36. Bölüm
Nişanlılık ayımız sona ermişti, artık son saatleri sayılıydı. Yaklaşan günü –düğün gününü– geri çevirmeye olanak yoktu; bugünü karşılamak için yapılan bütün hazırlıklar da tamamlanmıştı. Benim kendi işlerimden yapılacak hiçbiri kalmamıştı. Bütün bavullarım hazırlanıp kilitlenmiş, bağlanmış, küçücük odamın bir duvarı boyunca dizilmiş duruyordu. Ertesi sabah bu saatte de Londra yolunu çoktan tutmuş olacaklardı. Tanrı isterse, ben de öyle. Daha doğrusu, ben değil de, Jane Rochester adında biri... Daha tanımadığım bir kadın. Yalnızca ad ve adres kartlarının bavullara takılması kalmıştı. Etiketler –dört tane ufak dört köşe kart– çekmecede duruyordu. Bunların üzerlerini Mr. Rochester kendi eliyle yazmıştı: "Mrs. Rochester, ... Oteli, Londra. Bu etiketleri bavullara yapıştırmaya elim varmıyordu bir türlü. Mrs. Rochester ha? Öyle biri daha ortada yoktu. Ancak yarın sabah saat sekizden sonra dünyaya gelecekti. Ben de, bütün eşyayı onun üzerine yapmadan önce, sağ salim dünyaya gelmesini bekleyecektim. Masamın karşısında Mrs. Rochester'ın olduğu söylenen giyeceklerin, benim Lowood'dan getirdiğim elbiselerle şapkaların yerini alması yetişmiyor muydu? Şu düğün kılığı, yani sedef rengi gelinlikle sis gibi incecik ipekli duvak elbet bana, Jane Eyre'e ait olamazdı. Bu hayal gibi giysileri gözden gizlemek için gardırobun kapısını kapadım. Akşamın bu geç vaktinde (saat dokuz olmuştu) odanın gölgeleri arasında bu gelinlik ortalığa bir garip, hayaletimsi ışık serper gibiydi. "Seni kendi başına bırakayım, ey beyaz düş!" dedim "Ateşim var benim. Dışarıda esen rüzgârın sesini duyuyorum. Çıkıp rüzgârda gezineyim biraz."
Beni böyle ateşler içinde bırakan şey yalnızca hazırlık telaşı değildi. Ertesi sabah başlayacak olan yeni yaşantımı düşünmenin verdiği heyecandan da ibaret değildi. Beni bu geç saatte karanlık bahçeye sürükleyen huzursuz, heyecanlı ruh halinde her ikisinin de payı bulunuyordu, ama kafamı onlardan daha çok kurcalayan bir şey daha vardı. İçimde bir tuhaf kaygı gizliydi o anda. Aklımın ermediği bir şey gelmişti başıma. Bunu benden başka gören, bilen de yoktu. Geceleyin olmuştu bu. Mr. Rochester evde yoktu; bir gün önce iş için buradan kırk beş-elli kilometre ötedeki, iki-üç çiftlikten oluşan ufak bir mülkünün başına gitmişti. İngiltere'den ayrılmadan önce, kendisinin yapması gereken bir işmiş bu. Ben de şimdi, içimi boşaltmak, kafamı karıştıran bilmeceye bir çözüm bulmak için sabırsız, onun dönmesini bekliyordum.
Rüzgârın şiddetinden kaçınmak için meyve bahçesinin kuytuluğunu aradım. Rüzgâr bütün gün tam güneyden dolu dolu esmişti, ama bir damla bile yağmur getirmemişti. Gece yaklaştıkça da, yatışacağı yerde azıtmış, kükreyişini hızlandırmıştı. Ağaçlar, hiç çırpınmadan, hep bir yana eğilmiş duruyorlardı. Güneyden gelip onları kuzeye doğru yatıran baskı o kadar güçlü, o kadar sürekliydi. Bulutlar gökyüzünün bir ucundan öbür ucuna birbirlerini hızla kovalıyorlardı. Yığın yığın, art arda. O gün, temmuzda olduğumuz halde, gökyüzünde bir an için bile mavilik görememiştik.
Rüzgârın önü sıra koşarken çılgın bir zevke de kapılmıyor değildim. Kafamdaki dert yükünü, boşluklarda harıldayan bu taşkın hava akımına boşaltır gibiydim. Patikadan aşağı doğru yürüyünce karşıma atkestanesi ağacının yıkıntısı çıktı. Karşımda duruyordu işte, kapkara, yıkık, ikiye bölünmüş olan gövdesinin içi korkunç bir kovuk. Gövdenin iki parçası birbirinden iyice kopmuş değildi; aşağıdaki sağlam kütük, güçlü kökler, onları bir arada tutuyordu. Yalnız, içlerinden yaşam özü akmayacaktı artık. İki yandan sarkan o ulu dallar ölmüştü. Önümüzdeki kışın kasırgalarıyla bu ağacın yarısı ya da bütünü yere devrilecekti besbelli, ama şimdilik ne de olsa gene tek bir ağaç sayılırdı... Belki bir yıkıntı, ama bir bütün yıkıntı. Bu dev ağaç sanki canlıymış da beni duyabilirmiş gibi, "Birbirinizden kopmamakla iyi etmişsiniz," dedim. "Yangından çıkmış gibi bir haliniz var –kavrulmuş, kararmış– gene de vefalı, sağlam köklerinizden gelme bir yaşam duygusu olsa gerek sizde. Bir daha yeşil yapraklarla bezenmeyeceksiniz, dallarınızda kuşların yuva kurup şakıdığını göremeyeceksiniz; zevk ve sevda çağınız kapandı artık sizin... Böyleyken, gene de yapayalnız değilsiniz... Bu çöküntü sırasında birbirinizle dert ortaklığı edebilirsiniz."
Başımı kaldırmış, ağaca bakıyordum, tam gövdenin ikiye ayrıldığı yerde, bir an için, Ay göründü... Puslu, kan kırmızı. Benden yana şöyle şaşkın şaşkın, bezgin bir bakışla baktı sanki; sonra gene bir küme derin bulutun içine gömüldü. Rüzgâr Thornfield'in çevresinde bir ara kesilir gibi olduysa da, uzaklarda, ağaçlar, tepeler üzerinde korkunç, üzgün bir inilti çıkarmayı sürdürüyordu... İnsanın içini karartan bir ses. Yeniden koşmaya başladım. Meyve bahçesine gelince, oradan oraya dolaşarak, ağaçların altına serili duran elmaları topladım; olmuşları olmamışlardan ayırarak oyalandım. Ayırdıklarımı eve getirip kilere koydum. Sonra, bakalım şömineyi yakmışlar mı, diye kitaplığa gittim.
Mevsim yazdı, ama Mr. Rochester'ın böyle kapalı bir gecede eve gelince, şöminede gürül gürül bir ateş görmek isteyeceğini biliyordum. Evet, şömineyi yakmışlardı, ateş de pek hoş yanıyordu. Onun koltuğunu şöminenin yanına çektim, ufak masayı da yanına yerleştirdim, şamdanları, kendisi gelir gelmez yakılmak üzere, içeri getirdim. Bu hazırlıklar huzurumu büsbütün kaçırdı. Yerimde duramıyordum. Ev beni boğuyordu sanki. Odadaki küçük saatle sofadaki büyük saat aynı anda onu vurmaya başladılar. "Ne kadar da geç oldu!" diye düşündüm. "Kapıya kadar bir gideyim bari. Arada bir Ay çıkıyor, yol ta uzaklara kadar görülüyor. Belki geliyordur. Onu kapıdan karşılarım; böylece burada dakikalarca eli kolu bağlı beklemekten kurtulmuş olurum."
Bahçe kapısının iki yanında yükselen ulu ağaçlarda rüzgâr uğul uğuldu. Yolun görebildiğim kadarı bomboş, ıssızdı. Ay görününce bulutların gölgeleri bir uçtan bir uca gidiyor, bundan başka yolda ne gelen vardı ne de giden... Yol beneksiz, uzun, beyaz bir çizgi gibiydi. Çocukça gözyaşları gözlerimi perdeledi... Sabırsızlığın, umut kırıklığının yaşları... Utanarak gözlerimi sildim. Ne var ki kapıdan bir türlü ayrılamıyordum. Ay şimdi evine iyiden kapanarak o kalın bulut perdesini sımsıkı örtmüştü; gece zifirî karanlığa boğulmuş, esintiyle birlikte bir de yağmur başlamıştı. Kendimi bir felaket duygusuna kaptırarak, "Gel artık, efendim, gel!" diye bağırdım. Çay saatinden önce geyeceğini ummuştum. Şimdi ise karanlık basmıştı. Nerede kalmıştı acaba? Başına bir kaza mı gelmişti?
Bir gece önceki olay gene aklıma, geldi. Şimdi bu bir felaket işareti gibi görünüyordu bana. Anlaşılan, umutlarım, gerçekleşemeyecek kadar parlaktı. Son zamanlarda o kadar mutlu olmuştum ki, şansım doruğa ulaşıp sönmeye yüz tutmuştu besbelli. "Ne olursa olsun, eve dönemem artık!" diye düşünüyordum. "Bu fırtınada, o dışarıdayken ben ateş başında oturamam. Sinirlerimi hırpalamaktansa vücudumu yorayım daha iyi: Gidip onu uzaklardan karşılayayım."
Yola düzüldüm. Hızlı hızlı yürüyordum ama pek uzağa gitmeme gerek kalmadı. Bir nal sesi duydum, derken bir atlı göründü... Dörtnala geliyordu. Atın yanı sıra da bir köpek koşuyordu. Felaket duyguları, kuruntular, savulun! Oydu gelen... Ta kendisi! Mesrur'a binmiş, yanında da Kılavuz! O da beni gördü; çünkü tam o sırada Ay gökte mavi bir pencere açmış, bu boşlukta şıkır şıkır yüzüyordu.
Efendim şapkasını çıkardı, havaya kaldırıp döndürerek salladı. Ben de ona doğru koştum.
Atın üzerinden eğilerek elini uzattı. "Gel bakalım!" diye bağırdı. "Bensiz yapamadığın belli! Çizmemin ucuna bas... Ver iki elini de bana. Şimdi hopla!"
Dediklerini yaptım. Sevinç beni çevikleştirmişti. Sıçrayıp onun önüne oturdum. Beni yürekten öptü, onsuz edemediğim için de epey böbürlendi. O sırada ben onun bu zafer kazanmış haline, kendini beğenmiş sözlerine sesimi çıkarmamak zorundaydım. Sonra, efendim böbürlenmesini yarıda keserek, "Bir şey mi oldu, Janet?" diye sordu. "Beni bu saatte karşılamaya çıktığına göre... Bir şey mi var?"
"Yoo!.. Ama hiç gelmeyecekmişsiniz sandım da... Sizi evde beklemeye dayanamadım. Hele bu yağmurda, fırtınada."
"Ya, hem de ne yağmur ne fırtına! Deniz perileri gibi sırsıklamsın. Şu pelerinime bürün... Yalnız, senin ateşin var galiba, Jane! Yüzün de, ellerin de cayır cayır yanıyor. Doğru söyle bana, bir şey mi var ortada?"
"Siz geldiniz ya... Hiçbir şey yok artık. Korkum da, tasam da kalmadı."
"Biraz önce korkun, tasan vardı demek?"
"Biraz. Size de anlatırım bunu, efendim... Ama benimle alay edersiniz sanırım."
"Ancak yarın sabahı atlattıktan sonra alay edeceğim ben seninle! Ondan önce göze alamam; çünkü daha emin değilim senden. Yalnız, bu sen misin gerçekten? Haftalardan beri kirpi gibi diken diken olan sen? Elimi uzatsam diken batıyordu. Şimdi ise yolunu şaşırmış bir kuzu var kucağımda. Sürüden ayrıldın da çobanını aramaya çıktın, değil mi, kuzucuğum?"
"Sizi çok aradım, orası doğru, ama böbürlenmeyin böyle. İşte konağa geldik. Lütfen indirin beni artık."
Yere indirdi, atını John'a teslim ettikten sonra arkamdan içeri girerken de, hemen sırtımı değişmemi, kitaplığa gelmemi sıkıladı, merdiven başında beni durdurarak, geç kalmayacağıma söz aldı. Gerçekten de, çabuk hazırlandım, beş dakika sonra kitaplıktaydım. Onu masa başında buldum.
"Otur da bana arkadaşlık et, Jane. Tanrı'nın izniyle, yarın sabah kahvaltısından sonra artık uzun bir süre Thornfield'in çatısı altında birlikte yemek yemeyeceğiz." Yanına oturdum ama bir şey yiyemeyeceğimi söyledim. "Uzun yola gideceğin için mi, Jane? Ta Londra'lara gitmek düşüncesi mi iştahını kapadı?"
"Bu gece ileriyi açıkça göremiyorum, efendim; hatta, kafamdaki düşünceleri bile seçemiyorum. Her şey asılsız gibi görünüyor."
"Benden başka her şey. Ben sahiciyim... Bak, dokun bana hele."
"Siz, efendim, hepsinden daha asılsızsınız. Bir düşten ibaretsiniz siz."
Gülerek elini uzattı. "Düş mü bu?" diye sorarak elini gözlerimin önüne getirdi.
Kolu uzun ve kaslı, eli yaşam, güç doluydu. Bu eli tutup indirerek, "Evet, dokunduğum halde, gene de düş," dedim. "Yemeğinizi bitirdiniz mi, efendim?"
Çıngırağı aldım, hepsinin kaldırılmasını söyledim. Yeniden yalnız kaldığımız zaman ateşi karıştırdım, sonra ufak bir iskemle çekerek efendimin dizinin dibine oturdum. "Saat gece yarısına geliyor," dedim.
"Evet, Jane. Yalnız, unutma ki düğünümden önceki gece uyumayıp benimle oturacağına söz vermiştin."
"Evet. Sözümde duracağım da. Hiç olmazsa bir-iki saat için. Yatıp uyumak benim de içimden gelmiyor."
"Bütün hazırlıkların tamam mı?"
"Hepsi tamam."
"Benim de öyle. Bütün işlerimi yoluna koydum. Yarın kiliseden döndükten yarım saat sonra buradan ayrılabiliriz."
"Peki, efendim."
"Bunu ne tuhaf bir gülümseyişle söyledin, Jane! Elmacıkkemiklerinin üzerinde ne parlak bir kırmızılık var! Gözlerin de ne garip parlıyor! Hasta değilsin ya?"
"Değilim herhalde."
"Herhalde mi? Ne var? Anlat bana... Nasılsın şu sırada?"
"Anlatamam ki, efendim... Şu sırada nasıl olduğum sözle anlatılamaz. Geçirmekte olduğumuz şu saat hiç sona ermesin istiyorum. Bundan sonraki saatin nasıl bir yazgıyla yüklü olduğunu kim bilebilir ki?"
"Kuruntu bu, Jane! Aşırı heyecandan... Aşırı yorgunluktan."
"Ya, siz, efendim? Sakin misiniz, mutlu musunuz?"
"Sakin değilim, ama mutluyum... İliklerime kadar." Mutluluğunu görebilmek için yüzüne baktım... Yüzü kızarmıştı, heyecanlaydı. "İçini dök bana, Jane," dedi. "Kafanı kurcalayan ne varsa benimle paylaşarak boşalt. Nedir seni korkutan? Benim iyi bir koca olamayacağımdan mı kaygılanıyorsun?"
"Aklımın ucundan bile geçmiyor bu."
"Girmek üzere olduğun yeni çevreler... Başlayan yeni hayat mı ürkütüyor seni yoksa?"
"Yo!"
"Beni şaşırtıyorsun, Jane. Senin şu üzgünlüğünü anlayamıyorum... Ben de üzülüyorum. Anlat her şeyi bana."
"Öyleyse, dinleyin, efendim. Dün gece siz evde yoktunuz ya?"
"Yoktum, biliyorum bunu. Biraz önce de benim yokluğumda bir şeyler olduğunu çıtlatır gibi yaptın. Önemli bir şey olmasına pek yol yok, ama kısacası... Tedirgin etmiş seni. Anlat bakalım... Mrs. Fairfax bir şeyler dedi galiba... Yoksa, hizmetçilerin bir lafı falan mı kulağına geldi? Gururun mu zedelendi?"
"Hayır, efendim," dedim. Bu sırada saat on ikiyi vuruyordu. Odadaki saatin gümüş sesiyle sarkaçlı saatin o boğuk, yankılı sesi kesilinceye kadar bekledim, sonra anlatmaya koyuldum: "Dün bütün gün işim başımdan aşkındı. Canla başla, ferah gönülle çalışıyor, bu sonsuz telaştan büyük zevk alıyordum. Sizin dediğiniz gibi, gireceğim yeni çevrenin bana ürküntü falan verdiği yoktu; tersine, ömrümü sizinle birlikte geçirebilme fırsatı bence harikulade bir şeydi; çünkü sizi seviyorum... Hayır, efendim, dokunmayın şimdi bana, bırakın anlatayım... Dün geleceğe güvenim vardı, olayların sizin için de, benim için de iyi bir yönde geliştiğine inanıyordum.
"Hatırlarsınız, hava güzeldi. Ne yağmur, ne de rüzgâr olmadığı için, sizin yolculuğunuz rahat geçmeyecek diye bir kaygım da yoktu. Çaydan sonra, biraz evin önünde dolaştım, sizi düşündüm. Hayalimde bana o kadar yakındınız ki gerçek varlığınızı pek aramıyordum bile. Beni bekleyen yaşantının şimdiye kadar sürdüğümden daha coşkulu, daha geniş ufuklu olacağını düşünüyordum... Çünkü bu sizin yaşantınızdı, efendim; bunun yanında benim yaşayışım denize akan bir dere gibi kalıyordu. Sonra, birtakım düşünürlerin nasıl olup da bu dünyayı ıssız bir çöle benzettiklerine şaştım. Benim için dünya gül bahçesi gibi donanmıştı.
"Gün batarken gökyüzü bulutlandı, serinlik çıktı, ben de içeri girdim. Sophie terziden yeni gelmiş olan gelinliğimi göstermek için yukarı çağırdı beni. Kutuda, elbisenin altında da armağanınızı buldum: Tam bir sultan savurganlığıyla, Londra'dan ısmarlayıp getirttiğiniz duvak. Mücevher istemedim, diye beni mücevher kadar pahalı bir şeyi kabul etmek zorunda bırakmaya karar vermiş olsanız gerek. Duvağı açarken kendi kendime gülümsüyor, bu ekâbir zevkinizle, halktan aldığınız gelini sultanlar kılığına sokmak için harcadığınız çabalarla nasıl alay edeceğimi kuruyordum. Şu soylu olmayan kafama örtmek için kendi hazırladığım nakışsız, sade tül örtüyü size getirecektim, kocasına ne çeyiz, ne servet, ne mevki, ne de güzellik getirmeyen bir gelin için bu duvağın yetip yetmeyeceğini soracaktım. Yüzünüzde belirecek ifadeyi görür, vereceğiniz alçakgönüllü karşılıkları duyar gibiydim. Sonra, burnunuz bir karış havada, 'Benim paraya, mevkiye ihtiyacım yok ki para kesesiyle, bir unvan armasıyla evleneyim!' diyecektiniz."
"Beni ne de iyi tanımışsın, büyücü seni!" diye efendim lafımı kesti. "Yalnız, duvakta ne kusur buldun, işlemeli olmasından başka? İçinden bıçak mı, zehir falan mı çıktı ki suratın böyle asık?"
"Hayır... Hayır, efendim... Tülün inceliğinden, şahaneliğinden başka yalnızca Mr. Rochester'ın gururunu buldum, ki bu da beni korkutmadı; çünkü alışkınım ne de olsa. Her neyse, karanlık bastıkça rüzgâr hızlanıyordu. Dün gece böyle, bu geceki gibi korkunç, hırıltılı değil de, ozanın dediği gibi 'somurtkan bir inilti'yle esiyordu. Daha tüyler ürpertici bir sesi vardı. Ben de sizin yokluğunuzu iyice duymaya başlamıştım. Buraya geldim, boş koltuğunuzu, ateşi küllenmiş şömineyi görünce içim ürperdi. Yattıktan sonra da bir süre uyuyamadım. Hızını gittikçe artıran fırtına arasında birtakım boğuk, acı sesler kulağıma gelir gibiydi. Evden mi, dışarıdan mı geldiğini bilemiyordum. Rüzgâr ne zaman aralık verse bu ne olduğu belirsiz acı ses yeniden duyuluyordu. En sonunda, bunun uzaktan uzağa uluyan bir köpek olduğunda karar kıldım. Derken ses kesildi, sevindim.
"Uykuya dalınca rüyalarımda da karanlık, fırtınalı geceler gördüm. Uykumun arasında bile sizinle olmak istiyor, aramızda bizi ayıran bir engel varmış gibi tuhaf bir üzüntü duyuyordum. İlk uykum sırasında bilmediğim bir yolun dolambaçlarında dolaştım durdum. Kopkoyu bir karanlık içinde, şakır şakır bir yağmur altındaydım, kucağımda da bana emanet edilmiş küçük bir çocuk vardı. Daha yürüyemeyen ufacık, zayıf bir şey. Benim buz kesmiş kollarımda o da titriyor, acı acı ağlıyordu. İçimde sanki siz benim çok önümden yola çıkmışsınız da bu yolda çok ilerideymişsiniz gibi bir duygu vardı. Size yetişebilmek için içim içimi yiyordu. Seslenmeye, 'Beni bekle!' diye yalvararak bağırmaya çabalıyordum, ama ne ilerleyebiliyordum ne de sesim çıkıyordu. Bu ara da, bana öyle geliyordu ki siz benden her an biraz daha uzaklaşıyordunuz."
"Ama Jane, şimdi ben senin yanındayken bile bu rüyalar sana ürküntü mü veriyor? Ne ürkek şeysin sen! Kuruntuları bırak da mutlu gerçekleri düşün yalnız. Beni sevdiğini söyledin, Janet. Evet, hiç unutmayacağım bunu; sen de yadsıyamazsın artık. Rüyanda sesin çıkmıyordu belki, ama demin o sözleri söylerken pek güzel çıktı: 'Ömrümü sizinle birlikte geçirebilme fırsatı harikulade bir şey; çünkü sizi seviyorum...' Açıkça işittim bunu; belki biraz fazla ciddi, ama şarkılar kadar tatlı, güzel bir söz. Sen de yadsıyamazsın artık. Beni seviyor musun, Jane? Bunu bir daha söyle bana."
"Seviyorum, efendim... Seviyorum, bütün varlığımla."
Bir ara sessiz durduktan sonra, "Pek tuhaf!" diye söylendi. "O sözlerin bıçak gibi saplanmıştı bağrıma. Neden acaba? Söylerken takındığın o ciddi, içten, adeta dindar ifade yüzünden olsa gerek. Şimdi de bana doğru çevrilmiş olan bakışlarında inanç, vefa, sevginin özü okunuyor. Yanı başımda bir ruhun varlığını duyuyorum sanki. Hadi, Jane, hınzırca bak biraz bana. Pek ustasındır bunda. O vahşi, utangaç, kışkırtıcı gülümseyişlerden birini yarat, benden nefret ettiğini söyle. Alaya al beni, iğnele, kızdır. Ne yaparsan yap, ama böyle duygulandırma beni. Şu sırada hüzünlere boğulmaktansa öfkeleneyim daha iyi."
"Şu anlatacağımı anlatıp bitirdikten sonra sizi istediğiniz kadar iğneler, kızdırırım. Şimdi beni dinleyin siz."
"Her şeyi anlattın bitirdin sanıyordum, Jane. Sıkıntılı, üzgün oluşunu rüyalarına bağladığını sanıyordum." Başımı "hayır" dercesine salladım "Ne, dahası da mı var? Ama önemli bir şey olduğuna taş çatlasa inanmam! İnanmayacağımı sana önceden bildiriyorum. Şimdi anlat bakalım!"
Onun üzerine gelmiş olan huzursuzluk, tutumundaki biraz ürküntülü sabırsızlık beni şaşırtıyordu gene de, anlatmamı sürdürdüm: "Bir rüya daha gördüm, efendim. Thornfield Malikânesi korkunç bir yıkıntı, baykuş yuvası, yarasa yatağı olmuş. Şu heybetli cepheden yalnızca kabuk gibi bir duvar kalmış... İyice yüksek, sanki üflesen yıkılacak. Ay aydınlığı bir gecede, duvarın içinde, üzerini ot bürümüş yerlerde dolaşıyorum. Şurada bir şöminenin mermer yıkıntısı, burada bir korniş parçası ayağıma takılıyor. Kucağımda, şallara sarılmış, gene o tanımadığım çocuk... Onun ağırlığı bana engel oluyor, ama kucağımdan bırakamıyorum. Derken, uzaklarda, dolu dizgin koşmaya başlayan bir atın nal şakırtısını duydum. Bunun siz olduğunuzdan, yıllarca kalmak üzere, uzak bir yerlere gittiğinizden emindim. Sizi görebilmek isteğiyle, başladım o yüksek, havaleli duvara tırmanmaya. Acelemden yüreğim çarpıyor, ayaklarım birbirine dolaşıyordu. Çok geçmeden bastığım taşlar kayıp yuvarlanmaya başladı. Tutunduğum sarmaşıklar elimde kalıyordu. Çocuk da korkusundan sımsıkı sarılmıştı boynuma... Neredeyse boğuyordu beni. Sonunda, tepeye vardım. Beyaz yolda sizi, her an küçülen bir benek gibi gördüm. Rüzgâr öyle yaman esiyordu ki ayakta duramıyordum. Daracık yere oturdum, kucağımda korkudan bağıran yavruyu susturdum. O sırada siz yolun bir dönemecini dönmek üzereydiniz. Son bir kez size bakmak üzere öne doğru eğilince duvar parçalanıp sallanmaya başladı. Ben sarsılınca çocuk kucağımdan düştü; ben de dengemi yitirip düşerken uyandım."
"Demek hepsi bundan ibaret, Jane?"
"Önsöz bundan ibaret, efendim. Asıl öykü daha başlamadı... Uyandığımda gözüme bir ışık çaptı. 'Şükür, gün ışımış,' diye düşündüm. Yanılmışım. Mum ışığıydı bu. 'Sophie geldi, anlaşılan,' diye düşündüm. Tuvalet masamın üzerinde bir şamdan yanıyordu. Yatmadan önce gelinliğimle duvağımı asmış olduğum gömme dolabın kapısı da açık duruyordu. Bir hışırtı duydum dolabın içinden. 'Sophie, ne yapıyorsun orada?' diye sordum. Ses veren olmadı ama dolaptan bir karaltı çıktı. Şamdanı alıp yukarıya kaldırdı, portmantoda asılı duran giyecekleri gözden geçirdi. 'Sophie! Sophie!' diye bağırdım ben gene. O hâlâ susuyordu. Yatakta doğrulmuştum. Öne doğru eğilip baktım. Önce şaşkınlık içindeyken şimdi iyice sersemlemiştim. Sonra, damarlarımdaki kan buz kesildi. Efendim... Sophie değildi bu, Leah değil, Mrs. Fairfax değildi... Hatta –buna emindim, hâlâ da eminim– Grace Poole denilen o acayip kadın da değildi."
"Birinden biriydi kesinkes."
"Yok, efendim, size yemin ederim ki hiçbiri değildi. O anda gözlerimin önünde duran kişiyi Thornfield'de hiç görmüşlüğüm yoktu. Boyu bosu, biçimi, yapısı bana yüzde yüz yabancıydı."
"Tanımla, Jane."
"Uzun boylu, irikıyım bir kadına benziyordu, efendim. Arkasından ta aşağılara kadar sarkan gür, kara saçları vardı. Ne giymişti, seçemedim. Düz, beyaz bir şeydi ama elbise mi, gecelik mi, kefen mi, bilemeyeceğim."
"Yüzünü gördün mü, Jane?"
"Önce görmedim. Biraz sonra kadın duvağımı asılı bulunduğu yerden aldı, yukarıya kaldırıp uzun uzun süzdü, sonra kendi başına koyarak dönüp aynaya baktı. İşte o zaman dikdörtgen biçimi aynamda onun yüzünü gördüm."
"Nasıl bir şeydi?"
"Bence korkunç, feciydi! Ah, efendim, ömrümde böyle bir yüz görmedim ben! Morarmış, yabanıl bir yüz. Gözleri kan çanağı gibi, yuvalarından fırlamış. Bütün yüz şişmiş, kararmış... Unutabilsem bunları!"
"Hortlaklar çoğunlukla solgun yüzlü olurlar, Jane."
"Bunun yüzü morarmış, kararmış bir şeydi, efendim. Dudakları da şişkin, mosmor. Alnında derin çizgiler vardı. Kaşları o kıpkızıl gözlerinin üzerinde yüksek kemerler çiziyordu. Bu yüz bana neyi andırdı, söyleyeyim mi?"
"Söyleyebilirsin."
"Alman masallarındaki o iğrenç canavarları... Yani, vampirleri."
"Öf! Peki, ne yaptı bu hayalet?"
"Efendim, duvağımı başından çıkardı, yırtıp ikiye ayırdı, iki parçayı da yere atıp çiğnedi."
"Sonra?"
"Perdeyi aralayıp dışarı baktı. Şafağın sökmek üzere olduğunu mu gördü, nedir, şamdanı eline alarak kapıya yollandı. Tam benim yatağın yanından geçerken durdu. O kanlı gözlerle bel bel baktı bana. Mumu ta burnumun ucuna kadar uzatıp püf diye söndürüverdi. O korkunç, mor yüzün üzerime doğru eğildiğini biliyorum. Sonra kendimi kaybetmişim. Ömrümde ikinci kez, korkudan bayılmışım."
"Kendine geldiğin zaman kim vardı yanında?"
"Kimsecikler yoktu, efendim. Çoktan doğmuş olan güneşin ışığı vardı yalnız odamda. Kalktım, yüzümü yıkadım, başımı ıslattım, kana kana soğuk su içtim. Bitkin düşmüşsem de hasta değildim. Bu gördüklerimi sizden başka kimseye söylememeye karar verdim. İşte hepsi bu. Şimdi siz söyleyin bakalım. Kimdi bu kadın?"
"Aşırı heyecana kapılmış olan bir beynin yaratısı. Besbelli seni iyice el üstünde tutup gözünün içine bakmam gerekecek, bir tanem. Böyle duyarlıklı sinirler hiç hırpalanmaya gelmez."
"Efendim, emin olun, sinirlerimin payı yok bu işte. Görüntü sahiciydi. Gördüklerimin hepsi gerçekten oldu."
"Ya önceki rüyaların, onlar da sahici miydi? Thornfield yıkıntı mı şimdi? Beni senden ayıran aşılmaz engeller mi var? Seni tek söz söylemeden, tek gözyaşı dökmeden, son bir kez öpmeden bırakıp gidiyor muyum?"
"Şimdilik hayır, ama..."
"Sonradan mı gideceğim yani? Bak, yavrum, bizi sonsuza dek birbirimize bağlayacak olan gün başladı bile. Bir kez birleştik mi, senin bu korkulu düşlerin bir daha geri gelmeyecek. Ben söz veriyorum buna."
"Korkulu düş mü, efendim? Keşke ben de inanabilsem düşten ibaret olduğuna! Bunu şimdi eskisinden de çok istiyorum; çünkü o korkunç yaratığın gizini siz bile çözemediniz."
"Ben bile çözemediğime göre, demek ki aslı yokmuş, Jane."
"Ama efendim, bu sabah kalkınca ben de aynı şeyi söyledim kendi kendime. Avuntu, yürek bulmak için, parlak güneş ışığında dört bir yanıma bakındım. Orada, halının üzerinde, düş varsayımını yalanlayan bir şey duruyordu. Bir uçtan öbür uca kadar yırtılıp ikiye ayrılmış duvağım!"
Mr. Rochester'ın irkilip ürperdiğini gördüm. Kollarını telaşla bana sardı, "Tanrı'ya şükür!" diye söylendi. "Dün gece odana habis bir şey girmişse Tanrı'ya şükür ki duvağını yırtmakla yetinmiş. Bir düşün... Daha başka neler yapabilirdi!" Soluğu kesilerek beni bağrına bastı, öyle sıktı ki soluk alamadım adeta. Birkaç dakika sessizlik oldu. Sonra neşeli bir sesle, "Şimdi ben sana her şeyi anlatayım, Jane!" dedi. "Olup bitenler yarı düşe, yarı gerçeğe benziyor. Besbelli odana gerçekten bir giren olmuş. Bu da Grace Poole olsa gerek. Başkası olamaz çünkü. Onun acayip bir şey olduğunu sen kendin söyledin. Bunu söylemekte haklısın; çünkü onunla ilgili birkaç şey biliyorsun. Bana, Mason'a neler yaptı değil mi? Sen de yarı uykunda, yarı uyanık olduğun bir sırada onun girişini, yaptıklarını gördün. Ama heyecandan ateşli gibiydin, pek de kendinde sayılmazdın. Uykulu durumda onu şeytana benzettin. O uzun, dağınık saçlar, şişkin kara surat, iri yapı, senin hayalinin yarattığı şeylerdi, gördüğün karabasanların sonucu. Duvağın haince yırtılışıysa bir gerçek! Hem de tam o kadından umulacak bir şey. Gözlerinin bakışından anlıyorum, Jane... Böyle bir kadını evimde niçin barındırdığımı sormak istiyorsun. Evlilik yıldönümümüzden bir gün sonra bunun nedenini söyleyeceğim sana. Şimdi olmaz... Her neyse, benim bu kadarcık açıklamamı kabul ediyor musun, Jane? İçin rahatladı mı biraz?"
Düşündüm: Gerçekten de olabilecek bir şeydi söyledikleri. İçim rahat etmemişti, ama onu hoşnut kılmak için rahatlamış gibi görünmeye çalıştım. Ne de olsa biraz hafiflemiştim. Böylece ona bakıp gülümsedim. Saat sabahın birini çoktan geçmişti, artık gidip yatmak üzere ayağa kalktım. Ben şamdanı yakarken o, "Sophie çocuk odasında yatıyor, değil mi?" diye sordu.
"Evet, efendim."
"Adela'nın o küçük karyolasına sen de sığarsın elbet. Bu gece orada yatmalısın, Jane. Anlattığın olay sinirlerini bozmuş senin... Haklı olarak. Bu gece ben de senin yalnız yatmamanı isterim. Çocuk odasına gideceğine söz ver bana."
"Seve seve giderim, efendim."
"Kapıyı da sıkıca içeriden kilitle. Yukarı çıkınca So-phie'yi uyandır, yarın sabah seni erken kaldırsın; çünkü saat sekizden önce giyinip kahvaltı etmiş olman gerek. Hadi, şimdi artık kötü düşüncelere paydos! Üzüntüyü silk, at, Jane. Duymuyor musun, rüzgâr nasıl yavaşlamış, yumuşak bir fısıltı olmuş? Yağmur da camları dövmekten vazgeçmiş artık. Bak!" Perdeyi açtı. "Nefis bir gece var dışarıda."
Gerçekten de öyleydi. Göğün yarısı açılmış, tertemizdi; şimdi batıdan esen rüzgârın önüne kattığı bulutlar yüksek, gümüşlü yığınlar halinde doğuya doğru göçüyordu. Ay sakin sakin parlamakta. Efendim merakla gözlerimin içine bakarak, "Peki, Janet'im şimdi nasıl bakalım?" diye sordu.
"Gece sakinleşmiş, efendim... Ben de öyle."
"Bu gece ayrılık, keder düşleri görmek de yasak... Aşk, mutluluk, birleşme, beraberlik düşleri göreceksin."
Onun düşüncesi yarı yarıya doğru çıktı: Kederli düşler görmedim gerçekten; yalnız, sevinçli düşler de görmedim; çünkü hiç uyumadım ki! Küçük Adela'ya kollarımı dolayıp onun o çocuk uykusunu seyrederek –öyle dalgın, dingin, öyle masum– sabah olmasını bekledim. Dipdiriydim, uyanıktım. Güneşle bir ben de kalktım. Aklımdadır, yanımdan ayrılırken Adela uykusunun arasında boynuma sarıldı. Onun küçücük kollarını boynumdan çözerken eğilip yanacıklarını öptüğümü, tuhaf bir acıyla ağlamaya başladığımı da anımsıyorum. Hıçkırıklarım çocuğun o dalgın uykusunu bozmasın, diye yanından ayrıldım. O benim geride kalan yaşantımın simgesiydi sanki. Şimdi karşısına çıkmak üzere giyinecek olduğum kişi de –hem ürktüğüm, hem de deli gibi sevdiğim insan– bilinmez geleceğimin simgesi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro