32. Bölüm
Bir akşam, her zamankinden daha içten olduğu bir sırada, John'un tutumunun, bu yüzden ailenin bu hallere düşmesinin ona önceleri çok büyük üzüntü, utanç vermiş olduğunu anlattı. Ne var ki artık bir karara varmış ve bu konuda içi rahata ermiş. Aile servetinin kendine düşen payını ayırmış. Annesi ölünce (çok serinkanlılıkla, onun bir daha iyileşmeyeceğini, günlerinin de sayılı olduğunu söylüyordu) kendisi çoktandır dilediği bir düşü gerçekleştirecek, sakin bir yere gidip başını dinleyecekmiş. Orada, şu boş dünyayla kendi arasına aşılmaz engeller koyarak, hiçbir pürüzün altüst edemeyeceği bir düzen içinde yaşayacakmış. Georgiana'nın da onunla gelip gelmeyeceğini sordum. Ne münasebet! Georgiana ile Eliza'nın hiçbir ortak yönleri yokmuş ki... Eskiden beri de olamamış. Eliza'ya dünyayı verseniz kız kardeşinin yükünü çekemezmiş. Georgiana kendi yoluna gidecekmiş, Eliza kendi yoluna!
Georgiana bana içini dökmediği zamanlar saatlerinin çoğunu kanepede uzanıp ev yaşantısının durgunluğundan yakınarak geçiriyordu. Boyuna da, "Ah, Gibson teyzem beni bir Londra'ya çağırsa!" diye dilekte bulunuyordu. "Şöyle, bir-iki ay için, her şey olup bitinceye kadar, buralardan uzaklaşsam çok daha iyi olur!"
Onun "her şey olup bitinceye kadar"la ne demek istediğini sormadım, ama annesinin beklenen ölümünü, bunu izleyecek olan iç karartıcı cenaze törenini demek istiyordu besbelli. Eliza çoğu zaman kız kardeşinin aylaklığıyla yakınmaları karşısında hiç oralı olmuyor, karşısında böyle gerinip sürünen, ah vah eden bir varlık yokmuş gibi davranıyordu. Yalnız bir gün, bütçe defterini kaldırıp nakışını açtığı bir sırada, birden kız kardeşini paylamaya başladı.
"Georgiana, senden daha işe yaramaz, daha gülünç bir yaratığın yeryüzüne yük olduğu herhalde görülmemiştir. Bu dünyaya gelmeye hakkın yokmuş. Yaşaman hiçbir işe yaramıyor! Akıl sahibi bir yaratık gibi kendi kendine güvenerek, kendi kendinle barışık bir halde yaşayacağına, sen yalnız kendi zayıflığını başkalarının gücüne sülük gibi yapıştırmaya bakıyorsun. Böyle şişko, güçsüz, yararsız, kof bir nesnenin yüküne katlanacak birini bulamayınca da kendini haksızlığa uğramış, ihmal edilmiş, mutsuz sayarak zırlamaya başlıyorsun...
Sonra, senin için yaşamın sürekli bir değişiklik, heyecanlar âlemi olması gerek; yoksa, dünya başına zindan kesiliyor. İlle çevrende pervane gibi dönülecek, sana kurlar yapılacak, iltifatlar edilecek, çalınacak, oynanacak, eğlence âlemleri yaşanacak; yoksa, sararıp soluyor, ölüp gidiyorsun. Mutlu olmak için ille başkalarının eline bakmaktan seni kurtaracak, kendi kendine güvenmenin çaresine bakacak bir düzen kuramaz mısın? Bir günü al, parçalara böl, hatta bir on dakika, beş dakika bile boş bırakma. Her dakikaya bir iş düşsün, her işi düzenle, şaşmaz bir titizlikle yap. Bak göreceksin, daha sen günün başladığını anlamadan akşam oluverecek; sen de, dakikalarının geçmesi için bir kimseye borçlu kalmayacaksın, vakit geçirebilmek için hiçbir kimsenin dostluğuna, anlayışına, sabrına, söyleşisine el açmış olmayacaksın. Kısacası, bağımsız bir varlığa yaraşır biçimde yaşamaya başlayacaksın.
Bu benim sana verdiğim ilk ve son öğüttür, can kulağıyla dinle. Dinlersen, başına ne gelirse gelsin, kimseye muhtaç olmazsın. Bu öğüdümü dinlemezsen, gene eskisi gibi, durmadan sızlanan, başkalarından yardım bekleyen, tembel bir insan olmakta direnirsen, aptallığının cezasını kendin çekersin. Seninle açık konuşuyorum, sen de kulak ver; çünkü bir daha bu konuyu açmayacağım gibi, söyleyeceklerimin hepsini de harfi harfine yapacağım: Annemin ölümünden sonra ben seninle olan bütün iplerimi koparacağım. Annemizin tabutu Gateshead Kilisesi'nin mahzenine yerleştirilir yerleştirilmez seninle ben, birbirimizi hiç tanımıyormuşuz gibi, apayrı iki insan olacağız. Bir rastlantı sonucu aynı ana babadan olduk diye benim üzerimde en ufacık bir hak iddia edebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Sana şu kadarını söyleyeyim ki bütün insan soyu dünya yüzünden silinse de seninle ben baş başa kalsak, ben, gözümü kırpmadan seni eski dünyada bırakır, kendim yenisine giderim." Eliza, bunları söyledikten sonra, dudaklarını sımsıkı kapadı.
Georgiana, "Böyle, nutuk atacağım diye boşuna zahmet ettin," dedi. "Dünyanın en bencil, en taşyürekli yaratığı olduğunu herkes biliyor senin. Bana olan hıncını, kinini de ben biliyorum. Lord Edwin Vere olayında bana oynadığın oyun bunun en birinci kanıtıdır. Benim senden daha yüksek bir mertebeye erişip unvan sahibi olmama, senin girmeye çekindiğin çevrelere kabul edilmeme dayanamadın. Onun için, casusluk yapıp gammazladın beni. Geleceğimi mahvettin."
Georgiana mendilini çıkarıp burnuna götürdü, belki bir saat hıçkırıp durdu. Eliza buz gibi donuk, duygusuz oturuyor, durmadan elindeki işi yapıyordu. Evet, birçok kişiler insanlık, sevgi, ruh yüceliği gibi duyguları önemsemezler; bunu bilirim: İşte, karşımda bu duyguları eksik olan iki benlik vardı. Bu eksiklik yüzünden birisi dayanılmayacak kadar buruk, öbürü de tiksindirici bir şekilde tatsız olup çıkmıştı. Akılsız salt duygu gerçi pek lezzetsiz bir şerbete benzer, ama duygunun yumuşatamadığı salt akıl da insanın boğazından geçmeyecek kadar acı, kekre bir ağudur.
Yağışlı, esintili bir günün öğleden sonrasıydı. Georgiana kanepenin üzerinde roman okurken uyuyakalmıştı. Eliza da yeni kilisede bir evliyanın ruhu için düzenlenen ayine gitmişti. Dinsel konularda da pek katı bir disiplin sahibiydi çünkü. Hava şartları ne olursa olsun, boynuna borç bildiği görevlerini yerine getirmekten geri kalmazdı. Hava ister güzel olsun, ister kötü, her pazar tam üç kez kiliseye gider, haftanın öbür günlerinde de kaç tane ayin varsa hepsinde bulunurdu.
Ben de yukarı kata çıkarak ölüm döşeğindeki kadıncağızı yoklamayı düşündüm. Oncağızı herkes unutmuş gibiydi. Hizmetçiler onunla ancak akıllarına esince ilgileniyorlardı. Özel olarak tutulan hastabakıcı da, kendi hizmeti doğru dürüst görülmediği için, her fırsatta hasta odasından dışarı kaçıyordu. Bessie vefalıydı, ama onun da kendi çoluğu çocuğu eline baktığından konağa pek sık gelemiyordu. Hasta odasını tahmin ettiğim gibi yalnız buldum. Hemşire görünürlerde yoktu. Hasta kımıldamadan, uyuşuk, uzanmış yatıyordu. Yüzü yastıklara gömülüydü. Şöminedeki ateşi, sönmek üzere olduğunu görerek tazeledim. Yatağın örtülerini düzelttim. Bir süre, o anda benden habersiz yatan kadının yüzüne baktım, sonra pencere başına yürüdüm. Yağmur camlara hızla vuruyor, çılgın bir fırtına esiyordu. "Şimdi şurada uzanan kadın yakında, dünyadaki çarpışmaların erişemediği yerlere göçecek," diye düşünüyordum. "Şimdi et kafesinden kurtulmak için çırpınan bu ruh, sonunda özgürlüğüne kavuşunca, nerelere uçacak acaba?"
Bu büyük bilmecenin üzerinde kafa yorarken aklıma Helen Burns geldi. Onun son sözlerini, inancını, ruhların eşitliği üstüne düşüncelerini ansıdım. Onun hiç unutamadığım o sesini gene duyar, huzur dolu ölüm döşeğinde, bitkin, solgun yatarken gözlerinde beliren o Tanrısal ışığı, yüzündeki o göksel ifadeyi gene görür gibiydim. Helen'in, gökyüzündeki babasına kavuşmak için duyduğu özlemi belirten fısıltısı gene kulaklarımda çınlıyordu ki arkamdaki karyoladan cılız bir ses yükseldi: "Kim o?"
Mrs. Reed'in günlerden beri konuşmadığını biliyordum: İyileşiyor muydu acaba? Yanına giderek, "Benim, yenge," dedim.
"Sen kimsin?" diyerek bana şaşkın şaşkın, biraz da telaşla baktı, ama gene de aklı başında gibi bir hali vardı. "Seni tanımıyorum ben. Bessie nerede?"
"Evinde yengeciğim."
"Yengeciğim mi? Bana yengeciğim diyorsun. Gözüm ısırıyor seni... Bu yüz, bu sözler, bu alın çok tanıdık geliyor bana. Sen tıpkı... Sen tıpkı Jane Eyre'e benziyorsun." Sesimi çıkarmadım. Kimliğimi ortaya vurursam onun bir sarsıntı geçirmesinden korkuyordum. "Ama, bir yanlışım olsa gerek," dedi. "Hayal görüyorum besbelli. Jane Eyre'i görmek istiyordum ya, bu yüzden, şimdi böyle bir benzerlik uyduruyorum. Hem zaten sekiz yıl içinde kim bilir nasıl değişmiştir!"
Bunun üzerine ben de tatlı bir sesle onun görmek istediği insan olduğumu söyledim. Baktım beni anlıyordu, aklı da gerçekten başındaydı. Bessie'nin nasıl, Thornfield'e kocasını gönderip beni aldırttığını anlattım.
Yengem az sonra, "Çok hasta olduğumu biliyorum," dedi. "Birkaç dakika önce dönmeye çalıştım, ne kolumu kıpırdatabildim, ne budumu. Ölmeden içimi boşaltmam yerinde olur. Sağlıkta üzerinde bile durmadığımız şeyler böyle zamanlarda bize yük olup çıkıyor. Hastabakıcı da burada mı? Yoksa seninle yalnız mıyız odada?" Yalnız olduğumuzu söyledim. "Söyleyeyim öyleyse," dedi. "Sana iki kez kötülük ettim ben... Şimdi pişmanlık duyuyorum. Birincisi, seni kendi evladım gibi yetiştireceğim, diye kocama verdiğim sözden dönmek. İkincisi de..." Sustu. Sonra kendi kendine, "Kim bilir, belki de önemsiz bir şeydir," diye mırıldandı. "Sonra belki de iyi olur kalkarım. Onun önünde kendimi böyle alçaltmak doğrusu çok acı."
Biraz durumunu değiştirmeye çabaladı, beceremedi. Yüzü değişti. İçinden bir şey kopmuş gibiydi; belki de en son acının bir habercisi gelmişti. "Öbür dünya ile karşı karşıyayım. Ona her şeyi söylesem çok iyi olacak. Jane... Git tuvalet masamı aç... Orada bir mektup göreceksin. Al onu." Yengemin dediğini yaptım. "Oku," dedi.
Mektup kısaydı, şöyle diyordu:
Madam,
Bana yeğenim Jane Eyre'in adresini göndermek, sağlığından haber vermek iyiliğinde bulunur musunuz? Ona bir mektup yazmak, kendisini Madeira'ya çağırmak niyetindeyim. Tanrı'nın yardımıyla çok iyi bir duruma gelmiş bulunuyorum. Bekâr olduğum, çocuksuz bulunduğum için yeğenimi dünya gözüyle evlat edinmek, mirasımı da kendisine bırakmak isteğindeyim. Saygılarımla.
John Eyre, Madeira
Mektubun tarihi üç yıl öncesini gösteriyordu.
"Bundan benim niçin bir haberim olmadı?" diye sordum.
"Sana karşı beslediğim kin öyle köklüydü ki senin zengin olmanı düşünmeye bile dayanamıyordum, hele buna yardımcı olmaya hiç niyetim yoktu. Senin bana karşı olan tutumunu hiç unutamıyordum Jane. Bir keresinde nasıl hışımla saldırmıştın üzerime! Benim, dünyanın en kötü insanı olduğumu söylemiştin. Benden nefret ettiğini, benim sana çok zalim davrandığımı söylerken öyle bir halin vardı ki... Sesin, yüzün hiç de çocuk gibi değildi! Sen böyle karşıma dikilip de içindeki zehri boşaltmaya başlayınca beni de bir korku almıştı: Dövdüğüm, itelediğim bir küçük hayvan, bana birden insan yüzüyle bakıp insan sesiyle lanet okumuş gibi, ödüm kopmuştu... Biraz su getir bana. Çabuk!"
Ona suyunu içirtirken, "Sevgili yengeciğim, düşünme artık bunları... Unut, gitsin," dedim. "O zamanki öfkemi de bağışla. Ne de olsa on yaşında bir çocuktum. Aradan sekiz dokuz yıl geçti."
Yengem beni dinlemiyordu bile. Suyunu içip derin bir soluk alınca, "Diyorum ya, unutamıyordum senin o hallerini!" diye konuştu. "Böylece senden öç aldım işte! Amcanın seni evlat edinmesini, refaha ermeni çekemezdim. Ona karşılık yazdım. Umut kırıklığına uğrayacağı için üzüldüğümü; çünkü Jane Eyre'in sağ olmadığını, Lowood'daki tifüs salgını sırasında öldüğünü yazdım... Şimdi artık sen dilediğini yap. Yalanımı hemen ortaya vurabilirsin. Sen zaten beni kahretmek için gelmişsin dünyaya. Son demimde bile bana işkence çektiriyorsun; çünkü o yaptığım işlerin anısı bütün huzurumu kaçırıyor. Ama karşımdaki sen olmasaydın öyle davranmazdım ben."
"Artık bu konuyu unutsan, beni bağışlayıp başka türlü..."
O, "Senin yaradılışın kötü!" diye sözümü kesti. "Bugüne dek anlayamadım gitti seni. Dokuz yıl her şeye boyun eğ, hiç sesini çıkarma da onuncu yıl birden öyle patlayarak ateş püskür... Hiç aklım almıyor bunu."
"Yaradılışım pek öyle senin sandığın kadar kötü değildir, yenge. Çocukken seni sevebilmek için içim giderdi; ama bırakmazdın ki sana sokulayım! Şimdi de seninle barışmayı yürekten istiyorum. Beni bir kere öp, ne olur!"
Yanağımı dudaklarına yaklaştırdım. O beni gene öpmedi. Yatağının üzerine doğru eğilmekle ruhunu sıktığımı söyledi, gene su istedi. Yerine yatırdığım zaman (suyu içirtebilmek için onu kolumun üzerinde kaldırıp doğrultmuştum), o buz gibi, nemli elini elimle örttüm. Cansız parmakları benim dokunuşumdan kaçmak ister gibi kasıldı... O camlaşmış gözler benim bakışlarımdan kaçınıyordu.
Sonunda, "Nasıl istersen, yenge," dedim. "Beni ister sev, ister sevme. Ben seni tamamen yürekten bağışlıyorum. Sen de Tanrı'dan af dile, huzura kavuş!"
Zavallı, bahtsız kadın! Artık ruhunu, düşünüşünü değiştirebilmesi için vakit çok geçti. Yaşarken benden nefret etmişti, benden nefret ederek ölecekti!
O sırada hastabakıcı, peşinde Bessie ile içeri girdi. Ben de yarım saat kadar oyalandım orada, yengemden bir yakınlık görmeyi umarak; ama böyle bir şey olmadı. Kendinden geçmek üzereydi. Aklı bir daha başına gelmedi, o gece yarısı hayata gözlerini yumdu. Son nefesini verirken ben başında değildim. Kızları da yanında yoktu. Ertesi sabah bize her şeyin sona erdiğini bildirdiler. Bu arada ölüyü yıkayıp yatağa yatırmışlardı. Eliza ile ben onu görmeye gittik. Georgiana haberi duyunca bağıra bağıra ağlamıştı; korktuğunu söyledi, içeri girmedi.
Yatakta Sarah Reed'in bir zamanlar pek gürbüz, pek canlı olan bedeni uzanmış yatıyordu... Kaskatı, hareketsiz, o buz bakışlı keskin gözler soğumuş gözkapaklarıyla örtülüydü; kaşlarında, yüzünün sert çizgilerinde o amansız ruhunun damgası vardı daha. Çok acı, karışık duygulara kapıldım bu ölünün karşısında. İçim kararıyordu ona baktıkça. Hiçbir acıma, hiçbir özlem, hiçbir iç yanması duymuyordum. Onun çok acı çektiğini düşündükçe fena oluyordum, ama kendim herhangi bir şey yitirmiş değildim, gözlerim yaşsızdı.
Elizal, annesini serinkanlılıkla süzdü. Birkaç dakika süren bir sessizlikten sonra, "Yapısı sağlamdı... Daha çok yıllar yaşaması gerekirdi; onun ömrünü dert kısalttı," diye fikir yürüttü.
Bir an dudakları titrer gibi oldu. Sonra bu da geçti ve Eliza dönüp odadan dışarı çıktı. Ben de dışarı çıktım. Hiçbirimiz tek bir damla gözyaşı dökmemiştik...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro