35. Bölüm
Kalkıp giyinirken, gece olup bitenleri düşünüyor, düş mü, değil mi, bilemiyordum. Mr. Rochester'ı gene görüp de o sevgi bildiren, mutluluk umduran sözlerini yeniden duymadıkça gerçeğe inanamayacaktım. Saçlarımı yaparken aynada yüzüme baktım. Yüzüm artık alımsız, gösterişsiz değilmiş gibi geldi bana. Yüzümün ifadesi umut, rengi yaşam doluydu. Gözlerim de yaşam kaynağını görmüş, o ışıklı suların parlaklığını kapmış gibiydi. Çoğu kereler efendimin yüzüne bakmakta isteksizlik göstermiştim; çünkü onun benim yüzümü beğenmeyeceğinden korkmuştum. Şimdi ise onun sevgisini soğutmak korkusu olmaksızın yüzüne bakabileceğimi seziyordum. Çekmecemden sade, temiz, hafif bir yazlık elbise çıkartıp giydim. Sanki şimdiye kadar hiçbir giysi bana bu derece yaraşmamıştı! Şimdiye kadar hiçbir giysiyi bu derece coşkun bir mutlulukla giymemiştim ki!
Merdivenlerden koşarak aşağı indiğimde, geceki kasırganın yerini pırıl pırıl bir haziran sabahının almış olduğunu görünce, açık camlı kapıdan içeri dolan güzel kokulu, taptaze rüzgârın soluğunu duyunca hiç şaşmadım! Ben böyle mutluyken doğa da şenlik yapacaktı elbet. Araba yolundan bir dilenci kadınla küçük oğlu yaklaşmaktaydılar, ikisi de soluk benizli, pırtık şeylerdi. Hemen koştum, kesemde kaç para varsa hepsini onlara verdim; üç-dört şilin bir şeydi, ama karınca kararınca benim bayramımdan onlar da nasiplenmeliydiler! Kargalar gaklıyor, daha neşeli olan kuşlar cıvıldaşıyorlardı. Gene de hiçbir şey benim sevinçli gönlüm kadar şen şakrak olamazdı!
Mrs. Fairfax üzgün bir yüzle pencereden bakıp son derece ciddi, "Miss Eyre, kahvaltıya buyurur musunuz?" diyerek beni şaşırttı. Kahvaltı sırasında da kadıncağız sessiz, soğuk durdu bana karşı. Onun kapıldığı yanlış kanıyı düzeltmek elimde değildi ki. O da, ben de, efendimizin açıklama yapmasını bekleyecektik. Zorla bir şeyler yedim, hemen yukarı koştum. Ders odasının kapısında Adela'ya rastladım, dışarı çıkıyordu.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordum. "Ders saatin şimdi."
"Mr. Rochester beni çocuk odasına gönderdi."
"Kendisi nerede?"
Adela dershaneyi göstererek, "Orada," dedi.
İçeri girdim, onu gördüm. Efendim, "Gel, bana günaydın de," diye buyurdu. Canıma minnetti bu benim. Bu sabah, merhabalaşmamız yalnızca resmî birkaç sözden, tokalaşmaktan ibaret kalmadı: Kucaklaştık, öpüştük. Efendim tarafından böyle sevilip okşanmak pek doğal geldi bana. "Jane... Yüzünde güller açmış bu sabah. Güler yüzlü, güzelsin, gerçekten güzel. Nerede benim o solgun benizli küçük ecinnim? Nerede benim arpacı kumrum? Bu yanağı gamzeli, gül dudaklı, güneş yüzlü küçük kız, ipek gibi kumral saçları, ışıklı yeşil ela gözleriyle bu kız, o mu?"
"O efendim; Jane Eyre."
"Yakında Jane Rochester olacak. Dört hafta sonra Janet. Dört haftayı bir gün bile geçmeyecek. Duydun mu?" Duymuştum, ama tam olarak kavrayamamıştım. Başım dönüyordu. Bu sözlerin içimde uyandırdığı duygu, sevinç heyecanından daha yoğun bir şeydi... Sarsıcı, sersemletici bir şey; korkuydu neredeyse. "Önce kızardın... Şimdi de bembeyaz kesildin. Neden Jane?"
"Bana yeni bir ad verdiniz de ondan, Jane Rochester. Öyle garibime gitti ki!"
"Evet, Mrs. Rochester," dedi "Genç Mrs. Rochester. Fairfax Rochester'ın çocuk yaştaki karısı."
"Olmayacak bir şey bu, efendim. Olanaksız bir şey. Bu dünyada tam mutluluk hiçbir insana nasip olmaz. Benim alın yazım da öteki insan kardeşleriminkinden daha başka olacak değil ya! Başıma böyle bir şey gelmesi bir masala benziyor... Bir düş!"
"Bu düşü gerçekleştirmek benim elimde. Gerçekleştireceğim de! Bugünden başlıyorum bu işe. Bu sabah Londra'daki bankama yazdım, kasalarımdaki mücevherleri bana göndersinler, diye. Bunlar Thornfield'in bir hanımından öbürüne geçen aile andaçlarıdır. Birkaç gün sonra hepsini kucağına boşaltacağım senin. Unvan sahibi bir adamın kızını alıyormuşum gibi davranacağım sana karşı."
"Sakın ha, efendim, bırakın siz mücevherleri! Lafından bile hoşlanmıyorum. Jane Eyre için mücevher düşüncesi garip, yadırganır bir şey gibi geliyor bana. Hiç vermeyin, daha iyi."
"Elmas dizisini boynuna, elmaslı tacı alnına kendi elimle takacağım. Çok da yaraşacak; çünkü. Yaradan senin alnına soyluluk damgası vurmuş, Jane. Bu çıt kırıldım bileklere bilezikler geçireceğim; bu tüy gibi parmakları yüzüklerle donatacağım."
"Yok, efendim, hayır! Başka şeyler düşünün, başka şeyler konuşun. Başka türlü konuşun benimle... Güzel bir kadınmışım gibi değil! Çünkü ben hep sizin okullu kızlar gibi sade olan mürebbiyenizim."
"Benim gözümde sen güzeller güzelisin. Tam benim gönlüme göre bir güzelliğin var: İnce, hayal gibi."
"Yani cılız, silik, demek istiyorsunuz. Siz galiba düş görüyorsunuz, efendim. Yoksa, alay mı ediyorsunuz benimle? Tanrı aşkına, alaycı olmayın böyle!"
O, "Senin güzelliğini, dünya âleme de kabul ettireceğim!" dedi. Onun bu türlü konuşması beni gerçekten tedirgin etmeye başlıyordu; çünkü ya kendi kendini ya da beni aldatmaya çalıştığını sanıyordum. "Jane'imi atlaslar, danteller içinde gezdireceğim. Saçına güller takacak, yüzüne paha biçilmez tüller örtecek."
"O zaman da siz beni tanıyamayacaksınız, efendim. Artık sizin Jane'iniz olmaktan çıkacağım, hokkabaz hırkası giymiş maymunlara, tavus tüyü takınmış serçelere döneceğim. Sizin tutup da oyuncular gibi giyinmeniz neyse benim de saraylı hanımlar gibi giyinmem odur. Bakın, ben size yakışıklısınız, güzelsiniz, diyor muyum?.. Sizi bütün varlığımla sevdiğim halde? Ama zaten sizi pek çok sevdiğim için iltifat edemiyorum. Ne olur, siz de bana öyle iltifatlar etmeyin!"
O benim ne derece huzursuz olduğumu anlamadan gene konuştu: "Hemen her gün seni faytonla Millcote'a götüreceğim. Orada kendin için elbiseler seçeceksin. Dört hafta içinde evleneceğimizi söyledim sana. Nikâhımız şu aşağıdaki kilisede sessiz sedasız kıyılacak. Sonra seni Londra'ya götüreceğim. Orada biraz kaldıktan sonra da güneşe daha yakın diyarlara kaçıracağım seni: Fransız bağlarına, İtalyan ovalarına. Eski Dünya'nın da, Yeni Dünya'nın da en ünlü yerlerini görecek benimtatlım. Sonra büyük kentlerin yaşantısını da tadacak. Başkalarıyla ölçerek kendi kendine değer vermesini öğrenecek."
"Geziye çıkacağım ha? Hem de sizinle?"
"Paris'i, Roma'yı, Napoli'yi görüp gezeceksin... Floransa, Venedik, Viyana. Benim gezdiğim her yeri sen de gezeceksin. Benim kaba ayaklarımla çiğnediğim yerlerin üzerinden sen bir tüy gibi uçup geçeceksin. Bundan on yıl önce ben, yarı deli durumlarda dolaştım Avrupa'yı. Yanımda yol arkadaşı olarak nefret, öfke, tiksinti vardı. Şimdi ruhum şifa bulmuş, arınmış olarak döneceğim Avrupa'ya... Yanımda beni avutacak bir melek!"
Onun bu sözlerine karşı gülerek, "Ben melek falan değilim!" dedim. "Ölmeden de melek olamam... Ben kendimim, Mr. Rochester, benden öyle ilahî bir şeyler ne bekleyin, ne de isteyin; çünkü elde edemezsiniz; nasıl ki ben de sizden melek falan gibi davranmanızı hiç beklemediğim gibi."
"Ne bekliyorsunuz peki benden?"
"Kısa bir süre için belki de şimdi olduğunuz gibi olacaksınız... Çok kısa bir süre. Derken ateşiniz soğumaya başlayacak. Sonra daha kaprisli, daha da sert olup çıkacaksınız. Sizi hoşnut bırakabilmek için akla karayı seçeceğim. Yalnız, zamanla, bana alıştıkça benden gene hoşlanmaya başlayacağınızı umuyorum. Ama bakın... Hoşlanmak diyorum, âşık olmak değil. Aşkınız altı ayda, belki de daha önce uçup gidecek... Erkeklerin yazdığı kitaplara bakılırsa, yeni evli bir adamın aşkı bu kadar sürermiş. Ama sonradan, bir arkadaş, bir dert ortağı olarak, sevgili efendime hiç usanç vermeyeceğimi umuyorum."
"Usanç vermekmiş! Hoşlanmakmış! Bak göreceksin, sadece hoşlanmakla kalmayıp seni gerçekten, ateşle, vefayla sevdiğimi sen bile kabul edeceksin."
"Evet, ama siz ne de olsa kaprisli bir insansınız, efendim, öyle değil mi?"
"Beni salt yüzlerinin güzelliğiyle çeken kadınlara karşı evet! Onların duygusuz, ruhsuz olduklarını keşfedince, sığ, basmakalıp, inceliksiz, huysuz, sıradan, belki de aptal olduklarını öğrenince iblis kesilirim ben! Ama bir kadın ki derindir, içtendir, dürüsttür, konuşmasını bilir; bir ruh ki ateşten yapılmıştır; bir karakter ki eğilir, ama bükülüp kırılmaz... Hem esnek, hem dimdik, hem uysal, hem de prensip sahibidir... İşte böyle bir kadına karşı ben her zaman vefalı, her zaman sevecenimdir."
"Şimdiye kadar hiç böyle bir kadın tanıdınız mı, efendim? Hiç böyle birini sevdiniz mi?"
"Şimdi seviyorum."
"Benden önce demek istedim. Hoş, ben sizin ileri sürdüğünüz çetin ölçülere uyabileceğimi hiç sanmıyorum ya..."
"Ben şimdiye kadar senin bir eşine daha rastlamadım, Jane. Beni hem hoşnut ediyorsun, hem de egemen oluyorsun bana. Boyun eğer gibi davranıyorsun. Bayılıyorum senin bu uysallığına... Parmağıma yumuşacık bir ibrişim dolar gibi. Ben bu ipek iplikle oynarken ta yüreğime doğru bir titreşim yayılıyor. Etkilenmişim, yenilmişim, elden gitmişim meğer! Yalnız, bu anlatamayacağım kadar tatlı bir duygu. Bu yenilgide kazanacağım her türlü zaferden çok daha güçlü bir büyü var... Neden gülüyorsun öyle, Jane? Yüzündeki şu anlaşılmaz, şeytanca ifade ne anlama geliyor ki?"
"Kusura bakmayın, efendim, elimde olmadan aklıma bir şey geldi de... Hercules'i, Samson'u düşünüyordum... Onları büyüleyen kadınları..."
"Ya, demek bunları düşünüyorsun, öyle mi, seni küçük şeytan seni!"
"Yeter, canım efendim; şu sırada neler dediğinizi pek bilmeyen bir haliniz var... Hercules'le Samson'un bir zamanlar ne yaptıklarını pek bilmedikleri gibi! Yalnız, onlar da kendilerini büyüleyen kadınlara nikâh kıysaydılar koca olarak gösterdikleri sertlik, önce gösterdikleri gevşekliği kapatırdı besbelli. Sizinle de durumumuzun böyle olacağından korkuyorum. Sonra, çok da merak ediyorum: Bundan bir yıl sonra sizden, gönlünüzün istemediği ya da işinize gelmeyen bir dilekte bulunsam, bunu nasıl karşılarsınız acaba?"
"Benden şimdi bir şey istesene, Janet. Ne olursa olsun. Benden bir şeyler dilemeni istiyorum."
"Hemen efendim. Dilekçem zaten hazır."
"Söyle! Ama böyle gülümseyerek yüzüme bakarsan daha dileğinin ne olduğunu anlamadan peki diyeceğim, bu yüzden de aptal durumuna düşeceğim."
"Hiç de değil, efendim. Benim tek dileğim şu: Londra'daki mücevherleri getirtmeyin, benim başıma güller falan takmaya kalkışmayın. Şu sade mendilinizin çevresine simli bir zıh geçmekle bir olur bu."
"Has altına yaldız sürmek de, daha iyi! Biliyorum. Dilekçen kabul edildi, Janet... Ama şimdilik. Bankaya yazdığım talimatı geri alacağım. Yalnız, benden henüz bir şey istemiş değilsin, yalnızca vereceğim bir armağanı vermekten vazgeçmemi diledin. Hadi, bir şey iste."
"Peki öyleyse, efendim. Merakımı son derece kabartan bir nokta var. Bu merakımı gidermek iyiliğinde bulunun bari."
Birden kaygılandı. Telaşla, "Neymiş bu? Ne?" diye sordu. "Merak tehlikeli şeydir. Neyse ki senin her isteğini yerine getireceğim diye yemin falan etmedim."
"Bu isteğimi yerine getirmekte hiçbir tehlike olamaz, efendim."
"Söyle, Jane. Ama keşke benim bir sırrımı sormak yerine, örneğin mülkümün yarısını isteyeydin benden."
"Aman, 'Kral Asuerus Hazretleri!' Ne yapayım ben sizin mülkünüzün yarısını? Beni parasını mülke yatırma peşinde olan bir tefeci falan mı sandınız siz? Mülkünüzün yarısı yerine inancınızın tümünü verin, bence daha iyi. Bana gönlünüzü veriyorsunuz, güveninizi vermekten kaçınmazsınız elbet, değil mi?"
"Güvenimin sana layık olan kadarını seve seve veririm. Ama yalvarırım sana, Jane, gereksiz bir yük altına sokma kendini. Zehir isteme benden. Havva Anamız gibi, yasak bilgiler dileme."
"Neden, efendim? Daha demin söylüyordunuz yenilginin size nasıl tatlı geldiğini, etki altında kalmaktan ne kadar hoşlandığınızı. Bu itiraftan hemen yararlansam da salt elimdeki gücü göstermek için size yalvarıp nazlanmaya, gerekirse ağlayıp somurtmaya başlasam yerinde olmaz mı?"
"Haddin varsa dene bakalım böyle bir şey! Benim sevgimi kötüye kullanmaya kalk, bana buyurmaya yelten... Her şey bitti demektir!"
"Öyle mi, efendim? Çabuk pes ediyorsunuz görüyorum. Ne de sert bir bakışınız var şu anda! Kaşlarınız parmak gibi kalınlaştı. Bir zamanlar bir şiirde "mavi siyah bir küme gök gürültüsü" diye bir benzetiş okumuştum. Alnınız da tıpkı buna benziyor. Bu sizin evlilik yüzünüz olsa gerek, değil mi, efendim?"
"Senin evlilik yüzün de şu şimdiki gibi olacaksa ben bu işten vazgeçtim. Dini bütün bir Hıristiyan olarak bir ecinni kızıyla ya da bir semenderle birlikte yaşlanamam! Ama senin benden bir soracağın vardı, semendercik... Hadi sor!"
"Güzel! İşte artık kabalaştınız. Ben de sizin kabalığınızı iltifatlarınızdan daha çok seviyorum. Sizden sormak istediğim şu: Blanche Ingram'la evleneceğinize beni inandırmak için neden onca zahmete katladınız?"
"Bu kadarcık mı? Tanrı'ya şükür daha aşırı bir şey değilmiş!" O kapkara çatık duran kaşları düzeldi. Bir tehlike atlattığı için sevinmiş gibi yüzüme bakıp gülümseyerek saçlarımı okşamaya başladı "İtiraf edebilirim, sanıyorum. Seni biraz kızdıracağım –kızdığın zaman da nasıl cadılaştığını gördüm– ama... Dün gece kadere karşı isyan ederken, benim eşitim olduğunu ileri sürerken o serin ay ışığında alev alev tutuşmuştun sanki. Ha, sırası gelmişken... İlk öneriyi bana sen yaptın aslında, Janet."
"Elbette! Ama konuya dönelim lütfen... Blanche Ingram?"
"İşte, ona kur yapar gibi davrandım; çünkü sana deli gibi âşıktım, seni de kendime deli gibi âşık etmek istiyordum. Buna ulaşmak için en kestirme yolun da seni kıskandırmak olduğunu biliyordum."
"Güzel! Şimdi gözümde küçüldünüz işte! Küçük parmağımın tırnağı kadarsınız şu sırada. O biçim davranmanız doğrusu çok ayıp... Rezalet! Blanche Ingram'ın duygularını hiç hesaba katmadınız mı, efendim?"
"Onun bütün duyguları tek bir şeyde toplanmış: kibir. Böylelerinin burnunu sürtmek gerek. Kıskandın mıydı onu, Jane?"
"Bu sizin üstünüze görev değil, Mr. Rochester, sizi zerrece de ilgilendirmez. Şimdi bana gene doğru olarak karşılık verin: Blanche Ingram acı çekmedi mi? Şimdi aldatılmış, bırakılmış bir kız durumuna düşmeyecek mi?"
"Hiç de değil. Sana söyledim ya, asıl o beni bıraktı diye! Benim zengin olmadığıma inanınca duyduğu ateş bir anda sönükleşti... Daha doğrusu, temelli söndü."
"Tuhaf, dolambaçlı bir düşünüş yönteminiz var, Mr. Rochester; hatta kimi prensiplerinizin yazık ki, acayip olduğu bile söylenebilir."
"Prensiplerimi hiç iyi yetiştirmemişimdir, Jane. Bakımsızlıktan belki biraz eğri büğrü olmuşlardır."
"Ciddi olarak soruyorum, efendim: Bana bağışlanan büyük mutluluğu içim rahat olarak tatmak isterim. Bir süre önce çektiğim zehir gibi acıları şimdi benim yüzümden bir başkasının çekmesini istemem. Ortada böyle bir şey yok, değil mi?"
"Bundan emin olabilirsin, benim iyi yürekli kızcağızım! Yeryüzünde bana böyle tertemiz bir sevgiyle bağlı olan tek varlık sensin. Ruhumdaki yaraları bu güzel merhemle sarıyorum ben, Jane: Senin sevgine inanıyorum."
Omzumda duran ele dudaklarımı bastırdım. Çok seviyordum onu; o kadar ki ortaya vurmaktan çekiniyordum; o kadar ki bunu belirtecek sözcük bulamazdım zaten.
Biraz sonra, "Bir şey daha dile benden," dedi. "Senin dilediğini yerine getirmek bana kıvanç verecek."
Dilekçem gene hazırdı: "Niyetlerinizi Mrs. Fairfax'e anlatın, efendim. Dün gece bizi taşlıkta gördü, çok fena oldu. Ben onunla yeniden görüşmeden siz durumu anlatın ona. Öyle iyi yürekli bir hanımın bana kötü gözle baktığını bilmek üzüyor beni."
"Odana git, şapkanı giy," dedi. "Birazdan benimle birlikte Millcote'a gelmeni istiyorum. Sen hazırlanırken ben de o hatunu aydınlatırım. Ne düşündü dersin, Janet? Senin aşk uğruna her şeyi feda ettiğini mi sandı acaba?"
"Mevkimi unuttuğumu sandı bence. Sizin mevkinizi de."
"Mevki! Mevki! Senin mevkin benim gönlümdür. Bundan böyle seni hor görmeye kalkışanların vay haline! Haydi, şimdi yukarı!"
Çabucak hazırlandım. Onun Mrs. Fairfax'in odasından çıktığını duyar duymaz ben de oraya koştum. Kadıncağız her sabahki gibi İncil'den bir sayfa okumaktaymış besbelli: İncil'i önünde, gözlüğü de kitabın üzerinde duruyordu. Mr. Rochester'ın gelmesi üzerine okumasını falan unutmuş gibi bir hali vardı. Karşısında boş duvara dikili duran gözlerinde, hiç beklemediği bir haberle aklının karışmış olduğunu belli eden bir şaşkınlık okunuyordu.
Beni görünce kendini toparladı. Gülümsemek için şöyle bir davrandı, birkaç kutlama sözü söyledi. Yalnız, gülüş çok geçmeden sönüp gitti, başladığı cümle de yarım kaldı. Gözlüğünü kaldırıp İncil'ini kapattı, sandalyesini masa başından geriye doğru itti.
"Öyle şaşkına döndüm ki," diye söze başladı. "Sana ne diyeceğimi inan ki bilemiyorum, Jane Eyre. Düş falan görmüş değilim ya? Kimi zaman tek başıma otururken uyku bastırıyor; yarı düş görür gibi olmayacak şeyler aklıma geliyor. Kaç kez böyle kestirirken, on beş yıl önce ölen sevgili kocam içeri girip yanıma oturmuş gibi gelir; beni eskisi gibi 'Alice,' diye, adımla çağırdığını bile duymuşumdur. Sen de şimdi söyle bana: Mr. Rochester'ın sana evlenme önerdiği sahi mi? Gülme bana. Daha beş dakika önce yanıma geldi, seninle evlenmek istediğini söyledi gibi geliyor."
"Bana da aynı şeyleri söyledi," dedim.
"Öyle mi? İnanıyor musun ona? Kabul ettin mi önerisini?"
"Evet."
Kadıncağız şaşkın şaşkın yüzüme baktı: "Aklımdan geçmezdi. Gururludur efendimiz. Bütün Rochester'lar gururlu olagelmişlerdir. Babası paraya düşkündü, kendisinin de hesaplı olduğu söylenir. Demek niyeti seninle evlenmek, ha?"
"Bana öyle diyor."
Mrs. Fairfax beni tepeden tırnağa süzdü. Bende bu bilmeceyi çözmeye yarayacak bir güzellik bulamadığını gözlerinden okudum. "Doğrusu aklım ermiyor!" dedi. "Sen de söylediğine göre doğru olsa gerek. Ama sonu nasıl çıkar, bilemem... Gerçekten bilemem. Böyle durumlarda mevki, servet eşitliği çok zaman aranır. Hem sizin aranızda yirmi yıl yaş farkı da var. Mr. Rochester neredeyse senin baban olacak yaşta."
Ben sinirlenerek, "Hiç de değil!" diye karşılık verdim. "Babam olacak yaşta falan sayılmaz! Bizi yan yana görenler böyle bir şeyi akıllarına bile getirmezler. Mr. Rochester yaşını hiç göstermiyor. Zaten ruhu da, yirmi beşinde gibi genç."
Mrs. Fairfax, "Seninle gerçekten sevda uğruna mı evleniyor şimdi?" diye sordu. Onun bu soğuk, kuşkucu tutumu öyle gönlümü kırmıştı ki gözlerime yaşlar doldu.
Kâhya kadın, "Seni üzmek istemem, ama öyle gençsin ki!" diyordu. "Erkekler konusunda da öyle toysun ki, biraz kulağını bükmek isterdim. Eski bir söz vardır, 'Her ışıldayan, altın değildir,' derler. Bu işin altından da senin, benim ummadığımız bir pürüz çıkacak diye korkarım."
"Neden? Ucube falan mıyım ben? Mr. Rochester'ın bana karşı candan bir sevgi duyması olanaksız mı yani?"
"Yo, sen pekâlâ hoş bir kızsın. Son zamanlarda geliştin de. Mr. Rochester'ın seni sevdiğinden de kuşkum yok. İlk baştan beri seni el üstünde tuttuğu gözüme çarpmıştır. Arada onun böyle seni belirli olarak ayırt etmesinden senin hesabına kaygılandığım oldu, kulağını bükmek istedim; ama aklıma hiçbir kötülük getirmek de işime gelmedi. Böyle bir dokundurmanın seni üzeceğini, belki de gücendireceğini biliyordum. Sen kendin de öyle usturuplu, öyle aklı başında, öyle kendi halinde bir kızsın ki senin kendi kendini bütün tehlikelerden koruyabileceğine inandım... Derken, dün gece bütün evi arayıp da ne seni, ne de beyefendiyi hiçbir yerde bulamayınca neler çektim, anlatamam sana. Derken, saat on ikide ikinizin birlikte eve döndüğünüzü gördüm..."
"Her neyse yararı yok artık," diye sabırsızlıkla onun sözünü kestim. "Kötü bir şey yapmadığımı öğrendiniz ya, yeter."
"Dilerim sonu da iyi çıkar, kızım... Ama inan bana, ayağını ne kadar denk alsan yeridir. Mr. Rochester'ı kendinden uzak tutmaya çalış. Ne ona güven ne de kendine. O mevkideki beylerin, evlerindeki mürebbiyelerle evlenmek âdetleri değildir."
Artık tepem atmaya başlıyordu. Neyse ki tam o sırada Adela koşarak içeri girdi. "N'olur, ben de geleyim! Yalvarırım, ben de geleyim Millcote'a!" diye sızlandı "Mr. Rochester bırakmıyor. Oysa yeni faytonda dünya kadar yer var. N'olur matmazel, siz yalvarın ona, beni de alsın."
"Peki söylerim, Adela," diyerek hemen onu alıp oradan uzaklaştım. Kötümser akıl hocamdan uzaklaştığıma seviniyordum, doğrusu!
Fayton hazırlanmış; evin ön kapısına getireceklermiş. Mr. Rochester bir aşağı, bir yukarı gezinip duruyor, Kılavuz da onu adım adım izliyordu.
"Adela da bizimle gelebilir, değil mi, efendim?" diye sordum.
"Gelemezsin, dedim ben ona. Piç kurusu istemiyorum bugün yanımda, yalnız seni istiyorum."
"N'olur gelsin, efendim! Daha iyi olur."
"Hiç de değil. Can sıkıntısı olur yalnızca."
Sesi de, tavrı da bir hayli sertti. Zaten Mrs. Fairfax'in uyarıları, kuşkuları da neşemi kırmış, içimi ürpertmişti. İçimdeki umutların yerini bir güvensizlik, bir kuşku almıştı. Ona olan inancımı da yarı yitirmiş gibiydim. Pek üstelemeden ona boyun eğmek üzereydim; arabaya binmeme yardım ederken yüzüme baktı:
"Ne var?" diye sordu. "Güneş batıverdi sanki. Bıcırığın ille bizimle gelmesini mi istiyorsun? Onu burada bırakırsak keyfin mi kaçacak?"
"Gelirse daha çok sevinirim, efendim."
Efendim, "Öyleyse, bıcırık, koş hemen şapkanı giy, yıldırım gibi dön!" diye Adela'ya seslendi, o da, bacaklarının bütün gücüyle bir koşu kopardı. Beyefendi, "Ne yapalım, birkaç saatliğine katlanacağız artık," diyordu "Nasıl olsa yakında sana... Düşüncelerinle, konuşmalarınla, bütün zamanınla tüm varlığına, ölünceye kadar el koyacağım."
Adela arabaya binince, aracılığımdan ötürü gönül borcunu ödemek için beni öpmeye başladı. Mr. Rochester onu hemen alıp öbür köşeye oturttu. Bu kez çocukçağız onun arkasından başını uzatıp bana bakmaya başladı. O köşede oturmanın onca hiçbir tadı yoktu; çünkü Mr. Rochester'la, hele şu halinde, konuşup fısıldaşamaz, soru falan soramazdı.
"Bırakın, benim yanıma gelsin çocuk," dedim "Sizi belki rahatsız eder. Benim yanımda çok yer var."
Mr. Rochester çocuğu, bir köpek yavrusu gibi kaldırıp benim yanıma verdi. "Bak görürsün, yatılı okula göndermezsem!" dedi, ama şimdi gülümsüyordu.
Adela duydu, okula matmazelsiz mi gideceğini sordu.
Vasisi, "Evet," dedi. "Elbet matmazelsiz! Çünkü ben senin matmazelini alıp aya götüreceğim, oradaki yanardağların arasında bembeyaz vadilerin birinde bir mağara bulacağım. Matmazel orada benimle oturacak. Benden başka kimsenin yüzünü görmeyecek."
Adela, "Ama matmazel orada yiyecek bulamaz," diye görüşünü belirtti. "Açlıktan öldürürsünüz sonra onu."
"Ona sabah akşam cennet meyvesi toplarım ben. Ayın yamaçlarıyla ovaları cennet meyvesiyle kaplıdır, Adela."
"Ama matmazel üşür orada. Nasıl ısınacak?"
"Ayın dağlarından hep ateş fışkırır, kızcağızım. Matmazel üşüyünce ben onu kucağımda tepeye çıkarır, yanardağ ağızlarından birinin başına koyarım."
"Ah, orada ne keder! Hiç keyifli olmayacak. Peki, ya giysileri? Sırtındaki eskiyince yenilerini nerden bulacak?"
Mr. Rochester şaşırmış gibi yaptı. Sonra, "Ehem!" diye hafifçe öksürdü. "Sen olsan ne yapardın, Adela? İşlet kafanı biraz. Şöyle pembe beyazlı bir bulut alıp giydirsen nasıl olur dersin? Sonra, gökkuşağının ucundan keserek güzel bir atkı yapabiliriz."
Adela bir süre düşündükten sonra, "Bu hali daha iyi," sonucuna vardı. "Zaten ayda salt sizinle baş başa oturmaktan bıkar o. Ben matmazelin yerinde olsam, sizinle gitmeye razı olmazdım."
"O razı oldu: Söz verdi bile."
"Ama siz onu aya çıkaramazsınız ki! Ayın yolu yok. Hep hava. Ne siz, ne de matmazel uçacak değilsiniz ya!"
"Adela, şu tarlaya baksana!" Şimdi Thornfield'in bahçe kapısını geride bırakmış, Millcote'a giden düzgün yolda hafifçe kaymaktaydık. Geceki kasırga tozları bastırmış, yolun iki yanındaki alçak çalılarla yüce ağaçlar yağmurda yıkanmış olmanın verdiği taze bir yeşille pırıl pırıldı. "Adela, işte ben bundan iki hafta kadar önce bir akşamüzeri şu tarladan geçerken –hani o gün seninle harman savurmuştuk, işte o günün akşamı– orak biçmekten yorgun düştüğüm için bir çitin üzerine oturdum. Cebimden küçük bir defterle bir kalem çıkardım. Çok eskiden başıma gelen bir felakete, artık bunu unutup mutlu olmak istediğime ilişkin bir şeyler yazmaya başladım. Güneş batmıştı ama ben hâlâ harıl harıl yazıyordum ki şu yoldan bir şey geldi, benim biraz ötemde durdu. Baktım: Yüzünü bürümcükten bir peçeyle örtmüş, minnacık bir şeydi. Yanıma gelmesi için elimle işaret ettim. Geldi, dizimin dibinde durdu. Hiçbir şey demedim, o da bana bir şey demedi; yalnız, ben onun gözlerini okudum, o da benimkileri. Böylece, sözsüz konuştuk. Bu şey, periler ülkesinden gelme bir küçük periymiş. Bu dünyaya beni mutlu kılmak için gelmiş. Ama onunla birlikte gene bu dünyadan uzaklaşıp ıssız, uzak bir yerlere gidecekmişiz... Örneğin ay gibi. Peri kızı, başıyla, o sırada Hay tepesinden yükselmekte olan ayı gösterdi. Orada oturacağımız gümüşi vadi ile fildişi mağaradan söz etti bana. Ben de dedim ki 'Seve seve giderim,' dedim. Yalnız, tıpkı senin gibi ben de ona uçacak kanadım olmadığını belirttim. Bunun üzerine peri kızı bana, 'Hiç önemi yok bunun,' dedi, her türlü güçlüğü ortadan kaldıracak bir tılsım verdi bana. Güzel bir altın yüzüktü bu. Peri kızı: 'Bunu sol elinin yüzükparmağına takarsan ben senin olurum, sen de benim olursun. Birlikte dünyadan uzaklaşır, oraya yerleşiriz,' dedi. Gene başıyla ayı gösterdi. İşte, Adela, o tılsım şimdi altın bir para biçiminde benim cebimde duruyor. Onu yeni baştan yüzüğe dönüştüreceğim."
"Ama bizim matmazelin ne ilişkisi var bununla? Peri kızı vız gelir bana... Siz hani matmazeli götürüyordunuz Ay'a?"
Mr. Rochester sır söyler gibi bir fısıltıyla, "Peri kızı matmazelmiş," dedi.
Ben de Adela'ya onun bu şakalarına kulak asmamasını söyledim. Zaten küçük kız tam bir Fransız gerçekçiliğiyle vasisinin tam bir yalancı olduğunu söyledi; onun peri masallarına hiç inanmadığını bildirdi, zaten peri falan diye bir şey olmadığını, öyleyken, gene de peri diye bir şey olduğunu, ileri sürdü; perilerin Mr. Rochester'a asla görünmeyeceğinden, ona yüzükler verip Ay'da oturmaya çağırmayacaklarından emindi... Millcote'ta geçirdiğimiz saat benim için çok sıkıntılı oldu. Mr. Rochester beni zorla bir kumaşçı dükkânına sokarak altı tane ipekli seçmemi buyurdu. Hiç bana göre bir iş değildi bu... Gelmiyordu içimden. "Başka zamana bırakalım," diye yalvardım ama yok... İlle şimdi yapılacakmış! Neyse, ateşli fısıltılarla yalvarıp yakararak, altı parça kumaşı ikiye indirebildim! Ama efendim bunları kendi seçeceğine yemin etti. Onun gözlerini renk renk toplar üzerinde dolaştırmasını kaygıyla izledim. Sonunda çok parlak bir leylak rengiyle şahane bir pembe ipeklide karar kıldı. Ben yeniden fısıldaşmaya başlayarak bunları almakla dore bir tuvalet, gümüş lame bir şapka almanın bir kapıya çıkacağını; çünkü bu kumaşları taş çatlasa sırtıma giymeyeceğimi bildirdim. Deveye hendek atlatır gibi bir güçlükle (çünkü efendim keçi gibi inatçıydı), onu kandırarak, seçtiği kumaşları kuzgun siyahı bir saten, bir de sedef rengi bir ipekliyle değiştokuş ettirdim.
Efendim, "Şimdilik bunlar idare etsin bakalım," dedi. "Ama ben senin çiçek bahçesi gibi renkler bezendiğini de göreceğim elbet!"
Onu dükkândan çıkarınca derin bir soluk aldım. Kuyumcudan çıkardığım zaman da öyle. O bana öteberi aldığı ölçüde benim içimi utançtan, sinirden ateşler basıyordu. Gene faytona bindik. Alı al, moru mor, bitkin bir durumda arkama yaslandığım zaman aklıma birden, birbirini izleyen acı, tatlı olayların telaşından unutmuş olduğum bir şey geldi: Amcam John Eyre'in Mrs. Reed'e beni kendine evlat, mirasçı edinmek niyetini bildiren mektubu! "Kendime ait ufak bir gelirim olsa gerçekten ferahlarım," diye düşündüm. "Doğrusu, kocamın beni taşbebekler gibi giydirip kuşatmasına ya da Danae gibi her gün altın yağmuru gibi üstüme yağmasına doğrusu dayanamam! Eve gider gitmez oturup bir mektup yazarım Madeira'ya, John amcama Mr. Rochester'la evlenmek üzere olduğumu bildiririm. Günün birinde biraz gelir sahibi olacağımı bilirsem bu arada bütün bütün onun eline bakmayı biraz daha kolay içime sindirebilirim belki."
Bu kararla az çok rahatlamış olarak (gerçekten de eve gider gitmez yerine getirdim bu kararı) sevdiğim, kendisi de beni seven adamın yüzüne bir daha bakabilmek cesaretini buldum. Deminden beri ben başımı çevirdikçe o ısrarla benim gözlerimi arayıp duruyordu. Şimdi bana gülümsedi. Bana öyle geldi ki bu bir sultanın, bir mutluluk, tutkunluk ânında, armağanlara, ziynetlere boğduğu bir cariyesine gülümseyişiydi. Durmadan elimi arayan elini tutup öfkeyle sıktım sıkabildiğimce, sonra bıraktım.
"Böyle bakmayın bana!" dedim. "Bakarsanız emin olun Lowood'dan getirdiklerimden başka hiçbir çöp giymem, bu eflatun poplinle gelin olurum. Aldığımız sedef rengi ipekliyi siz sabahlık yaparsınız, siyah satenden de sayısız yelek çıkar size."
İçin için gülerek ellerini ovuşturdu: "İnanın doyamıyorum bu kızı ne görmeye, ne de dinlemeye! Nasıl da hiç kimselere benzemeyen, insanı iğneleyen halleri var! Osmanlı Sultanı'nın haremindeki bütün o ahu gözlü, huri vücutlu kızları verseler şu bir tek minicik İngiliz kızını değişmem, inan olsun!"
Bu benzetişle damarıma basmıştı gene. "Size haremlik etmeye zerrece niyetim yok!" dedim. "O düşünceleri aklınızdan silin. Gönlünüzden o türlü şeyler geçiyorsa, hiç gecikmeden, dosdoğru İstanbul'a yollanın. Zaten buralarda paranızı nereye harcayacağınızı bilemez gibi bir haliniz var... Oradan bir sürü cariye alın da bir harem kurun kendinize."
"Peki, ben şu kadar kilo et, şu kadar düzine ahu göz için pazarlık ederken sen ne yapacaksın, Janet?"
"Ben de misyoner olacağım; gidip bütün kölelere özgürlük aşkı aşılayacağım. Bu arada sizin hareminizdekileri de unutmayacağım elbet. Hele bir gireyim oraya... Bakın nasıl bir isyan çıkaracağım! Üç sorguçlu paşa olsanız boşuna... Bir anda, bu kez biz sizi tutsak yapacak, kölelerinizi azat eden bir ferman çıkarıncaya kadar da sizi salıvermeyeceğiz."
"Ben de senin merhametine sığınmakla yetinirim, Jane."
"Böyle bakmakta inat ederseniz ben de merhamet bilmem! Böyle baktığınız sürece şurası belli ki, bizim zorumuzla bütün koşullara bile razı olsanız, serbest kalır kalmaz anlaşmamıza ihanet edeceksiniz."
"Peki, ama Jane, ne yapayım istiyorsun? Korkarım benimle evlenmek için çok özel koşullar öne süreceksin. Nedir bunlar?"
"Ben yalnız iç rahatlığı istiyorum. Yük altında kalmamak istiyorum. Céline Varens'dan konuşurken... Ona verdiğiniz kürkleri, elmasları anlatırken neler dediğinizi unuttunuz mu? Sizin İngiltere'deki Céline Varens'ınız olmaya hiç niyetim yok! Ben Adela'nın mürebbiyesi olmayı sürdüreceğim. Böylece, ekmek paramı, ek olarak da yılda otuz sterlin harçlığımı çıkarır, kendi giyim kuşamımı bu paradan düzerim. Sizin bana vereceğiniz tek şey..."
"E, neymiş bu tek şey?"
"Saygınız, sevginiz olacak. Ben de buna karşılık size saygımı, sevgimi vereceğime göre ödeşmiş oluruz."
"Vay canına, küstahlıktan, burun büyüklüğünden yana kimse seninle aşık atamaz doğrusu! Anandan böyle doğmuşsun sen!"
Bu sırada Thornfield'e yaklaşmaktaydık. Bahçe kapısından içeri girerken, "Bugün öğle yemeğini benimle yemek lütfunda bulunur musunuz?" diye sordu.
"Yok, efendim, teşekkür ederim ama olmaz."
"Neden olmazmış, sorabilir miyim?"
"Şimdiye kadar sizinle hiç öğle yemeği yemedim, efendim. Şimdi yemem için bir neden yok. Ancak..."
"Ancak ne? Sözlerini yarıda kesmekten zevk alıyorsun."
"Ancak zorda kalınca yerim, efendim."
"Acaba benim bir hayvan gibi mi yemek yediğimi sanıyorsun da masama gelmeye çekiniyorsun?"
"Bu konuda hiçbir bilgim yok, efendim. Yalnız, eski gidişatı daha bir ay sürdürmek istiyorum da!"
"Ne münasebet! Böyle köleler gibi mürebbiyelik etmeyi hemen bırakacaksın!"
"Özür dilerim, efendim... Bırakamayacağım. Her zamanki gibi çalışmamı sürdüreceğim. Alışageldiğim gibi, sizden uzak duracağım bütün gün. Akşamları canınız beni görmek isterse çağırtabilirsiniz; ben de gelirim. Başka zaman olmaz."
"Ah, Jane, biraz tütün gerek bana... Ya da bir tutam enfiye... Avunmam için. Adela olsa, kendimi toparlamam için derdi bana. Yazık ki ne tabakam, ne de enfiye kutum var yanımda. Ama iyi dinle beni, bak ne diyeceğim: Küçük diktatör, şimdi sıra sendeyse de yakında bana gelecek elbet. Bir kez seni temelli ele geçireyim hele... Bak görürsün şöyle bir zincire vurmazsam, sözgelişi!" Bunu söylerken saat zincirini gösteriyordu. "Evet, miniciğim benim, seni yelek cebimde taşıyacağım böyle... Yitirmemek için."
Bu arada benim arabadan inmeme yardım ediyordu. Sonra o Adela'yı indirirken ben hemen yukarı kata kaçtım.
Akşam olunca beni huzuruna çağırdı. Bu arada ben ona bir angarya hazırlamıştım; çünkü bütün vaktimizi burun buruna konuşmakla geçirmeye hiç niyetim yoktu. Onun sesinin çok güzel olduğunu, çoğu güzel sesliler gibi de şarkı söylemekten hoşlandığını anımsamıştım. Benim sesim yoktu, onun titiz beğenisine göre, piyano çalışım da iyi sayılmazdı; ama güzel çalıp söyleyenleri dinlemeye bayılırdım. O akşam da alacakaranlık, o şiirsel saatte pencereye yıldızlı mavi perdesini çekmeye başlar başlamaz, ben yerimden kalkıp piyanoyu açtım. Mr. Rochester'dan, Tanrı aşkına bana bir şarkı söylemesini rica ettim. Benim dakikası dakikasına uymayan bir cadı olduğumdan, şarkıyı başka zaman söyleyeceğinden dem vurdu, ama ben, "Bugünkü iş yarına kalmasın!" dedim.
"Sesimi beğeniyor musun?" diye sordu.
"Çok!" dedim. Zaten enikonu kendini beğenmiş bir adam olduğu için, onu pohpohlamaktan hoşlanmazdım, ama o anda gururunu okşamak işime geliyordu.
"Öyleyse sen de piyanoda eşlik edeceksin, Jane."
"Peki efendim, çalışırım."
Çalıştım da! Ama çok geçmeden "küçük beceriksiz" diye damga yiyerek iskemleden aşağı itildim. Beni apar topar bir yana iterek (zaten benim istediğim de buydu), yerime geçti, hem çalıp hem söylemeye başladı; çünkü şarkı söylemek kadar piyano çalmakta da ustaydı. Ben de gene pencerenin içine sokulup oturdum; dışarıdaki kımıltısız ağaçlarla gölgeli çimliği seyrederken derin, yumuşak bir sesin söylediği şu tatlı şarkıyı dinledim:
Dünya sevdalarının En gerçek, en derini Sarmıştı varlığımın Bütün köşelerini. O gelince gülümser, O gidince ağlardım. Bir dakika gecikse Karaları bağlardım. En büyük mutluluktu Onun beni sevmesi,Delice ve yürekten Onu sevdiğim gibi. Gel gör ki aramızda Aşılmaz uzaklıklar, Sıradağlardan çetinYaman engeller vardı. Eşkiyalar gibi Düşmanlar tutmuş yolu. Etraf hep dikenlerle, Tehlikelerle dolu.Sonunda göze aldım Bütün tehlikeleri, Engelleri aşarak, Atıldım ta ileri. Talihin gökkuşağı Oldu yol gösterenim. Atıldım, uçar gibi İnanç dolu yüreğim. Gam yemem şimdi artık Talih düşman olsa da!Tehlikeler, engeller Yollarımı tutsa da! Uçurumlar açılsa "Neden açıldı?" demem. Kopsa da kasırgalarBir an bile gam yemem. Mutluyum çünkü en son Hep dilediğim gibi, O da beni seviyor Onu sevdiğim gibi. Elimde tutuyorum Sevdiğimin elini. "Senin olurum," dedi Gönlümün tek gelini. Yeminim var: Sevdiğim Benimle evlenecek. Benimle yaşayacak, Benimle de ölecek!
Kalktı, bana doğru geldi. Yüzünün parladığını, gözlerinin atmaca gözü gibi ışıldadığını, yüzünün her çizgisinden sevgi, tutku taştığını gördüm. Bir an içim korkuyla ürperdi, sonra kendimi toparladım. Böyle romantik sahnelere, cüretli gösterilere meydan vermemeye kararlıydım, oysa o anda, işte bu tehlikelerle yüz yüzeydim. Bir savunma silahı hazırlamak gerekiyordu: Ben de dilimi biledim. Tam benim yanıma sokulduğu sırada ona son derece soğuk, dik bir sesle, "Bu kez kiminle evleniyorsunuz?" diye sordum.
"Ne tuhaf soru bu! Hiç de Janet'ciğimin soracağı bir şey değil!"
"Neden olmasın! Bence pek yerinde, doğal bir soru; çünkü evleneceğiniz kızın sizinle birlikte öleceğinden dem vurdunuz demin. Kâfirlere yaraşır bir düşünce bu. Ne demek istiyorsunuz yani? Şu kadarını iyi bilin ki benim sizinle ölmeye hiç niyetim yok!"
"Ama benim bütün dileğim, bütün duam senin benimle yaşamandır. Zaten ölüm düşüncesini sana yakıştıramam ki ben."
"Neden yakıştırmayacakmışsınız? Ecelim gelince ölmek elbet herkes gibi benim de hakkım. Ama ecelim gelinceye kadar beklemek niyetindeyim. Hindu kadınları gibi davranmaya hiç niyetim yok."
"Peki, bu bencil düşüncemden ötürü beni bağışlar, bağışladığını da beni öperek gösterir misin?"
"Kusura bakmayın... Yapmasam daha iyi." Bunun üzerine, "taş yürekli bir bacaksız" olarak tanımlandım, başka hangi kadın olsa, "şerefine böyle şarkılar söylendiğini duyunca" eriyip biteceğini öğrendim. Benim yaradılıştan taş yürekli, kaya gibi bir kadın olduğumu, çok geçmeden de onun bunu iyice öğreneceğini, önümüzdeki dört hafta bitmeden ona yaradılışımın çeşitli çetin yönlerini göstereceğimi söyledim. Dertsiz başına ne türlü bir iş açtığını henüz yol yakınken, geriye dönüş olanağı varken öğrenmeliydi!
"Sus da biraz doğru dürüst konuşalım."
"İsterseniz susarım. Adam gibi konuşmaya gelince, ben şu anda doğru dürüst konuştuğumu sanıyorum."
Bu tutum karşısında oflayıp puflamaya, homur homur homurdanmaya başladı. İçimden, "Hah şöyle!" diyordum. "Dilediğin kadar köpür, ateş püskür! Sana karşı kullanabileceğim en iyi siyaset bu... Eminim buna. Seni anlatamayacağım kadar çok seviyorum; ama romantik bir bataklığa saplanıp kalmayacağım, dilimin iğnesi sayesinde seni de bataklığın kıyısından uzak tutacağım. Böylece, aramızda ikimiz için de gerekli bir uzaklığı sağlamış olacağım."
Hafiften başlayıp gitgide azıtarak onu epey sinirlendirdim. Suratını asarak gidip karşı köşeye oturunca ben de ayağa kalktım, her zamanki rahat, saygılı halimle, "Size iyi geceler dilerim, efendim," diyerek yan kapıdan dışarı süzüldüğüm gibi oradan uzaklaştım.
O akşam uygulamaya başladığım bu yöntemi bütün bekleyiş dönemimizde sürdürdüm, hem de son derece başarılı olarak. Bu yüzden o kimi kez huysuzlaşıyor, kaşlarını çatıyordu ama çoğunlukla pek eğlenceli bir vakit geçirdiğini görüyordum. Kuzu gibi bir uysallık, çifte kumrular gibi muhabbet onun ruhundaki despotluğu büsbütün artırabilirdi; ama aklını, kafasını, hatta zevkini pek o kadar doyurmazdı sanıyorum. Başkalarının yanında ona karşı her zamanki gibi saygılı, sessizdim; çünkü başka türlü olmama gerek yoktu. Ancak akşamları baş başa kalınca onu böyle üzüyor, hırpalıyordum. Saat yediyi vurur vurmaz gene beni çağırtıyordu; yalnız, artık beni görünce, "sevgilim", "bir tanem" falan gibi ballı sözler dökülmüyordu dudaklarından. Şimdi ondan duyduğum en büyük övgü, "hınzır şeytan", "ifrit kız", "ecinni" gibi şeylerdi. Artık okşayışların yerini de yüz buruşturmalar almıştı. Elimi sıkacağı yerde koluma çimdik atıyor, beni öpeceği yerde kulağımı çekiyordu.
İşler yolundaydı. Şimdilik böyle buruk davranışları daha tatlı, sıcak davranışlara yeğlemek zorundaydım. Mrs. Fairfax'in de bu tutumlarımı beğendiğini görüyordum. Benimle ilgili kaygıları yok olmuştu, bunu bilmek de beni doğru yolu tutmuş olduğuma inandırıyordu. Mr. Rochester ise kendisini iğne ipliğe çevirdiğimi ileri sürüyor, yakın gelecekte benden korkunç öçler alacağına yemin ediyordu. Onun bu esip yağmaları karşısında ben kıs kıs gülüyor, içimden, "Seni şimdi az çok idare edebildiğime göre bundan sonra da idare edebileceğimden hiç kuşkum yok," diyordum. "Şimdi kullandığım yöntem işe yaramaz olursa bir yenisini icat ederim elbet."
Ama ne de olsa kolay değildi üzerime aldığım bu iş. Çok zaman onun yanında diken değil de gül olmak geliyordu içimden. Evleneceğim adam yavaş yavaş benim bütün dünyam olup çıkıyordu; hatta dünyamdan da ileri bir şey... Cennet umudumdu o benim sanki. Onun yüzünden bütün dinsel düşüncelerden uzaklaşmıştım o günlerde. Güneş tutulması gibi bir şey olmuş, bir kul yüzünden Tanrı'yı göremez durumlara düşmüştüm... Mr. Rochester'ı putlaştırıp çıkmıştım çünkü.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro