Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

43. Bölüm


Kır Evi'nde oturanları yakından tanıdıkça büsbütün seviyordum. Birkaç gün içinde o kadar iyileştim ki artık bütün gün oturabiliyordum, dışarı çıkıp gezindiğim bile oluyordu. Mary ile Diana'nın işlerine, konuşmalarına katılıyor, izin verdikleri zaman onlara yardım da ediyordum. Bu arkadaşlığımızda benim için yepyeni olan, ruhumu tazeleyen bir mutluluk vardı: Beğeni, duygu, düşünce yönlerinden anlaşma zevki.

Onların beğendiği kitapları ben de beğeniyordum; onların sevdiği şeyler benim de gönlümü okşuyordu; onların saygı besledikleri şeyleri ben de baş tacı ediyordum. Onlar bu ücra evlerine derin bir sevgiyle bağlıydılar; ben de bu küçük, eski, boz renkli yapıda –çatısı alçak, kanatlı pencereleri kafesli, duvarları yosunlu bu evde; yaşlı çamları dağ rüzgârlarından hep bir yana yatmış, ancak en sağlam köklü çiçeklerin barınabildiği bu sarmaşıklı, pırnallı bahçede– değişmez, güçlü bir çekicilik buluyordum. Onlar dört bir yandaki mor gölgeli kırlara tutkundular. Çakıllı bir binek yoluyla inilen vadi, bu vadideki yaban çayırları, çayırlarda otlayan boz renkli koyunlarla yosun tüylü kuzucuklar... İki kız kardeş coşkun bir sevgiyle bağlıydılar bunlara. Ben de bu sevgiyi anlıyor, gücünü, derinliğini içimde duyuyordum. Bu yerlerin büyüsü beni sarmıştı, bu ıssızlıkta bir kutsallık bulur gibiydim. Bu kırların düzlüklerini, tepelerini, vahşi renklerini seyretmeye doyamıyordum. Bu renkleri toprağa, yosunlar, kır çiçekleri, otlar, parlak fundalar, tatlı sarı kayalar veriyordu. Sert rüzgârlar, yumuşak esintiler, kapalı günler, açık günler, gün doğuşları, gün batışları, ay, aydınlık geceler, karanlık geceler benim duygularımı da bir büyü altına almıştı.

Diana, Mary, ben evin içinde de aynı derecede anlaşıyorduk. Onların ikisi de benden daha hünerli, daha bilgiliydi. Ben de şimdi onların geçmiş oldukları bilgi yolunda hevesle gidiyordum. Onların verdikleri kitapları yutarcasına okuyordum. Sonra o gün okuduklarım üzerinde gece tartışma yapmak benim için büyük bir zevk oluyordu. Düşünce düşünceye uygun, görüşler bir... Kısacası, birbirimize tam denktik. Yalnız, bu üçlümüzün üstün bir önderi varsa, o da, Diana idi. Vücut yapısı bakımından benden çok üstündü; alımlıydı, güçlüydü. Öylesine yaşam dolup taşıyordu, öylesine dinçti, dayanıklıydı ki aklım almıyordu doğrusu, şaşıp kalıyordum. Söz gelişi, geceleyin yapılan konuşmalara ben bir süre katılabiliyordum; o ilk heves, coşkunluk geçtikten sonra bir iskemle çekip Diana'nın ayağı dibine oturarak, başımı dizine yaslamak, konuşulanları yalnızca dinlemek daha işime geliyordu. Diana ile Mary ise benim yalnızca değindiğim konuyu enine boyuna, derinlemesine işleyip duruyorlardı. Diana bana Almanca öğretmeyi önerdi. Seviyordum ondan ders almasını. Ben nasıl yeni yeni şeyler öğrenmekten zevk alıyorsam o da öğretmenliği seviyordu. Yaradılışlarımız birbirini tutuyordu. Bunun sonucu olarak da aramızda çok güçlü bir arkadaşlık bağı doğmuştu.

Diana ile Mary benim resim yaptığımı öğrenince kalemlerini, boya kutularını hemen bana verdiler. Bir bu noktada benim yeteneğim onlarınkinden üstündü. Yaptığım resimleri, hem şaşkınlıkla, hem de hayranlıkla karşılıyorlardı. Mary'nin bir saat oturup beni seyrettiği oluyordu. Sonra da kendisine resim dersi vermemi istedi. Pek anlayışlı, uyanık, söz dinler, çalışkan bir öğrenciydi doğrusu. Biz böyle baş başa çalışıp birbirimizi oyaladıkça günler saat gibi, haftalar gün gibi geçip gidiyordu.

St. John'a gelince, kardeşleriyle benim aramda o kadar doğal olarak fışkırmış olan yakınlık onu içermiyordu. Aramızda hâlâ bir uzaklık payı vardı ki bunun bir nedeni onun evde pek kalmayışıydı. Zamanının çoğunu cemaatinin hastalarını, yoksullarını görmeye gitmekle geçiriyor gibiydi. Kırlarda, tepelerde dağınık olan bu evleri gezmesine hiçbir hava durumu engel olamıyordu; hava iyi de olsa, kötü de olsa genç papaz sabah çalışması sona erince şapkasını alıyor, babasının Carlo adındaki yaşlı tazısı da peşinde, yola çıkıyordu. Bu çalışkanlığı, titizliği onun içindeki görev duygusundan mı ileri geliyordu, yoksa insan sevgisinden mi, bilemiyordum. Hava bozuksa kardeşleri ona evde kalması için yalvarıyorlardı, ama o üzgünlük belirten tuhaf bir gülüşle,

"Bugün biraz yağmur yağdı, rüzgâr esti diye bu kolay işlerden kaçınırsam yarın için tasarladığım işi nasıl başarabilirim?" diyordu. Diana ile Mary'nin buna verdikleri karşılık da çoğu zaman şöyle bir iç geçirmek, bir süre de kara kara düşünmek oluyordu.

St. John'la daha senli, benli olmamızı önleyen –evden sık sık uzak kalmasından başka– bir şey daha vardı: İçine kapanık, dalgın, hatta biraz yüzü gülmez bir insana benziyordu. Görevinde titiz, yaşayışı tertemiz, alnı açık bir adamdı, ama her dini bütün kimsenin, insanları seven herkesin hakkı olan iç huzuru onda yok gibiydi. Çoğu akşamlar pencere önündeki çalışma masasının başında otururken ikide bir işini bırakır, çenesini eline dayayıp kim bilir hangi düşüncelere dalardı. Bu düşüncelerin huzursuz, heyecanlı şeyler olduğu gözlerinde çakan parıltılardan, değişik ifadelerden belli oluyordu. Sonra, kardeşleri için doğayı mutluluğa dönüştüren tutku onda yoktu sanırım. Bozkırların sert güzelliğini överek evinin yosunlu duvarlarına karşı beslediği sevgiyi ortaya vurduğunu ancak bir kez duydum, o zaman bile sesinde, sözlerinde bir tasa var gibiydi. Kırlarda salt o ruh yatıştıran sessizliğin, insana huzur veren binbir doğal güzelliğin hatırı için dolaştığını hiç duymamıştım.

Az konuşan bir kimse olduğu için, bir süre onun zekâsı konusunda bir izlenim edinemedim. Bu fırsat ilk olarak elime Morton köy kilisesinde verdiği bir vaazı dinlerken geçti. Bu vaazı anlatabilmek isterdim, ama gücüm yetmez ki! Üzerimde bıraktığı etkiyi bile tam anlatabileceğimi hiç sanmıyorum. St. John sakin olarak başladı vaaza. İfade, ses bakımından da sonuna kadar sakin kaldı. Tane tane konuşuyordu. Çok geçmeden, konuşmasında, sımsıkı baskı altında tutulurken gene de taşan bir ateş kendini duyurmaya başladı. Bu ateş, hâlâ baskı altında tutuluyordu, ama gittikçe yoğunlaştı, güçlendi. Onun bu anlatım gücü karşısında insanın yüreği çarpıyor, kafası allak bullak oluyordu. Ruhu yumuşatıp eriten vaazlardan değildi bu; tersine, bir tuhaf sertlikle, buruklukla dopdoluydu. Gönül avutucu bir tatlılığı yoktu. Vaazı dinledikçe, rahatlayıp hafiflemek, aydınlanmak şöyle dursun, hüzünlere gömülüyordum. Başkalarını bilmem, ama bana öyle geliyordu ki bu akıcı, etkileyici sözler huzursuz bir ruhun umut kırıklığı dolu derinliklerinden kopup geliyordu; bu derinliklerde de giderilememiş özlemler, tedirgin edici hayaller kaynaşmaktaydı. Şuna emindim ki St. John Rivers, o kadar günahsız yaşamışken, vicdanı rahat, titiz çalışırken gene de Tanrı'nın insana bağışladığı o, "kavranamayacak kadar derin, yüce" huzura kavuşamamıştı. Bu konuda o da benim gibiydi... Ben ki yitirdiğim cennetin, kırdığım putun gizli, kahredici özlemini çekiyordum. İçimdeki bu gizli özlemi son zamanlarda pek dile getirmedim; ama gece gündüz, bu amansız duygunun pençesinde kıvranıyordum.

Bu arada, bir ay geçmişti. Diana ile Mary yakında Kır Evi'nden ayrılacaklar, kendilerini beklemekte olan bambaşka bir yaşantıya, bambaşka bir dünyaya döneceklerdi: Güney İngiltere'de büyük, debdebeli bir kentte birer ailenin yanında mürebbiyelik ediyorlardı onlar. Bu ailelerin zengin, burnu büyük kişileri onları yalnızca yanlarında çalışan, kendi ellerine bakan sıradan kimseler olarak görüyorlar, onların ancak işlerindeki becerilerine değer veriyorlardı... Aşçıbaşının ya da hizmetçilerin becerilerine değer vermeleri gibi; yoksa, onların Tanrı vergisi yeteneklerini, üstünlüklerini ne biliyor, ne de umursuyorlardı.

St. John bana bulacağına söz verdiği işten bir daha hiç söz açmamıştı. Benimse artık kendime bir iş bulmam gerekiyordu. Bir sabah salonda onunla yalnız kalınca, yüreğimi pekiştirerek, yanına yaklaştım. Pencerenin girintisi, masayla kitapları orada durduğu için, onun çalışma odası sayılırdı. Oraya doğru ilerleyerek, konuşmaya hazırlandım. Sorumu hangi kalıba koyacağımı bilemiyordum; çünkü onun gibi içine kapanık yaradılışta olanların kabuğunu delip geçmek zordur. Neyse ki söze kendisi başlayarak beni bu sorundan kurtardı. Ben yaklaşırken başını kaldırıp yüzüme bakarak, "Bana bir soracağınız mı var?" dedi.

"Evet. Bana bir iş buldunuz mu acaba, onu öğrenmek istiyordum."

"Bundan üç hafta önce sizin için bir iş buldum ben... Daha doğrusu yarattım. Ne var ki burada hem mutluydunuz hem de yararlı oluyordunuz. Kardeşlerim size pek bağlanmışlardı, arkadaşlığınız onlara görülmemiş bir zevk veriyordu. Nasıl olsa, onlar buradan ayrılınca sizin de gitmeniz gerekecekti. O güne kadar da birbirimizin rahatını bozmamızı yersiz buldum."

"Kardeşleriniz üç güne kadar gidiyorlar, değil mi?"

"Öyle. Onlar gidince ben de Morton'daki evime dönüyorum. Hannah da benimle gelecek. Bu evi kapatacağız."

St. John'un ilk konumuza dönmesini bekleyerek birkaç dakika sustum. O ise bambaşka bir düşünceye dalmış gibiydi. Beni de, işimi de unuttuğu bakışlarından belliydi. Benim için bir kaygı kaynağı, son derece önemli olan bu konuyu yeniden açmak zorunda kaldım.

"Benim için düşündüğünüz iş nedir?" diye sordum. "Umarım bu üç haftalık gecikme yüzünden tehlikeye girmemiştir."

"Yo; çünkü bunda gerekli tek koşul bu işi benim size vermem, sizin de üstlenmenizdir."

Gene bir duraladı. Sözlerinin arkasını getirmeye karşı bir isteksizlik duyuyor gibiydi. Sabırsızlanmaya başlamıştım. Ellerimin ufak bir kımıldanışı, soru sorarcasına, heyecanla yüzüne diktiğim bakışlarım, sabırsızlığımı ona söz kadar açık olarak, daha da zahmetsizce belirtmeye yetti.

"Acele etmenize gerek yok," dedi. "Açıkça söyleyeyim ki şöyle kârlı, rahat bir öneri değil benimki. Zaten, hatırlarsınız, daha ilk baştan söylemiştim: Benim size yapabileceğim yardım bir körün topala yapacağı yardım olacaktır; çünkü ben yoksul bir adamım. Babamın bıraktığı borçları ödedikten sonra elime kala kala bir bu, her yanı dökülen ev, arkadaki kurumuş çam koruluğu, bir de öndeki bir karış bozkır toprağıyla birkaç çalı çırpı kalacak. Önemsiz bir kişiyim. Rivers soyadı eskidir, köklüdür ama bu soyun son üç temsilcisinden ikisi ekmeklerini yabancı kapılarda çalışarak taştan çıkarıyorlar; üçüncüsü de kendini yurdunda bir sürgün olarak görüyor... Bu kişi böyle yaşadığı için kendisini onurlu sayıyor ve öyle de saymak zorundadır. Tek istediği, bedensel bağlardan ayrılmanın acı saati geldiğinde, en önemsiz üyesi olduğu askerlerinin başkanı tarafından 'Ayağa kalk ve beni izle!' diye çağrılmaktır."

St. John bu sözleri vaaz verirkenki gibi yumuşak, sakin bir sesle söyledi. Yüzünde hiç renk yoktu, yalnızca gözleri parlıyordu. Sonra sözünü sürdürdü:

"Evet, ben kendim yoksul, orta çapta bir kimse olduğuma göre size de ancak o ölçüde, az paralı bir iş bulabilirim. Siz bunu kendinize belki de layık görmezsiniz; çünkü 'kibar' denilen kişilerden olduğunuz anlaşılıyor. Beğenileriniz ince; okumuş, görgülü kimseler arasında bulunmuşsunuz. Yalnız, bence, insanlara yararı dokunan hiçbir iş onu yapanı küçük düşürmez, hatta bana göre işlenen toprak ne denli çorak, elde edilen ürün ne denli azsa işleyene düşen şeref o kadar büyüktür. Bu görev onu bir öncü mertebesine yükseltir. Hıristiyanlık tarihinin ilk öncüleri Havariler'dir, önderleri ise Yüce Kurtarıcı'nın ta kendisi, Hz. İsa."

Gene sustuğunu görünce, "Evet?" dedim. "Susmayın lütfen."

Genç papaz önce beni şöyle bir süzdü; daha doğrusu, başka işi yokmuş da yüzümü okumak istiyormuş gibiydi... Yüzümün çizgileri bir kitabın satırlarıydı sanki. Bu incelemeden edindiği sonuçlan ortaya döktü:

"Size önereceğim görevi üzerinize alıp bir süre yapacağınıza inanıyorum. Yalnız sürekli olarak çalışamayacaksınız... Nasıl ki ben köy papazlığının bu dar, sıkıcı, durgun, gizli çemberi içinde sürekli olarak kalamam. Benim yaradılışımda olduğu gibi sizin yaradılışınızda da bir huzursuzluk tortusu var... Benimkine benzemiyor ama gene de var."

Gene duralamıştı. Ben, "Anlatın lütfen," diye ısrar ettim.

"Anlatayım. Zaten önereceğim işin de nasıl kendi halinde bir iş olduğunu göreceksiniz... Ufacık, sıkıcı bir iş. Babam öldü, artık kendi başıma buyruk olduğum için, Morton'da pek kalmayacağım ben... Çok çok bir yıl daha. Ne var ki, kaldığım sürece bu köyün kalkınması için elimden geleni yapacağım. İki yıl önce, ben ilk geldiğimde Morton'da ne okul vardı, ne bir şey. Fakir fukara çocuğunun elinde okuyup yükselmek için bir tek umut yoktu. Erkek çocuklar için okul kurdum, şimdi de kızlar için okul kurmak niyetindeyim. Bunun için bir bina kiraladım. Yanında da öğretmenin oturacağı iki odalı bir köy evi var. Öğretmen yılda otuz sterlin maaş alacak. Evi hazır döşeli, pek basit ama eksiği de yok. Bir hanımın iyiliğine borçluyuz bunu. Cemaatimin tek zengini olan vadideki iğne dökümhanesinin sahibi Mr. Oliver'ın kızı. Öksüz Yurdu'ndaki bir kızın bakımını, eğitimini de üzerine almış bulunuyor; yalnız, buna karşılık bir şart koşmuş: Kız da öğretmen hanımın ev işlerine yardım edecek. Bu öğretmenliği siz üzerinize alır mısınız?"

St. John bunu çabuk çabuk sormuştu. Öfkeli ya da en azından, küçümser bir karşılık vermemi bekler gibiydi. Düşüncelerimle duygularımın bir kısmını kestirebilmişti, ama hepsini sezmesinin yolu yoktu; onun için, bu öneriyi nasıl karşılayacağımı bilemezdi. Gerçekten de kendi halinde bir işti bana sunduğu; ama gözlerden uzak, güvenlikli bir işti. Benim de güvenli bir barınağa, bir sığınağa ihtiyacım vardı. Evet, yorucu, belki de sıkıcı, ağır bir işti, ama bir zengin evinde mürebbiye olmakla ölçülünce hiç olmazsa bağımsızdı. O sırada el eline bakmak korkusu da yüreğimi kızgın demir gibi dağlar olmuştu. Hiç de onursuz, küçümsenecek, insanı alçaltabilecek bir iş değildi bu. Kararımı verdim.

"Mr. Rivers... Önerinize çok teşekkür ederim. Seve seve kabul ediyorum."

"Yalnız, dediklerimi anlıyor musunuz? Bir köy okulu bu. Öğrencilerinizin hepsi yoksul çocuğu olacak... Köy kızları... Bilemediniz, birkaç rençper çocuğu. Okuma-yazma, biraz hesap, örgü dikiş... Vereceğiniz dersler bundan ibaret kalacak; öteki bilgileriniz, hünerleriniz boşa gidecek; duygularınız, beğenileriniz körlenecek."

"O kadar kolay körlenmez onlar. Yeniden gerekinceye kadar dayanırlar elbet."

"Demek, bile bile atılıyorsunuz bu işe?"

"Evet."

Gülümsedi. Acı ya da tasalı değil de çok hoşnut kaldığını belli eden bir gülüştü bu. "Peki, ne zaman başlayacaksınız göreve?"

"Yarın evimi gider görürüm. Okulu da, siz uygun görürseniz, haftaya açarım."

"Güzel. Öyle olsun." Ayağa kalktı, odanın içinde dolaşmaya başladı. Sonra durdu, gene bana baktı. Başını iki yana salladı.

"Kaygılandığınız sakınca nedir Mr. Rivers?" diye sordum.

"Morton'da uzun kalmazsınız siz. Yok, bir süre sonra gidersiniz."

"Neden? Niçin, böyle düşünüyorsunuz?"

"Gözlerinizin bakışından okuyorum. Değişmez, dingin, tekdüze bir yaşam sürecek insan değilsiniz siz."

"Hırsım yoktur benim."

"Hırs" sözünü duyunca irkilir gibi oldu. "Hayır," dedi. "Ama, hırs neden aklınıza geldi? Sizin yok, ama benim hırslarım var hayatta. Nasıl anladınız bunu?"

"Ben kendimden konuşuyorum."

"Sizin belki hırslarınız yok ama..."

"Evet?"

"Tutkularınız var, diyecektim. Yalnız, bu sözü belki başka anlama çeker de sinirlenirsiniz, diye çekindim. Demek istediğim, insanlara karşı beslediğiniz duygular, bağlar çok güçlü oluyor, sizi sımsıkı tutuyor. Boş zamanlarınızı yalnızlık içinde geçirmeye, çalışma saatlerinizi de oldukça sıkıcı, tekdüze bir işe adamaya uzun zaman boyun eğeceğinizi sanmıyorum... Nasıl ki ben de burada, bataklıklara saplanmış, dağlar arasında sıkışmış bir durumda uzun zaman kalamam. Benim, Tanrı vergisi olan yaradılışıma aykırı bir şeydir bu... Tanrı vergisi olan yeteneklerimin körlenmesi, yabana gitmesi demektir... Duyuyor musunuz, kendi kendimi nasıl yalanlıyorum? Ben ki vaazlarımda insanların en basit yaşam koşullarına bile boyun eğmelerini salık veririm; en alçakgönüllü bir oduncunun, bir sucunun bile aslında Tanrı hizmeti gördüğünü ileri sürerim. Ben, kendimi Tanrı sözünün duyurulmasına adamış olan bir papaz... Huzursuzluktan neredeyse sayıklıyorum şu anda. Her neyse, insan ne yapıp yapmalı, duygularıyla görevlerini bağdaştırmaya bakmalı."

Bunları söyledikten sonra dışarı çıktı. Şu kısa konuşma sırasında ona ilişkin, son bir ay içinde edindiğimden daha çok bilgi edinmiştim. Yalnız, gene de onu bütünüyle anlayabilmiş değildim.

Mary ile Diana evlerinden, kardeşlerinden ayrılacakları gün yaklaştıkça, büsbütün bir hüzne, sessizliğe bürünmekteydiler. İkisi de her zamanki gibi görünmek için çabalıyorlardı, ama üzüntülerini iyice yenmelerine ya da gizlenmelerine olanak yoktu. Diana bu seferkinin bundan öncekilerden çok bambaşka bir ayrılık olacağını belirtiyordu. St. John'u belki yıllar yılı göremeyeceklermiş artık. Hiç görmemeleri olasılığı da varmış!

"Uzun zamandır kurduğu tasarılar uğruna her şeyi tepip gidecek o! Ah, Jane, bizim St. John sessiz, sakin görünür, ama içinde alev alev yanan bir humma gizlidir. Yumuşak başlı görünür, ama kimi şeylerde ölüm gibi amansızdır. İşin en kötüsü de şu ki, verdiği karardan onu caydırmaya vicdanım razı gelmiyor. Onu dünyada suçlayamam bu yüzden. Doğru, yüce, onurlu bir karar. Yalnız, gel bir de kalbime sor! İçim parçalanıyor!"

Diana'nın o güzel gözleri yaş içinde kalmıştı. Mary başını elindeki işe doğru büsbütün eğerek, "Babasız kalmıştık; şimdi evsiz, kardeşsiz de kalıyoruz artık," diye mırıldandı.

Tam bu sırada bir şey oldu ki, "Felaket hiçbir zaman tek gelmez!" sözünün doğruluğunu kanıtlamak için kaderin eliyle, bile bile yapılmış sanırdınız. St. John'un, elindeki bir mektubu okuyarak pencerenin önünden geçtiğini gördük. Bir an sonra içeri girerek, "John dayımız ölmüş," dedi.

Kız kardeşlerin ikisi de yıldırımla vurulmuşa döndüler. Yalnız, besbelli, bu haber onlar için önemliyse de üzücü değildi.

Diana, "Ölmüş mü?" dedi.

"Evet."

Genç kız, kardeşinin yüzüne soru sorar gibi bir bakış saplayarak, alçak sesle, "E sonra?" dedi.

St. John o mermer heykel ifadesizliğini hiç bozmayarak, "E sonra, ölmüş işte," dedi. "Başkaca bir şey yok. Al oku."

Mektubu Diana'nın kucağına atıverdi. Kız mektubu şöyle bir gözden geçirdikten sonra Mary'ye uzattı. Mary de sessizce okudu, gene St. John'a verdi. Üç kardeş bakıştılar, gülümsediler... Tasalı, acı bir gülüş.

Diana, sonunda, "Tanrı'nın dediği olur," dedi. "Hiç olmazsa biz yaşıyoruz."

Mary, "Kazancımız yoksa bir şey yitirmiş de değiliz ya," diye görüşünü belirtti.

St. John, "Yalnız, insan ister istemez üzülüyor," diye söylendi. "Ya öbür türlü olsaydı nasıl başka olurdu, diye gönlünden geçiriyor insan."

Mektubu katlayıp masanın bir gözüne kilitledi, sonra gene dışarı çıktı. Bir süre konuşan olmadı. Sonra Diana bana döndü:

"Jane, bizim bu konuşmalarımızdan sen hiçbir şey anlamıyorsundur. Dayı gibi yakın bir akrabamızın ölümü karşısında bu kadar soğukkanlı oluşumuza da şaşıyorsundur. Annemin öz kardeşiydi, ama biz dayımızı ne gördük, ne tanıdık. Babamla çok eskiden darılmışlar; çünkü babam onun öğüdüne uyarak atıldığı bir iş yüzünden iflas etmiş. Karşılıklı birbirlerini suçlamışlar. Öfkeyle ayrılmışlar, bir daha da barışmamışlar. Dayıma sonradan Tanrı, yürü ya kulum, demiş. Yirmi bin sterlinlik bir servet sahibi olmuş. Hiç evlenmemiş. Bizlerden başka bir tek yeğeni daha var ki ona bizden daha yakın değildir. Babam her zaman dayımın, kendisine karşı işlediği yanlışı gidermek için, bize miras bırakacağını umardı. Bu aldığımız mektup onun mirasını, son kuruşuna kadar öbür yeğenine bıraktığını belirtiyor. St. John, Diana ve Mary Rivers'a birer yas yüzüğü satın alabilsinler, diye otuz altın bırakmış! Dilediğini yapmak dayımızın hakkıydı elbette; ama böyle bir mektup alınca insanın ister istemez keyfi kaçıyor biraz. Mary ile ben bin sterlini bir arada görsek kendimizi zengin sayardık. St. John da bu parayı öyle yararlı işlere kullanırdı ki!"

Bu açıklamadan sonra lafı değiştirdiler, bir daha hiçbiri ağızlarına almadılar. Ertesi gün ben Kır Evi'nden ayrılarak Morton'a gittim. Daha ertesi gün de Diana ile Mary uzaktaki B... kasabasına gitmek üzere yola çıktılar. Bir hafta sonra St. John'la Hannah da Morton köyündeki papaz evine dönünce eski ev bütün bütün boşalmış, ıssız kalmış oldu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro