40. Bölüm
Her tarafın buz kestiği bir ikindi saatinde, at sırtında Thornfield'e yaklaştım. Konak uzaktan görünmüştü. Uğursuz, sevimsiz yer! Beni çatısının altında bekleyen bir huzur, bir mutluluk yoktu... Biliyordum bunu. Bir çitin üzerinde tek başına oturan ufak, sessiz bir karaltı gördüm. Karşıdaki kavak ağacının önünden geçercesine ilgisiz, onun önünden atımı sürüp geçtim. Onun hayatımda oynayacağı rol o anda içime doğdu, dersem yalan söylemiş olurum. Orada, gösterişsiz olarak, benim hayatımın hakemi beni beklemekteymiş meğer... Beni iyiye ya da kötüye yöneltebilecek olan güç! Evet, bu bana malum oldu, dersem yalan. Mesrur ayağı kayıp devrilince bu karaltı yerinden kalkıp ciddilikle bana yardım sundu da gene hiçbir önsezi duymadım ben. Beni o çocuksu, incecik kanadının üstüne alıp uçurmayı önermişti. Terslenip homurdandım, bu yaratık kaçıp gitmedi. Bir garip inatla yanımda durmuş güvençli, adeta üstün bir edayla konuşuyordu. İlle bana yardım edecekmiş. Etti de sonunda.
O incecik omza yaslanır yaslanmaz yepyeni bir şey –taze bir yaşam gücü, taze duygular– benliğime süzülür gibi oldu. Bu küçük, perili kızın benim konağımda oturduğunu, birazdan gene bana döneceğini iyi ki öğrendim; yoksa, yanımdan ayrılıp da gölgeli çitlerin arasında gözden yittiği zaman herhalde müthiş üzülecektim.
Benim seni nasıl düşündüğümden, nasıl yolunu gözlediğimden senin haberin bile yoktu besbelli, Jane. O gece senin eve dönüşünü duydum ben. Ertesi gün de –kendimi göstermeden– belki yarım saat senin yukarıdaki çekme balkonda Adela'yla oynamanı seyrettim. Aklımdadır, hava karlı olduğu için bahçeye çıkamamıştınız. Ben de odamdaydım. Kapıyı aralık bıraktığım için sizi hem görebiliyor, hem de seslerinizi duyuyordum.
Sen dikkatini Adela'ya vermiştin ama bana öyle geldi ki aklın başka şeylerdeydi. Öyleyken gene de çocuğa karşı çok sabırlı, sevecendin, biricik Jane. Uzun zaman onunla konuştun, onu eğlendirdin. Sonunda o yanından ayrılınca sen derin düşüncelere daldın. Balkonda yavaş yavaş gezinmeye başladın. Bir aşağı, bir yukarı. Ara sıra bir pencerenin önünden geçerken duruyor, dışarıda lapa lapa yağan karlara bakıyordun. Rüzgârın iniltisine kulak kabartıyordun, sonra gene usul usul, bir aşağı, bir yukarı geziniyor, hayallere dalıyordun. Bu hayaller sıkıcı şeyler değildi sanıyorum. Gözlerinde ara sıra keyifli bir bakış ışıyor, yüzünde tatlı bir heyecan beliriyordu ki bu da senin acı, karanlık kuruntulara değil de gençliğin umut, inanç dolu tatlı düşlerine dalmış olduğunu gösteriyordu. Aşağıda bir hizmetçiyle konuşan Mrs. Fairfax'in sesi senin hayallerini dağıttı. O anda kendi kendinle alay eder gibi öyle tuhaf bir gülümseyişin vardı ki, Jane! Cin gibi bir gülümseyiş. Sanki 'Kurduğum tatlı düşler iyi, hoş ama bunların tümden asılsız olduğunu da unutmamalıyım!' der gibiydi. 'Kafamda gül pembe bulutlar, çiçekli, yemyeşil bir cennet var. Gelgelelim gerçek yaşamda, önümde dikenli, taşlı bir yolun uzandığını, beni kim bilir kaç tane kara kasırga beklediğini de bal gibi biliyorum,' der gibiydi bu gülümseyiş. Hemen aşağıya koştun, Mrs. Fairfax'ten bir iş istedin. Haftalık ev hesaplarını mı yapmak istiyordun ne, öyle bir şey. Seni göremeyeceğim yere gittiğin için enikonu canım sıkıldı.
Akşam olsun da seni yanıma çağırtabileyim diye sabırsızlıkla bekledim. Sende az rastlanan, hele benim için yepyeni olan bir kişilik bulunduğunu seziyordum. Bu kişiliği daha derinine incelemek, seni daha yakından tanımak istiyordum. Salona hem utangaç, hem de gözü pek, kendine güvenir bir edayla girdin. Kişiliğin gösterişsiz, hatta biraz rüküştü. Seni konuşturdum, yaradılışının tuhaf çelişkilerle dolu olduğunu çok geçmeden anladım. Giyiniş, davranış bakımından kapalı, çekingendin. Yaradılıştan kibar, ince olduğun, yalnız şimdiye kadar insan içine pek çıkmadığın anlaşılıyordu. Bir pot kırarak karşındakinin üzerinde kötü bir etki bırakmaktan çok çekiniyordun. Ancak, konuştuğun zaman gözlerinin bakışı yiğit, bağımsızdı. Bakışlarından anlayış, görüş yetisi, irade gücü taşıyordu. Soru soruldu mu hemen hazır, doyurucu karşılıklar bulabiliyordun. Çok geçmeden bana alışmaya başladığını anladım. Çatık kaşlı, yüzü gülmez efendinle kendi ruhunun arasındaki yakınlığı sen de sezmiştin sanırım; çünkü –şaşılacak şey– çok geçmeden üzerine pek tatlı bir rahatlık çöktü. İstediğim kadar homurdanayım, sen oralı bile olmuyordun. Benim huysuzluğuma karşı ne şaşkınlık gösteriyordun, ne korku, ne de hoşnutsuzluk. Gözucuyla beni süzüyordun. Ara sıra da öyle doğal, yalın bir anlayışla gülümsüyordun ki anlatamam! Seninle konuşmak beni hem doyurup hoşnut bırakmış, hem de zihnimi kamçılamıştı. Seni daha çok görmek, seninle daha çok konuşmak istiyordum. Öyleyken, gene de uzun zaman sana resmî davrandım, seni yanıma seyrek çağırdım. Ruhsal hazlara karşı doymaz bir oburdum sanki: Bu değişik çeşnili söyleşilerin tadını elimden geldiğince uzatmak istiyordum. İlk önceleri korkuyordum da: Bahçemde açan bu çiçeği çok koklarsam rengi uçacak, kokusu kaçacak, tazeliğinin tatlılığı yitecek gibi geliyordu. Meğer bu solup geçen türden bir çiçek değil, çiçek biçiminde yontulmuş bir elmasmış! Sonra, bakalım sen gelip kendiliğinden beni arayacak mısın, diye de merak ediyordum. Kendiliğinden aramıyordun sen beni. Sessiz sedasız, kendi yaşantını sürdürüyordun. Bir yerde rastlaştığımız zaman da, ayıp olmayacak kadar bir ilgi gösterdikten sonra, hemen yoluna gidiyordun. O zamanlar hep düşünceli, durgun bir halin vardı, Jane. Asık suratlıydın demek istemiyorum, ama yaşam dolu da değildin. Öyle ya, gelecekten pek bir umudun, her günkü yaşayışında pek bir zevkin, eğlencen yoktu.
Benim hakkımda ne düşündüğünü, dahası beni hiç düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Bunu öğrenmek için gene sana yakınlık göstermeye başladım. Konuştuğumuz zaman açılıyor neşe, can buluyordun. Seni durgunlaştıran şey kendi ruhun değil, ders odasının sessizliği, yaşantının sıkıcılığıydı besbelli. Sana karşı dostça davranmak zevkini kendime bağışladım. Bunun karşılığında sen de duygulanmakta gecikmedin. Yüzünün ifadesi yumuşadı, sesin daha bir tatlılaştı. Kendi adımın senin dudaklarından mutlu, sıcak bir tınıyla döküldüğünü dinlemeye bayılıyordum. Şimdi seninle rastlaşmak çok hoşuma gidiyordu; çünkü bana belli belirsiz bir kuşkuyla, bir kaygıyla bakıyordun. Aklıma ne eseceğini kestiremiyordun çünkü: Sert, soğuk bir patron olarak mı, yoksa candan bir dost olarak mı karşına çıkacağımı bilemiyordun. Ben de artık sana o kadar bağlanmıştım ki eskisi gibi soğuk, resmî davranmak numaraları yapamıyordum. Elimi dostça sana uzattığımda şu tazecik, ciddi yüzün öyle bir renkle, ışıkla, sevinçle aydınlanıyordu ki seni hemen oracıkta bağrıma basmamak için çok zaman kendimi zor tutuyordum."
Gözlerimde beliren yaşları gizlice silerek, "Artık o günleri anmayın, efendim," dedim. Onun bu sözleri işkenceydi benim için; çünkü yapmam gereken (hem de gecikmeden yapmam gereken) işi biliyordum ve bütün bu anılar, iltifatlar benim işimi büsbütün güçleştirmeye yarıyordu.
"Doğru, Jane," dedi. "Geçmiş günlerin üzerinde durmaya ne gerek var... Bugünümüz çok daha güvenli, yarınımız çok daha parlakken!" Onun bu savını duyunca ürperdim. "Durumu artık anlıyorsun, değil mi?" diye sözlerini sürdürdü. "Yarısı yalnızlık, yarısı da mutsuzluk içinde geçen yıllardan sonra gerçekten sevebileceğim bir kadın buldum... Seni buldum Jane. Sen benim kalbim, vicdanım, iyilik meleğimsin. Çok güçlü bağlarla bağlıyım sana. Daha ilk baştan seni iyi, yetenekli, çekici bir kadın olarak gördüm, gönlümde ateşli, derin bir tutku doğdu. Bu tutku seni benim ruhuma, canevime doğru çekti, bütün varlığımı senin çevrende topladı; temiz, gür alevlerle tutuşarak ikimizi tek insan yapıp çıktı.
İşte bunları hissettiğim, bildiğim içindir ki seninle evlenmeye karar verdim. Bana aslında evli olduğumu söylemek boş bir masaldır yalnızca. Karım denen şeyin korkunç bir iblisten başka bir şey olmadığını artık biliyorsun. Seni aldatmaya yeltenmem yanlıştı, ama senin yaradılışındaki inatçı yönü biliyordum. Küçüklükten beri çok katı bir ahlak anlayışıyla büyütülmüş olduğunu sanıyorum. Sana her şeyi anlatmak tehlikesini göze almadan önce seni kendime bağlamak, kaçmana fırsat bırakmamak da istiyordum. Korkaklıkmış meğer bu! İlk baştan senin o soylu, yüksek ruhuna sığınmak varmış. Çile doldurmakla geçen ömrümü, daha temiz, daha yüksek bir yaşantıya karşı duyduğum açlığı, susuzluğu, beni gerçek bir bağlılıkla sevecek birini bulup ona gerçekten, tüm varlığıyla bağlanmak ihtiyacımı sana açıkça anlatmak varmış. Ondan sonra sana ölünceye kadar bağlı kalacağıma yemin edip senin de yeminini almalıymışım. Jane... Şimdi ver bu sözü bana." Bir duraklama oldu. "Neden susuyorsun, Jane?"
O anda ateşle sınanıyordum ben. Kızgın demirden bir pençe içime yapışmıştı. Boğuşma, karanlık, ateş dolu, korkunç an! Dünyada hiçbir insanoğlu benim sevildiğimden daha çok, daha gerçek sevilmeyi dileyemezdi. Beni böyle sevene ben de tapınıyordum. Gel gör ki bu tapmayı, bu aşkı bırakıp gitmek zorundaydım. Tek bir karanlık söz dayanılmaz görevimi açıklamaya yetiyordu: Uzaklaş!
"Jane... Anlıyorsun değil mi senden ne istediğimi? Tek bir söz vereceksin: 'Senin olacağım, Edward Rochester.'"
"Edward Rochester, sizin olmayacağım ben."
Gene uzun bir sessizlik. Sonra efendim usulca, "Jane!" dedi. Sesinin tatlılığı beni hem kedere boğdu, hem de bir tehlike korkusuyla buz gibi yaptı; çünkü bu yavaş ses, atılmaya hazırlanan aslanın solumasıydı.
"Jane, yani sen bir yana gideceksin; bırakacaksın ben de öbür yana gideyim... Öyle mi demek istiyorsun?"
"Evet, efendim."
"Jane!.." Eğilip beni kollarına alarak, "Şimdi de diyor musun aynı şeyi?" diye sordu
"Evet, efendim."
Alnımı, yanaklarımı yavaşça öperek, "Ya şimdi?" diye bir daha sordu.
Kollarından çabucak, kesinlikle sıyrılarak, "Evet," dedim.
"Ah, Jane, çok acı bu! Hem de günah! Oysa beni sevmek günah olamaz!"
"Sizin dediğinizi yapmak günah olur."
Vahşi bir ifadeyle kaşlarını çattı, yüzünü astı. Ayağa kalktı, ama henüz kendini tutuyordu. Ben, güç bulmak ister gibi, bir sandalyenin arkalığına tutundum. Korkudan titriyordum, ama kararım karardı.
"Bir dakika, Jane! Biraz da, sen beni bırakıp gittikten sonra hayatımın ne denli korkunç olacağını düşün. Bütün mutluluğumu çatır çatır koparıp götüreceksin. Peki, geriye ne kalacak? Yaşam eşi olarak elimde tek o yukarıdaki zırdeli var. Beni mezarlıktaki bir cesetle baş başa bırak, daha iyi! Sen gidersen ben ne yaparım Jane? Kendime bir can yoldaşı, bir dert ortağı nerelerde bulurum?"
"Benim gibi yaparsınız siz de: Tanrı'ya, kendinize güvenirsiniz. Cennet'e inanır, orada gene karşılaşacağımızı umarsınız."
"Kararından dönmeyeceksin demek, öyle mi?"
"Öyle."
"Demek beni sefil bir yaşantıya, lanetli bir ölüme yargılıyorsun, öyle mi?" Sesi yükselmeye başlamıştı.
"Sizin temiz, günahsız bir yaşam sürmenizi, rahat ölmenizi istiyorum," dedim.
"Beni sevgiden, masumluktan yoksun bırakacaksın demek? Aşk yerine şehvetle, mutluluk yerine eğlenceyle yetinmeye yargılayacaksın beni?"
"Böyle bir yargıya kendimi nasıl layık görmüyorsam sizi de layık görmüyorum, Mr. Rochester. İnsanoğlunun alınyazısı uğraşıp didinmek, acı çekmektir... Ben, siz, hepimiz. Yazgınıza boyun eğin. Ben sizi unutmadan çok önce siz beni unutmuş olacaksınız."
"Böyle konuşmakla beni yalancı yerine koyuyorsun, şerefime leke sürüyorsun. Seni ölünceye kadar seveceğimi söylüyorum, sense, 'Hemen unutursun' diye yüzüme karşı söylüyorsun. Yargılarının, ahlak anlayışlarının ne kadar ters olduğunu da davranışların ortaya koyuyor. Bir insanı mutsuz kılıp mahva sürüklemektense, ufacık bir yasaya karşı gelmek yeğ değil midir? Hem de bu aksaklık kimsenin burnunu kanatmayacaksa. Senin benimle yaşamandan gocunacak ya da zarar görecek kimin var ki?"
Doğruydu bu. Efendim bu sözleri söylerken kendi vicdanım, kafam bana ihanet etmeye başladılar; ona karşı gelmekle suç işlediğimi ileri sürdüler. Zaten yaygara koparmakta olan duygularım kadar yüksek çıkıyordu şu anda sesleri, "Ah, ne olur, boyun eğ!" diyorlardı. "Onun çekeceği acıyı, onu bekleyen tehlikeleri düşün. Yalnız kalınca düşeceği durumları düşün. Ne kadar dik kafalıdır, aklından çıkarma. Umutsuzluğa kapılınca kendini kapıp koyuverecektir. Avut onu, kurtar. Sev onu. Söyle: 'Seni seviyorum, senin olacağım!' diye. Dünya yüzünde senin yaptığından zarar görecek kim var? Kim umursuyor ki seni?" Bunun karşılığı da yılmak nedir bilmeyerek yükseldi: "Kendimi umursuyorum ben. Ne kadar yalnız, ne kadar kimsesiz, ne kadar kolsuz kanatsız kalırsam, kendi kendimi o kadar sayacağım. Tanrı'nın buyurduğu, insanoğlunun kitaba yazdığı yasalara boyun eğeceğim. Aklım başımdayken öğrendiğim kurallara bağlı kalacağım. Şu anki duygularım, düşüncelerim sayılmaz; çünkü aklım başımda değil, deliyim. Yasalar, kurallar da tehlikesiz zamanlar için değildirler ki! İnsanın şeytana uymak üzere olduğu, ruhuyla, bedeniyle bu kurallara başkaldırdığı zamanlar içindir. Sert, katı da olsalar boyun eğeceğim onlara. Her önüne gelen kendi kişisel durumuna göre bu yasaları, kuralları bozmaya kalkarsa ne yararları kalır! Oysa bunlar yararlı, değerli şeylerdir. Oldum olası inanagelmişimdir buna. Şu anda inancım sarsıldıysa çılgınlığımdandır. İyice çılgınlaştım ben. Damarlarımda kan yerine alev akıyor, yüreğim deli gibi atıyor. Bana destek olarak, yalnızca eskiden edindiğim inançlar, ilkeler var. Bunlara sımsıkı sarılacağım."
Nitekim dediğimde durdum; Efendim de, yüzümü okuyunca kararımın kesin olduğunu gördü. Öfkesi taştı, köpürdü. Bu durumda kendini tutamazdı. Geldi, kolumdan, belimden kavradı beni. Alev alev yanan bakışlarıyla beni yutmak ister gibiydi. O anda bedenim yangın karşısında bir saman çöpü kadar dayanıksızdı. Yalnız, kafam, ruhum sağlamdı, bu sayede de, en sonunda esenliğe kavuşacağımdan hiç kuşkum yoktu. Şükürler olsun ki gözler ruhun aynasıdır; istemeyerek de olsa dosdoğru yansıtırlar kişinin ruhunu. Ben de gözlerimi efendimin gözlerine doğru kaldırdım. O alevli bakışlarla karşılaşınca yavaşça içimi çekmişim. Kolları beni acıtıyordu, direncim kesilmek üzereydi.
Kısılmış dişlerinin arasından, "Ömrümde hem böyle çelimsiz, hem de böylesine güçlü hiçbir şey görmedim ben!" diye söylendi. Beni sarsarak, "Ellerimde bir saz gibi ince, güçsüz duruyor," diye mırıldandı. "İki parmağımla kırabilirim onu. Ama, tut ki kırdım, büktüm, hatta kökünden söktüm... Ne işe yarar, bu gözler bana böyle baktıkça? Bu gözlerden dışarı taşan azimli, vahşi, özgür ruh bana böyle, cesaretten de ileri, bir tür müthiş zafer duygusuyla meydan okudukça? Kafesi kırıp parçalasam da içerideki bu yırtıcı yaratığı tutamam ki! Bu cılız kafesi yıkıp açarsam, saldırımın sonucu yalnızca bu yaratığı uçurmak olur! Kalıba el koyabilirim, ama ruha, asla! Oysa benim istediğim de sensin, ey ruh! Senin iraden, gücün, senin erdemin, saflığın. Yoksa, yalnızca kafesinde gözüm yok. Sen istersen kendiliğinden yavaşça kanat çırparak gelir göğsüme, yüreğimin dibine sokulabilirsin. Zorla yakalamak istediğim sürece buhar gibi kaçacaksın elimden... Yitip gideceksin. Ah, Jane!.. Gel bana, gel!" Bunları söylerken beni bırakmış, yalnız yüzüme bakıyordu. Bakışlarına karşı koymak sarılışına karşı koymaktan çok daha güçtü. Yalnız, o anda boyun eğmek için de ancak aptal olmak gerekti! Onun öfkesine göğüs gerip set çekmesini bilmiştim. Şimdi de üzüntüsüne göğüs germem gerekiyordu. Kapıya doğru yürüdüm.
"Gidiyor musun, Jane?"
"Gidiyorum, efendim."
"Beni bırakıyorsun ha?"
"Evet."
"Gelmeyeceksin demek? Benim dert ortağım, kurtarıcım olmayacaksın? Sonsuz aşkım, ıstırabım, yalvarışlarım vız geliyor sana, öyle mi?"
Sesi öyle anlatılamayacak kadar acıklıydı ki! Kesinlikle: "Gidiyorum" demek öyle zor geldi ki bana!
"Jane!"
"Efendim?"
"Git, bakalım, izin veriyorum. Yalnız, beni burada, azap içinde bırakıp gittiğini unutma. Odana çık; benim anlattıklarımı bir daha düşün. Çektiğim acılara bir göz at, Jane... Beni düşün." Döndü, kendini yüzü koyun kanepeye atarak, içi parçalanırcasına, "Jane... Umudum... Sevgilim... Hayatım!" diye hıçkırdı.
Ben de bu arada kapıya varmışken sevgili okuyucum, geri döndüm. Geldiğim kadar azimli adımlarla kanepeye doğru yürüdüm. Diz çöktüm onun yanı başına. Yüzünü kendime doğru çevirip yanaklarından öptüm, saçlarını düzelttim. "Tanrı sizi korusun, sevgili efendim," dedim. "Tanrı sizi belalardan, kötülüklerden uzak tutsun. Yol göstersin size, avutsun; bana gösterdiğiniz iyiliklerin karşılığını versin."
"Benim için en büyük ödül Jane'imin sevgisi olurdu," dedi. "Onun sevgisi olmazsa içimden yıkılırım ben. Elbet, Jane sevgisini esirgemez benden. Çünkü büyük gönüllüdür o, yüce ruhludur." Yüzünü gene kan basmış, gözleri yeniden çakmak çakmak olmuştu. Yerinden kalkıp kollarını bana doğru açtı.
Ben kaçarak, kendimi odadan dışarı attım. Yanından ayrılırken içim, "Elveda!" diye haykırıyor ve umutsuzluk, "Sonsuza dek elveda!" diye ekliyordu.
O gece uyku aklımın ucundan bile geçmiyordu, ama yatağıma yatar yatmaz uyuyakalmışım. Rüyamda çocukluğumun geçtiği yerleri görmeye başladım: Gateshead Konağı'ndaki kırmızı odada yatıyormuşum; karanlık bir geceymiş, ben de belirsiz korkular içindeymişim. Yıllarca önce bana kriz geçirten o ışığı gene görüyordum. Işık duvardan doğru süzülerek tırmandı, karanlık tavanın orta yerinde duralar gibi oldu. Başımı kaldırıp baktım: Tavanın yerini gökyüzü almıştı... Yüksek, puslu. Işık da bulutların arasından görünmeye çabalayan ay ışığına benziyordu. Ayın ortaya çıkmasını pek garip bir heyecanla bekliyordum: Sanki onun yüzünde kendi alın yazıma ilişkin bir sözcük okuyacaktım. Sonunda bulutlar aralandı, ama dünyada böyle bir Ay doğuşu görülmemiştir: Önce bir el çıkıp bulutları iki yana itti, sonra dışarıya Ay değil de beyazlara bürünmüş, ışıl ışıl bir insan çıktı. O şahane yüzünü yere doğru eğerek benim gözlerimin içine baktı... Baktı... Ruhumla konuşmaya başladı. Sesi ölçülemeyecek kadar uzaktan geliyordu, gene de öylesi yakındı ki, yüreğimin içinde fısıldıyordu:
"Kızım, şeytana uymadan kaç buradan."
"Kaçacağım, anneciğim."
Yarı uykuda, yarı uyanık gördüğüm bu düşten uyandım. Daha geceydi, ama temmuz geceleri kısadır, gece yarısından hemen sonra gök ağarır. "Yapacağım işe girişmek için vakit geldi, geçiyor bile," diye düşünerek kalktım. Giyiniktim; çünkü yatarken ayakkabılarımdan başka bir şeyimi çıkarmamıştım. El yordamıyla çekmecemden çamaşırlarımı, tek gerdanlığımla yüzüğümü aldım. Bu arada Mr. Rochester'ın birkaç gün önce bana zorla armağan ettiği bir gerdanlığın incileri parmaklarıma değdi. Çekmecede bıraktım onu: Benim değildi ki! Eriyip yitmiş bir hayal geline aitti. Öteki eşyalarımı paket yaptım. İçinde yirmi şilin bulunan (bütün param buydu) cüzdanımı cebime koydum. Hasır şapkamı başıma, şalımı omzuma bağladım, paketimle ayakkabılarımı elime aldım, usulcacık odamdan dışarı süzüldüm.
Mrs. Fairfax'in kapısının önünden geçerken, "Elveda, iyi yürekli kadın!" diye fısıldadım. Çocuk odasının kapısına bakarak, "Elveda, canım Adela!" diye düşündüm. Girip ona son bir kez sarılmanın yolu yoktu; çünkü efendimin ne keskin kulaklı olduğunu biliyordum. Belki şu anda bile kulağı kirişteydi!
Onun kapısının önünden hiç durmadan geçecektim, ama yüreğim bir an durur gibi olunca ayaklarım da çaresiz, duraladı. Bu odada uyku yoktu bu gece. İçerideki adam sinirli adımlarla durmadan bir aşağı, bir yukarı geziniyordu. Orada durduğum sürece kaç kez göğüs geçirdiğini duydum! Bu oda, dilesem, benim için geçici de olsa bir sığınak olabilirdi. İçeri girip, "Efendim, seni seviyorum; ömrümün sonuna dek seninle yaşayacağım," desem yeterdi. Hemen bir mutluluk kaynağı fışkırıp dudaklarıma kadar yükseliverirdi. Düşündüm bunu.
Şimdi uyuyamayan sevgili efendim sabırsızlıkla sabahı bekliyordu. Sabahleyin beni çağırtacaktı; bense gitmiş olacaktım. Beni arattıracaktı. Boşuna. Yüzüstü bırakılmış, sevgisi küçümsenmiş bir insan olarak görecekti kendini. Acı çekecek, belki de çılgınlıklar yapmaya kalkışacaktı. Bunu da düşünüyordum. Elim kapıya doğru uzandı. Sonra geri çektim, sessizce yoluma gittim. İçim kararmış olarak, kıvrımlı merdivenden aşağı indim. Yapacağım işi biliyordum; makine gibi de yaptım: Mutfaktan yan kapının anahtarını aldım. Küçük bir şişe yağla tüy de aldım, anahtarı, kilidi yağladım. Biraz suyla ekmek koydum çıkınıma. Belli olmaz, belki uzun zaman yaya yürümek zorunda kalırdım. Şu son iki gün içinde iyice sarsılan gücümün büsbütün yıkılmasına engel olmalıydım. Bütün bu işleri çıt çıkarmadan yaptım. Yan kapıyı açarak dışarı süzüldüm, kapıyı gene yavaşça kapadım. Avluda gün doğuşu öncesinin solgun aydınlığı seçiliyordu. Bahçe kapısından da çıkınca artık Thornfield'den ayrılmış oldum.
Bir buçuk kilometre kadar ötede, tarlaların ardında, Millcote'un ters yönüne doğru bir yol uzanıyordu. Bu yolu çok zaman görüp acaba nereye çıkıyor, diye merak etmiş ama hiç gitmemiştim. Şimdi oraya saptım. Kafamda herhangi bir düşünceye yer veremezdim artık; geriye doğru bakamazdım... Hatta ileriye bile. Ne geçmişi düşünebilirdim, ne de geleceği. Geçmişin sayfasında yazılan öykü öylesine olağanüstü tatlı, öylesine hüzünlüydü ki tek bir satırını okumak bile cesaretimi kırıp beni güçten düşürmeye yeterdi. Geleceğin sayfası ise korkunç bir boşluktan ibaretti; yeryüzünün tufandan sonraki durumu gibi bir şey.
Gün doğduktan sonraya kadar, tarlalar, çitler, kır yolları boyunca yürüdüm. Güzel bir yaz sabahıydı sanırım. Evden çıkınca giymiş olduğum pabuçlarımın çok geçmeden çiyden ıslandığını biliyorum. Yalnız, ne doğan güneşe bakıyordum, ne gülümseyen göğe, ne de uyanmaya başlayan doğaya. İdam sehpasına gitmek için güzel yerlerden geçen bir adam yolunda açan çiçekleri değil, yolun sonundaki tahta iskemleyle baltayı, kemiğin, etin kopuşunu, ağzı açık bekleyen mezarı düşünür. Ben de, ister istemez, nasıl kaçacağımı, yersiz yurtsuz nerelerde dolaşacağımı düşünüyordum. Ah! İçim paralanarak da, arkamda bıraktıklarımı düşünüyordum. Elimde değildi bunu düşünmemek: O şimdi odasında günün doğuşunu seyrediyor, benim yakında gelip, "Seninle kalacağım, senin olacağım," diyeceğimi umuyordu. Ben de can atıyordum onun olmak için. Ayaklarım geri dönmek için karıncalanıyordu. İş işten geçmemişti daha. Onu, terk edilmenin korkunç azabından kurtarabildim. Kaçtığım henüz anlaşılmış olamazdı. Geri dönüp onun avuntu kaynağı, kurtarıcısı olabilirdim. Belki de mahvolmaktan kurtarabilirdim onu. Kendini bırakıp mahva sürükleneceğinden korkmak beni her şeyden çok üzüyor, kışkırtıyordu... Göğsüme saplanmış dikenli bir ok gibi, çıkarmak istedikçe paralıyor, anıların etkisiyle büsbütün etime gömüldükçe beni bitiriyordu.
Fundalıklarda, ağaçlarda kuşlar şakımaya başladı. Kuşlar eşlerinden ayrılmazlardı. Kuşlar sevgi, sevecenlik simgesiydiler. Ya ben neydim? Yüreğimin çırpınışıyla irademin çabalamaları arasında, kendi kendimden nefret ediyordum. Ne kendimi yermek avutuyordu beni, ne de kendimi beğenmek. Sevdiğim adamı kırmış, yaralamış, öylece bırakmıştım. Kendi gözlerime iğrenç görünüyordum. Öyleyken, gene de geriye dönmek, geriye doğru tek bir adım bile atmak elimde değildi. Beni yolumda yürüten, Tanrı'ydı besbelli; çünkü benim ne irademden, ne de vicdanımdan umar yoktu aslında; korkunç keder birini ezip öbürünü boğmuştu. Issız yollarda yapayalnız yürürken deliler gibi ağlıyor, bilincimi yitirmişçesine hızlı, daha hızlı yürüyordum.
İçimden kopup gelerek kollarıma, bacaklarıma yayılan bir bitkinlik bedenimi sardı, yere yıkıldım. Yüzümü ıslak otlara gömerek dakikalarca yattım yerde. Buracıkta öleceğime ilişkin bir korku... bir umut vardı içimde. Çok geçmeden dizüstü emeklemeye başladım. Sonra gene ayağa kalktım. Anayola ulaşmak için şimdi eskisinden daha istekliydim.
Yola varınca bir fundanın dibinde dinlenmek zorunda kaldım. Orada otururken tekerlek sesleri çalındı kulağıma. Uzaktan bir posta arabasının geldiğini gördüm. Yerimden fırlayıp elimi kaldırdım. Araba durdu. Nereye gittiğini sorunca, arabacı çok uzaklarda bir yer söyledi. Mr. Rochester'ın oralarda akrabaları falan olmadığından emindim. Oraya kaça gidebileceğimi sordum. Arabacı, "Otuz şilin," dedi. "Ancak yirmi şilinim var," dedim. Adam "Eh, idare edelim artık," dedi. İçeri girip oturmama da izin verdi; çünkü araba bomboştu. Girdim içeri. Kapı kapandı, araba kalktı.
Sevgili okurum, benim o anda çektiğim acıyı Tanrı sana çektirmesin! O anda yüreğimden sökülerek akan o çılgın, kavurucu gözyaşları senin gözlerinden hiçbir zaman akmasın. O anki dualarım kadar umutsuz, azap dolu dualar senin dudaklarından hiçbir zaman dökülmesin. Benim gibi bütün varlığınla sevdiğin insana kötülük etmek zorunda kalmanın acısını, umarım, sen ömründe asla tatma!
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro