52. Bölüm
Gün ışıdı. Şafakla bir kalktım. Bir saat kadar, odamdaki eşyaları, çekmeceleri, dolapları düzenleyip kısa bir yolculuğa hazırlanmakla vakit geçirdim. Bir ara St. John'un odasından çıktığını duydum. Benim odamın önünde durdu. Kapıyı vuracak diye korktum. Yalnızca kapının altından içeri bir kâğıt itildi. Aldım bunu, okudum. Şöyle diyordu:
Dün gece yanımdan pek birdenbire ayrıldın. Birazcık daha kalsaydın Hıristiyanların istavrozu, meleklerin tacı senin elinde olacaktı. Tam iki hafta sonra döndüğümde kesin kararını isteyeceğim. Bu arada, tetikte ol, Şeytan'a uymamak için Tanrı'ya dua et. Ruhunun hazır olduğuna inanıyorsam da madde varlığının güçsüz olmasından korkuyorum. Senin için her saat dua edeceğim.
Senin, St. John
İçimden, "Ruhum doğru şeyi yapmaya hazır," dedim. "Madde varlığımın da Tanrı buyruğunu yerine getirebilecek güçte olduğunu umarım... Yeter ki Tanrı buyruğunu açıkça duyabileyim. Hiç olmazsa bu kuşku bulutundan kurtulacak, kesin kararın gün ışığına kavuşmak için bir yol arayıp bulacak kadar güç kazanacağım."
Haziranın ilk günüydü ama hava bulutlu, serindi, penceremin camına sert bir yağmur çarpıyordu. Sokak kapısının açıldığını, St. John'un dışarı çıktığını duydum. Pencereden bakınca onun bahçe kapısını açıp bozkıra saptığını, sisler arasında Whitcross'a doğru yürüdüğünü gördüm. Arabaya oradan binecekti.
"Birkaç saat sonra ben de senin izinden gideceğim, kuzenim!" diye düşündüm. "Whitcross'tan ben de bir arabaya bineceğim. İngiltere'den temelli ayrılmaya karar vermeden önce arayıp sormam gereken birisi var."
Kahvaltıya daha vakit vardı. Bu zamanı odamda yavaşça gezinerek, tasarladıklarıma biçim vermiş olan geceki olayı düşünerek geçirdim. Gece içime saplanan o duyguyu anımsadım gene; çünkü bütün garipliğiyle hiç aklımdan çıkmıyordu. Duyduğum o ses hâlâ kulaklarımdaydı ama nereden geldiğini bir türlü bulamıyordum. Dış dünyadan değil de benim içimden gelmişti sanki. Kendi kendime soruyordum: Acaba salt bir heyecan, bir düş ürünü müydü bu ses? Böyle olduğuna inanamıyordum; daha çok, bir esin gibiydi. O doğaüstü duygu dalgası, deprem gibi bir şey olmuştu. Ruhumun zindanının kapıları sarsıntıdan açılmış, içerideki tutsak duygular uykularından uyanmıştı. Bütün ruhum heyecandan titreyerek ayağa kalkmış, gövdemin et yükünden bağımsız olarak bir atılım yapmanın sevinci, coşkusu içinde bana seslenmişti.
"Dün gece beni çağıran insanın şimdi nerede, nasıl olduğunu, birkaç gün içinde öğrenmiş olacağım!" diyordum. "Yazdığım mektuplardan bir sonuç çıkmadı. Ben de gidip kendim araştıracağım."
Kahvaltıda Mary ile Diana'ya yola gideceğimi, en azından dört gün kalacağımı bildirdim.
"Yalnız mı gideceksin, Jane?" diye sordular.
"Evet. Uzun zamandır bir dosttan haber çıkmadı. İçim hiç rahat değil de, onu arayıp soruşturacağım."
Başkası olsa, "Hani senin bizlerden başka dostun yoktu?" diye sorardı. Onlar da bu soruyu akıllarından geçiriyorlardı elbette; çünkü onlara hep böyle derdim. Yaradılıştan ince oldukları için ses çıkarmadılar. Yalnız, Diana yola çıkabilecek durumda olup olmadığımı sordu, çok solgun göründüğümü söyledi. Kaygıdan, heyecandan başka bir şeyciğim olmadığını, bunları da yakında giderebileceğimi umduğumu anlattım.
Hazırlıklarımı tamamlamak kolay oldu; çünkü ne bir şey soran vardı, ne de işime karışan. Şimdiki halde dönüşüme ilişkin kesin bir şey diyemeyeceğimi öğrenince Diana ile Mary beni kendi halime bıraktılar. Bu koşullar altında ben de onlara karşı elbet böyle davranırdım.
Kır Evi'nden ikindi üzeri saat üçte çıktım. Dördü biraz geçe Whitcross'taki işaret levhasının dibine varmış, beni ta uzaklardaki Thornfield'e götürecek olan posta arabasını bekliyordum. O tenha yolların, boş kırların sessizliği içinde arabanın yaklaştığını ta uzaklardan duydum. Bir yıl önce bir yaz akşamı tam bu noktada arabadan inmiştim... Nasıl da yapayalnız, umutsuz, amaçsız! Şimdi ben el edince araba durdu. Bindim. Şimdi dünyadaki bütün param yol parasından ibaret değildi! Yeniden Thornfield yoluna düzülünce kendimi yuvasına dönen bir haber güvercinine benzettim!
Otuz altı saat sürdü yol. Whitcross'tan bir salı günü öğleden sonra ayrılmıştım, perşembe günü sabah erkenden arabacı atlarını sulamak için yol kıyısındaki bir hanın önünde durdu. Çepeçevre yemyeşil çitler, geniş tarlalar, alçak, zümrüt tepeler... Morton dolaylarındaki yalçın bozkırlarla ölçülünce buradaki doğa ne kadar daha canlı, yeşillik ne kadar daha boldu! Gözüme, bir zamanlar çok yakından tanıdığım bir yüzün çizgileri gibi görünüyordu. Evet, bu manzaralar bana hiç yabancı gelmiyordu. Ereğime çok yaklaşmış olduğumdan emindim. Hancının yamağına, "Thornfield buradan ne kadar?" diye sordum.
"Tarlalardan kestirme giderseniz üç kilometre bir şey, hanımcığım."
"Yolum sona erdi!" diye düşündüm. Arabadan inip bavulumu şimdilik yamağa emanet ettim, borcumu ödedim, arabacıya bahşiş verdim, yürümeye başladım. Tam o sırada bulutlardan sıyrılan güneşin ışığı hanın tabelasına vurdu. Yaldızlı harflerle Rochester Hanı diye yazılmıştı. Yüreğim ağzıma geldi: Demek şu anda efendimin toprakları üzerindeydim! Sonra gene içim karardı. "Ne biliyorsun?" dedim kendi kendime. "Efendin belki de şimdi Manş Denizi'nin ötesinde bir yerdedir. Sonra, şu anda son hızla varmaya çalıştığın Thornfield Malikânesi'nde olsa bile, yanında başka kim var, unutuyor musun? Zırdeli olan karısı var. Efendin de artık senin için hiçbir şey olamaz. Onunla konuşmaya, karşısına çıkmaya bile cesaret edemeyeceksin. Boşuna yoruldun. Daha ileri gitmesen iyi olur. Handakilerden bilgi edinmeye çalış. Onlar sana her şeyi söylerler. Bütün kuşkuların bir anda silinip gider. Hadi, şu adama git de sor bakalım, Mr. Rochester buralarda mı?"
Akla yakın bir düşünceydi bu, gene de bunu uygulamaya kendimi zorlayamadım. Beni umutsuzluğa boğacak bir karşılık almaktan öyle korkuyordum ki! Kuşkuyu uzatmak demek umudu da uzatmak demekti. Bu umut yıldızı altında konağı bir kez daha görebilmek istiyordum.
İşte karşımda tarlaların çiti. Konaktan kaçtığım sabah kederden kör, sağır, deli durumda koşarak geçtiğim şu tarlalar. Daha hangi yola sapacağıma karar vermeden kendimi tarlaların ortasında buldum. Ne hızlı yürüyordum! Arada da koşuyordum. O tanıdık koruları uzaktan ilk olarak seçeceğim dakikayı nasıl da iple çekiyordum! Tanıdığım ağaçları, tepeleri öyle heyecanlı bir sevgiyle selamlıyordum ki! En sonunda korular gözümün önüne dikildi. Karga yuvaları kapkara göründü uzaktan, yüksek gak gak sesleri sabah sessizliğini paraladı. Garip bir sevinçle kanatlanmış gibiydim. Koşarak yoluma devam ettim. Bir tarla, bir kır yolu... İşte avlu duvarları karşımda yükseliyordu. Arkadaki ambar da görünmüştü ama konağın kendisi daha kuşhanenin arkasındaydı.
"Onu önce cepheden göreceğim!" diye karara vardım. "O yiğit burçlar bütün soyluluklarıyla hemen gözüme çarpsın diye! Efendimin penceresini hemen seçebilmek için! Belki pencereden görebilirim onu. Erken kalkmak huyundadır. Belki şu anda meyve bahçesinde ya da evin önünde geziniyordur. Ah, bir görebilsem onu! Görünce hemen yanına koşmak çılgınlığını yapmam, değil mi? Bilmem ki! Emin değilim. Ya koşarsam? O zaman ne olur? Ah, sevgilim! Ne olur yani? Ne çıkar! Onun bakışlarının bana verdiği hayatı yeniden tadarsam, kime ne zararı var? Amma da zırvalıyorum! Belki şu anda güneşin Pireneler üzerinde ya da güneydeki dalgasız denizlerde battığını seyretmektedir."
Meyve bahçesinin aşağı duvarı boyunca ağır ağır yürümüş, köşeyi dönmüştüm. Tam burada kırlara açılan bir kapı, kapının iki yanında da, üzerleri taş yuvarlaklı iki taş sütun vardı. Sütunlardan birinin arkasından yavaşça uzanırsam konağın bütün cephesini olduğu gibi görebilirdim. Önce yatak odası pencerelerinden bir bakan olup olmadığını görmek için başımı usulca, sakınarak uzattım. Burçlar, pencereler, bütün cephe gözümün önündeydi.
Yukarıda süzülen kargalar belki de benim bu gözetleyişimi seyretmekteydiler. Öyleyse kim bilir ne düşünmüşlerdir! Önce beni pek sakıngan, çekingen bulmuşlardır, ama sonradan pek cesur, hatta cüretkâr kesildiğimi düşünmüşlerdir. Önce şöylece fırlatılan, sonra uzadıkça uzayan bir bakış. Sonra gizlendiğim köşeden ayrılıp tarlanın ortasına doğru yürüyorum, koca malikânenin tam önünde zınk diye duruyorum. Gözlerimi kısarak bakıyor, bakıyorum. Kargalar belki de, "Önceden yaptığı o çekingenlik numarası neydi? Şimdiki budalaca gözü karalık ne?" diye soruyorlardır.
Sevgili okurum, şöyle bir şey varsay: Bir adam sevdiği kadını yosunlu bir dere kıyısında uyur buluyor. Uyandırmadan o güzel yüzünü seyretmek istiyor. Usulca yürüyor çimenlerin üzerinde hiç ses çıkarmamaya çalışarak. Sonra duralıyor. Sevgilisinin kımıldadığını sanarak geriye çekiliyor. Dünyaları verseler o anda kendini göstermek istemez! Çevrede çıt yok. Adam gene ilerliyor, sevgilisinin yüzüne doğru eğiliyor. Kadının yüzüne ince bir tül örtülmüş. Bunu yavaşça kaldırarak biraz daha eğiliyor. Uykudan kızarmış, gül gibi olmuş bir yüz görmeyi beklemektedir. Şöyle bir göz atıyor önce. Sonra bakışları sevgilisinin yüzüne dikilip kalıyor. Nasıl da irkiliyor, sarsılıyor! Bir an önce bakmaya kıyamadığı bedeni nasıl birden deli gibi kavrıyor! Nasıl bağırıyor, nasıl çılgınca bakıyor şimdi sevdiği kadının yüzüne! Sarsıyor onu, adını çağırıyor; çünkü sarssa da, bağırsa da uyandırmaktan korkusu kalmamıştır. Uykuda sandığı güzel sevgilisinin kaskatı bir ölü olduğunu görmüştür!
Ben de heyecanlı, ürkek bir sevinçle şahane bir konağa doğru bakmış, kapkara bir yıkıntı görmüştüm. Kapı direğinin arkasına gizlenmekte bir anlam yoktu artık. Pencerelere, acaba birisi var mı, diye ürkerek bakmaya, bir kapı açılacak da yolda bir ayak sesi yürüyecek mi, diye kulak kabartmaya gerek yoktu! Çimlikler, bahçeler bozulmuş, her yanı ot bürümüştü; bahçe kapısının da yalnız rezeleri kalmıştı. Konağın cephesi de bir zamanlar bir düşte gördüğüm gibiydi... Kabuk gibi tek bir duvardan ibaretti; pek yüksek, pek dayanıksız görünüyordu, camsız pencerelerle delik deşik! Ne çatı kalmıştı ne burç ne baca! Hepsi yıkılıp çökmüştü. Ortalığı da bir ölüm sessizliği kaplamıştı... Yaban bir çöl ıssızlığı! Tevekkeli değil, bu adrese yazılan mektupların hiçbirine karşılık çıkmamıştı! Mezara mektup atmakla bir! Taşların isli karası konağın hangi felakete kurban gitmiş olduğunu anlatıyordu: Yangın! Nasıl çıkmıştı bu yangın? Bu felaketin iç yüzü neydi? Tahtadan, mermerden, taştan başka ne kurbanlar verilmişti? Mal mülk kadar can da telef olmuş muydu? Olmuşsa kimin canı? Korkunç bir soru! Buna karşılık verecek hiçbir kimse, hiçbir şekil, görüntü de yoktu ortalıkta.
Yıkık duvarların, perişan odaların arasında gezinirken felaketin çok yeni olmadığını anlatan belirtiler gördüm. Şu boş kemerin altından kışın karları uçuşmuş, camsız pencerelerden içeri kış yağmurları girmişti besbelli; çünkü yıkıntı yığınları, molozlar arasında otlar, çimenler bitmişti. Evet, ama bu arada, bu yıkıntıların bahtsız sahibi nerelerde, hangi ülkelerde, hangi yıldızların altındaydı? Gözlerim ister istemez bahçe kapısının yanındaki kilise kulesine doğru kaydı, "Acaba şimdi o da Damer De Rochester'ın yanında, o dar, mermer yerde mi yatıyor?" dedim.
Bu sorulara iyi kötü bir karşılık bulmak gerekti, bunu da ancak yol üstündeki handa bulabilirdim. Daha çok oyalanmadan oraya döndüm. Han sahibi kahvaltımı kendi eliyle getirdi. Ondan kapıyı kapayıp oturmasını rica ettim, kendisine bazı şeyler sormak istediğimi söyledim. Ama adamcağız karşıma geçip oturunca söze nereden başlayacağımı bilemedim: Bana neler anlatabileceğini düşündükçe öyle ürperiyordum ki! Şu da var ki görmüş olduğum yıkıntılar beni bir felaket öyküsü dinlemeye bir dereceye kadar hazırlamıştı.
Han sahibi, efendi kılıklı, orta yaşlı bir adamdı. Sonunda kendisine, "Thornfield Malikânesi'ni bilirsiniz elbette?" diye sormayı başardım.
"Elbet, efendim. Bir zamanlar orada oturdum ben."
"Ya, öyle mi?" diye sordum. İçimden de, "Benim zamanımda değildi; çünkü ben seni tanımıyorum," dedim.
Hancı, "Ölen Mr. Rochester'ın başuşağıydım," diye açıkladı.
Ölen ha! Ne zamandır kaçınmaya çalıştığım darbe var hızıyla üstüme inmiş gibiydi. "Ölen mi?" diye sordum. "Öldü demek?"
"Benim dediğim şimdiki bey, yani Mr. Edward değil, onun babası, efendim."
Adam böyle deyince rahat bir soluk aldım. Damarlarımdaki kan gene akmaya başladı. Artık Edward'ın, benim Edward'ımın hiç değilse sağ olduğunu öğrenmiştim ya! Şimdiki Mr. Edward... Ne tatlıydı bu sözler! Artık bundan sonra anlatacaklarını, ne olursa olsun daha serinkanlılıkla dinleyebileceğime inanıyordum. Değil mi ki yaşıyordu... Dünyanın öbür ucunda olduğunu bile duysam dayanabilirdim!
"Mr. Rochester şu sırada Thornfield'de mi kalıyor?" diye sordum. Adamın ne diyeceğini biliyordum, ama onun nerede olduğunu doğrudan doğruya sormayı geciktirmek istiyordum.
"Yok, efendim... Nerede! Orada oturan moturan yok şimdi. Siz buraların yabancısı olsanız gerek; yoksa, geçen sonbaharda olanları duyardınız. Thornfield Malikânesi yandı, yıkıldı... Tam harman mevsimiydi. Öyle korkunç bir felaket oldu, öyle değerli eşyalar yandı ki! Eşyalardan hemen hemen hiçbir şey kurtaramadılar. Yangın gecenin geç bir saatinde çıkmış. Millcote'tan itfaiye yetişinceye kadar koca yapı bir alev yığını olup çıkmıştı bile. Korkunç bir manzaraydı. Kendi gözümle gördüm."
"Gecenin geç bir saati!" diye mırıldandım. Evet... Thornfield'in felaket saati her zaman buydu zaten! "Yangının nasıl çıktığı anlaşıldı mı?" diye sordum.
"Herkes kestirebiliyordu, hanımefendi. Daha doğrusu, hiç kimsenin kuşkusu yoktu... Kesin olarak biliniyordu, diyebilirim." Hancı sandalyesini masaya biraz daha yanaştırıp sesini alçaltarak, "Belki siz bilmezsiniz," dedi, "konakta kapalı tutulan bir kadın vardı... Bir deli."
"Kulağıma çalınmıştı böyle bir şey."
"Çok gizli tutarlardı kadıncağızı. Yıllar yılı birçokları onun gerçekten var olup olmadığını bile kesin olarak bilmedi. Hiç gören olmamıştı; yalnız, konakta böyle birinin varlığı kulaktan kulağa dolaşıyordu. Kimdi, neyin nesiydi, bilebilmek zordu. Birçokları Mr. Rochester'ın onu dışarıdan getirdiğini söylüyordu. Kimisi de sevgilisi diyordu. Derken, bir yıl kadar önce garip bir şey oldu... Çok garip bir şey."
Şimdi ben, kendi başıma gelenlerin öyküsünü dinleyeceğimden korkmaya başlamıştım. Adamı elimizdeki konuya getirmeye çalışarak, "O kadına ne oldu?" diye sordum.
"O kadın meğerse Mr. Rochester'ın karısı değil miymiş, hanımefendiciğim? Bu işin ortaya çıkması da gayet garip oldu. Konakta bir genç hanım varmış... Bir mürebbiye. Mr. Rochester bu kızcağıza körkütük..."
"Peki, yangın nasıl oldu?" diye sordum.
"Şimdi ona geliyorum, efendim... Evet, Mr. Rochester bu mürebbiye kıza tutmuş gönül vermiş. Hizmetçilerin dediğine göre dünyada bu derece körkütük bir âşık görmemişler! Kızın her an peşindeymiş. Hizmetçiler dikkat ederlermiş –huylarıdır zaten, hanımefendi, bilirsiniz– Mr. Rochester'ın gözünde dünya bir yana, bu kız bir yanaymış. Ama, kızı ondan gayri kimse öyle ahım şahım bulmazmış. Dediklerine göre minnacık, çocuk gibi bir şeymiş. Ben onu hiç görmedim ama Leah'dan duydum. Leah da onu pek severmiş. Mr. Rochester kırk yaşlarındadır. Bu mürebbiye hanım da yirmisinde yokmuş daha. Bilirsiniz ya, o yaşta beyler küçük kızlara âşık olunca çok zaman büyülenmişe dönerler. Her neyse, Mr. Rochester da bu kızcağızla ille evlenmeyi koymuş aklına!"
"Öykünün bu bölümünü sonradan anlatırsınız," dedim. "Ben şimdi yangın meselesini öğrenmek istiyorum. Bu deli kadının, yani Mrs. Rochester'ın yangınla bir ilişiği mi olduğu sanılıyor?"
"Tam üstüne bastınız, hanımefendi! Yangını onun kendi başına çıkardığı kesin olarak biliniyor. Bu delinin Grace Poole diye bir bakıcısı varmış. Mesleğinin eri, namuslu bir kadınmış, ama gel gör ki tek bir kusuru varmış: Yanında hep içki bulundururmuş, arada bir de çokça kaçırdığı olurmuş. Kusuruna bakılmaz; çünkü kolay değilmiş hayatı. Ama, gene de çok tehlikeliymiş elbette; çünkü, Grace Poole içkiyi çok kaçırıp uyuyakalınca bizim deli hanım da, cadılar gibi kurnaz olduğu için, anahtarları bakıcısının cebinden aldı mıydı odasından dışarı uğrarmış. Artık ondan sonra konağın içinde kol gezer, aklına esen muzırlığı yaparmış. Dediklerine göre bir keresinde kocasının yatağına kundak sokmuş da adamcağızı uykusunun arasında diri diri yakacakmış. Ama, artık bilmem...
Her neyse yangın gecesi deli karı, odasının yanındaki odanın perdelerini tutuşturmuş. Sonra aşağı katlara inmiş, bir zamanlar o mürebbiye kızın yattığı odayı bulup girmiş. Sanki olup biteni bilirmiş de kızcağıza kin beslermiş gibi! O odadaki yatağı da tutuşturmuş, ama neyse ki yatak boşmuş. Mürebbiye kız iki ay önce kaçıp yitiklere karışmış. Mr. Rochester onu, dünyanın en değerli nesnesiymiş gibi, aratmadığı yer kalmadı ama ne bulabildi ne de haberini alabildi. Yabani bir şey olup çıktı bunun üzerine. Hiçbir zaman sakin, uysal bir adam değildi ya, kızı elinden kaçırdıktan sonra vahşilere döndü. Dünyaya da, insanlara da küstü. Kâhya Mrs. Fairfax'i uzaktaki bir akrabasının yanına gönderdi. Ama neme gerek, şanına layık davrandı doğrusu. Mrs. Fairfax'e ömrü boyunca gelir bağladı. Cömert davrandı... Melek gibi kadındır. Sonra, Mr. Rochester manevi evladı yerinde olan küçük kız çocuğunu da yatılı bir okula gönderdi. Bütün tanıdıklarıyla ilgisini kesti, keşişler gibi konağa kapandı."
"Ne? Dışarı gitmedi mi?"
"Dışarı gitmek mi? Yok, canım! Evinin kapısından dışarı adımını atmıyordu. Yalnız, geceleri çıkarmış evden dışarı, hayaletler gibi bahçelerde, korularda dolaşırmış. Bana kalırsa aklını oynatmış olsa gerek az buçuk; çünkü eskiden dünyanın en hareketli, en gözü pek, en ateş gibi adamıydı... Yani o mürebbiye olacak küçük cin onu çarpmadan önce. Çoğu beylerin tersine, içkisi, kumarı falan yoktu. Pek yakışıklı sayılmazdı ama öyle gözü pek, iradesi sağlamdı ki... zehir gibi! Üstüne erkek yoktu. Çocukluğundan beri tanırım ben onu, hanımefendi. Onun için, çok zaman, 'Şu Jane Eyre olacak kız keşke Thornfield Malikânesi'ne ayak basmadan önce denize düşüp boğulaydı,' diye düşünürüm."
"Demek yangın çıktığında Mr. Rochester evdeydi?"
"Hem de nasıl! Bütün konak alevler içindeyken o tavan aralarına çıkıp hizmetçileri, uşakları yataktan kaldırdı; aşağı inmelerine kendisi yardım etti! Sonra da o karısı olacak tımarhane kaçkınını hücresinden çıkarmaya gitti. Aşağıdan bağırarak kadının çatıya çıktığını söyledik ona. Gerçekten de kadın yukarıda, surların üzerinde, kollarını sallayıp duruyordu. Avazı çıktığı kadar da bağırıyordu... karşı köyden duyulacak gibi! Kendi gözümle gördüm, kulağımla işittim onu. İriyarı bir kadındı, upuzun kara saçları vardı. Alevlerin ışığında saçlarının dalgalandığını görüyorduk. Kendi gözlerimle gördüm, daha benim gibi birçokları da gördü: Mr. Rochester çatıdaki camlı pencereden dışarı çıktı. 'Bertha!' diye bağırdı, kadına doğru yürümeye başladı. Ama, hanımefendiciğim, tam o sırada deli kadın bir haykırış haykırdığı gibi havaya sıçradı. Sonra bir de baktık... Yerde paramparça yatıyor."
"Öldü mü?"
"Öldü ya! Kanlar içindeydi, beyni taşların üzerine yayıldı kaldı."
"Ulu Tanrım!"
"Ne deseniz az, efendim! Korkunçtu, korkunç!"
Hancı bir ürperdi.
"Ya sonra?" diye sordum.
"İşte, hanımefendiciğim, sonrası, koca ev yandı, kül oldu. Şimdi bir-iki duvarı duruyor."
"Başka ölen oldu mu?"
"Olmadı... Ama, olsa belki daha iyiydi."
"Nasıl yani?"
Hancı, "Zavallı Mr. Edward!" diye içini çekti. "Bugünlere kalacağımız nerden aklımıza gelirdi! Kimi diyor ki evli olduğunu gizli tutup da bir daha evlenmeye kalkışmanın cezasını çekiyormuş. Ama, ben acıyorum ona."
"Sağ demiştiniz hani?"
"Sağ olmasına sağ, ama birçokları, ölse daha iyi olurdu, diyorlar."
"Nasıl? Neden?" diye telaşla sordum. Damarlarımdaki kan gene buz kesmişti. "Nerede kendisi? İngiltere'de mi?"
"Evet... Evet, İngiltere'de. Bir yerlere gidemez artık. Kazık çaktı buraya." Ne işkenceydi bu, ulu Tanrım! Adam sözü ille de uzatmaya kararlı gibiydi. Sonunda, "Mr. Edward Rochester kör oldu," dedi. "Evet, gözleri görmüyor artık Mr. Edward'ın."
Ben daha kötüsünden, aklını yitirmiş olmasından korkmuştum. Bütün gücümü toplayarak bu facianın nasıl olduğunu sordum.
"Bütün neden onun yiğitliği! Bir bakıma da, yüreğinin iyiliği denilebilir, efendim. Herkesin çıktığına kanı getirinceye kadar evden ayrılmamıştı. En son olarak, karısı, kendini aşağı attıktan sonra, büyük merdivenden aşağı inerken müthiş bir çatırtı oldu, tavan çöktü. Mr. Edward'ı molozların altından canlı olarak çıkardılar. Ağır yaralıydı. Atkılardan biri öylesine düşmüş ki onu bir dereceye kadar korumuş, ama gözlerinden biri çıkmıştı. Bir eli de öyle kötü ezilmişti ki Doktor Carter hemencecik kesmek zorunda kaldı. Öteki gözü de kızarıp şişmişti. O da görmez oldu sonradan. Böylece, zavallı bey, perişan duruma düştü... Gözü görmez, eli tutmaz!"
"Nerede şimdi? Nerede oturuyor?"
"Buradan kırk-elli kilometre ötede, Ferndean'de... Çiftliklerinden birinde. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdir."
"Kim bakıyor ona?"
"İhtiyar John'la karısı. Beyefendi başka kimsecikleri istemedi. İyice çökmüş, diyorlar."
"Arabanız falan var mı sizin?"
"Faytonumuz var, efendim, gıcır gıcır bir fayton hem de."
"Söyleyin hemen hazırlasınlar. Arabacınız bugün karanlık basmadan beni Ferndean'e ulaştırabilirse, ona da size de, her zaman aldığınız paranın iki katı var!"
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro