Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

51. Bölüm


St. John ertesi gün Cambridge'e gideceğini söylemişti ama gitmedi. Yolculuğunu bütün bir hafta erteledi. İyi ama sert, vicdanlı, gene de amansız bir insanın, kendisini kızdıran birisine nasıl yaman ceza verebileceğini bu hafta süresince bana kanıtladı. Tek bir düşmanca davranışta bulunmadan, bir tek sitem, kötü söz söylemeden bana, gözden düştüğümü her an belirtmeyi başardı.

Sakın dindarlık ruhuna sığmayan bir kin güttüğü sanılmasın. Elinde her türlü olanağı olsa bile benim tek kılıma zarar gelsin istemezdi. Hem yaradılış hem de ilke bakımından, garez bağlamak, öç almak gibi şeylere burun kıvırmayan bir insandı. Onu küçük gördüğümü söylediğim için bağışlamıştı beni, ama sözlerimi unutmuş değildi; ömrümüz boyunca da unutmayacaktı. Bana her bakışında gözlerinden anlıyordum ki bu sözler onunla benim aramda havaya yazılmıştır. Ne zaman konuşsam benim sesimde yeniden bu sözleri duymaktaydı; bana her verdiği karşılığın tınısında bu sözlerin yankısı gizliydi.

Benimle konuşmazlık etmiyordu; hatta her sabah gene eskisi gibi beni çalışma masasına çağırıp ders yaptırıyordu. Görünüşte bana karşı davranışı gene aynıydı, ama eskiden davranışındaki, sözlerindeki, beni adeta büyüleyen o yakınlık yok olmuştu. Görünüşte hiç değişmemekle birlikte eski yakınlığımızı iyice ortadan yok etmekte gösterdiği ustalık onun o hınzır erkek yönüne zevk veriyordu sanırım. Ruhundaki din adamının paylaşmadığı, doğru bulmadığı bir zevk. Kısacası, bana karşı artık et, kemik olmaktan çıkmış, mermer bir heykel kesilmişti. Gözleri soğuk, parlak, ince birer mavi elmas, dili konuşan bir makineydi... O kadar!

Bütün bunlar işkenceydi benim için... Sonu gelmez bir Çin işkencesi; çünkü beni sürekli olarak için için kızdırıp tasalandırarak, diken üstünde tutarak yıkıyor, mahvediyordu. Bana öyle geliyordu ki yanılıp karısı olsam bu tertemiz ruhlu, soylu, iyi adam beni çok geçmeden, tek bir damla kanımı akıtmaksızın öldürebilirdi de onun o lekesiz vicdanına hiçbir suçluluk gölgesi düşmezdi. Bunu, özellikle, onu yatıştırmaya kalktığım zamanlarda seziyordum. Kendi üzgünlüğüme karşılık onda hiçbir üzgünlük bulamıyordum. Aramızdan kara kedi geçmesi onu hiç tasalandırmıyor, eski halimize dönmek için hiçbir özlem duymuyordu. Kaç kereler, gözlerimden ip gibi dökülen yaşlar, birlikte okuduğumuz sayfayı ıslattı, ama onun üzerinde zerrece etkisi olmadı... Sanki yüreği gerçekten taş ya da demirdi. Bu arada kız kardeşlerine karşı eskisinden daha sıcak davranıyordu. Sanki yalnız bana karşı soğuk davranması aramızdaki soğukluğu belirtmeye yetmezmiş gibi bir de çelişkinin silahını kullanıyordu. Bunu kötülüğünden değil de ilke olarak yaptığından eminim.

Cambridge'e gitmesinden önceki gece, gün batarken bahçede dolaştığını gördüm. Ona bakarken şimdi bana karşı buz gibi soğuk davranan bu adamın bir zamanlar hayatımı kurtardığını, yakın akrabam olduğunu düşündüm, onunla yeniden dost olmak için son bir çaba göstermek içimden geldi. Dışarı çıktım, küçük çit kapısına yaslanmış olduğu yere yaklaştım. Hemen konuyu açarak, "St. John, senin bana hâlâ kızgın olmana çok üzülüyorum," dedim. "N'olur, dost olalım."

Hiç istifini bozmadan, "Ben zaten dost olduğumuzu sanıyorum," dedi; ayın doğuşunu seyretmeyi sürdürdü.

"Yok, St. John, eski dostluğumuz kalmadı artık. Bunu sen de biliyorsun."

"Kalmadı mı? İşte bu kötü. Ben sana karşı hiçbir garez duymuyorum. Her zaman senin iyiliğini isterim."

"Buna inanırım, St. John; çünkü sen hiç kimsenin kötülüğünü isteyemezsin... Eminim bundan. Ama, ben senin yakın akrabanım. Düpedüz yabancılara karşı gösterdiğin iyi niyetten daha özel bir yakınlık bekliyorum senden."

"Elbet beklersin. Zaten ben de seni bir yabancı gibi tutmuyorum ki!"

Bunu soğukkanlılıkla, hiç istifini bozmadan söyleyişi yeter derecede yıldırıcı, gurur kırıcıydı. Benliğimin, öfkemin sesini dinleseydim hemen kaçardım yanından. Gelgelelim, içimde öfkeden, gururdan daha derin duygular vardı. Bu adamın yeteneklerine, ilke sahibi oluşuna son derece hayrandım. Onun dostluğu değerliydi, önemliydi benim için. Bunu yitirmek beni çok üzüyordu; yeniden kazanmak sevdasından hemen vazgeçecek değildim.

"Böyle mi ayrılacağız, St. John? Hindistan'a giderken de böyle mi bırakıp gideceksin beni?"

O zaman, aya bakmaktan vazgeçerek, bana doğru döndü: "Hindistan'a gittiğim zaman seni bırakıyor muyum, Jane? Ne demek? Sen de benimle gelmiyor musun Hindistan'a?"

"Seninle evlenmezsem gelemeyeceğimi söyledin ya!"

"Sen de benimle evlenmiyorsun, öyle mi? Demek kararın karar?"

Sevgili okurlarım, bu soğukkanlı, sert yaradılışlı kişilerin, buz gibi sözleriyle insanı ne büyük bir dehşete salabileceklerini, bilmem, benim kadar siz de biliyor musunuz? Bunların öfkelerinde dağlardan kopmuş çığ gibi bir şey vardır, hoşnutsuzluklarında da bir buz çatırdaması.

"Hayır, St. John, seninle evlenmeyeceğim," dedim. "Kararım karar."

Çığ yerinden oynamış, azıcık öne doğru kaymış, ama henüz üzerime çökmemişti.

"Gene soruyorum," dedi. "Buna hayır deyişin neden?"

"Önce, beni sevmediğin içindi," dedim. "Şimdiyse, benden adeta nefret ettiğin için hayır diyorum sana. Seninle evlenirsem öldürürsün beni. Daha şimdiden öldürüyorsun."

Bembeyaz kesildi... Kâğıt gibi beyaz. "Seni öldürür müyüm? Şimdiden mi öldürüyorum? Bu tür sözleri ağ-zına alman uygun değil... Çünkü şiddet dolu, asılsız, bir kadının ağzına yakışmayan sözler bunlar. Senin için hiç de iyi bir not verdirtmiyor. Sertçe kınamak gerek bu sözleri. Başkası olsa hiç bağışlamaz ama bence karşımızdakileri yetmiş yedi kez bağışlamak boynumuzun borcudur."

İşte şimdi her şey tamam olmuştu. İlk dargınlığımızı unutturayım derken bu dargınlığın henüz kapanmamış olan yara yerinin üzerine yeni, daha derin bir yara açmıştım... Artık hiç kapanmamacasına!

"Artık benden gerçekten nefret edeceksin," dedim. "Seninle barışmaya çalışmak boşuna. Temelli düşman oldun bana." Bu sözlerimle bir yara daha açmıştım. Daha da kötüsü, bu sözler az çok gerçeği belirtiyordu. St. John'un o kanı çekilmiş dudakları titredi. Öfkesinin çelik bıçağını iyice bilemiştim artık, biliyordum bunu. İçim burkuldu. Hemen onun elini kavrayarak, "Sözlerimi yanlış yöne çektin," dedim. "Seni üzüp kızdırmayı hiç istemiyorum ben, inan bana."

Zehir gibi acı bir ifadeyle gülümsedi, elini kesinlikle elimden çekti. Hatırı sayılır bir duralamadan sonra, "Artık sözünü geri alıyorsundur," dedi. "Hindistan'a gitmekten vazgeçiyorsun, öyle değil mi?"

"Hiç de değil!" dedim. "Senin yardımcın olarak gelirim."

Bundan sonra çok uzun bir sessizlik çöktü. Bu sırada genç papazın içinde, doğayla disiplin arasında ne gibi çarpışmalar geçiyordu bilmem. Ancak, mavi gözlerinde acayip ışıklar yanıp sönüyor, yüzünün üzerinden garip gölgeler geçiyordu. Sonunda, "Benim yaşımda bekâr bir erkekle genç bir kadının birlikte yolculuk etmeye kalkışmalarının saçmalığını anlatmıştım sana. Bir daha bunun sözünü bile etmeyeceğini sanırdım. Anlayamamışsan senin hesabına üzüldüm," dedi.

Sözünü kestim. Böyle elle tutulur bir sitemde bulunması bana birden yürek vermişti. "Mantıklı düşün, St. John... Saçmalamaya başlıyorsun. Benim önerim karşısında dehşete düşmüş gibi numaralar yapıyorsun ama aslı yok bunun; çünkü yüksek bir zekân var; ne demek istediğimi anlayamayacak kadar ahmak ya da kibirli olamazsın. Bak gene söylüyorum: İstersen senin çömezin olurum ama karın, asla!"

Benzi gene kül gibi soldu. Yalnız, geçen seferki gibi gene duygularına kapılmayı önledi. Kesin, sakin bir ifadeyle, "Karım olmayan bir kadın çömez, benim işime gelmez," dedi. "Demek ki benimle gelemiyorsun. Yalnız, önerin içtense Londra'dayken gider, evli bir misyonerle konuşurum, onun karısına yardımcı olarak gidersin. Böylece, sözünden dönmek, davayı bırakmak şerefsizliğinden de kurtulmuş olursun."

Sizin de bildiğiniz gibi ben hiçbir zaman resmen söz vermiş, bir davaya katılmış değildim. Onun için, şimdi bu sözler biraz gereksiz derecede sert, despotça kaçıyordu. "Ortada şerefsizlik, sözden dönme, davayı bırakma diye hiçbir şey yok," dedim. "Hindistan'a, hele yabancılarla gitmeye, en ufak bir zorunluluğum yok. Seninle olsa birçok şeyleri göze alabilirdim; çünkü sana karşı hayranlık, kardeş sevgisi besliyorum, sana güveniyorum. Beri yandan kiminle gidersem gideyim, o iklime pek dayanamayacağımı da kesinlikle biliyorum."

St. John, "Ha! Canından korkuyorsun!" diye dudak büktü.

"Elbette. Tanrı bana canımı, sokağa atayım, diye vermedi ya! Senin istediğini yapmak da bence hemen hemen kendimi öldürmek olur. Zaten, yurdumdan ayrılmaya karar vermeden kesinlikle inanç getirmek istediğim bir şey var: Acaba burada kalmakla insanlığa daha yararlı olamaz mıyım?"

"Ne demek istiyorsun?"

"Uzun uzun anlatmamın gereği yok. Çoktandır beni kuşku, korku içinde bırakan bir sorunum var benim. Bu kuşkularımı gidermedikçe hiçbir yere ayrılamam."

St. John, "Ben senin aklının da, kalbinin de nerede olduğunu biliyorum," dedi. "İçinde günah olan bir aşk yaşatıyorsun. Şimdiye kadar çoktan başını ezmeliydin bunun; lafını ederken yüzün kızarmalıydı. Aklın hâlâ Mr. Rochester'da, değil mi?" Doğru söylüyordu. Bunu sessizliğimle itiraf ettim. "Onu mu arayacaksın?"

"Nerede olduğunu, ne yaptığını öğrenmem şart."

"Öyleyse bana düşen, seni dualarımda anmak, Tanrı'ya seni büsbütün defterden silmemesi için gönülden yalvarmaktan ibarettir. Ben sende O'nun seçkin kullarından birini bulur gibi olmuştum. Ama Tanrı'nın görüşü insanoğlunun görüşünden başkadır. Tanrı'nın dediği olur."

Bunları söyledikten sonra, çit kapısını açıp geçti, koruluğa daldı. Çok geçmeden, onu göremez olmuştum. Eve dönüp salona girdiğimde Diana'yı, düşünceler içinde pencere başında buldum. Diana benden epey boyluydu. Elini omzuma koydu, eğilerek yüzümü süzdü.

"Jane," dedi. "Şu günlerde hep heyecanlı, huzursuz, solgunsun. Mutlaka bir derdin var. St. John'la konuştuğunuz işin ne olduğunu bana söylemez misin? Yarım saattir pencereden sizi gözetliyorum. Böyle casusluk yapışımı hoş gör ama ne zamandır aklımdan olmayacak şeyler geçiyor da! St. John tuhaftır..." Diana duraladı. Ben de sesimi çıkarmadım. Biraz sonra, "St. John çoktandır senin için kendince bir şeyler tasarlıyor," dedi. "Bundan eminim. Ne zamandır sana karşı, başka hiç kimseye göstermediği ilgiyi, yakınlığı gösteriyor... Ama, neden? Keşke seni seviyor olsa. Seviyor mu, Jane?"

Diana'nın o serin elini aldım, kendi ateş gibi yanan alnıma koydum. "Sevmiyor, Diana... Zerre kadar sevmiyor."

"Öyleyse gözleri neden hep sende? Neden hep seninle baş başa kalmak istiyor? Mary ile ben şu sonuca vardık ki St. John seninle evlenmek istiyor."

"Öyle. Evlenme önerdi bana."

Diana ellerini çırptı: "Biz de hep bunu ummuştuk, bunu istemiştik zaten! Ona evet diyeceksin, değil mi, Jane? O zaman o da İngiltere'de kalır."

"Ne gezer, sevgili Diana! Onun benimle evlenmek istemesindeki tek amaç, Hindistan'a yanında götürebileceği bir iş arkadaşı sağlamak."

"Ne? Seni Hindistan'a mı götürmek istiyor?"

"Evet."

Diana, "Çılgınlık!" diye söylendi. "Kuzum, sen orada üç ayda ölür gidersin! Yok, Hindistan'a gitmeyeceksin sen. Razı gelmedin ya, Jane?"

"Evlenme önerisini geri çevirdim ama..."

"O da bundan müthiş burkuldu besbelli, öyle değil mi?"

"Müthiş! Korkarım hiçbir zaman bağışlamayacak beni. Oysa yanında kardeşi olarak gideceğimi söylemiştim."

"Çok aptallık etmişsin, Jane! Bir düşünsene bu işi: Ardı arkası kesilmez bir yorgunluk... Hem de yorgunluğun en güçlü kuvvetlileri bile öldürdüğü bir iklimde... ki sen zayıf, dayanıksızsın. St. John –bilirsin onu– seni yapamayacağın işlere sürükleyecektir. Öğle saatlerinde bile dinlenmene izin vermeyecektir. Ne yazık ki onun her isteğini yerine getirebilmek için sen de kendini zorluyorsun. Bunu gördüm ben. Onunla evlenme isteğini geri çevirecek cesareti bulabildiğine şaşıyorum. Onu sevmiyorsun demek?"

"Bir koca olarak, hayır."

"Yakışıklı çocuktur."

"Ben de o kadar alımsızım ki birbirimize dünyada denk olamayız."

"Alımsız mı? Laf! Bal gibi çekicisin, hoşsun. Hem de tatlısın. Kalküta güneşinin altında kebap olursan yazık değil mi?" Sonra, Diana, St. John'la gitmek düşüncesinden temelli vazgeçeyim diye bana yürekten yalvarmaya başladı.

"Zaten ister istemez vazgeçeceğim," dedim, "çünkü biraz önce gene ona yardımcı olarak gitmeyi önerdim, beni ayıpladı. Uygunsuz olurmuş bu. Evlenmeden gitmek lafını ağzıma yakıştıramamış. Sanki işin başından beri ona kardeş gözüyle bakmamışım gibi! Ondan ağabeylik beklememişim gibi!"

"Seni sevmediğini nereden biliyorsun, Jane?"

"Bu konudaki konuşmalarını bir duysan! Kendisi için değil de, bir misyoner olarak evlenmek istediğini kaç kez söyledi bana! Benim aşk için değil, çalışmak için yaratılmış olduğumu söylüyor. Şu var ki, bana sorarsan, aşk için yaratılmamışsam, evlilik için de yaratılmadım demektir. Tuhaf olmaz mı, Diana... insana salt işe yarar bir araç gözüyle bakan bir erkeğe bir ömür boyunca bağlanmak?"

"Düşüncesine bile dayanılmaz böyle bir şeyin! Normal değil! Olmayacak şey!"

"Hem sonra, şimdi ona karşı yalnızca bir kardeş sevgisi besliyorum, ama karısı olmak zorunda kalırsam zamanla içimde ona karşı, elimde olmayarak, azap dolu acayip bir aşk uyanabilmesi de olasıdır. Çünkü öyle üstün bir insan ki! Hallerinde, duruşlarında, konuşmalarında çok zaman bir görkem seziliyor. Böyle bir şey olduğu zaman da hayatım artık büsbütün çekilmez olur. Benim sevgimi istemez o. İçimdekileri dışa vurursam beni ayıpladığını, hoşnutsuzluk duyduğunu bana sezdirir. Eminim buna."

"Oysa, iyi insandır."

"İyi, büyük insan! Ne var ki, kendi yüce amaçlarının peşinde koşacağım derken, benim gibi küçük kişilerin haklarını, duygularını unutuveriyor, bu yüzden de zalim oluyor. En iyisi, önemsiz, kendi halinde kişiler onun yolundan çekilmeli, yoksa çiğner geçer... İşte geliyor. Ben gideyim, Diana!"

St. John'un bahçeye girdiğini görmüştüm, hemen yukarı koştum. Ama akşam yemeğinde onunla gene yüz yüze gelmek zorunda kaldım. Masa başında her zamanki gibi sakin, rahattı. Ben de, onun artık benimle pek konuşmayacağını sanıyordum. Hele evlilik sevdasından iyice vazgeçmiş olduğunu umuyordum. Yemekten sonra olup bitenler bana iki noktada da yanıldığımı anlatacaktı.

St. John'a akşam duasından önce okumak üzere her zamanki gibi bir ayet seçmişti. Onun İncil'den bölümler okumasını dinlemek her zaman büyük bir zevkti. Başka hiçbir zaman o güzel sesi bu derece tatlı, derin çıkmaz, üzerine bu derece yalın bir görkem gelmezdi. Tanrı'nın sözlerini yinelediği zamanki gibi! Hele bu gece, pencereden içeri vuran, mum ışığını sönük bırakan duru Ay aydınlığında, kardeşlerinin arasında oturmuş, o kocaman, eski İncil'in üzerine eğilmiş okurken sesi her zamankinden daha ağır, daha ciddi çıkıyor, duruşu daha heyecan verici bir anlam taşıyordu. Okuduğu ayette Tanrı'nın vaat ettiği yeni Cennet anlatılıyordu: Tanrı insanların arasında yaşayacak, onların gözyaşlarını silecek, ortada ölüm, keder, tasa diye hiçbir şey bırakmayacakmış. Hele bundan sonraki sözleri okurken içimde bir tuhaf ürperti duydum; çünkü sesindeki anlatılmayacak kadar hafif bir değişiklikle, gözlerini bana çevirir gibi olmuştu:

"Güçlüğü yenen kişi bütün nimetlere konacak, ben de onun Tanrı'sı olacağım, o da benim çocuğum. Lakin korkanlar, imansızlar... Kendilerini kaynar katranla, alevle dolu olan, ikinci ölüm sayılan o gölde bulacaklar..."

St, John'un benim böyle bir sona uğrayacağımdan korktuğunu artık anlamıştım.

Bundan sonraki cümlelerde iman sahiplerinin gideceği Cennet anlatılıyordu. Bu en son, şahane bölümü okurken St. John'un sesine dingin bir zafer, derin, candan bir özlem ifadesi geldi. Kendi adının seçkinler listesinde yer aldığına inanıyor, onu Tanrı'nın ülkesine kavuşturacak olan saat gelip çatsın diye can atıyordu... Şanla, şerefle dolu olan, Tanrı'nın aydınlığıyla dolu olduğu için de Güneş'in ve Ay'ın ışığına gerek duymayan o ülke.

Bundan sonra gelen dua bölümüne St John bütün gücüyle, hevesiyle girişti. Öylesine içtendi ki! Tanrı'nın yanı sıra dövüşüyor, bir ruhu kazanmak için savaşıyordu: Yüreksizler için güç, sürüden ayrılanlar için önderlik diledi Tanrı'dan. Dünya zevklerine, ten zevklerine kapılarak Dar Kapı'ya sırt çevirenlerin, en son dakikada bile olsa, bağışlanıp gene sürüye alınmalarını diledi.

İçtenlik her zaman etkileyicidir. St. John'un içtenliği de beni önce büyüler gibi oldu, sonra duygulandırdı, en sonunda da huzur içinde bıraktı. Bu adam kendi ilkesinin yüceliğine, ululuğuna öylesine inanıyordu ki dinleyenler de, ister istemez, onun bu inancına katılıyorlardı.

Duadan sonra sıra onunla vedalaşmaya geldi. Ertesi sabah erkenden gidiyordu. Diana'yla Mary onu öptü; galiba onun bir fısıltısı üzerine de dışarı çıktılar. Ben de elimi uzatarak ona iyi yolculuklar diledim.

"Eksik olma, Jane," dedi. "Dediğim gibi, Cambridge' den iki haftaya kadar dönüyorum; yani düşünüp taşınman için hâlâ bu kadar bir süren var. Kişisel gurur, onur gibi şeylere kulak assaydım sana artık benimle evlenmenden söz etmezdim; ama ben ancak görevime kulak veriyorum. Başlıca amacımı, yani Tanrı'yı her şeyden üstün tutmayı, hiçbir zaman göz önünden ayırmamaya çalışıyorum. Peygamberimiz her acıya katlanmış; ben de öyle olacağım. Öfkeme kapılarak seni günahla karşı karşıya bırakıp gidemem. Pişmanlık getir, Jane; iş işten geçmeden karar ver. Unutma ki Tanrı bizlere zaman gündüzken çalışmamızı buyurmuş. 'Gece geliyor, o zaman kimse çalışamaz' diye uyarıda bulunmuş. Varlığının ölümsüz, yüce yönünü seçmen için Tanrı sana güç versin."

Bu son sözleri söylerken elini başıma koydu. İçten, tatlı bir ifadeyle konuşmuştu. Sevdiğini çağıran bir âşık ifadesi değildi bu; cemaatinin doğru yoldan sapmış bir kişisini geriye çağıran bir papazın, daha doğrusu, dirliğinden sorumlu olduğu ruhu korumaya çalışan bir "Koruyucu Melek"in ifadesiydi. Bütün yetenekli kimselerin –ister duygulu olsunlar, ister olmasınlar, ister yumuşak, ister sert olsunlar– karşılarındakini kolaylıkla etkilerinin altına alabildikleri zamanlar vardır, yeter ki içten olsunlar! Benim içimde o dakikada St. John'a karşı tapınmaya benzer bir duygu uyanmıştı, öyle şiddetli bir tapınma duygusu ki bir hızla beni ne zamandır kaçındığım noktaya doğru itiverdi. İçimden, ona karşı savaşmayı bırakmak geldi... Onun iradesinin seline atılıp varlığının akıntısına kapılmak, böylece kendi varlığımı eritip yitirmek. Bir zamanlar nasıl bir başka erkeğin, başka türlü ısrarlarının etkisi altında kalmışsam şimdi de St. John'un etkisi altındaydım. İki seferinde de aptallık ettim. İlk seferindeki ısrarlara kapılmak bir ilke yanlışıysa, bu seferki de bir yargı yanlışı olurdu. Şimdi o krizlere aradan geçen zamanın durgun aynasında bakınca bunu görebiliyorum; yalnız, o anda, budalalık ettiğimin farkında değildim.

Onun eli başımda, öyle duruyordum. "Hayır" deyişlerimin hepsi unutulmuş, korkularım giderilmiş, çırpınmam dinmişti. "Olamaz" dediğim şey, yani St. John'la evlenmem aklıma her an daha yakın gelmeye başlıyordu. Beklenmedik bir dalga, her şeyi kökünden değiştirmekteydi. Dinsel inancım dile geliyor, melekler el ediyor, Tanrı buyuruyor, yaşam bir ferman kâğıdı gibi sarılıp dürüldükçe ölümün açılan kapılarının ardından ölümsüzlük görünüyordu. Orada huzura kavuşmak için buradaki her şey bir anda feda edilebilirmiş gibi geliyordu. Loş oda hayallerle doluydu.

Genç misyoner, "Şimdi karar verebilir misin?" diye sordu.

Yumuşacık bir sesle sormuştu bunu; gene öyle, usulca, beni kendine doğru çekti. Ah şu yumuşaklık, uysallık! Şiddetten nasıl da güçlüdür! St. John'un gazabına karşı gelebilmiştim de şimdi, yumuşak başlılığının karşısında mum gibi erimekteydim. Bir yandan da hep biliyordum ki ona şimdi boyun eğsem bile önceki direnmemin hesabını bir gün gelip bana sormaktan dünyada vazgeçmeyecekti. Bu dua saati onun huyunu değiştirmiş değildi; yalnızca yaradılışının yüce yönünü, şimdilik üste çıkarmıştı.

"Emin olabilsem karar verirdim," dedim. "Seninle evlenmemin Tanrı iradesi olduğunu bilsem hemen şimdi, şuracıkta yemin ederdim evlenmeye... Sonradan ne olursa olsun!"

O, "Dualarım kabul oldu!" diye coştu, elini başıma büsbütün bastırdı. Sanki bana el koyuyordu. Kolunu, beni severmişçesine, bana sardı. "Severmişçesine" diyorum; çünkü aradaki ayırımı biliyordum. Sevilmenin nasıl olduğunu öğrenmiştim bir zamanlar. Şimdi ise ben de St. John gibi aşkı kafamdan silerek yalnız Tanrı'yı, görevimi düşünüyordum, üzerinde hâlâ kuşku bulutları uçuşan kararsızlığımla savaşıyordum. Bütün kalbimle, varlığımın bütün ateşiyle, candan istiyordum doğru yolu görebilmeyi!

"Gideceğim yolu göster bana, n'olur!" diye Tanrıma dua ediyordum. Ömrümde hiç bu kadar heyecanlandığımı bilmiyorum. Bundan sonra olup bitenlerin, heyecanın etkisi olup olmadığına siz karar verin.

Ev sessiz, durgundu. St. John'la benden başka herkes uykuya çekilmiş olsa gerek. Tek bir şamdandaki mum bitmek üzereydi. Oda Ay ışığı içinde yüzüyordu. Yüreğim derinden derine, hızlı hızlı çarpmaktaydı, vuruşu gövdemi sarsıyordu nerdeyse. Sonra, apansız, ta köküne kadar saplanan, anlatılmaz bir duyguyla durur gibi oldu; bu duygu hemen elime, ayağıma, başıma doğru yayıldı. Elektrik sarsması gibi değilse de, aynı derecede keskin, tuhaf, irkilticiydi. Bütün benliğimi, şimdiye dek derin bir uykudaymışım gibi; birden dürttü, silkeleyip zorla uyandırdı. Duygularım tetikte, sivrilip dikildiler. Gözlerim dört açılmış, kulaklarım kirişte, bütün vücudum iliklerime kadar titriyordu. St. John, "Ne duydun? Nedir gördüğün şey?" diye sordu.

Bir şey gördüğüm yoktu ama nereden geldiği belirsiz bir ses gelmişti kulağıma. Bu sesin, "Jane! Jane! Jane!" diye haykırdığını duydum; o kadar!

"Tanrım! Bu ne?" diye soluk soluğa fısıldadım. "Nerede?" diye sormak daha yerinde olurdu, çünkü bu ses ne odada, ne evde, ne de bahçedeydi; ne havadan geliyordu, ne yerin altından. Eskiden duymuşluğum vardı bu sesi... Nerede, ne zaman? Bulup çıkaramadım önce. Bir insan sesiydi. Tanıdık, sevilen, unutulmaz bir ses. Evet, efendimin, Edward Fairfax Rochester'ın sesiydi bu... Acı içinde, kahır içinde, ısrarla, yalvarışla, deli gibi beni çağırıyordu.

"Geliyorum!" diye bağırdım. "Bekle beni! Ah, bekle, geliyorum!"

Kapıya koşup dışarı baktım: Sofa karanlık. Bahçeye fırladım: Bomboş! "Neredesin?" diye haykırdım.

Vadinin gerisindeki yamaçlardan belli belirsiz bir karşılık geldi: "Neredesin?.." Kulak kesilmiştim. Rüzgâr çam ağaçlarının alçak dallarında dolaşıyordu. Her yanda bozkır sessizliği, sessiz gece... Çit kapısının yanındaki taflanların arasından kara bir hayalet gibi yükselen boş inana, "Sen çekil!" diye seslendim. "Bu senin marifetin değil. Ne de bir büyü işi. Bu bir doğa olayıdır. Doğa en sonunda coştu, eyleme geçti; bir mucize yarattığı söylenemezse de, elinden geleni yaptı!"

Peşimden gelen, beni tutmaya çalışan St. John'un elinden kendimi kurtardım. Artık benim kendi irademi kullanmamın sırası gelmişti. Bütün gücüm dirilip şahlanmıştı. St. John'a hiçbir şey sormamasını, söylememesini buyurdum, hemen gitmesini istedim. Yalnız kalmam şarttı. St. John dediklerimi hemen yaptı. Kişi, buyuracak güce sahip olunca buyruğu o saat dinlenir.

Odama çıktım, kapımı içeriden kilitledim, diz çökerek dua etmeye başladım. St. John'unkinden ayrı, kendimce bir duaydı bu, ama etkiliydi gene de. Tanrı'ya iyice yaklaştığımı duyumsuyordum. Ruhum minnet içinde O'nun ayaklarına kapandı. Bu şükran duasından sonra ayağa kalkarak bir karara vardım. Sonra, aydınlığa kavuşmuş olarak, hiç korkusuz, yatağıma uzandım. Artık sadece gün ışısın, diye bekliyordum.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro