vefasız!" diye inledi. "Ah, Jane, senin Thornfield'den kaçmış olduğunu öğrenince neler çektim bilsen... Hiçbir yerde bulamayınca seni! Sonra odanı altüst edince yanına para, ziynet eşyası da almadığını anladım. Benim armağanım olan inci gerdanlık, kutusunda olduğu gibi duruyordu. Bavulların, sandıkların balayı yolculuğumuz için hazırlandıkları gibi bekliyorlardı. Kendi kendime sordum, 'Şimdi benim sevgilim ne yapacak, beş parasız, kimsesiz?' diye. Ne yaptın, Jane? Anlat artık."

O böyle üsteleyince ben de ona şu son yıl içinde başımdan geçenleri anlattım. O ilk üç günkü sefil, aç durumumu boş yere onu üzmemek için elimden geldiğince yumuşattım, ama bu kadarı bile onun o vefalı yüreğini benim istemediğim derecede yaraladı. Öyle beş parasız olarak kaçmakla yanlış iş yaptığımı söyledi. Niyetimi kendisine açmalıymışım, ona güvenmem gerekirmiş. Beni zorla kendine metres yapacak değilmiş ya! Çaresizlikten, kahırdan gözü bile dönmüş olsa beni çok sevdiği için dünyada incitmezmiş. Karşılığında tek bir öpücük bile istemeden, servetinin yarısını verirmiş de benim öyle kimsesiz, parasız pulsuz kalmama razı olmazmış. Ona anlattığımdan çok daha fazla sıkıntı çekmiş olduğuma da eminmiş...

"Her ne olursa olsun, çektiğim sıkıntı çok kısa sürdü," dedim. Sonra Kır Evi'ne sığınışımı, köy öğretmeni oluşumu, mirasa konarak akrabalarıma kavuşmamı, sırasıyla anlattım. St. John Rivers'ın adı sık sık geçiyordu. Edward da buna mim koymuştu. Ben anlattıklarımı bitirir bitirmez, "Şu St. John denilen adam hala oğlun oluyor demek?" diye sordu.

"Evet."

"Çok anlattın onu. Beğeniyor musun?"

"Çok iyi bir insandı, efendim; beğenip sevmemek elimde değildi."

"İyi bir insan... Yani elli yaşlarında, kibar, efendiden bir adam mı demek istiyorsun?"

"Yirmi dokuz yaşında ancak var, efendim."

"Fransızların dediği gibi genç daha. Kısa boylu, silik, alımsız biri mi acaba? İyiliği gerçekten erdemli oluşundan mı, yoksa kötülük yapmayışında mı?"

"Hiç durmadan çalışan bir adam. İnsanlığa büyük hizmetler etmek için yaşıyor."

"Peki, ya kafası? Az buçuk kalın mı acaba? Çok iyi niyetli, ama konuştuğu zaman insanı biraz sıkıyor... Öyle mi?"

"St. John az konuşur, ama konuşunca da öz konuşur. Kafası olağanüstü işler. Zekâsı belki pek esnek değil, ama parlak."

"Ateş gibi bir adam, desene?"

"Hem de nasıl!"

"Okumuş, bilgili bir insan mı bari?"

"Pek geniş bilgili, derinine okumasını seven bir aydın."

"Sanırım tutumları, davranışları senin zevkine göre değilmiş... Öyle mi dediydin? Örümcek kafalı sünepenin biriymiş herhalde."

"Ben onun davranışlarına hiç değinmedim, ama beğenilmeyecek bir yanı yoktu doğrusu. Pek kibar, ölçülü, tam bir beyefendi."

"Görünüşü nasıldı? Unuttum. Giyim beğenisinden yoksun tam bir taşra papazı olsa gerek."

"Pek iyi giyinir. Kendi de çok yakışıklıdır. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, çekme burunlu."

Edward bana duyurmayacak bir sesle, "Boynu altında kalsın!" diye söyledi. Sonra, "Onu beğeniyor muydun, Jane?" diye sordu.

"Evet Mr. Rochester, beğeniyordum onu. Bunu bana daha önce de sormuştunuz."

Soruların hangi yönde geliştiğinin farkındaydım, elbette. Kıskançlık yılanı efendimi yakalamış, sokmuştu, ne var ki yararlı bir iğneydi bu; çünkü ona her zamanki karamsar düşüncelerini unutturuyordu. Onun için, bu yılanı hemen savmak niyetinde değildim.

Edward'ın bundan sonraki sözü hiç beklemediğim bir şeydi; "Belki de artık dizimde oturmasanız daha iyi olacak Miss Eyre," dedi.

"Nedenmiş Mr. Rochester?"

"Az önce söylediklerin oldukça keskin bir çelişkiyi yansıtıyor. Sözlerinle çok zarif bir Apollon portresi çizdin. Hayalinde yaşıyor: Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, Grek burunlu. Karşısında ise bir Vulcanus var; esmer, geniş omuzlu, gerçek bir demirci. Kör ve topal olması da cabası."

"Bu şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti efendim; ama gerçekten de Volkan'a benzemez değilsiniz."

"Peki, beni bırakıp gidebilirsiniz hanımefendi; ama gitmeden önce (elimi daha da sıkı kavradı) birkaç soruma cevap verir misiniz lütfen?" Efendim bunu söyledikten sonra duraksadı.

"Ne gibi sorular Mr. Rochester?"

Bunu şöyle bir sorgulama izledi:

"St. John, seni köy okuluna öğretmen yaptığı zaman dayısının kızı olduğunu bilmiyordu, öyle mi?"

"Öyle."

"Sık sık görüşüyor muydunuz? Arada okula uğruyor muydu?"

"Her gün."

"Yaptığın işleri beğenmiyor muydu? Senin ne hünerli yaratık olduğunu biliyorum. Onun için, okulda çok iyi çalışıyordun sanırım."

"St. John benim çalışmamdan hoşnuttu, efendim."

"Sende hiç ummadığı yönler, cevherler keşfediyordu, değil mi? Yeteneklerinden kimileri olağanüstü sayılır, Jane."

"Ben o kadarını bilemem, artık."

"Okulun yanında küçük bir evin olduğunu söyledin; St. John'un hiç oraya geldiği olur muydu?"

"Ara sıra."

"Akşamları?"

"Birkaç kez."

Sessizlik.

"Akraba olduğunuz anlaşıldıktan sonra onların yanında kaç zaman kaldın?"

"Beş ay."

"St. John sizlerin aranıza çok karışır mıydı?"

"Evet. Arka salon hepimizin çalışma odamızdı. O pencere başında otururdu, bizler masa başında."

"Çok çalışır mıydı?"

"Pek çok."

"Ne çalışırdı?"

"Hintçe dilini öğreniyordu."

"Ya bu arada sen ne çalışıyordun?"

"Önce Almanca çalışıyordum."

"Halanın oğlu hiç ders vermedi mi sana?"

"Biraz Hintçe öğretti."

"Sana Hintçe öğretti ha?"

"Evet, efendim."

"Kız kardeşlerine de öğretiyordu herhalde?"

"Yo."

"Yalnızca sana ha?"

"Yalnızca bana."

"Sen mi istedin ders almayı?"

"Hayır."

"Demek, o istedi?"

"Evet."

İkinci bir sessizlik.

"Neden dolayı istiyordu bunu? Hintçe dilini bilmek senin ne işine yarayabilir?"

"Beni Hindistan'a götürmeyi düşünüyordu da."

"Ha! İşte işin can alıcı noktasına ulaştık. Seninle evlenmek istiyordu demek?"

"Evlenmek istedi benimle, evet."

"Uyduruyorsun bunu! Tepemi attırmak için yaratıyorsun!"

"Kusura bakmayın, ama baştan sona doğruyu söylüyorum. Hem de kaç kez önerdi evlenmemizi. Onun yerinde siz olsaydınız ancak bu kadar direnebilirdiniz!"

"Miss Jane Eyre, dilerseniz buradan gidebilirsiniz! İşte izin çıktı... Öyle olduğu halde neden böyle arsızca dizime tünemiş oturuyorsunuz?"

"Pek rahatım da ondan."

"Hayır, Jane, rahat değilsin; çünkü gönlün burada değil. Kuzenin olacak o adamda, St. John'da bırakmışsın sen gönlünü. Ah, şu âna kadar ben minik Jane'imi bütün bütün kendimin sanıyordum! Beni, bırakıp gittiği zaman bile sevdiğine inanıyordum. İçimdeki deryalar kadar zehrin içinde bir damla tatlı baldı bu. Bunca zaman ayrı kaldık... Bunca kanlı gözyaşı döktüm ayrıyız diye... Ben senin ardından yas tutarken senin bir başkasına gönül verdiğin bir kez bile aklıma gelmedi. Ama, karalar bağlamak ne işe yarar! Jane... Bırak beni. Git, St. John'la evlen!"


Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro