Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

42. Bölüm


Ondan sonraki birkaç günün, gecenin anısı kafamda pek silik. Birtakım duygularımı anımsıyorum; ama ne düşünüyor, ne de herhangi bir harekette bulunuyordum. Küçük bir oda içinde, dar bir karyolada olduğumu biliyordum. Gövdem yatağa kaynamıştı sanki; taş gibi kımıldamadan yatıp duruyordum. Beni bu yataktan kalkmaya zorlamak öldürmekle bir olurdu. Zamanın geçişiyle, günlerin başlayıp bitişiyle ilgilenmiyordum. Odama girip çıkanları algılıyordum, ama kim olduklarını tanımıyordum. Yakınımdaysalar, konuştuklarını da anlıyordum; yalnız, sorulanlara karşılık veremiyordum. Dudaklarımı kıpırdatmak da kollarımı, bacaklarımı kımıldatmak kadar olanaksız geliyordu.

Odama en çok gelen, hizmetçi kadın Hannah idi. Onun gelişi beni tedirgin ediyordu. Benim orada oluşumdan hoşnut olmadığını, benden kuşkulandığını sezer gibiydim. Mary ile Diana da günde bir-iki kez odama geliyorlar, başucumda fısıldaşıyorlardı.

"İyi ki almışız onu içeri."

"Evet, bütün gece dışarıda kalsaydı sabaha onu kapımızın önünde ölü bulurduk. Başına neler geldi acaba?"

"Olağanüstü bir şeyler olsa gerek, zavallı, evsiz barksız, kimsesiz çocuk!"

"Konuşmasına bakılırsa cahil bir kız değil. Hem sözleri, hem de konuşması pek kibardı. Sırtından çıkan giysiler de, çamurlu, ıslak olmasına karşın, az giyilmiş, iyi şeyler."

"Tuhaf bir yüzü var. Şu erimiş, kemik kalmış haliyle bile hoşuma gidiyor. Sağlığı, canlılığı yerine geldiği zaman pek şirin, hoş olur besbelli."

İki kız kardeşin konuşmalarında, bana gösterdikleri konukseverlikten pişman olduklarını gösteren bir tek söz ya da bana karşı bir kuşku, güvensizlik ifadesi duymadım. Bu içimi rahatlatıyordu.

Mr. St. John odama ancak bir kez geldi. Bana baktı, bu bitkinliğimin uzun süren büyük bir yorgunluğa karşı bir tepki olduğunu, doktor çağırmaya gerek olmadığını, kendi haline bırakılırsa doğanın gerekli şifayı sağlayacağını söyledi. Benim bütün sinirlerimin, bünyemin bir şeyden ötürü müthiş bir gerginlik geçirmiş olduğunu tahmin ediyor, bir süre için bedensel ve duygusal yönden uyuşuk kalmam gerektiğini ileri sürüyordu. Hastalık görmüyordu bende. Bir kez ayağa kalktım mı sağlığımın çarçabuk yerine geleceği kanısındaydı. Bunları yavaş, sakin bir sesle, kısaca anlattı. Bir duralamadan sonra da duygularını, düşüncelerini pek açmaya alışık olmadığını belli eden bir ifadeyle, "Değişik, sık rastlanmayan bir yüz," dedi. "Kabalıkla, bayağılıkla hiçbir ilişiği yok."

Diana, "Tam tersi," dedi. "St. John, ne yalan söyleyeyim, bu zavallı küçüğe kanım kaynadı benim. Keşke onu sürekli olarak kanadımızın altına alabilsek."

St. John, "Bu pek olası değil," dedi. "Bak göreceksin, bu kız ana babasıyla kavga edip bir öfke ânında evden kaçan bir küçükhanım falandır. Biz belki onu ailesine geri vermeyi başarırız, küçükhanım inat etmezse. Yalnız, yüz çizgilerinde güçlü bir kişilik okunuyor; onun için, pek söz dinleyeceğini de ummuyorum." Genç adam durduğu yerden uzun uzun beni süzdü. "İnce, tatlı ama zerrece güzel değil!" diye hüküm verdi.

"Ama, St. John, öyle bitkin ki!"

"Ne olursa olsun, güzel değil. Güzellik için zorunlu olan uyum yok yüzünün çizgilerinde."

Üçüncü gün iyileşmeye başladım. Dördüncü gün artık konuşabiliyor, yatakta doğrulup dönebiliyordum. Hannah bana, galiba öğle sırasında, biraz lapayla kızarmış kuru ekmek getirmişti. Şimdiye kadar zorlukla yuttuğum her lokma bana zehir gibi gelirken bu kez yediğimin lezzetini aldım. Şimdi kendimi daha canlı, dinç buluyordum. Çok geçmeden, hareketsizliğin verdiği bir hareket isteği beni dürttü. Canım kalkmak istedi, ama sırtıma ne giyecektim? Yerlerde yatıp bataklıklarda sürünürken sırtımda olan giyeceklerimden başka bir şeyim yoktu. Bana iyilik etmiş olan ev sahiplerinin karşısına bu kılıkta çıkmaya utanırdım doğrusu. Kaygım yersizmiş meğer: Yatağımın yanındaki bir koltuğun üzerinde bütün giyeceklerim, tertemiz, kupkuru duruyordu. Siyah ipekli elbisem askıda asılıydı. Temizlenip ütülenmişti; hatta pabuçlarım, çoraplarım bile temizlenmişti. Odada leğen, ibrik, tarak ve fırça da vardı. Birkaç dakikada bir dinlenerek, sonunda yıkanıp giyinmeyi başardım. Elbiselerim üstümden sarkıyordu; çünkü iğne ipliğe dönmüştüm. Omzuma bir şal sarınca bu kusurlar da gizlendi. Oldum olası pasaklılıktan, pislikten nefret etmiş, bunların insanı alçalttığına inanmışımdır. Şimdi artık gene eski temiz, mum gibi düzgün kılığıma bürünmüş olarak, taş merdivenin tırabzanına tutuna tutuna aşağı indim. Basık tavanlı, dar bir koridordan geçerek sonunda mutfağı buldum.

Burası mis gibi yeni pişmiş ekmek kokusuyla, gür ateşin tatlı sıcağıyla dopdoluydu. Hannah fırında bir şeyler pişirmekteydi. Cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. Önyargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler. Bunları söküp atmak, kökünü kurutmak zor mu zordur; bunu biliyordum. Hannah başlangıçta bana karşı pek soğuk, gergin davranmıştı. Yalnız, son zamanlarda biraz yumuşamaya başlar gibiydi. Hele şimdi benim giyimli, derli toplu olarak içeri girdiğimi görünce, açıkça gülümsedi:

"Ne! Kalktın demek! Daha iyisin, anlaşılan. İstersen şu şöminenin yanındaki yere otur."

Sallanan koltuğu gösteriyordu. Oturdum. Hannah mutfakta çalışarak dönüp dolandıkça yan gözle bana da bakıyordu. Bir ara, fırından birkaç ekmek çıkardıktan sonra bana dönerek dobra dobra sordu: "Buraya gelmeden önce de dilendiğin oldu mu?"

Bir an tepem attı ama öfkelenmeye hakkım olmadığını, onun karşısına gerçekten bir dilenci olarak çıktığımı aklıma getirerek sakin, gene de kesin bir dille, "Yanlışın var," dedim. "Sen beni dilenci sandın ama değilim. Seninle hanımların kadar dürüst bir insanım."

Bir sessizlikten sonra Hannah, "Neyse, bu işe benim aklım ermedi," dedi. "Evin barkın, paran pulun yok ama öyle değil mi?"

"Evsiz barksız, parasız pulsuz olmak, insanı ille de senin düşündüğün gibi yapmaz."

Gene bir duralama oldu. Sonra Hannah, "Okumuş musun sen?" diye sordu.

"Evet; hem de iyice."

"Ama, yatılı okula gitmişliğin yoktur sanırım?"

"Sekiz yıl yatılı okulda okudum ben."

Kadın gözlerini iri iri açtı: "Öyleyse neden çalışıp kazanmıyorsun ekmek paranı?"

"Çalışıyordum. Bundan sonra da çalışıp ekmeğimi çıkaracağım elbet... Şu frenküzümlerini ne yapacaksın?"

"Meyveli turta pişireceğim."

"Ver de ben ayıklayayım."

"Yok, sana iş gördürmem ben."

"Ama, ben bir şeyler yapmak istiyorum. Ver sen onları bana."

Hannah razı olup tası bana verdi; üstümü başımı berbat etmeyeyim diye, kucağıma, sermek üzere temiz bir havlu bile uzattı. Sonra, "Ev işi yapmadığın ellerinden belli," diye fikir yürüttü. "Yoksa terzilik mi yapıyordun?"

"Yok, terzi değildim. Yalnız, sen bana aldırma. Kafanı benim için yorma da burasının neresi olduğunu söyle."

"Kimi Bataklık Bitimi der, kimi Kır Evi."

"Burada oturan beyin adı da St. John; öyle mi?"

"Yok, o burada oturmaz, şimdilik geldi. Onun evi Morton'da."

"Birkaç kilometre ötedeki köy mü?"

"Evet."

"Ne iş yapar?"

"Papazdır."

O köyde papazı aradığım zaman kâhya kadının söyledikleri aklıma geldi. "Burası onun babasının evi oluyor öyleyse?" diye sordum.

"Doğru. İhtiyar Mr. Rivers'in eviydi burası. Onun babası, dedesi, dedesinin dedesi de burada oturmuşlardı."

"Demek bu beyin tam adı St. John Rivers, öyle mi?"

"Evet St. John öz adıdır."

"Kardeşlerinin adları da Diana'yla Mary Rivers, öyle mi?"

"Öyle."

"Babaları öldü demek?"

"Üç hafta oluyor... İnme gelip öldü."

"Anneleri yok mu?"

"Hanımcığım öleli yıllar var."

"Sen çoktandır bu ailenin yanında mısın?"

"Otuz yıldır yanlarındayım. Çocukların üçünü de ben büyüttüm."

"Demek ki dürüst, sadık bir yardımcısın. Sen bana dilenci demek saygısızlığını gösterdin ama ben sana hakkını vereceğim."

Kadın gene şaşkınlıkla yüzüme baktı, "Senin hepten günahını almışım, besbelli," dedi. "Ama, ortalarda öyle çok hırsız uğursuz var ki! Kusura bakma artık."

Ben enikonu sertlikle, "Beni kapı dışarı ettin sen!" dedim. "O geceki gibi bir gecede kapıya köpek gelse atılmazdı!"

"Doğru, belki katı yüreklilik ettim biraz ama ne yapsaydım? Ben kendimden çok çocukları düşünüyorum. Benden başka koruyacak kimseleri yok ki! Bu yüzden çoğu kez sert davranıyorum." Ben bir süre kaşlarımı çatarak sessiz durdum. Hannah gene, "Sen benim kusuruma bakma," dedi.

"Nasıl bakmam! Bak söyleyeyim: Asıl gücüme giden beni kapıdan çevirip dilenci yerine koymandan çok, demin söylediğin şeyler... Hani evim, param yok, diye beni hor görmen. Dünya tarihinin en iyi insanlarından bir çoğu benim gibi parasız, evsiz yaşamışlardır. Sen dini bütün bir Hıristiyan'san yoksulluğu suç saymaman gerekir."

"Pek doğru. Küçükbey de bana öyle der. İyi etmedim sana yüz çevirmekle. Ama şimdi seni büsbütün başka görüyorum, doğrusu. Temiz pak, hanım hanımcık bir kızcağıza benzersin."

"Öyleyse, tamam. Seni bağışlıyorum. Ver elini."

Hannah o katı, unlu elini uzattı; yüzünü deminkinden daha candan bir gülüş aydınlattı. Ondan sonra dost olduk. Kadının konuşmayı sevdiği belliydi. Ben meyveleri ayıklar, o da hamur kararken ölmüş efendisiyle hanımı, "çocuklar" üstüne rastgele bilgi vermeye başladı. Anlattığına göre, ihtiyar Mr. Rivers sade, kendi halinde bir adam olmakla birlikte son derece eski bir soydan gelme, tam bir beyefendiymiş. Kır Evi kuruldu kurulalı orada hep Rivers'lar oturmuşlar. Ufak, gösterişsiz bir yere benziyormuş, ama iki yüz yaşında varmış. Belki Morton Vadisi'ndeki Oliver'ların şatafatlı konağının yanında sönük kalırmış, ama Bill Oliver'ın babasının gezgin satıcılık yaptığı günleri Hannah biliyormuş, Rivers'lar ise oldum olası eşraftan sayılırlarmış... Ölen Mr. Rivers, bütün kibarlığına karşın, herkes gibi bir beyefendiymiş. Av avlasın, çift çubuk çekip çevirsin... Bunları bilirmiş. Öyle olağanüstü bir yanı yokmuş. Gelgelelim, hanımı bambaşkaymış. Okumak sevdalısıymış da, başını kitaptan kaldırmaz gibi bir şeymiş. Çocuklar da ona çekmişler. Bu dolaylarda eşleri benzerleri yokmuş. Üçü de, daha konuşmaya başladıkları yaştan okumaya merak sarmışlar. Küçüklüklerinden beri kimselere benzemeyen, bambaşka yaratılışta kişilermiş. Küçükbey büyüyünce yüksek okula gidip papaz olmaya karar vermiş. Kızlar da yatılı okulu bitirir bitirmez mürebbiye olmayı eskiden beri kurarlarmış; çünkü babaları çok güvendiği bir dostun iflas etmesi yüzünden yoksul düşmüş olduğu için, onlara miras bırakacak durumda değilmiş; gençler kendi başlarının çaresine bakmak zorundaymışlar... Böylece, üçü de çoktandır yuvadan uzaklarda çalışmaktaymışlar. Şimdi babalarının ölümü üzerine birkaç hafta kalmak için burada toplanmışlar. Oysa, burasını, Morton köyünü, o dolaylardaki bozkırlarla tepeleri öyle severlermiş ki! Londra'da, daha birçok debdebeli şehirlerde bulunmuşlar, ama doğdukları yeri her yerden çok severlermiş. Sonra, birbirleriyle de öyle güzel geçinirlermiş ki! Hiç anlaşmazlık, hır gür çıkmazmış aralarında. Hannah birbirine bundan daha bağlı bir aile hiç görmemiş... Elimdeki işi bitirmiştim. Kardeşlerin şimdi nerede olduklarını sordum.

"Morton'a kadar yürüyüşe çıktılar. Yarım saate kalmaz, çay içmeye gelirler."

Gerçekten de üç kardeş Hannah'nın dediği saatte döndüler, mutfak kapısından içeri girdiler. Mr. St. John beni görünce yalnızca eğilerek selamladı, koridora geçti. Kızlarsa durdular. Mary sakin, sevecen bir ifadeyle, benim aşağıya inebilecek kadar iyileştiğim için duyduğu sevinci belirtti. Diana da elimi tuttu, başını sallayarak, "Benim iznim olmadan inmeyecektin aşağı!" diye beni payladı. "Hâlâ rengin soluk. Pek de zayıfsın. Vah zavallı çocuk!"

Diana'nın öyle bir sesi vardı ki kumru ötüşü gibi kulağımı okşuyordu. Bakışlarındaki anlam içimi açıyordu. Yüzünün her ifadesine bayılıyordum. Mary'nin yüzü de Diana'nınki kadar zeki, biçimli, sevimliydi, ama ifadesi daha kapanık, davranışları, sevecen ve kibar olmakla birlikte daha uzaktı. Diana'nın daha kesin bir tutumu vardı. Etkileyici bir irade sahibi olduğu belliydi. Böyle güçlü bir iradeye, onurumu ve özsaygımı yitirmemek şartıyla boyun eğmek de oldum olası bana zevk verirdi.

Diana, "Zaten burada ne işin var senin?" diye beni gene payladı. "Senin yerin burada değil. Mary ile ben bazen mutfakta otururuz; çünkü kendi evimizde serbest, hatta sere serpe yaşamak hoşumuza gider. Ama, sen konuk olduğuna göre, salona yaraşırsın."

"Yok, iyiyim burada."

"Hiç de değil. Hannah durmadan ayaklarına dolaşıp senin her yanını una buluyor!"

Mary, "Zaten çok da sıcak burası; sana belki dokunur," diye araya karıştı.

Diana, "Elbet!" dedi. "Hadi gel, abla sözü dinle." Elimden tutup kaldırarak beni içerideki salona götürdü. Kanepeye oturtarak, "Burada oturacaksın," dedi. "Biz de üstümüzü başımızı çıkardıktan sonra çay hazırlayacağız. Bu, bizim kendi yuvamızda kendi kendimize tanıdığımız ayrıcalıklardan biridir: Aklımıza esince mutfağa girip yemek hazırlamak."

Kapıyı kapayarak dışarı çıktılar, böylece beni, karşıda bir şeyler okumakta olan Mr. St. John'la baş başa bıraktılar. Ben de önce salonu, sonra da ev sahibimi gözden geçirmeye koyuldum. Salon küçük ve çok gösterişsiz döşeli olmakla birlikte tertemiz, derli toplu olduğu için, rahat ve şirindi. Eski tarz sandalyeler çok parlaktı, ceviz masa ayna gibi ışıldıyordu. Boyalı duvarlarda çok eski, garip giyimli, kadın, erkek portreleri asılıydı. Bir camlı dolabın içinde antika bir porselen takımla kimi kitaplar duruyordu. Orada fazladan hiçbir süs eşyası, hiçbir modern eşya yok gibiydi. Yeni olarak yalnızca büfenin üzerindeki birkaç dikiş kutusuyla, gül ağacından küçük bir yazı masası göze çarpıyordu. Halılara, perdelere kadar, her şeyin hem eski, hem de çok bakımlı olduğu görülebiliyordu.

Duvardaki portrelerden biriymişçesine kımıldamadan, gözlerini okuduğu sayfaya dikmiş, dudaklarını sımsıkı kapamış oturan Mr. St. John'u incelemek işten bile değildi. Karşımdaki insan yerine heykel olsa ancak bu kadar kolay olabilirdi bu iş. Gençti, yirmi dokuz-otuz yaşlarında. Uzun boylu, ince, kıvrak yapılıydı, insanın bakışlarını üzerine çekip mıhlayan bir yüzü vardı. Çizgileri pek temiz, duru; bir eski Grek yüzünü andırıyordu: Çekme bir burun, eski Atinalıların heykellerindeki gibi bir ağızla çene. Bir İngiliz yüzünün eski ölçülere bu derece yaklaştığı pek az görülür. Tevekkeli değil genç adam benim yüz çizgilerimin düzensizliğinin hemen üzerinde durmuştu! Kendi çizgileri öylesine uyumluydu ki! Gözleri de kumral kirpikli, iri, maviydi. Fildişi renksizliğindeki geniş alnını rastgele dökülmüş birkaç sarışın bukle kısmen örter gibiydi.

Pek tatlı bir tanım, değil mi, değerli okuyucum! Yalnız, böylece tanımladığım erkeğin hiç de tatlı, yumuşak, cana yakın bir havası yoktu. Böyle kımıldamadan otururken bile, burun deliklerinin, ağzının, kaşlarının duruşundan onun huzursuz, katı ya da ateşli bir yanı olduğu seziliyordu. Kız kardeşleri geri gelene kadar bana tek bir söz söylemediği gibi benden yana da bir kez bile bakmadı.

Diana, çay masasını hazırlamak için girip çıktığı sırada bana, fırının üzerinde pişirilmiş küçük bir çörek getirip verdi, "Ye bunu," dedi. "Karnın acıkmıştır. Hannah diyor ki sabahki lapadan beri bir şey yememişsin."

Çöreği geri çevirmedim; çünkü gerçekten de iştahım iyice açılmıştı. Bir süre sonra St. John da kitabı kapatıp masa başına geldi, yerine otururken o resim gibi mavi gözlerini benim üzerime dikti. Beni şimdi hiç çekinip sakınmadan, öyle inceden inceye, öyle doğrudan ve açıktan açığa süzüyordu ki deminden beri bakmayışının sıkılganlıktan, resmilikten değil de, kasıtlı olduğu anlaşılıyordu.

"Karnınız pek acıkmış," dedi.

"Öyle, efendim."

Kısa konuşana kısa, açık konuşana açık olarak karşılık vermek, oldum olası, içgüdümle edindiğim bir huydur.

"İyi ki belli belirsiz bir ateşiniz vardı da üç gündür pek bir şey yemediniz. Önceleri çok yemeniz tehlikeli olurdu. Şimdi yiyebilirsiniz, ama gene aşırı olmamak koşuluyla."

"Umarım sizin masanıza uzun zaman ağırlık olmam, beyefendi," diye pek çiğ kaçan, pek yakışıksız bir karşılık verdim.

Genç adam istifini bozmadan, "Yok, olmayacaksınız zaten," dedi. "Bize evinizin adresini bildirdiğinizde hemen bir mektup yazarız; gelip sizi alırlar."

"İşte bu olmayacak şey. Size ilk baştan, açıkça söyleyeyim: Ne evim var benim, ne de herhangi bir kimsem."

Üçü de bana baktılar... İnanmazlıkla değil; bakışlarında kuşkudan çok merak varmış gibi geldi bana. Daha çok kızların bakışları. St. John'un gözleriyse pek duru olmakla birlikte son derece gizemliydi, okunması güçtü. Bu adam gözlerini kendi ruhunun aynası olarak değil de başkalarının ruhunu okuyacak bir tür araç olarak kullanıyordu sanki. Öyle bir keskinlik ve çekimserlik bileşimi ki karşısındakine rahatlık değil de bir sıkılganlık veriyordu.

"Yani dünyada hiç kimsesiz olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?" diye sordu.

"Öyle. Ne beni herhangi birine bağlayan bir bağ var, ne de koca İngiltere'de başımı sokabileceğim bir yer."

"Sizin yaşınızda birisi için pek garip bir durum." Genç adamın bakışları masa üzerinde kavuşturulmuş duran ellerime çevrildi. Ellerime neden baktığını merak etmiştim ki, sorduğu bir soru merakımı giderdi: "Hiç evlenmediniz mi? Yoksa dul musunuz?"

Diana güldü: "Kuzum St. John! Bu çocuk on yedi-on sekiz yaşında ya var, ya yok!"

"On dokuzuma gireceğim yakında. Hayır, hiç evlenmedim," dedim.

Yüzüme ateş basmıştı; çünkü evlenme lafı aklıma acı, iç burkucu düşünceler getiriyordu. Benim heyecanlanıp sıkılmam hiçbirinin gözünden kaçmamıştı. Diana ile Mary gözlerini alev alev yanan yüzümden çekip başka yana bakarak beni rahatlatmaya çalıştılar. Yalnız, erkek kardeşlerinin o sert, soğuk bakışı hâlâ üzerimdeydi; öyle ki, en sonunda gözlerim de yaş içinde kaldı.

St. John bu kez, "Buraya gelmeden önce nerede kalıyordunuz?" diye sordu.

Mary alçak sesle, "Çok meraklısın, St. John," dedi.

Genç adam masanın üzerinden bana doğru eğilip keskin, sert bakışlarını gene yüzüme dikerek, o sorusunu bir daha sordu. Ben de buna, "Bundan önce kaldığım yerin, birlikte bulunduğum kişilerin adları ancak beni ilgilendirir," diye kısaca bir karşılık verdim.

Diana, "Bence, böyle düşünmekle de, St. John'un olsun, başkalarının olsun, sorularını karşılıksız bırakmakta da yerden göğe kadar haklısın," diye, düşüncesini belirtti.

Erkek kardeşi, "Evet ama," dedi, "yaşamınızla ilgili bilgim olmazsa size yardımım dokunamaz ki. Yardıma da ihtiyacınız var, öyle değil mi?"

"Var, hem de nasıl! Yalnız, gerçek bir iyiliksever, bana yapabileceğim bir iş bulur elbet... Ben de, çalışarak, hiç olmazsa bir lokma, bir hırka, geçimimi sağlarım."

"Gerçekten bir iyiliksever miyim, değil miyim, bilmem, ama istekleriniz bu kadar dürüst oldukça size elimden gelen yardımı yapmaya hazırım. Yalnız, şimdiye kadar ne iş yaptınız, elinizden neler gelir, anlatın bakayım bana."

Bu arada ben bir bardak çayımı içip bitirmiş, iyiden iyiye de canlanmıştım, gevşeyen sinirlerime de bir canlılık gelmiş gibiydi. Böylece, karşımdaki bu kesin görüşlü genç yargıcımın sorduklarına soğukkanlılıkla karşılık verebilirdim. Ona doğru döndüm, onun bana baktığı gibi ben de ona açıkça, çekinmeden bakarak,

"Mr. Rivers," dedim, "siz de, kardeşleriniz de bana büyük bir iyilikte bulundunuz. Bir insanın başka bir insana yapabileceği en büyük iyiliği yaparak, büyük konukseverliğinizle ölümden kurtardınız beni. Buna karşılık benden sonsuz bir minnet, bir dereceye kadar da bilgi vermemi beklemek hakkınızdır. Çatınızın altına aldığınız bu yersiz yurtsuz yabancı konusunda, kendimi ya da başkalarını herhangi tehlikeye atmadan söyleyebileceğim ne varsa hepsini anlatacağım.

"Efendim, ben öksüzüm. Babam papazmış. O da, annem de ben daha küçükken ölmüşler. Ben bir akrabamın yanında sığıntı olarak büyüdüm, sonra da bir hayır yuvasında okudum. Okulun adını da verebilirim size. Orada altı yıl öğrenci, iki yıl da öğretmen olarak kaldım: ... ilinde Lowood Okulu. Adını duymuşsunuzdur sanırım, Mr. Rivers. Yöneticilerinden biri Mr. Brocklehurs'tür."

"Mr. Brocklehurst'ü tanırım. Okulu da gezmiştim."

"Bundan bir yıl kadar önce, Lowood'dan ayrılıp bir ailenin yanına mürebbiye olarak girdim. İyi bir işti, hayatımdan hoşnuttum. Yalnız, buraya gelmeden dört gün önce ayrılmak zorunda kaldım oradan. Bunun nedenini anlatamam size... Doğru da olmaz; işe yaramayacağı bir yana, tehlikeli bile olabilir. Kaldı ki, inanmazsınız da belki. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki benim alnım açık... Hiçbir suçum, günahım yok. Bununla birlikte, son derece mutsuzum. Yüzümün kolay kolay güleceğini sanmıyorum; çünkü çalıştığım ev benim için cennetti. Bu cennetten kaçmamı gerektiren felaket de pek garip, korkunç bir şeydi. Kaçarken bir tek kaygım vardı: Çarçabuk, gizlice kaçabilmek. Bu yüzden, yanıma ancak ufak bir çıkın alıp başka her şeyimi bırakmam gerekiyordu. Çıkını da, aklım karışık, içim dertli olduğu için, posta arabasında unuttum. Böylece, beş parasız, tamtakır kalmış oldum. İki gece kırlarda yattım, iki gün yollarda dolaştım. Bu arada ancak iki kez birer lokma bir şey yedim. Açlıktan, bitkinlikten, umutsuzluktan hemen hemen son nefesimi vermek üzereydim sizin kapıya geldiğimde. Yalnız siz, Mr. Rivers, beni ölüme terk etmediniz, çatınızın altına sığınmama izin verdiniz. Kardeşlerinizin bana nasıl baktıklarını da biliyorum; çünkü yatakta bitkin yatarken aklım başımdaydı. Sizin iyilikseverliğinize ne kadar şükran borçluysam onların candan, büyük sevgisine de o kadar borçluyum."

Ben susunca Diana, "Konuşturma onu artık, St. John," dedi. "Heyecana dayanacak halde değil daha. Miss Elliot, siz de biraz kanepeye oturun da dinlenin bari."

Bu takma adı duyunca biraz irkilmekten kendimi alamadım. Genç adamın gözünden hiçbir şeyin kaçmadığı belliydi; bunu hemen ayrımlayarak, "Adınızın Jane Elliot olduğunu söylemiştiniz, değil mi?" diye sordu.

"Evet, şimdilik beni bu adla tanımanız yerinde olur. Benim asıl adım bu değil. Onun için, duyunca yadırgadım."

"Asıl adınızı vermek istemiyorsunuz, öyle mi?"

"Öyle. En korktuğum şey şu sırada yerimin bilinmesi. Buna yol açacak açıklamalardan da bunun için kaçıyorum."

Diana, "Haklı olsanız gerek," dedi. "St. John, n'olur, onu rahat bırak artık."

Genç adam bir an düşündükten sonra, gene o aynı soğukkanlılıkla, keskin görüşlülükle sorguya başladı. "Anladığıma göre, bizim konukseverliğimize uzun zaman sığınmak istemiyorsunuz. Kardeşlerimin sevgisinden, hele benim iyilikseverliğimden bir an önce kurtulup bağımsız kalmak istiyorsunuz. (Sevgiyle iyilikseverlik arasında gözettiğiniz ayrımı anladım, ama gücenmedim; çünkü haklısınız.) Kısacası, özgür olmak istiyorsunuz, değil mi?"

"Evet... Bunu söyledim size. Bana bir iş gösterin ya da nerede iş bulabileceğimi söyleyin, yeter. En basit köy evi bile olsa çıkar giderim. Yalnız, o zamana kadar burada kalmama izin verin. Yeniden evsiz, kimsesiz kalmak düşüncesi ödümü koparıyor."

Diana o bembeyaz elini başımın üzerine koyarak, "Elbet kalacaksın burada!" dedi.

Mary de kendine vergi gösterişsiz içtenlikle, "Elbette," dedi.

St. John, "Görüyorsunuz ya, kardeşlerim sizi korumaktan zevk duyuyorlar," dedi. "Bir kış gecesi pencerelerinden içeri giren yarı donmuş bir kuş yavrusu olsanız üzerinize ancak bu kadar titrerlerdi! Ben kendim size ekmek paranızı çıkaracak bir iş bulmaktan yanayım. Bunu yapmaya da çalışacağım.Yalnız, bakın, benim alanım dardır. Yoksul bir köyün papazıyım, ne de olsa. Size ancak pek ufak bir yardımda bulunabilirim. Büyük işlerde gözünüz varsa başka yere başvurun; benim elimden gelen bu kadar."

Buna benim yerime, Diana karşılık vererek, "Jane söyledi ya her işi yapmaya hazır olduğunu," dedi. "Başvuracak bizden başka kimsesi olmadığını da biliyorsun, St. John. Olsa senin gibi huysuzların kahrını çeker mi?"

"Terzilik yaparım, terzi yamaklığı yaparım," dedim. "Daha olmazsa, hizmetçilik, dadılık ederim."

St. John, soğukkanlılıkla, "Güzel!" dedi. "Madem duygularınız böyle, ben de size yardım edeceğime söz veriyorum... Vakti zamanı gelince, iyi bir fırsat çıkınca."

Sonra gene çaydan önce okumakta olduğu kitabının başına döndü. Ben de çok geçmeden odama çekildim; çünkü daha fazla oturup da konuşacak gücüm kalmamıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro