Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

34. Bölüm


Şahane bir yaz ortası İngiltere'yi nura boğmuştu. Uzun bir süre boyunca peş peşe gelen güzel günlerin gökleri öyle saf, güneşleri öylesine parlaktı ki bizim denizlerle çevrili ülkemizde bu tür günlerin teker teker göründüğü bile azdır! Sanki günlerden beri, kafilelerle İtalyan günleri gelmiş de parlak tüylü göçmen kuşlar gibi Albiontepelerine konmuşlardı. Harmanlar kalkmış; Thornfield Malikânesi çevresindeki tarlalar yolunmuş; yollar sıcaktan çatlamış, bembeyaz; ağaçlar en olgun yeşilliklerine bürünmüş. Çitlerin, koruların bol yapraklı, koygun yeşilleri, aradaki çıplak tarlaların güneş rengiyle güzel bir çelişki yaratıyordu.

Yaz gecesi. Ta öğleden beri Hay yolunda yaban çileği toplamaktan yorgun düşen Adela güneşle bir yatmıştı. Onun uykuya dalışını seyrettim, sonra yanından ayrıldım, bahçeye indim.

Günün en tatlı saatindeydik: "Gündüzün hummalı ateşi geçmiş", soluğu kesilen ovalarla, kavrulmuş tepelere çiy taneleri serin serin dökülmeye başlamıştı. Günbatısında bulutların debdebesi yoktu. Güneş tepelerin ardında doğrudan doğruya batmıştı. Şimdi battığı yerde yakut kızılıyla, alev renkleriyle menevişlenen ağır bir mor, gitgide yumuşayarak, gökyüzünün hemen hemen yarısına yayılmaktaydı. Gündoğusunun da, duru, koyu, derin maviler içinde kendince bir güzelliği ve tek bir yıldız biçiminde bir de pırlantası vardı. Yakında ayın doğuşuyla da övünebilecekti, ama ay henüz ufkun ardındaydı.

Bir süre taşlarla kaplı yolda gezindim. Çok iyi tanıdığım, hafif bir koku: Bir sarma sigara kokusu kim bilir hangi pencereden taşarak, burnuma geldi. Kitaplık penceresinin biraz aralık durduğunu gördüm, bakan olursa beni görebileceğini bildiğim için meyve bahçesine geçtim. Thornfield topraklarında bundan daha kuytu, Cennet Bağı'na bundan daha çok benzer bir köşe bulamazdınız: Bir yanda yüksek bir duvar, meyve bahçesini konağın avlusundan ayırıyor, öbür yanda iki sıra kayın ağacı çimlikle arasına perde gibi giriyordu. Karşı köşede bir parmaklık bu bahçeyi ıssız tarlalardan ayıran tek siperdi. Yanları taflanlı, kıvrım kıvrım bir yol bu parmaklığın tam önünde yükselen dev bir atkestanesinin çevresini dolanarak parmaklıkta son buluyordu. Ağacın çevresinde yuvarlak bir tahta sıra vardı. Bu dar yolda, insan kimsenin gözüne görünmeden gezinebilirdi. Bal gibi tatlı çiy taneleri düşer, derin bir sessizlik her yanı sarar, alacakaranlık da gitgide koyulaşırken, bu gölgeli köşede sonsuzluğa dek oyalanabileceğimi hissediyordum. Sonra, doğan ayın ışığını görerek, biraz daha yukarıdaki açıklığa doğru ilerlerken birden, olduğum yerde duraladım. Bir şey görmüş ya da duymuş olduğum için değil; gene bir koku bana bir başkasının varlığını haber vermişti. Yabangülü, karapelin, yasemin, karanfil, gül ve akşam ayini için çoktan buhurdanlarını tüttürmeye başlamışlardı. Gelgelelim bu yeni koku ne çiçek kokusuydu, ne funda; çok iyi bildiğim bu koku, efendimin sarma sigarasıydı.

Çevreme bakınıp kulak kabartıyorum: Meyve yüklü ağaçları görüyorum, yarım kilometre kadar uzaktaki bir koruda çileyen bir bülbülün dem çekişini duyuyorum. Görünürlerde ne bir karaltı var, ne de kulağıma bir ayak sesi geliyor. Yalnız, tütün kokusu gittikçe yoğunlaşmakta. Kaçmam gerek. Fidanlığa açılan çit kapısına doğru gidiyorum, Mr. Rochester'ın oradan içeri girdiğini görüyorum. Sarmaşıklı kemerin altına sokuluyor. Burada nasıl olsa fazla kalmaz, geldiği yere döner; ben de hiç sesimi çıkarmadan şuracıkta beklesem, benim varlığımdan haberi bile olmaz. Hayır... Akşam saati, bu eski bahçe, benim kadar onun da hoşuna gitmiş olsa gerek ki gezintisini uzatıyor. Şimdi bir dal tutup üzerindeki meyveleri gözden geçiriyor, derken olgun bir kiraz tanesi koparıyor, ara sıra da çiçek öbeklerine doğru eğilerek kokularını içine sindiriyor ya da yaprakların üzerindeki çiyden incileri hayran hayran seyrediyor. Kocaman bir pervane vızıldayarak yanımdan geçiyor, Mr. Rochester'ın ayağı dibindeki bir bitkinin üzerine konuyor. Efendim bunu görüyor, yakından bakmak için eğiliyor. "Hah!.. İşte bana arkası döndü; pervaneyle de meşgul... Çok usul yürürsem belki gizlice kaçabilirim," diye düşünüyorum...

Çakıltaşların şıkırtısı beni ele vermesin, diye kıyıdaki otların üzerine basarak yürüdüm. Mr. Rochester benden birkaç metre ötede, çiçek tarhlarının arasında duruyordu, pervaneye iyice dalmış bir hali vardı. "İyi, kaçabileceğim," diye düşünerek ilerledim. Tam onun, daha iyice yükselmemiş olan ay ışığında uzayan gölgesinin üzerinden geçiyordum ki, başını çevirmeden yavaşça "Jane, gel bak şu herife,'" dedi. Çıt çıkarmamıştım, onun da arkasında gözü yoktu ya! Yoksa, gölgesinin mi duygu yeteneği vardı da ayağımı basınca hissetmişti? Eni konu irkildim, sonra onun yanına doğru yaklaştım. "Kanatlarına bak şunun," dedi. "Bana Antil Adaları'ndaki böcekleri anımsatıyor. İngiltere'de bu kadar büyük, renkli gece böceklerine az rastlanır. A! Uçtu!" Pervane uzaklaşmıştı. Ben de bön bön dönüp yürüdüm. Mr. Rochester peşimden geldi, çite vardığımız zaman, "Geri dön, Jane," dedi. "Böyle güzel bir geceyi evin içinde geçirmek günahtır! Hele böyle güneşin batmasıyla ayın doğması kucaklaşırken hiç kimse gidip yatmak istemez, öyle değil mi?"

Benim kusurlarımdan biridir: Kimi zaman pek hazırcevap olan dilim kimi zaman da bahane bulmakta güçlük çeker. Bu da hep ivedi durumlarda, kıvrak bir sözle, akla yakın bir özürle sıkıcı, üzücü köşelerden kurtulmak istediğim zamanlara rastlar. Şimdi de, bu akşam saatinde, gölgeli meyve bahçesinde Mr. Rochester'la baş başa gezinmek istemiyordum, ama oradan gitmek için uygun bir özür de bulamıyordum ki! Sürüklenen adımlarla peşinden yürürken kafam hep, yakamı kurtarabilmek için yollar aramaktaydı. Ne var ki, Mr. Rochester öyle sakin, ciddiydi ki bu derece sıkıldığım için kendi kendimden utanmaya başladım. Ortada bir sakınca varsa benim hayalimin ürünü olsa gerekti; çünkü o hiçbir şeyden habersiz, rahattı.

Yeniden o taflanlı dar yola sapıp da atkestanesine doğru ağır ağır yürümeye başladığımız zaman, "Jane, yazın Thornfield pek güzel bir yer oluyor, değil mi?" diye sordu.

"Öyle, efendim."

"Bir dereceye kadar bağlanmışsındır artık buraya. Doğal güzelliklere meraklı olduğun kadar sevdiğin şeylere bağlanmak özelliği de var sende."

"Evet, bağlandım, efendim."

"Benim aklım almıyor, ama sen o Adela olacak boş kafalı çocukla, Mrs. Fairfax denilen kendi halinde hatun kişiye de bağlandın, öyle değil mi?"

"Doğru, efendim. İkisini de seviyorum kendimce."

"Üzülür müsün onlardan ayrılırsan?"

"Elbette!"

"Yazık!" diyerek içini çekti. Az sonra, "Bu dünyanın işleri böyledir zaten," dedi. "Tam kendine şöyle rahat, sefalı bir köşe bulduğun sırada bir ses yükselir, dinlenme saatinin sona erdiğini bildirerek kalkıp başka yere gitmeni buyurur."

"Yani benim de kalkıp başka bir yere gitmem mi gerekiyor, efendim?" diye sordum. "Thornfield'den ayrılacak mıyım?"

"Yazık ki ayrılacaksın, Jane. Ben de üzülüyorum, Janet, ama bu ayrılık kaçınılmaz gibi geliyor bana."

Bir darbeydi bu; gene de beni yere yıkmasına fırsat vermedim. "Ne yapalım, efendim, kalkıp gitmek için buyruk çıktığı zaman giderim ben de!" dedim.

"Buyruk çıktı artık, Janet. Bu gece bildirmek zorundayım."

"Demek gerçekten evleniyorsunuz ha?"

"Tam da üstüne bastın! Her zamanki keskin sezişinle tam isabet ettin hedefe."

"Yakın mı, efendim?"

"Çok yakın, benim... Yani Jane Eyre... Sana bir şey anımsatmak istiyorum: Hani bir süre önce benim şu kaşarlanmış bekâr boynuma evliliğin kutsal boyunduruğunu geçireceğime ilişkin bir söylenti çıkmıştı ya –yoksa ben mi dokundurmuştum– Blanche Ingram'ı bağrıma basacağıma ilişkin? (Hani Blanche Ingram da tam bağra basılacak parça ya! İnsanın hem gözünü, hem kolunu koltuğunu dolduracak cinsten ama fazla mal göz çıkarmaz!) Her neyse, dediğim gibi... İyi dinle beni, Jane! Neden çeviriyorsun öyle başını... Gene pervane aramak için mi? Sana şunu anımsatmak isterim ki, Blanche Ingram'la evlendiğim zaman seni de, Adela'yı de çarçabuk başka yere göndermem gerektiğini ortaya ilk atan sen olmuştun. Tam benim evimdeki gösterişsiz mevkiinden umulacak bir sözdü o! Senin o hayran olduğum ileri görüşünün, sağduyunun, alçakgönüllülüğünün bir belirtisi! Aslında bu söz benim sevgilimin karakterine sürülen bir lekedir, ama bunun üzerinde durmuyorum; sen buralardan uzaklaştığın zaman da unutmaya çalışacağım, Janet; yalnızca öğüdünün ne kadar yerinde olduğunu anımsayacağım. Zaten öğüdünü bu kadar yerinde bulduğum içindir ki kendime yasa olarak benimsedim: Adela yatılı okula gitmeli, sen de, Sayın Miss Jane Eyre, kendine yeni bir iş aramalısın."

"Elbet, efendim. Hemen bir ilan veririm. Bu arada da..." Niyetim, "Yeni bir sığınak bulup gidinceye kadar burada kalabilirim," demekti, ama uzun bir cümle söylemeyi göze alamayarak sustum; çünkü sesime pek güvenemiyordum.

"Bir aya varmadan dünya evine gireceğimi umuyorum," dedi. "Bu arada da seni kendi elimle yeni bir işe, yeni bir yere yerleştireceğim."

"Eksik olmayın, efendim. Size çok zahmet..."

"Yo, özür dilemeye gerek yok! Bence bir işçi görevini senin kadar iyi başarırsa, işverenin ufak tefek yardımlarına hak kazanmış, olur; hatta, bu arada, gelecekteki eşimin annesi yoluyla senin için yeni bir yer aradım, sana uygun olacağını sandığım bir aile buldum. İrlanda'nın Connaught kentinde, Bitternutt Lodge malikânesinin sahibesi Mrs. Dionysius O'Gall, beş kızının öğrenimini üzerine alacak birini arıyormuş. İrlanda'yı seveceğini sanıyorum. Dediklerine göre öyle sıcak kanlıymış ki oradaki ahali!"

"O kadar uzak ki, efendim!"

"Varsın uzak olsun... Senin gibi aklı başında bir kız yolculuktan da, yolun uzaklığından da yılmaz!"

"Yolculuk değil de yolun uzaklığı yıldırıyor beni. Sonra, deniz de ayıracak beni..."

"Neden ayıracak seni?"

"İngiltere'den, Thornfield'den, sonra..."

"Sonra?"

"Sizden, efendim." Bunu istemeyerek söylemiştim; gene hiç istemezken, gözlerimden yaşlar boşanıvermişti. Ama sesli olarak ağlamıyor, hıçkırmıyordum. Bitternutt Lodge'lu Mrs. O'Gall'ı düşündükçe kanım donuyordu nedense. Hâlâ o anda yanımda yürüyen efendimle benim arama girecek olan köpüklü dalgaların düşüncesi kanımı büsbütün donduruyordu. Ama, en acısı, sevdiğim erkekle benim arama girecek olan asıl okyanusun, yani varlık, sınıf, mevki ayrımından oluşan uçurumun düşüncesiydi. Gene, "O kadar uzak ki!" diye mırıldandım.

"Uzak ki ne uzak! Sen İrlanda'nın Connaught kentindeki Bitternutt Lodge'a gidince birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğiz artık. Burası kesin, Jane. Ben hiç gitmem İrlanda'ya; çünkü benim gönlümü okşayan bir yer değildir. Ama, şunca zaman iyi arkadaşlık ettik seninle, öyle değil mi, Jane?"

"Öyle, efendim."

"Arkadaşlar da, ayrılmak üzereyken ellerinde kalan üç-beş günü birlikte geçirmek isterler. Gel, yıldızlar gökteki pırıltılı yaşamlarına başlarken şöyle yarım saat kadar oturalım da, ayrılıktan, yolculuktan konuşalım usul usul. İşte, atkestanesi ile yaşlı köklerinin arasına kurulmuş olan sıra. Gel, burada bir daha oturmamız nasip değilse bile bu gece oturabiliriz." Sıraya oturdu, beni de oturttu. "İrlanda'nın yolu gerçekten uzak, Janet!" dedi. "Küçük dostumu böyle yad ellere salıvermek benim de içime sinmiyor ama... Elimden daha iyisi gelmiyorsa, ne yapabiliriz ki! Jane, söyle bana, ne dersin: Benimle bir akrabalığın falan var mı acaba?" Konuşacak durumda değildim artık; yüreğim durmuştu sanki. Efendim, "Çünkü arada sana ilişkin tuhaf duygulara kapılıyorum," diye sözünü sürdürdü. "Hele böyle, şimdiki gibi, yakınımda olduğun zamanlar. Sanki sol kaburgamın altında bir yerde bir ip varmış da bu ip senin sol kaburgana sımsıkı bir kördüğümle bağlanmış. Öyle sanıyorum ki aramıza dağlar, denizler girerse bizi birbirimize bağlayan bu ip kopacak. O zaman da için için kanlarım akacakmış gibi bir kuruntuya kapılıyorum. Sana gelince... Sen hemen unutursun beni!"

"Ben sizi dünyada unutamam, efendim; biliyorsunuz..." Burada kaldım. Ötesini söylemek olanaksız!

"Jane, korulukta öten bülbülü duyuyor musun? Bak, dinle."

Bülbülü dinlerken sarsılarak hıçkırmaya başladım; çünkü çektiğim acıyı daha fazla bastıramıyordum. Kendimi tutamayarak tepeden tırnağa en derin bir ıstırapla titriyordum. En sonunda konuşabildiğim zaman, "Keşke hiç doğmasaymışım! Keşke Thornfield'e gelmeseymişim!" diye inledim.

"Ayrılacağına üzüldüğün için mi?"

İçimdeki sevginin, acının köpürttüğü şiddetli heyecan benliğimi bütün bütün sarıp kendi benliğini dile getirmek için çırpınıyordu.

"Thornfield'den ayrılacağıma üzülüyorum. Çünkü Thornfield'i seviyorum. Thornfield'i seviyorum; çünkü çatısının altında mutlu, dopdolu bir yaşam sürdüm; çünkü kimse beni ezmedi burada. Duygularımı içime gömüp taşlaşmak zorunda kalmadım. Dünyada en çok saydığım, en çok mutluluk bulduğum şeyle... Karakter sahibi, zeki, düşünür, kimselere benzemez bir insanla karşı karşıya geldim. Burada sizi tanıdım, efendim. Sizden temelli ayrılmamın kaçınılmaz olduğunu düşündükçe dehşet ve azap içinde kıvranıyorum. Sizden ayrılmamın kaçınılmaz olduğunu görebiliyorum; ama ölümün kaçınılmaz olduğunu düşünmek gibi bir şey bu."

Efendim, "Kaçınılmazlığı nereden çıkarıyorsun?" diye birden sordu.

"Nereden mi? Bunu benim önüme seren sizsiniz, efendim."

"Nasıl?"

"Güzel, soylu bir genç kadın biçiminde... Yani, Blanche Ingram... Yani karınız."

"Karım mı? O da nesi? Karım falan yok benim."

"Yok ama olacak."

Dişlerinin arasından, "Evet! Evet! Olacak!" diye söylendi.

"Öyleyse benim de gitmem gerek... Siz kendiniz söylediniz bunu."

"Hayır... Kalacaksın! Ant içiyorum buna. Andımı da yerine getireceğim."

Bu kez ben öfkeye benzer bir hırsa kapılarak, "Gideceğim diyorum size!" diye bağırdım. "Burada, bir hiç olarak kalmaya dayanabilir miyim, sanıyorsunuz? Mekanik bir şekilde yaşayabilir miyim? Duygusuz bir makine olup çıkabilir miyim sanıyorsunuz? Bana can veren ekmekle suyun elimden alınmasına dayanabilir miyim? Yoksulum, kimsesiz, ufak tefek, gösterişsizim, diye duygusuz, ruhsuz muyum sanıyorsunuz? Öyleyse, yanılıyorsunuz. Benim de en azından sizinki kadar duygulu bir yüreğim, ruhum var. Tanrı bana güzellik, zenginlik de bağışlasaydı... Benden ayrılmak size de güç gelirdi... Sizden ayrılmanın bana güç geldiği kadar! Şimdi sizinle konuşurken gelenekleri, alışkanlıkları, hatta şu ölümlü benliğimi bile hiçe sayıyorum. İkimiz de bu dünyadan göçmüşçesine... Benim ruhum sizin ruhunuza sesleniyor; ikimiz de Tanrı'nın huzuruna çıkmışız, eşitmişiz gibi – ki elbet eşitiz aslında."

O, "Elbet eşitiz!" diye benim sözlerimi yineledi. Sonra, "İşte böyle!" diyerek beni kollarının arasına alıp bağrına bastı, dudaklarını dudaklarıma bastırdı. "İşte böyle, Jane."

Ben de, "Evet, efendim, işte böyle!" dedim. "Yalnız, gene de böyle değil... Siz evli bir adamsınız... Yani, evli sayılırsınız. Hem de kişilik yönünden kendinizden daha aşağı düzeyde, değer vermediğiniz, eminim aslında sevmediğiniz bir kadınla sözlüsünüz. Sizin onu alaya aldığınızı gördüm, duydum. Sizin yerinizde ben olsam böyle bir evlenmeyi gururuma yediremezdim: Demek ki ben sizden üstünüm. Bırakın beni gideyim!"

"Nereye, Jane! İrlanda'ya mı?"

"Evet, İrlanda'ya. İçimi boşalttım artık... Nereye olsa giderim."

"Jane, rahat dur, kuzum! Çırpınma öyle! Çırpınırken kendi tüylerini yolan küçücük, vahşi bir kuş gibisin."

"Kuş değilim ben. Kafesim de yok. Bağımsız, irade sahibi, özgür bir insanım, şu anda da irademi sizden ayrılmak üzere kullanıyorum." Bir çırpınışla kendimi kurtardım, onun karşısında dikilip durdum.

"İradenle yazgını da saptayacaksın!" dedi. "Sana gönlümü, adımı, bütün servetimin bir bölümünü sunuyorum."

"Siz bir komedi oynuyorsunuz, ben de buna gülüp geçiyorum."

"Senden ömrünü benim yanımda geçirmeni, benim ikinci benliğim, iki dünyada eşim olmanı diliyorum."

"Siz bu eşi daha önceden seçmiş bulunuyorsunuz. Onda karar kılmanız gerek."

"Jane... Dur biraz. Fazla heyecanlısın. Konuşmayalım."

Defneli yoldan doğru bir soluk rüzgâr esip geldi, atkestanesinin yaprakları arasında ürperdi. Sonra uzaklara... ta uzaklara doğru süzülerek silinip gitti. Şimdi duyulan tek ses bülbülün şakımasıydı. Onu dinlerken ben gene ağlamaya başladım.

Efendim sessiz, kımıldamadan oturuyor, yumuşak, ciddi bakışlarla beni süzüyordu. Bir süre hiç konuşmadı. Sonra, "Gel yanıma, Jane!" dedi. "Gel, derdimizi anlatalım, anlaşalım."

"Bir daha sizin yanınıza gelmem ben. Koparıp attınız beni artık; bir daha geri dönemem."

"Jane... Ama seni karım olarak çağırıyorum yanıma. Benim evlenmek istediğim tek sensin." Sesimi çıkarmadım. Benimle alay ediyor sanıyordum. "Gel, Jane... Gel buraya," dedi.

"Aramızda sevdiğiniz, evleneceğiniz kız var," dedim.

Kalktı, uzun bir adımla bana ulaştı. Beni gene kendine doğru çekerek, "Benim sevdiğim, evleneceğim kız burada!" dedi. "Çünkü eşitim, benzerim burada. Jane, evlenir misin benimle?" Ben hâlâ buna karşılık vermiyor, onun kollarından kurtulmaya çalışıyordum. Çünkü duyduklarıma hâlâ inanmıyordum. "Benden kuşkun mu var, Jane?"

"Tamamen."

"Bana güvenin yok demek?"

"Zerrece yok."

"Bana yalancı gözüyle mi bakıyorsun yani?" diye hırsla sordu. Sonra, "Küçük kuşkucu, inandıracağım seni!" dedi. "Blanche Ingram'ı seviyor muyum ben? Hiç sevmiyorum, bunu sen de biliyorsun. O beni seviyor mu? Sevmiyor. Bunu kanıtlamak için epey zahmetlere girdim. Servetimin gerçekte söylenenin üçte biri kadar bile olmadığına ilişkin bir söylenti çıkardım; bu söylentinin onların kulağına varmasını sağladım. Sonra da sonucu görebilmek için evlerine gittim. O da, annesi de buz gibi soğuk davrandılar bana. Blanche'la evlenmem ben... Evlenemem! Sen... Tuhaf şey. Seni kendi etimden bir parça gibi seviyorum. Yoksul, ufak tefek, kimsesiz, gösterişsiz bir kızsın ama gene de yalvarıyorum sana: Beni kocan olarak kabul et!"

"Ne? Ben mi?" diye bağırdım. Bütün bu içtenliği, hele kabalığı karşısında artık ona inanmaya başlıyordum. "Ben mi? Benim dünyada tek dostum yok, sizden başka... Siz benim gerçekten dostumsanız, yani... Sizin bana verdiğiniz aylık dışında tek kuruşum yok dünya yüzünde!"

"Evet, sen, Jane, sen... Sen benim olmalısın, tepeden tırnağa benim! Olacak mısın? Evet de, çabucak."

"Mr. Rochester... Yüzünüze bakmak istiyorum... Lütfen ay ışığına doğru döner misiniz?"

"Neden?"

"Yüzünüzü okumak istiyorum da ondan. Dönün şöyle."

"Döndüm işte! Ama yırtık, çizik, buruşuk bir sayfayı okumakla birdir benim yüzümü okumak... Oku, okuyabildiğin kadar. Tek, çabuk ol; çünkü işkence içindeyim." Yüzü gerçekten heyecandan buruşmuştu, gözleri de tuhaf ışıltılarla yanıyordu. "Ah, Jane, işkence bu bana!" diye inledi. "O vefalı, o soylu gözlerinle süzerken eziyet ediyorsun bana!"

"Ben size nasıl eziyet edebilirim! Doğru söylüyorsanız, isteğiniz gerçekten ciddiyse ben size ancak minnet, bağlılık duyabilirim. Bu duygular da eziyet vermez size!"

"Minnet mi?" diye bağırdı. Sonra çılgınca, "Jane, çabuk, evet de bana!" diye yalvardı. "Hem de, adımla konuş. De ki... Edward seninle evleneceğim, de!"

"Ciddi misiniz? Gerçekten seviyor musunuz beni? Karınız olmamı yürekten diliyor musunuz?"

"Evet. Gerekirse yemin bile ederim."

"Öyleyse sizinle evlenirim, efendim."

"Edward de... Karıcığım benim!"

"Sevgili Edward."

"Gel bana... Tamamen gel artık," dedi. Sonra, yanağını yanağıma dayadı, en derin sesiyle, "Beni mutlu kıl, ben de seni mutlu edeceğim," diye fısıldadı. Biraz sonra da, "Tanrı beni bağışlasın, kullar da işime karışmasın!" diye mırıldandı. "O benimdir... Bir daha bırakmam artık."

"Sizin işinize kim karışabilir ki, efendim? Bana da karışacak kimse yok."

"Öylesi daha iyi zaten."

Onu daha az sevseydim sesindeki, yüzündeki coşkun sevinci pek aşırı bulurdum belki; ama şimdi onun yanında, ayrılık karabasanından uyanmış, beraberlik cennetinin eşiğinde, ben ancak bana böyle bol bol sunulan mutluluğu düşünüyordum. O, boyuna, "Mutlu musun, Jane?" diye soruyordu, ben, hep, "Evet," diyordum. O da, "Günah yazılmaz elbet; sevabı da var bunun," diye mırıldanıyordu. "Onu kimsesiz, avuntusuz, yapayalnız bulmadım mı? Ona kol kanat germek, avuntu vermek, onu bağrıma basmak yanlış mı? Tanrı'nın kurduğu mahkemede bunlar hafifletici sebep sayılacaktır. Yaradan, benim davranışımı doğru buluyor, biliyorum bunu. Toplumun yargısına gelince, elimi eteğimi çekiyorum bundan. İnsanların düşüncesi ise, bana vız gelir."

Ama havaya ne olmuştu bu arada? Ay daha batmamıştı, ama karanlıklar içindeydi. Yanı başında olduğum halde onun yüzünü göremez olmuştum. Ya atkestanesinin nesi vardı? İnim inim inleyerek çırpınıyordu. Taflanlı yol üzerinde de bize doğru harıl harıl bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Efendim,

"İçeri girsek iyi olacak," dedi. "Hava bozuyor. Seninle böyle sabaha kadar oturabilirdim, Jane."

İçimden, "Ben de seninle oturabilirdim sabaha kadar," diyordum. Belki bunu yüksek sesle de söyleyecektim; ama tam o sırada bakmakta olduğum bir buluttan müthiş bir ateş fışkırdı, gitgide yaklaşarak şiddetlenen bir çatırtı koptu. O anda, yalnızca, kamaşan gözlerimi efendimin omzuna saklayabildim.

Yağmur boşanmıştı. Koşarak avluya, oradan eve girdik. Daha eşiğe ulaşmadan iliklerimize kadar ıslanmıştık. Taşlıkta, Mr. Rochester omzumdaki şalı alıp, çözülmüş olan saçlarımdaki suları silkelerken Mrs. Fairfax odasından çıktı. Önce görmedim onu, Mr. Rochester da görmedi. Lamba yanıyordu, saat de on ikiyi vurmak üzereydi.

Mr. Rochester, "Çabuk koş, sırtındaki ıslak şeyleri çıkar," dedi. "Ama önce... İyi uykular... Tanrı rahatlık versin, sevgilim."

Beni tekrar tekrar öptü. Kollarından sıyrılıp başımı kaldırdığımda kâhya kadının yüzünü gördüm... Sapsarı kesilmiş, ciddi, şaşkın. Ona yalnızca gülümsemekle yetindim, koşarak yukarı çıktım. "Başka zaman anlatırım," diye düşünüyordum. Ama onun, geçici de olsa, bu durumu yanlış yorumlayacağını düşündükçe içim cız etti. Neyse ki sevincim çok geçmeden başka bütün duyguları bastırdı. Rüzgâr uğuldayarak esiyor, gök gürültüsü çok yakınlardan gümbürdüyor, şimşekler durmadan çakıyor, yağmur da sel gibi yağıyordu, ama iki saat süren bu fırtına boyunca hiç korku duymadım. Fırtına sırasında efendim üç kez kapıma gelerek korkup korkmadığımı sordu. Bunun verdiği güçle, avuntuyla her şeye göğüs gerebilirdim.

Ertesi sabah daha ben yataktan kalkmadan Adela koşarak odama geldi, meyve bahçesinin dibindeki o koca atkestanesi ağacına geceleyin yıldırım düştüğünü, ağacı yarıdan böldüğünü haber verdi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro