49. Bölüm
Bu konuşmadan sonra St. John'la ilk olarak yalnız kaldığımızda, içimden ona bu duruma üzülüp üzülmediğini sormak geldi; ama hiç de avutulmayı ister gibi bir hali yoktu. Zaten onunla teklifsiz konuşmak alışkanlığını da yitirmiştim. Gene kabuğuna çekilmişti, bu kabuğun buz gibi sertliği karşısında benim dilim tutuluyordu. Sonra, beni kız kardeşleriyle bir tutmak için verdiği sözde de durmamıştı. Onlarla benim aramda durmadan ufak tefek ayırımlar gözetiyordu ki bunlar benim kanımı donduruyor, aramızda bir yakınlık yaratmak bakımından hiç de işe yaramıyordu. Kısacası, şimdi artık onun resmen akrabası olmuş, çatısının altında yaşıyordum ya, salt bir köy öğretmeni olduğum günlerden daha büyük bir uzaklık vardı aramızda. Onun bir zamanlar bana ne dereceye kadar açıldığını düşündükçe şu sıradaki soğukluğunu anlamakta güçlük çekiyordum doğrusu.
Bu yüzden, o gün birden başını kitabından kaldırıp bana bakarak, "Görüyorsun ya, Jane, savaş yapıldı, zafer kazanıldı!" dediği zaman az şaşırmadım. Bana gene böyle içten seslendiği için irkilmiştim, karşılık veremedim bir an. Şöyle bir duraladıktan sonra sordum:
"Ama, zaferleri çok pahalıya mal olan fatihler durumunda olmadığına emin misin? Böyle bir ikinci savaş, sonra kazanılacak zafer seni içinden yıkar sanırım."
"Ben sanmam," dedi. "Yalnız öyle olsa da ne çıkar? Artık bu tür bir savaş daha yapmama hiçbir zaman fırsat çıkmayacak. Bu olay bana kararımı tam olarak verdirtti: Yolum artık açık, ben de bundan dolayı Tanrı'ya şükrediyorum!"
Başını gene kitabına eğdi! Sessizliğe gömüldük.
Diana'nın, Mary'nin, benim mutluluğumuzun o ilk coşkunluğu durulmaya başlayınca eski alışkanlıklarımıza, düzenli çalışmalarımıza dönmeye başladık. St. John da evde daha çok kalmaya başladı. Mary resim çizer, Diana beni dehşete yakın bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakan ansiklopedik çalışmalarını sürdürür, ben de Almancamı ilerletmek için çabalarken St. John bir Doğu dili öğrenmeye çalışıyordu. Tasarladıklarını gerçekleştirebilmesi için bu dili bilmeyi zorunlu görüyormuş. Köşesinde böyle sessiz sedasız oturmuşken, kendini çalışmalarına iyice vermiş gibi görünürdü, ama o mavi gözlerinin, önündeki acayip sözlükten ayrılarak bizlerden yana kaymak, hatta arada saplanmak gibi bir huyu vardı. Bu gözler tuhaf, derin, dikkatli bir bakışla saplanırdı üzerimize. Bizim bakışlarımızla karşılaşır karşılaşmaz hemen çekilirdi, ama biraz sonra, gene aynı keskin dikkatle bizim masamıza dönerdi. Bunun ne anlama geldiğini merak ediyordum. Benim pek önemsemediğim bir şeye, yani haftada bir köy okuluna gidişime karşı onun gösterdiği ilgi, hoşnutluk da garibime gidiyordu. Hava bozuk olduğu zamanlar –kar, yağmur yağıyorsa ya da çok fırtına varsa– Diana ile Mary bana, "Gitme," diye diretirlerken St. John hep onların kaygılarını alaya alıyor, havaya bakmadan görevimi yapmaya beni itiyordu:
"Jane, sizin sandığınız kadar çıtkırıldım değil!" diyordu. "Dağ rüzgârlarına, sağanaklara, birkaç kar tanesine hepimiz kadar dayanabilir. Yapısı hem sağlam, hem de esnek. Böyleleri iklim değişikliklerine, daha gürbüz yapılılardan bile iyi dayanabilirler."
Çoğu zaman bir hayli yorgun, bazen de ıslanmış, üşümüş olarak eve döndüğüm vakitler dilim varıp da yakınamıyordum; çünkü dırdır edersem onun canını sıkacağımı biliyordum. O her konuda cesaretten, dayanıklılıktan hoşlanıyor, bunun tersi pek sinirine dokunuyordu. Yalnız, okula gideceğim günlerin birinde evde kalabilmem için izin çıktı; çünkü o sırada gerçekten soğuk almıştım. Benim yerime Diana ile Mary gittiler okula. Ben büyük odada oturmuş, Schiller okuyordum; St. John da o kargacık burgacık Doğu dili yazılarını sökmeye çalışıyordu. Oyalanmak için Almancadan kısa bir çeviri yaptığım sıra gözlerim ondan yana kayınca gene o keskin mavi gözlerin üzerime dikildiğini gördüm. Bu gözler ne zamandır böyle dikkatle beni süzmekteydi bilemem; yalnız, bakışları, bütün keskinliğine karşın, o derece buz gibi soğuktu ki bir an yersiz bir korkuya kapılmaktan kendimi alamadım... Doğaüstü, doğadışı bir varlıkla karşı karşıyaymışım gibi geldi bana.
"Jane, ne yapıyorsun?"
"Almanca çalışıyorum."
"Almancadan vazgeçip Hintçe öğrenmeni istiyorum."
"Ciddi söylemiyorsun ya bunu?"
"O kadar ciddi söylüyorum ki mutlaka dediğimi yaptıracağım sana. Nedenini de söyleyeyim."
O sırada kendisinin de Hintçe öğrenmeye çalıştığını ama ilerledikçe, önceden öğrendiklerini unuttuğunu anlattı. Bir öğrencisi olur da derslerin üzerinden onunla birlikte döne döne geçebilirse çok yararı olacak, öğrendikleri aklına daha iyi yerleşebilecekmiş. Bir süre öğrenciliğe kız kardeşlerinden birini mi, yoksa beni mi seçeceğini bilememiş, sonunda bende karar kılmış; çünkü en sebatlımızın ben olduğunu anlamış. Ona bu yardımı yapar mıymışım? Zaten bu özverim pek de uzun sürmeyecekmiş; çünkü onun İngiltere'den ayrılmasına şunun şurasında üç ay bir şey kalmış.
St. John kolay kolay "hayır" denilecek adamlardan değildi. Onun üzerinde bıraktığınız her izin, ister iyi olsun, ister kötü, çok derine gittiğini, bir daha hiç silinmeyeceğini sezinliyordunuz. Ben de, "Peki," dedim.
Diana eve döndüğü zaman kendi öğrencisinin bu arada St. John'un öğrencisi olup çıktığını gördü, güldü. O da, Mary de, kendileri olsa Hintçe öğrenmeye dünyada razı olmayacaklarını söylediler. St. John, serinkanlılıkla, "Biliyorum," dedi.
Onun öğretmenlikte pek sabırlı ve dayanıklı, bir o kadar da titiz olduğunu çok geçmeden öğrendim. Benden çok şey bekliyordu. Beklediğini verdiğim zaman da hoşnutluğunu kendince belirtiyordu. Zamanla üzerimde öyle bir etki sahibi olup çıktı ki düşünce özgürlüğüm kalmadı, diyebilirim. Onun ilgisi, hatta övgüsü, ilgisizliğinden çok daha tedirgin ediciydi. Artık o yanımızdayken serbestçe konuşup gülemez olmuştum; çünkü içimden kısılası bir ses durmadan bana onun gülüp söylemekten hoşlanmadığını yineliyordu. Onun yalnız ciddilikten hoşlandığını hiç kafamdan silemediğim için yanında uçarı, şakacı olmak, ciddi olmayan bir şey yapmaya çalışmak boşunaydı. Dondurucu bir büyünün etkisi altında kalmış gibiydim. St. John, "Git," deyince gidiyor, "Gel," deyince geliyor, "Yap," deyince yapıyordum. Hiç de hoşnut değildim bu kölelikten. Her seferinde, "Keşke bana karşı eski ilgisizliğinde kalsaydı," diye içimden geçiriyordum.
Bir gece, yatmadan önce, kız kardeşleriyle ben ona iyi geceler diliyorduk, âdeti olduğu üzere kardeşlerini öptü, gene âdeti olduğu üzere bana elini verdi. Diana'nın da şakacılığı üzerindeydi o gece (Diana, St. John'un iradesinin kölesi değildi; çünkü kendi iradesi, kendine göre, ağabeysininki kadar etkindi).
"St. John, sözde Jane senin üçüncü kardeşin olacaktı ama hiç kardeş gibi davranmıyorsun ona karşı," diye takıldı. "Onu da öpsene!"
Beni St. John'a doğru itti. Ben Diana'nın bu yaptığına biraz kızdım, tuhaf bir sıkılganlığa kapıldım. Ben böyle düşünceler, duygular içinde bocalarken St. John başını eğdi. Yüzünün o Grek heykellerini andıran profili benim yüzümle bir hizaya gelmişti. Gözleri soru sorarcasına gözlerimi deldi geçti... Sonra St. John beni öptü. "Mermerden ya da buzdan bir öpücük" diye bir şey olsa onun öpüşünün bu sınıfa gireceğini söyleyebilirdim. Belki de "deneme öpüşü" diye bir şey olsa gerek; çünkü St. John'un öpüşü tam bir deneme öpüşüydü; hatta öptükten sonra bıraktığı etkiyi anlamak için beni şöyle bir süzdü. Ne var ki çok çarpıcı olmamıştı bu etki. Kızarıp pembeleştiğimi hiç sanmıyorum; belki de biraz solgunlaşmışımdır bile; çünkü bu öpüş yüzüme vurulan bir damga gibi gelmişti bana.
St. John o geceden sonra bu küçük töreni hiç aksatmadı. Benim bu sıradaki sessizliğimde, ciddiliğimde çekici bir yön bulur gibiydi. Bana gelince, onu hoşnut etmek isteğim her gün artıyordu. Yalnız, bunun için yaradılışımın yarısını yadsımak, kişiliğimin yarısını baskı altında tutmak, eğilimlerimi gerçek kalıplarından söküp çıkararak kendimi yaradılışıma uygun olmayan kalıplara sokmak gerektiğini her gün biraz daha açıkça hissediyordum. St. John beni hiç ulaşamayacağım bir düzeye yükseltmeye çalışıyordu. Onun saptadığı bu yere erişebilmek için her an çabalamak beni harap ediyordu. Olmayacak bir şeydi bu... Benim düzensiz yüz çizgilerimi onun o duru, klasik yüz kalıbına sokmak, benim ışığa göre değişen yeşil gözlerime onun o deniz mavisi gözlerinin değişmez rengini vermek kadar olanaksız...
Şu var ki o sırada benim bir tutsak gibi elimi kolumu bağlayan yalnızca St. John'un etkisi değildi: Son zamanlarda bir boynu büküklük gelmişti üzerime. İçin için kemiren bir dert yüreğime girmiş, mutluluğumu daha doğarken emip boğuyordu: merak, kaygı.
Sevgili okurum, bütün bu değişikler arasında Edward Rochester'ı unutmuş olduğumu sanıyorsunuz belki de. Bir an bile unutmamıştım. O hep aklımdaydı; çünkü ona olan sevgim gün ışığında dağılıverecek bir sis ya da yağmur yağınca yıkılıverecek bir kumdan kale değil, mermer üzerine yontulmuş bir yazıydı ki mermer var olduğu sürece silinmezdi. Efendimin başına neler geldiğini öğrenmek isteği hiçbir zaman yakamı bırakmıyordu. Morton'dayken evime her girişte hemen bunu düşünmeye başlardım. Şimdi de Kır Evi'nde her gece yatak odama çekilir çekilmez bu düşünceyle yüz yüze geliyordum.
Avukat Briggs'le miras sorunu üstüne mektuplaşırken, Mr. Rochester'ın nerede, nasıl olduğu konusunda bilgi sormuştum. Yalnız, St. John'un tahmin ettiği gibi, Mr. Brigss'in, Mr. Rochester konusunda hiçbir bildiği yokmuş. Bunun üzerine, Mrs. Fairfax'a mektup yazarak efendimize ilişkin bilgi istemiştim. Bunun sorunu çözümleyeceğine inanıyordum; çünkü mektubuma hemen karşılık alacağımı sanıyordum. İki hafta geçip de bir ses çıkmayınca şaşkınlık içinde kaldım. Hele aradan iki ay geçtiği halde postadan hâlâ bir şey çıkmadığını gördükçe müthiş bir merak, kaygı beni pençesinin içine almaya başladı. Bir mektup daha yazdım.
Öyle ya, belki ilk mektup kaybolmuştu. Bu yeni atılımlardan sonra yeni bir umut başladı. Bu kezki umudum da öncekiler gibi birkaç hafta parladı, sonra soldu, sönükleşti: Ne bir mektup gelmişti, ne bir haber. Bir yılın yarısı boşuna bir bekleyişle geçtikten sonra umudum bütün bütün söndü, ruhum gerçek bir karanlığa gömüldü.
Bahar bütün güzelliğiyle çevremde pırıl pırıldı; ama ben bunun tadına varamıyordum ki! Yaz yaklaşıyordu. Diana beni avutabilmek çabasıyla, "Hasta bir halin var, seni deniz kıyısında bir yere götüreyim," diyordu. St. John buna razı olmuyor, benim eğlence, tembellik değil, çalışmak ihtiyacında olduğumu söylüyordu. Şimdiki yaşayışım pek amaçsızmış, bir erek, bir amaç gerekmiş bana! Bu eksildiği gidermek için olacak, bana verdiği Hintçe derslerini daha da uzattı, ağırlaştırdı. Beni daha çok çalışmaya zorluyor, ben de, budalalar gibi, ona karşı gelmeyi hiç düşünmüyordum. Elimde değildi ona karşı gelmek.
Bir gün dersimize her zamankinden daha durgun, daha tasalı olarak gelmiştim. Bu, pek üzücü bir düş kırıklığından ileri geliyordu. Hannah o sabah bana bir mektup geldiğini söylemişti. Ne zamandır beklediğim haberin en sonunda geldiğini sanarak aşağıya koştuğumda yalnızca Mr. Briggs'den, önemsiz bir iş pusulası bulmuştum. Çok acı gelmişti bu bana, biraz da ağlamıştım. Şimdi, bir Hintli yazmanın elinden çıkmış olan eğri büğrü şekillerin üzerine eğildikçe, gözlerim gene yaşlarla dolmaya başladı.
St. John beni yanına çağırtarak bir şeyler okuttu. Okurken sesim birden titredi, kelimeler hıçkırıklarımın arasında boğuldu. Büyük odada ikimiz yalnızdık. Diana piyano çalıyor, Mary de bahçeyle uğraşıyordu. Nefis bir mayıs günüydü... Açık, güneşli, esintili. St. John benim ağlamam karşısında hiçbir şaşkınlık göstermedi. Neden ağladığımı da sormayarak yalnızca, "Biraz bekleyelim de kendini toparla," dedi.
Ben hıçkırıklarımı bastırmaya çalışırken o hiç istifini bozmadan, sabırla bekledi. Yazı masasına yaslanmış otururken, hastasının hastalık gereği olan, olağan karşılanan bir krizini bilim gözüyle izleyen, sona ermesini bekleyen bir hekime benziyordu. Hıçkırıklarımı susturup gözlerimi kuruladım, bu sabah biraz rahatsız olduğuma ilişkin bir şeyler geveledikten sonra gene dersimi okumaya başladım, bitirmeyi de başardım. St. John kitaplarımızı kaldırdı, masasının gözüne kilitledi.
"Şimdi de benimle yürüyüşe çıkıyorsun, Jane," dedi.
"Diana'yla Mary'yi de çağırayım," dedim.
"Yok, bu sabah bir tek arkadaş istiyorum kendime; o da sen olacaksın. Hadi, giyin de mutfak kapısından çık. Vadi yoluna sap... Ben şimdi geliyorum."
Kesin, buyurgan, sert karakterli kimselere karşı davranışım, oldum olası, ya bütün boyun eğmek ya da azimle başkaldırmak olmuştur. Her zaman da, önceleri karşımdakinin iradesine boyun eğmişimdir, bardağı taşıran damlaya kadar; sonra, bir anda, kimi zaman bir yanardağ şiddetiyle patlayarak, başkaldırmışımdır. O anda ise başkaldırmak için bir neden olmadığı gibi benim gücüm de yoktu. Onun için St. John'un dediklerini harfi harfine yerine getirdim. On dakika sonra, küçük vadinin içinden geçen bir kır yolunda, onunla yan yana yürümekteydim.
Rüzgâr batıdan esiyordu, tepelerin üzerinden, bozkır fundalarının tatlı kokusuyla yüklü olarak. Gök lekesiz mavilikteydi, bahar yağmurlarından kabarmış olan dere de coşkun ve dupduru, güneşin altın ışınlarıyla gökyüzünün maviliğini yansıtıyordu. Dere boyunca ilerledikçe keçiyolu sona erdi, çimenlerin üzerinden yürümeye başladık. Yosun gibi yumuşak, zümrüt gibi yeşil olan bu çimenlerin arasına minicik beyaz çiçekler, yıldız gibi sarı papatyalar serpiştirilmişti. Tepeler çevremizi olduğu gibi kuşatmıştı sanki; bu küçük vadi dağların ta arasına sokulmuştu.
Sıra sıra kayaların ilk öncülerine ulaştığımızda St. John, "Şurada dinlenelim biraz," dedi.
Bu kayalar bir boğazın ağzında nöbetçi gibi dikilmişlerdi. Boğazın ardında dere bir çağlayan olup aşağı dökülüyor, tepeler çimenlerle çiçekleri üzerlerinden silkip atarak dağlaşıyordu. Bu dağların tek giyimi bozkır fundası, tek süsü yalçın kayalardı artık. Vadinin tenhalığı burada ıssız bir yaban halini alıyor, doğa, tazelikten uzaklaşarak yalın bir görkeme bürünüyordu. Yalnızlığın son sığınağı, sessizliğin son kalesiydi sanki burası.
Yere oturdum. St John yakınımda, ayakta duruyordu. Bir dağlara baktı, bir de vadiye. Bakışları derenin kıvrımlarına takıldı gitti. Bu bakışlar sonra döndü, sulara renk veren bulutsuz gökte boylu boyunca dolaştı. St. John şapkasını çıkararak alnını, saçlarını rüzgârın okşamasına bıraktı. Dağların ruhuyla konuşuyormuş gibiydi; gözlerinde de bir şeylerle vedalaşırmış gibi bir bakış belirmişti.
"Gene göreceğim buraları, düşlerimde," diye mırıldandı. "Ganj Irmağı'nın kıyısında uyurken... Daha sonra, daha karanlık bir ırmağın başında, daha derin bir uykuya teslim olurken..."
Garip bir sevgiyi belirten acayip sözlerdi bunlar. Yurtsever bir adamın, bırakıp gitmek üzere olduğu yurduna karşı beslediği ateşli bağlılık! St. John yanıma oturdu. Uzun zaman sessiz durduk. Ne o bana bir şey dedi, ne de ben ona. Sonra St. John, "Altı haftaya kadar yolcuyum, Jane," dedi. "Yirmi haziranda Hint Okyanusu'na doğru yola çıkacak bir gemide kamaramı ayırttım."
"Tanrı seni korur elbet; çünkü sen kendini ona adadın."
"Evet," dedi. "Zaten bana sevinç ve övünç veren de bu. Yanılmaz bir efendinin işçisiyim ben. İnsan kılavuzluğunda çıkmıyorum yola. Hepsi de benim gibi cılız bir solucandan ibaret olan insanların kusurlu kurallarına, yanılabilen denetimlerine bağlanmış olmayacağım. Benim önderim, yasam, yol gösterenim yanılmaz ve kusursuzdur. Bütün çevremdekilerin de aynı bayrak altında, aynı amaç uğrunda toplanmayışları bana çok tuhaf geliyor."
"Hepimizde senin gücün, yeteneğin yok ki! Zayıf olanların güçlülere ayak uydurmaya çalışması da aptallık olur."
"Zayıfları demek istemiyorum ben; aklıma bile getirmiyorum onları. Ben yalnızca bu göreve layık olanlara, bu görevi başarabilecek olanlara sesleniyorum."
"Bunların sayıları az, bulunmaları da zor olsa gerek."
"Doğru söylüyorsun. Yalnız, bir kez de bulduk mu bu gibi kimseleri heveslendirmek, atılım yapmaya özendirmek şarttır. Onlara kendi yetilerini öğretmek, Tanrı'nın bunları niçin bağışladıklarını anlatmak, kulaklarına Tanrı çağrısını fısıldamak, kısacası onlara Tanrı'nın seçkin kulları arasında bir yer göstermek boynumuzun borcudur."
"Bu kimseler gerçekten bu işin adamıysalar zaten kendi yürekleri bu çağrıyı onlara iletmez mi?" dedim. Çevremin müthiş bir büyüyle sarılmaya başladığını hissediyor gibiydim. Bu büyüyü hem ortaya vuracak; hem de pekleştirecek, geri alınmaz bir sözün söylenivereceğinden ödüm kopuyordu. St. John,
"Ya senin yüreğin ne diyor, bakalım?" diye sordu.
İçimden vurulmuşçasına ürpererek, "Yüreğim susuyor benim," dedim. "Susuyor."
O derin, amansız ses, "Öyleyse onun yerine ben konuşmak zorundayım," dedi. "Jane, benimle Hindistan'a gel. Yardımcım, ülkü arkadaşım olarak gel."
Vadi de, gökyüzü de fıldır fıldır döndü; dağlar, tepeler yerinden oynayıp dalgalandı. Gaipten bir çağrı duymuştum sanki. Gökten inen bir haberci, "Buraya gel, bize yardım et!" diye seslenmiş gibiydi. Yalnız, ben havari değildim ki! Haberciyi göremiyordum, çağrısına karşılık veremiyordum.
"St. John! Acı biraz bana!" diye adeta inledim.
Boynuna borç bildiği bir şeyde, ne acıma ne de pişmanlık tanımayan birisi vardı karşımda.
"Tanrı da, doğa da seni bir misyonerin eşi olmak üzere yaratmış," dedi. "Sana bedensel güzellikten çok ruhsal cevher bağışlamışlar. Aşk için değil, çalışmak için yaratılmışsın. Bir misyoner karısı olmalısın sen... Olacaksın mutlaka. Benim olacaksın... Sahip çıkıyorum sana. Zevkim için değil, önderimin hizmetinde kullanmak için."
"Bana göre değil bu," dedim. "İçimden gelmiyor ki! Tanrı'nın beni çağırdığını hissetmiyorum."
Benim ilkin böyle söyleyeceğimi hesaba katmıştı; onun için, sinirlenmedi, hatta sırtını arkasındaki kayaya dayayıp da kollarını göğsünde kavuşturduğu zaman onun uzun, çetin bir direnmeye kendini hazırlamış, bu direnmenin sonuna kadar yetecek bir sabır yığınağı sağlamış olduğunu anladım. Bu direnmenin kendisi için fetihle sonuçlanacağına da karar vermiş bulunuyordu.
"Jane, alçakgönüllülük, bir Hıristiyan için gerekli olan erdemlerin temel taşıdır," dedi. "Bu iş bana göre değil demekte haklısın. Kime göre olabilir ki? İçinden bu çağrıyı duyanlardan acaba hangisi kendini bu yüce göreve layık görmüştür? Ben, örneğin, bir toz, bir kül yığınından ibaret olduğumu biliyorum. Havari Paulus gibi ben de günahkârların en birincisi olduğumu itiraf ediyorum, ama alçak ve kirli oluşumdan yılarak yolumdan dönmek aklıma gelmiyor. Önderimi biliyorum çünkü: O kudretli olduğu kadar da adildir. Büyük bir görevin yapılması için cılız bir araç seçmişse de kendi yüceliğinin, bilgisinin sonsuzluğu sayesinde bizim yetersizliğimizi kapatmanın yolunu bulacaktır. Sen de benim gibi düşün, Jane... Benim gibi Tanrı'ya güven. Senden istediğim, sırtını Sonsuzlukların Kayası'na yaslamandır. Bizim insanca zayıflıklarımızın yükünü bu Kaya'nın kolaylıkla çekeceğinden hiç kuşkun olmasın."
"Misyonerlik hayatını anlamıyorum ben. Misyonerlerin çalışmaları üstüne hiçbir inceleme yapmış değilim."
"Bu konuda ben, bütün yetersizliğime karşın, sana gereken yardımda bulunabilirim. Yapacağın işleri saati saatine kararlaştırır, hep sana destek olur, dakikası dakikasına yardım edebilirim. Başlangıçta yaparım bunu. Çok geçmeden senin de benim kadar güçlü, becerikli olup çıkacağına inanıyorum; çünkü senin ne kadar cevherli olduğunu biliyorum. Ondan sonra da artık benim yardımıma ihtiyacın kalmaz."
"Bu yeteneklerim, cevherim, neymiş, neredeymiş? Ben bilincinde değilim bunların. Sen konuştukça içimden bir şeylerin kaynayıp coştuğunu duymuyorum; bir kıvılcımın parladığını, bir hevesin kıpırdadığını, sevinçli bir sesin yükseldiğini duymuyorum. Ah! Şu anda içimin nasıl ışıksız bir zindana benzediğini elimde olsa da sana gösterebilsem! Bu zindanın en dip köşesinde tek bir zavallı korku zincire vurulmuş bekliyor: Senin etkine kapılarak altından kalkamayacağım bir işe atılmak korkusu!"
"Sana vereceğim karşılık hazır, Jane. Dinle beni. İlk tanıştığımızdan beri gözüm hep senin üzerinde. Tam on aydır seni kendim için bir inceleme konusu yaptım. Bu arada çok çeşitli denemelerle senin değerini kendi kendime kanıtladım. Köy okulunda senin alışkın olmadığın, yaradılışına da pek uymayan bir işi titizlikle, gayret ve dürüstlükle, çok iyi başardığını gördüm. İşini hem nezaketle, hem de söz geçirerek yaptığını gördüm: Öğrencilerine sözünü geçirebildiğin kadar kendini sevdirmesini de biliyordun. Birden servete konmuş olduğunu öğrenince gösterdiğin sakinlik bana sende Demas'ın günahından arınmış bir ruh bulunduğunu gösterdi... Para hırsı sende yoktu. Servetini ille dörde bölmek istedin, bu istekte de direndin. Paranın ancak dörtte birini kendine ayırarak dörtte üçünden, salt hakseverlik uğruna vazgeçtin. Bu da bana senin ruhunun, özveri heyecanından, ateşinden zevk duyduğunu gösterdi. İlgi duyduğun bir çalışmadan, benim isteğim üzerine vazgeçerek benim ilgilendiğim bir çalışmaya başlamakta gösterdiğin uysallık, o gün bugündür bu çalışmada gösterdiğin yorulmak bilmez çaba, karşılaştığın güçlükler karşısında gösterdiğin sarsılmaz direnç, serinkanlılık... Bütün bunlar benim aradığım yetilerdir Jane; sen uysal, çalışkan, vefalı, özverili, kararlı, yürekli bir insansın. Duygulusun, incesin, kahramansın. Kendine güvensizlik duymaktan vazgeç artık. Ben sana gözüm kapalı güveniyorum. Hindistan'da okul işletmek, Hint aydınlarına yol göstermek gibi işlerde sen bana paha biçilmez yardımlarda bulunacaksın."
Beni saran demirden bir kefen gitgide sıkıyordu sanki. Aklımın yavaş yavaş, kesinlikle çelinmeye başladığını seziyordum. Gözlerimi istediğim kadar yumayım, St. John'un bu son sözleri o âna kadar kapalı gibi duran bir yolu az çok aralamıştı. Şimdiye kadar bana amaçsız, yönsüz gibi gelen çalışmalarım, onun eliyle yoğrulmuş, belirli bir biçim almıştı.
St. John benden bir karşılık bekliyordu. Düşünüp taşınabilmek için bir çeyrek saat zaman istedim.
"Hay hay!" dedi, ayağa kalkarak boğaza doğru ilerledi. Orada kendini bir yamaç üzerine attı, uzanıp yattı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro