Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

33. Bölüm


Mr. Rochester bana yalnızca bir hafta için izin vermişti; ama ben Gateshead'den bir ayda ancak ayrılabildim. Cenaze töreninden sonra hemen gitmek istiyordum.

Georgiana, "Ben Londra'ya gidinceye kadar kal," diye yalvardı. Dayısı Mr. Gibson kız kardeşinin cenazesinde bulunmak, işlerini düzene koymak için konağa geldiğinde, yeğenini, en sonunda, Londra'ya çağırmıştı. Georgiana, Eliza'yla baş başa kalmaktan ödü koptuğunu söylüyordu; ablasından ne anlayış ne avuntu ne de destek ve yardım buluyordu çünkü. Çaresiz, ben de onun budalaca sızlanmalarına, bencil yakınmalarına katlandım; dikişlerinin dikilip bavullarının hazırlanmasında ona elimden geldiğince yardımcı oldum. Ben iş yaparken o boş oturuyordu. İçimden, "Ah benim kuzenim, her zaman birlikte oturacak olsaydık durumumuz daha başka olurdu!" diyordum. "Böyle sessiz sedasız boyun eğmezdim sana. Yapacağın işleri sana bir bir gösterir, sonra tepene vura vura yaptırırdım. Sen yapmazsan ben de elimi sürmezdim. Sonra, bu sonu gelmez sızlanmalarını da zorla sustururdum. Yalnızca yakında ayrılacağımız için, şu sırada ne de olsa ananı yitirmiş olduğun içindir ki ben şimdi sana karşı böyle uysal davranıyorum."

Sonunda, Georgiana'yı Londra'ya yolcu ettik; ama bu kez de Eliza bir hafta daha kalmam için yalvardı. Bütün günü hazırlık işleriyle geçiyormuş; çünkü çok yakında uzak bir yere gitmek üzere yola çıkacakmış. Gerçekten de bütün gün, kapısı içeriden sürmelenmiş olarak odasına kapanıyor, çekmecelerini boşaltıp sandıklarını dolduruyor, birtakım kâğıtlar yakıyor, hiç kimseyle konuşmuyordu. Benden, kendi hazırlıkları bitinceye kadar evi çevirmemi, gelenlerle görüşüp başsağlığı mektuplarına karşılık vermemi rica etti. Bir sabah da bana artık özgür olduğumu bildirdi;

"Değerli yardımların, hele sessiz sedasız davranışların için sana teşekkür ederim," dedi. "Senin gibi biriyle aynı evde oturmak Georgiana'yla oturmaktan bambaşkaymış meğer. Sen üzerine aldığın işi sessizce yapıyor, kimseye yük olmuyorsun... Yakında ben Avrupa'ya gidiyorum. Fransa'da, Lisle dolaylarındaki bir manastıra yerleşeceğim; başımı dinleyip huzura kavuşacağım. Bir süre, Katolik mezhebinin inançlarını inceleyeceğim. Bu mezhebin, az çok umduğum gibi, kişinin yaşantısına düzgünlük, düzenlik sağlayan bir yol olduğunu görürsem Katolik olacağım. Belki rahibe de olurum."

Onun bu kararına şaşmadığım gibi caydırmaya falan da kalkışmadım. İçimden, "Rahibelik tam sana göre bir şey... Hayırlı olsun!" diyordum. Ayrılacağımız zaman,

"Tanrı'ya emanet ol halamın kızı... Yolun açık olsun," dedi. "Aklı başında bir kızsın sen."

"Sen de aklı başında bir kızsın, dayımın kızı Eliza," dedim. "Ama, bir yıla kalmayacak, aklın da, başın da bir Fransız manastırının duvarları arasına kapanıp kalacak... Neyse, beni ilgilendiren bir iş değil bu. Canın öyle istiyor madem... Bana ne!"

Eliza, "Çok doğru söyledin," dedi, bu sözlerle ayrıldık.

Bundan sonra Reed kardeşlerden hiçbirinin lafını açmama neden olmayacağına göre şimdiden söyleyeyim: Georgiana yaşlıca bir salon züppesiyle çıkar üzerine kurulu bir evlilik yaptı; Eliza da gerçekten rahibe oldu. Katolik mezhebini incelemek için kapandığı manastıra bütün servetini bağışladı. Bugün kendisi o manastırın başrahibesidir...

İnsanlar, uzun, kısa ayrılıklardan sonra evlerine dönerken ne gibi duygulara kapılır, bilmiyordum; başımdan hiç geçmemiş olan bir şeydi bu. Çocukken, uzun yürüyüşlerden sonra Gateshead Konağı'na dönüşlerimi anımsıyordum, yüzde yüz azar işitirdim, üşüdüğüm için, yüzüm gülmediği için. Sonradan da pazar günleri kiliseden Lowood'a dönüşümüzü ansıyordum... Sıcak bir oda, bol yiyecek özlemiyle dolu olup da hiçbirini bulamayışımızın acısını! Kısacası, bu dönüşlerin hiçbiri tatlı şeyler, istenilen şeyler değildi. Hiçbir zaman herhangi bir yere dönmek için can atmamış, gözle görünmez bir gücün beni oraya doğru çektiğini duymamıştım. Thornfield'e dönüş yepyeni bir deneyim olacaktı.

Yolculuk uzun, sıkıcı geldi bana, pek bunaltıcı. İlk gün yetmiş kilometre kadar yol giderek bir handa geceledim; ertesi gün de bir o kadar yol gittim. İlk on iki saat boyunca hep yengemin son demlerini düşünüyordum; o çarpılmış, morarmış yüzünü, boğuklaşmış sesini, cenaze törenini, tabut, araba, karalar giymiş yaslılar şeridi (çoğu ölen kadının kiracısı, uşaklarıydı; akrabalarından pek azı vardı), o karanlık mahzen, kilisenin sessizliği, okunan dualar. Sonra Eliza'yla Georgiana'yı düşünüyor, birini bir manastır hücresinde, öbürünü de bir baloda görür gibi oluyor, kişiliklerindeki zıtlıkları irdeliyordum. Geceleyin arabanın büyük ... şehrine varmasıyla bu düşünceler dağıldı, sonra bambaşka bir yola girdi. Han odasındaki yatağıma yatınca geçmişi bir yana bıraktım, gelecekle uğraşmaya başladım.

Thornfield'e dönüyordum ama orada ne kadar kalabilecektim? Çok değil... Buna emindim. Bir süre önce Mrs. Fairfax'ten mektup almıştım: Konaktaki konukların dağıldığını, efendimizin üç hafta önce Londra'ya gittiğini, iki hafta sonra da döneceğini yazıyordu: Onun tahminine göre efendimiz düğün hazırlığı yapmak üzere gitmiş Londra'ya, yeni bir fayton almak niyetindeymiş. Mrs. Fairfax onun Blanche Ingram'la evlenmesi düşüncesini hâlâ yadırgadığını, ama herkesin söylediğine, kendisinin de izlenimlerine göre, düğünün çok geçmeden yapılacağına artık inanmaya başladığını söylüyordu. Ben de bunu okuyunca, "Artık inanmazsan pek tuhaf kaçar!" diye düşünmüştüm, "çünkü benim hiç kuşkum yok." Bu düşünceleri hep aynı soru izliyordu: "Peki, ben nereye gideceğim?" Her gece sabahlara kadar Blanche Ingram rüyalarıma giriyordu. Bir gece sabaha karşı gördüğüm çok canlı bir rüyada o, Thornfield'in bahçe kapılarını yüzüme karşı kapadı, eliyle başka bir yola gitmemi işaret etti. Mr. Rochester da kollarını kavuşturmuş, yüzünde alaycı, buruk bir gülüşle, bizleri seyrediyordu...

Dönüş gününü Mrs. Fairfax'e tam olarak bildirmemiştim; çünkü beni karşılamak için Millcote'a araba göndermelerini istemiyordum. Niyetim, habersizce, yürüyerek dönmekti. Nitekim bavulumu, George Hanı'nın seyisine emanet ettikten sonra sessiz sedasız yola düzüldüm, o haziran akşamının saat altısında, Thornfield'e giden eski yola saptım. Bu, büyük bölümü tarlaların arasından geçen, şimdi artık pek kullanılmayan bir yoldu. Parlak ya da şahane bir haziran akşamı sayılmazdı ama hava açık, yumuşaktı. Yol boyunca bütün tarlalarda harman savrulmaktaydı. Gökyüzü bulutsuz değilse de gelecek için güzel günler umduruyordu: Maviliği tatlı, duru, bulutları yüksekte, ince inceydi. Günbatısı bir yangın yeriydi. Mermer damarlarını andıran bulut aralıklarından dışarıya altınla karışık bir kızıl parıltı vurmuştu.

Önümüzdeki yol kısaldıkça sevinmeye başlamıştım. O kadar seviniyordum ki bir ara durdum da bu sevincin ne anlama geldiğini sordum kendi kendime; gittiğim yerin kendi evim, hatta sürekli olarak kalabileceğim bir barınak bile olmadığını kendime anımsattım. Yolumu gözleyen, gelişimi iple çeken yakınlarım yoktu gittiğim yerde. "Mrs. Fairfax sana, sakin bir gülümseyişle, hoş geldin, diyecek; küçük Adela da seni görünce el çırpıp sıçrayacak," diye düşündüm. "Ama bal gibi biliyorsun ki senin aklın onlarda değil, başka birinde... O ise seni hiç düşünmüyor." Gelgelelim şu dünyada gençlik kadar dik kafalı olan ne vardır ki; toyluk kadar da kör? Gençlik, toyluk bana, "Onunla bir arada olmak ayrıcalığının sana vereceği mutluluk yeter de artar bile! O seni ister düşünsün, ister düşünmesin!" diyordu. Sonra, "Çabuk ol! Acele et!" diye ekliyordu. "Elinde fırsat varken birlikte ol onunla. Birkaç gün, bilemedin, birkaç hafta sonra ondan ömür boyu ayrılacaksın!" Bunu düşününce yepyeni bir işkenceyle boğulacak gibi oldum; koşmaya başladım.

Thornfield topraklarındaki tarlalarda da saman savuruyorlardı. Daha doğrusu, köylülerin tam işlerini bırakıp tırmıklarını omuzlarına vurarak evlerine döndükleri saatti bu. Önümde topu topu birkaç tarla uzanıyordu şimdi. Sonra yolun karşısına geçip bahçe kapısına ulaşacağım. Çitlerdeki yaban gülleri nasıl da bol. Ama gül sevecek zamanım yok şimdi benim. Bir an önce eve varmak istiyorum. Çiçekli dallarını yolun üzerine doğru uzatmış bir çalının önünden geçiyorum. Önündeki taş basamaklarla çit kapısını görüyorum, sonra da... Efendimin orada oturmakta olduğunu görüyorum... Kalem-kâğıt var elinde, bir şeyler yazıyor. Hayalet görmüş değilim gerçi, gene de bütün sinirlerim boşanıveriyor. Bir an kendimi tutamıyorum. Ne anlama geliyor bu? Onu yeniden görünce böyle titreyeceğimi, onun karşısında böyle dilimi yutup taş kesileceğimi sanmamıştım. Dizlerim gene tutup da yürüyebilecek duruma geldiğim zaman hemen yüz geri edip kaçacağım. Kendimi ona karşı böyle rezil etmenin gereği yok. Başka bir yoldan giderim eve... Ama, hepsi boş... Çünkü o beni gördü bile.

"Hey, merhaba!" diyerek elindeki kalem kâğıdı sallıyordu. "Hoş geldin! Yaklaş beriye lütfen!" Yaklaşıyorum besbelli... Ancak ne yaptığımın pek farkında değilim. Tek düşüncem serinkanlı, doğal görünmek, özellikle de yüzümün kaslarına söz geçirerek duygularımı yansıtmalarını önlemek; çünkü benim gizlemeye çalıştığım şeyleri onlar ille ortaya vurmakta direniyorlar. Neyse ki şapkamın tülü var yüzümün önünde. Birkaç dakika durumumu idare ederek kendimi toparlayabilirim. "Gerçekten Jane Eyre mi bu? Millcote'tan mı geliyorsun... Hem de yaya olarak? Evet, evet, tam senden umulacak bir maymunluk bu! Araba çağırtarak, doğru yoldan, insan gibi döneceğin yerde, alacakaranlıkta, kır yollarından habersizce süzülmek, evine doğru... Bir düş gibi, hayalet gibi... Ee, bunca zamandır buradan uzaklarda ne haltlar karıştırdın bakalım?"

"Ölen yengemle birlikteydim, efendim."

"Vay canına! Tam Jane Eyre'lik bir söz bu! İyilik melekleri, siz beni koruyun! Öbür dünyadan... Ölmüşlerin dünyasından geliyor bu kız! Alacakaranlıkta, yapayalnızken karşıma çıkarak bunu açıkça da söylüyor bana. Cesaretim olsa dokunurdum sana... Bakalım etten, kemikten misin, yoksa gölgeden misin... Seni ecinni! Ama, bataklıklarda tüten mavi  deli ateş  ışığına dokunurum da, sana dokunamam!" Bir an durakladı, sonra, "Ah seni vefasız, seni hayırsız!" diye söylendi. "Bir ay uzak kaldın benden. Beni unutup gitmişsindir... Kalıbımı basarım!"

Efendime kavuşmanın sevinçli olacağını biliyordum. Onun yakında benden uzaklaşacağını, onun gözünde benim bir hiç olduğumu bildiğim halde, mutluluk duyacağımı biliyordum bu karşılaşmadan; çünkü, ondaki çevresine mutluluk dağıtma gücü öyle büyüktü ki benim gibi yuvasız kuşlara saçtığı kırıntıları gagalamak bile dört başı mamur bir şölende karın doyurmak gibiydi. Son söylediği sözler ayrılığın bütün zehrini alan şifalı bir panzehirdi. Benim onu unutup unutmayışıma önem verdiğini ima ediyordu sanki. Ah, keşke böyle olsaydı. Mr. Rochester çit kapısından ayrılmıyordu; ben de yürüyüp geçemiyordum. Londra'ya gidip gitmediğini sordum.

"Gidip döndüm," dedi. "Bunu nerden bildin? Malum oldu, besbelli."

"Mrs. Fairfax mektubunda yazdı."

"Ne için gittiğimi de yazdı mı sana?"

"Elbet, efendim. Herkesin bildiği bir şey bu."

"Yeni aldığım arabayı gör bakalım, Jane. Tam Mrs. Rochester'a layık bulmazsan bana söyle. O mor yastıklara yaslandığı zamanlar Amazonlar Kraliçesi'ne benzeyecek! Ah, Jane, tip bakımından ona biraz daha denk olabilmeyi isterdim. Sen mademki İyi-Saatte-Olsunlar'ın kızısın, söyle bana; beni yakışıklı yapabilecek bir büyü, bir şerbet, muska falan yok mu?"

Gülerek, "O derece etkili büyü dünyada bulunamaz, efendim," dedim. İçimden de, "Gereken tek büyü sana bakan gözlerin sevda dolu olmasıdır," diyordum, "çünkü seven gözler için sen yeter derecede yakışıklısın. Daha doğrusu, senin sert çizgilerinde güzellikleri üstün bir çekicilik var."

Kimi zaman benim içimden geçen düşünceleri, aklımın ermediği bir ustalıkla okumasını bilirdi. Şimdi de benim kabalığa kaçan sözlerime hiç aldırış etmedi. Sessizce söylediklerimi duymuş gibi kendine özgü, okunmaz bir ifadeyle gülümsedi bana. Her zaman bu biçim gülümsemezdi: Sıradan şeyler için harcamaya kıyamazmış gibi çok seyrek kullanırdı bu gülümseyişi. Bu, tam güneş gibi bir gülüştü. İşte, şimdi, efendim benim üzerime bu güneşin ışıklarını serpmişti!..

Benim çit kapısından geçebilmem için yol açarak, "Geç, Janet!" dedi. "Evine dön; o minik, yorgun ayaklarını bir dost çatısının altında dinlendir."

Şimdi benim yapacağım tek şey hiç ses çıkarmadan onun dediğini yerine getirmekti. Bir daha ağzımı açmama gerek yoktu. Çit kapısından geçtim. Niyetim soğukkanlılıkla oradan uzaklaşmaktı, ama birden bir şey dürttü sanki; görünmez bir güç geri çevirdi beni...

Ben, daha doğrusu, içimden bir şey bana karşın konuşarak, "Eksik olmayın, Mr. Rochester, çok iyisiniz," dedim. "Sizin yanınıza döndüğüm için tuhaf bir mutluluk içindeyim. Benim evim sizin yanınızdır. Bundan başka yuvam olmadı benim!"

Sonra öyle bir hızla yolumda yürüdüm ki o istese bile, bana yetişemezdi! Küçük Adela beni görünce sevinçten adeta deli gibi oldu.

Mrs. Fairfax de her zamanki yapmacıksız sevecenliğiyle karşıladı beni. Leah gülümsüyordu. Sophie bile sevinçle, "İyi akşamlar," dedi. Çok tatlıydı bu! İnsanın çevresindekilerce sevilmesi, aranılan bir kimse olduğunu sezmesi kadar büyük bir mutluluk olamaz!

O gece gözlerimi bile bile geleceğe yumdum; kulağıma durmadan ayrılık, üzgünlük sözleri fısıldayan o sesi duymazlıktan geldim. Çay sona ermiş, Mrs. Fairfax eline örgüsünü almıştı. Ben onun yakınında bir iskemleye oturdum, Adela da yanı başıma, halının üzerine oturup bana sokuldu. Karşılıklı bir sevgi havası bizi altın bir halka gibi sarmıştı sanki. İçimden sessiz bir dua koptu: "Tanrım, bizi birbirimizden pek çabuk ayırma; pek de uzaklara atma!" Sonra, biz böyle otururken efendim, hiç habersiz içeri girdi, bizim yarattığımız bu sevgi tablosunu zevkle seyrederek, "Mrs. Fairfax manevi kızına kavuştu ya, artık keyfi yerinde!" dedi. Sonra da, Adela'nın "İngiliz annesini çiğ çiğ yemeye hazır" olduğunu söyledi. Onun böyle konuştuğunu duyunca ben de umutlanmak cüretini buldum: Belki efendimiz evlendikten sonra da bizi birbirimizden, kendi varlığının güneşinden bütün bütün ayırmaz, hepimizi bir arada bir yerde, gene kendi kanadının altında barındırırdı.

Thornfield'e dönüşümün üzerinden görünüşte dingin iki hafta geçti. Efendimin evlenmesine ilişkin ortada ne bir laf vardı, ne de hazırlık. Hemen her gün, kesin bir şey duydu mu, diye Mrs. Fairfax'e soruyordum. O da hep "hayır" diyordu; hatta anlattığına göre, bir keresinde bu soruyu efendisine doğrudan doğruya sormuş, "Gelin hanım ne zaman gelecek?" diye. O sudan bir şakayla, o garip ifadelerinden biriyle karşılık vermiş. Mrs. Fairfax bunu neye yoracağını bilememiş!

Beni özellikle şaşırtan bir şey vardı ki o da şuydu: Ingram Park'la Thornfield arasında hiçbir geliş gidiş olmuyordu. Evet, gerçi Ingram Park otuz kilometre kadar ötede, başka bir ilin sınırındaydı, ama ateşli bir âşık için bu uzaklık nedir ki... Hele Mr. Rochester gibi usta, yorulmaz bir binici için birkaç saatlik bir at gezintisi sayılırdı. Günler geçtikçe hiç hakkım olmayan birtakım umutlar beslemeye başladım. Belki de düğünden vazgeçilmişti; söylentilerin aslı astarı yoktu belki; ikisinden biri ya da her ikisi caymış olabilirdi. Bakalım üzgün mü, diye efendimin yüzüne bakıyordum her görüşümde. Ama, onun yüzünü bu kadar uzun zaman, sürekli olarak bulutsuz, rahat gördüğümü hiç bilmiyordum. Öğrencimle birlikte onun yanında bulunduğumuz sıralarda ben arada elimde olmayarak keyifsizleşir, tasalı bir hal alırsam, efendim sanki tersine, neşeleniyordu. Beni hiç bu kadar sık yanına çağırdığı ve yanındayken böyle tatlı davrandığı olmamıştı... Ben de, ne yazık ki, onu hiç böylesine sevmemiştim.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro