Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

31. Bölüm


Gateshead Konağı'nın müştemilatına, mayısın ilk gününde, ikindi üzeri saat beşte ulaştım. Önce oraya girdim. İçerisi mum gibi düzenli, tertemizdi. Pencerelere beyaz perdeler asılmıştı. Yerler lekesizdi; ocağın önündeki demir ızgara, uzun maşa pırıl pırıl cilalıydı; ocakta da dumansız, gür bir ateş yanıyordu. Bessie ocak başına oturmuş, en küçük yavrusunu emzirmekteydi. Küçük Robert'la küçük Jane de bir köşede sessizce oynamaktaydılar.

Ben içeri girince Bessie, "Tanrı senden razı olsun!" dedi. "Geleceğini biliyordum zaten."

Onu öperek, "Elbet, Bessie," dedim. "Çok geç kalmadık ya? Mrs. Reed nasıl? Umarım sağdır?"

"Evet, sağ. Aklı da biraz daha başında, şükürler olsun. Doktor onun daha bir-iki hafta dayanabileceğini söylüyor ama sonunda kurtulabileceğinden hiç umudu yok."

"Bugünlerde hiç benden söz etti mi?"

"Daha bu sabah seni anıyor, 'Gelse,' deyip duruyordu. Şimdi uyuyor... Daha doğrusu on dakika önce, ben konaktayken uykudaydı. Çoğu günler öğleden sonraları üzerine bir uyuşukluk geliyor; ancak altıda, yedide uyanıyor. İstersen biraz dinlen burada, Küçükhanım. Sonra gideriz."

Robert gelmişti. Bessie uyuyan çocuğunu beşiğe yatırarak gidip kocasını karşıladı. Sonra ille orada kalıp çay içeyim diye üsteledi. Solgun, bitkin göründüğümü söylüyordu. Onun önerisini sevinerek kabul ettim; beni çocukken soyduğu gibi şimdi de pelerinimi, şapkamı almasına hiç sesimi çıkarmadım. Onun hamarat hamarat ortalıkta dolaşmasını seyrettikçe eski günler aklıma geliyordu. Çay masasını en iyi porselen takımıyla kuruyor, ekmek dilimleyip kızartıyor, arada da, çocuklarını eskiden bana yaptığı gibi, hafifçe tokatlayıp iterek yola getiriyordu. Belli ki Bessie'nin tez canlılığıyla güzelliği kadar o çabucak parlayan öfkesi de hâlâ yerli yerindeydi!

Çay hazırlanınca kalkıp masa başına geçmek istedim. Bessie hep o eski dadı haliyle beni, "Otur oturduğun yerde!" diye payladı. Çayımı ocak başında içecekmişim! Önüme yuvarlak bir sehpa üzerinde çayımla kızarmış ekmeğimi verdi. Tıpkı eski günlerde, çocuk odasında beni mutfaktan çalınmış çörek börekle beslediği gibi! Ben de gülümsedim ve gene tıpkı eski günlerdeki gibi ona boyun eğdim. Bessie, Thornfield'de mutlu olup olmadığımı, evin hanımının nasıl bir insan olduğunu sordu. Evde yalnız beyefendi bulunduğunu söylediğim zaman da, "İyi bir bey mi bu adam? Kendisinden hoşnut musun?" diye öğrenmek istedi. Ben de evin beyinin, hayli çirkinse de, tam bir beyefendi olduğunu, bana karşı nazik davrandığını, yaşantımdan hoşnut olduğumu anlattım. Sonra ona son günlerde konakta kalmakta olan kibar konukları, aralarında düzenledikleri eğlenceleri anlatmaya başladım. Bunları Bessie merakla dinliyordu, tam onun zevkine göre şeylerdi.

Bu konuşmalar arasında bir saat geçip gitmişti. Bessie bana pelerinimi, şapkamı yeniden giydirdi, birlikte dışarı çıkıp konağa doğru yürüdük. Ondan hemen hemen dokuz yıl önce, şimdi çıktığımız şu yokuşu indiğim zaman da Bessie ile birlikte olduğumu anımsıyordum. Karanlık, sisli, soğuk bir ocak sabahı, beni barındırmak istemeyen bu evden, yüreğim acı, kin dolu, sürgüne gider gibi ayrılmıştım. Ta uzaklardaki, bilmediğim bir yere, Lowood'un soğuk koynuna atılmıştım... İşte şu anda, karşımda gene o beni istemeyen evin çatısı yükseliyordu, burada nasıl karşılanacağım henüz belirsizdi, içim hâlâ acı duygularla doluydu. Kendimi hâlâ yeryüzünde yersiz yurtsuz hissediyordum. Yalnız, bütün bunlara karşın, şimdi kendime olan güvenim çok daha gelişmişti, herhangi bir düşmanlıkla karşılaşmak olasılığı beni artık içimden yıkmıyordu. Uğradığım haksızlıkların açtığı o kanayan yaralar da kapanmış, içimden fışkıran öfke, hınç alevleri sönmüştü.

Bessie önüme düşüp konağa girerken, "Önce sabah salonuna gideceksin, Miss Jane," dedi. "Küçükhanımlar orada olacaklar."

Biraz sonra kendimi salonda buldum. Her şey, bütün eşyalar, Mr. Brocklehurst'ün ilk karşısına çıktığım zamanki gibiydi. Şöminenin önünde bile hâlâ aynı halı serili duruyordu. Kitap raflarına doğru bakınca Bewick'in History of British Birds adlı iki ciltlik kitabının üçüncü raftaki eski yerinde durduğunu, Gulliver'in Seyahatleri ile Binbir Gece Masalları'nın da hemen onun üstünde olduğunu seçer gibi oldum. Cansız şeyler olduğu gibi duruyordu; yalnız canlılar tanınmayacak kadar değişmişti.

Karşımda iki genç hanım vardı şimdi. Bunlardan biri uzun boyluydu... Hemen hemen Blanch Ingram'ın boyunda vardı, ama iyice de zayıftı; soluk benizli, sert, soğuk tavırlı. Bir rahibe havası seziliyordu üzerinde. Düz, dar etekli, kolalanmış beyaz yakalı elbisesinin aşırı yalınlığı, sımsıkı arkaya taranmış olan saçlarının düzlüğü, göğsüne astığı ucu haçlı, kara boncuk kolyenin dinsel görüntüsü bu havayı daha da vurguluyordu. Gerçi bu upuzun, kara kuru kadınla eskiden tanıdığım çocuk arasında hiçbir benzerlik yoktu; ama bunun Eliza olduğunda karar kıldım. Ötekinin de Georgiana olduğu kuşku kaldırmazdı; ne var ki, benim aklımda kalan Georgiana... On bir yaşındaki o tüy gibi, peri gibi kız çocuğu değil! Bu, sonuna kadar açmış iri gülleri andıran, etine dolgun bir tazeydi! Yapma bebekler gibi sarışın, güzel çizgili, baygın mavi gözlü, sarı bukleli. Onun sırtındaki elbisenin rengi de siyahtı, yalnız tarzı ablasınınkinden öyle değişik, öylesine yumuşak, daha biçimliydi ki, ablasını rahibeye benzeten karalar ona tam bir salon kadını havası veriyordu. Kız kardeşlerin ikisinde de analarından almış oldukları taraflar vardı. Kara kuru Eliza'da annesinin bal rengi gözleri; yuvarlak yapılı pembe-beyaz Georgiana'da da annesinin çenesi, avurt çizgileri. Annesininkine göre belki biraz daha yumuşaktı onun çenesi, gene de o yuvarlacık, yumuşacık yüzüne anlatılmaz bir katılık veriyordu.

Ben içeriye girince hanımların ikisi de kalktılar, beni "Miss Eyre" olarak karşıladılar. Eliza hiç gülümsemeden sert bir sesle, "Hoş geldiniz," dedi, sonra gene yerine oturarak gözlerini ateşe dikti. Beni unutmuş gibiydi. Georgiana ise, "Hoş geldiniz" sözlerine, yolculuğuma, havalara ilişkin birtakım basmakalıp sözler ekledi. Yayvan yayvan, ağır ağır konuşuyor, bir yandan da gözünün ucuyla beni süzerek tepeden tırnağa ölçüp biçiyordu. Bakışları şimdi eski yün pelerinimin soluk kıvrımlarında, sonra şapkamın düz kurdelesinde oyalanıyordu. Genç hanımlar, ağızlarını hiç açmadan, insana "rüküş" demesini iyi bilirler! Şöyle bir tepeden bakış, soğukça bir tavır, umursamaz bir ses, onların bu konudaki duygularını, ne sözle, ne de hareketle kabalık etmeye gerek kalmadan, açıkça ortaya vurur. Ne var ki, ister açık, ister kapalı olsun, hiçbir alay beni eskisi gibi ezemezdi artık. İki dayı kızının arasında otururken kendi kendime şaşıyordum: Birisinin tüm umursamazlığı, öbürünün yarı alaylı halleri karşısında öylesine rahat ve sakindim ki! Ne Eliza'nın aldırmazlığı beni kahrediyor ne de Georgiana'nın tepeden bakışı elimi ayağıma dolaştırıyordu. Aslında, benim aklım fikrim bambaşka şeylerdeydi. Şu son aylarda içimde, onların uyandırabileceğinden çok daha şiddetli duygular uyanmıştı. Onların hiçbir zaman uyandıramayacağı kadar derin, keskin acılar, mutluluklar tatmıştım ben. Şimdi artık bana karşı nasıl davranırlarsa davransınlar, vız gelirdi!

Biraz sonra, serinkanlılıkla Georgiana'ya bakarak, "Mrs. Reed nasıl?" diye sordum.

Böyle doğrudan doğruya soru sormak benim haddime düşmezmiş gibi Georgiana şöyle bir tafralı tutum takındı:

"Mrs. Reed mi? Ha, anneciğimi soruyorsun! Çok hasta, yazık! Kendisini bu gece görebileceğini hiç sanmıyorum."

"Gidip ona benim geldiğimi söyleyiverirsen çok sevinirim," dedim. Georgiana bir irkiliş irkildi, sonra o mavi gözlerini öfkeyle iri iri açtı. "Kendisi beni görmeyi pek istemiş, biliyorum," dedim. "Onun dileğini hiç geciktirmeden yerine getirmek isterdim."

Eliza, "Annem akşamleyin rahatsız edilmekten hoşlanmaz," dedi.

Ben de ayağa kalktım, şapkamla eldivenlerimi çıkardım; gidip Bessie'yi bularak Mrs. Reed'in beni bu gece kabul edip etmeyeceğini sordurtacağımı söyledim. Dışarı çıktım. Bessie'yi bulup yengeme gönderdikten sonra başka gerekli işlere giriştim. Eskiden ben kendi başıma buyruk davranmaktan çekinirdim. Bir yıl önce konağa dönsem de bu biçim karşılansam hemen ertesi sabah çıkıp gitmeye karar verirdim. Şu anda böyle bir aptallık yapmaya hiç niyetim yoktu. Yengemi görmek için bunca yoldan gelmiştim. Onun yanında kalmam şarttı... İyi oluncaya ya da ölünceye kadar. Kızlarının kibirine, sersemliğine gelince, bunları unutmalı, hiç oralı olmamalıydım. Kâhya kadını bulup bir oda istedim. Bir-iki hafta kalacağımı söyledim. Bavulumu yukarı taşıttım; kendim de odama çıkarken sahanlıkta Bessie'yle karşılaştım.

"Hanımefendi uyanık," dedi. "Senin geldiğini bildirdim. Gel, bakalım seni tanıyacak mı?"

O çok iyi bildiğim odaya gidebilmem için bir yol gösterene gerek yoktu! Eskiden kaç kez azar işitmek ya da ceza yemek için çağırılırdım bu odaya! Bessie'nin önü sıra çabucak yürüdüm. Usulca açtım kapıyı. Masanın üzerinde gölgelikli bir lamba yakılmıştı; çünkü ortalık kararmaya başlıyordu. İşte kehribar renkli perdeleriyle gene o eski, dört sütunlu, koca karyola! İşte tuvalet masası, koltuk, işlemediğim suçlar için af dilemem gerektiği zaman üstüne diz çöktüğüm iskemle! Gözlerim koltuğun bir köşesine kaydı. Orada, bir zamanlar ödümü koparan değneğin o incecik karaltısını görecek gibi oldum. Karyolaya yaklaştım. Perdeleri araladım, üst üste yığılmış duran yastıklara doğru eğildim.

Mrs. Reed'i hiç unutmamıştım. Çok iyi tanıdığım yüzüne şimdi heyecanla baktım. İyi ki insanın öç alma istekleri, öfkeleri, hıncı, nefreti zamanla sönüyor, unutuluyor. Ben bu kadından hınçla, nefretle dopdolu olarak ayrılmıştım. Şimdi yanına döndüğüm sırada duyduğum tek şey, onun çektiği büyük acılara karşı bir tür acıma, bütün kırgınlıkları unutup bağışlamak, barışıp dostça karşılanmak için büyük bir özlemdi.

Ezbere bildiğim o yüz işte karşımdaydı; her zamanki gibi sert, inatçı; gözlerdeki o hiçbir şeyin eritemediği buz, o despotça, buyurganlıkla biraz kalkmış duran kaşlar! Bu yüz benim üzerime kaç kez korku, nefret yağdırmıştı. O haşin çizgileri gördükçe çocukluktaki korkularımın, üzüntülerimin anısı nasıl da yeni baştan canlanıyordu! Gene de eğilip öptüm onu. O da bana baktı.

"Jane Eyre mi bu?'

"Evet. Nasılsınız?'

Bir zamanlar onun adını bir daha ağzıma almayacağıma yemin etmiştim. Şimdi bu yemini bozmayı günah saymıyordum. Parmaklarım elini kavramıştı. O da benim elimi sevgiyle sıksa nasıl sevinecektim! Ama, katı huylar öyle kolay kolay yumuşamaz. Köklü soğuklukların giderilmesi de pek öyle kolay değildir. Elini elimden çekti, yüzünü biraz yana doğru çevirerek havanın pek ılık olduğunu söyledi. Sonra o buz gibi bakışlarını üzerime dikti. Onun bana ilişkin düşüncelerinin, duygularının hiç değişmediğini, hiçbir zaman da değişmeyeceğini o saat anladım. Sevginin parlatamadığı, gözyaşlarının yumuşatamadığı o mermer gözlerin bakışından anlıyordum ki, yengem beni hep kötü bir insan olarak görmeye kararlıydı. İyi olduğuma inanmak, ona yüce bir kıvanç vermezdi ki! Yanılmış olmak onu ancak küçük düşürür, ağırına giderdi!

Önce içim burkuldu. Sonra öfkelendim. Sonra da bu kadını yola getirmek, onu kişiliğine, iradesine karşın egemenliğimin altına almak için bir azim duydum. Gözlerim yaş dolmuştu... Tıpkı çocukkenki gibi. Kaynaklarına geri dönsünler diye buyurdum onlara. Yatağın başucuna bir sandalye çektim, oturdum; hasta kadına doğru eğildim, "Beni çağırmışsınız," dedim. "Ben de geldim. Sizin durumunuzu iyice anlayıncaya kadar da başınızda kalmaya niyetim var."

"A, elbet!" dedi. "Kızlarımla görüştün mü?"

"Görüştüm."

"Söyle onlara; aklımda birkaç şey var... Bunları seninle konuşuncaya kadar burada kalmanı istiyorum. Bu gece çok geç. Sana söyleyeceklerim aklıma gelmiyor. Ama bir şey vardı... Dur bakayım..." Dalgın bakışları, peltek konuşması, bir zamanlar o kadar gürbüz olan yapısının şimdi nasıl yıkıntıya döndüğünü belli ediyordu. Hafifçe kımıldayarak, yorganını üzerine çekmeye çalıştı. Dirseğim yorganın bir köşesini bastırmıştı. Sinirlendi. "Doğru otur!" diye beni payladı. "Bırak yorganı da canımı sıkma benim! Jane Eyre misin sen?"

"Jane Eyre'im."

"O çocuğun bana verdiği sıkıntılara kimseler inanmaz. Başıma kaldı benim... Öyle bir yük! Her gün, her saat kızdırırdı beni... O anlaşılmaz huyları, birden taşıp köpürmeleri, herkesi durmadan gözetlemesiyle. Büyümüş de küçülmüş gibi halleri vardı. İnan olsun, bir keresinde deli gibi, ifrit gibi çıkıştı bana. Ben ömrümde böyle konuşan, böyle davranan çocuk görmedimdi! Onu başımdan savınca sevindim, doğrusu. Lowood'da nasıl idare ettiler onu acaba? Humma görülmüştü orada... Öğrencilerin birçoğu ölmüşlerdi. Jane ölmedi ama ben öldü dedim. İstedim onun ölmesini."

"Çok garip bir istek, Mrs. Reed. Neden bu kadar nefret ediyorsunuz bu kızdan?"

"Onun annesinden de nefret etmiştim, oldum olası; çünkü kocamın tek kız kardeşiydi, gözünün bebeği. Yoksul bir papazla evlenince bütün aile o kadını dışladı, ama benim kocam onlara karşı geldi. O kadının ölüm haberi geldiği zaman da kocam deliler gibi ağladı. İlle çocuğu yanımıza aldırtalım, diye direndi. Oysa ben, çocuğu bir sütninenin evine ver, parasını gönder, diye yalvarmıştım. İlk gördüğüm an sevmedim onu... Marazlı, zırıltılı bir şeydi. Başka çocuklar gibi bağırıp ağlamaz, beşiğinde sabaha kadar zırlar dururdu. Kocam pek acırdı ona. Kucaklar, pışpışlardı, kendi çocuğu gibi. Kendi çocuklarıyla o kadar küçüklüklerinde hiç meşgul olmamıştı ya... O da başka! İlle, bizim kendi çocuklarımız da bu sığıntıya sokulsun, güler yüz göstersin ister, yırtınırdı. Benim yavrularımsa o veledi görmeye bile dayanamıyorlardı. Bunu ne zaman ortaya vursalar babaları küplere biniyordu... Son hastalığında durup durup o sığıntıyı istetti, yanından ayırmadı. Ölümünden hemen bir saat önce, bana yemin bile ettirtti... O pis şeyi evimden hiç ayırmayacağım diye! Yoksullar yuvasından bir piç getirip elime vereydi daha iyiydi bence!.. Ama kocam zayıf karakterli bir adamdı, yaradılıştan zayıf. John'um hiç babasına çekmemiş... Çok seviniyorum buna. John bana ya da dayılarına çekmiş... Sapına kadar Gibson!.. Ah, o para mektuplarıyla başımın etini yemekten bir vazgeçse!.. Ona verecek param kalmadı artık. Yoksul olup çıkacağız bu gidişle. Zaten şimdi bile hizmetçilerin yarısına yol verip evin bir bölümünü kapamam gerek; ya da kiraya vermeli. Buna dünyada katlanamam; ama başka türlü nasıl geçineceğiz? Gelirimin üçte ikisi ipotek ödemelerine gidiyor. John da öyle çok kumar oynuyor ki... Hep de kaybediyor, zavallı oğlum benim! Dolandırıcıların, hilebazların elinde kaldı! Battı, mahvoldu, rezil oldu John... Kendi de öyle feci çöktü, değişti ki gördüğüm zaman onun adına utanıyorum, inan olsun!"

Yengem aşırı heyecanlanmıştı. Karyolanın öbür yanında duran Bessie'ye dönerek, "Ben artık gitsem iyi olacak," dedim.

"Öyle, Küçükhanım. Çoğu akşamlar böyle konuşuyor. Sabahları daha sakin oluyor."

Ayağa kalktım. Yengem, "Dur!" diye bağırdı. "Bir diyeceğim daha var. John korkutuyor beni... 'Kendimi öldürürüm, seni öldürürüm!' deyip duruyor hep. Arada rüyalarıma giriyor: Boğazı kesilmiş ya da suratı şişmiş, morarmış. Öyle bir çıkmazdayım ki! Dertlerim öyle yüklü ki! Ne yapmalı? Nereden para bulmalı?"

Bessie ona yatıştırıcı bir ilaç vermeye çalıştı; bunu zorlukla yapabildi. Mrs. Reed biraz duruldu, uyuklamaya başladı. Yanından ayrıldım. Onunla bir daha ancak on günü aşkın bir zaman sonra görüşebildim. Hep uyuşuk bir halde yatıyor, sayıklıyordu. Doktor, heyecanlanma, demişti. Ben de, Georgiana ve Eliza ile elimden geldiğince iyi geçinmeye çalışıyordum. Başlangıçta buz gibi soğuk davrandılar bana. Eliza koca bir gün, ne bana, ne kız kardeşine tek bir söz söylemeden oturup dikiş dikiyor, kitap okuyup yazı yazıyordu. Georgiana saatler saati kanarya ile gevezelik ediyor, ben orada değilmişim gibi davranıyordu. Ben ise onlara karşı canım sıkılmış ya da yapacak işim yokmuş gibi görünmemeye kararlıydım. Resim araç gereçlerimi yanımda getirmiştim, bundan yararlanıyordum. Yanıma kalem kutumla kâğıt alarak kız kardeşlerden ayrı bir köşede, pencere başına oturuyor, hayalimin döner aynasında durmadan değişen görüntülerin resimlerini çiziyordum: iki kaya arasından görünen deniz; ufuktan yükselen ay, ayın tekerleği önünde bir gemi karaltısı; göl suları üzerinde sazlar, bunların arasında saçları nilüfer çiçekleriyle taçlanmış bir su perisinin başı; bir çalılıktaki serçe yuvasında oturan bir orman cini...

Bir sabah karakalemle bir yüz çizmeye başladım... Nasıl bir yüz olacağını kestiremiyordum, pek de umursadığım yoktu. Yumuşak bir karakalem alıp ucunu kalınlaştırdım, koyuldum çalışmaya. Çok geçmeden kâğıt üzerine geniş, çıkık bir alınla dört köşe bir avurt çizgisi geçirmiş bulunuyordum. Hoşuma gitti bu. Dış çizgilerin içini ayrıntılarla doldurmaya başladım. O alnın altına gür, düz, kalın kaşlar yaraşırdı. Bundan sonra da sert çizgili, geniş delikli, düzgün bir burun gelecekti elbet. Sonra, etlice dudaklı, ifadesi anlaşılmaz bir ağız, orta yerinde belirli bir çukuru olan, azimli bir çene. Alnın üstünde dalgalanan kömür karası saçlar da isterdi elbet. Şimdi sıra gelmişti gözlere. En çok dikkati onlar gerektirdiği için en sona bırakmıştım gözleri. İri iri çizdim, güzel bir biçim verdim. Kirpikleri uzun, gür tuttum; gözbebeklerini de iri, parlak.

Çizdiklerimi gözden geçirince, "İyi! Ama gene de tam değil! Etki vermek, ateş vermek gerek bu gözlere!" diye düşündüm. Böylece, ışıklar daha parlak dursun diye gölgeleri daha koyu düşürdüm. Yerinde kullandığım birkaç çizgi başarılı oldu. İşte ben şimdi bir dostla göz gözeydim. Karşımdaki genç bayanlar benden yüz çevirse de ne önemi vardı artık! Önümdeki resme baktım. Canlı gibi duran bu portreye gülümsedim. Kendimi kaptırmış, mutluydum!

Eliza, "Tanıdığın birinin portresi mi bu?" diye sordu.

Sessizce gelip arkamda durmuştu. Bu portreyi kafadan çizmiş olduğumu söyledim, hemen öteki kâğıdın altına sokuşturdum. Yalan söylüyordum elbette. Mr. Rochester'ın, aslına pek uygun bir portresiydi bu. Ama, bundan Eliza'ya, başkalarına neydi? Bu ancak beni ilgilendirirdi. Şimdi Georgiana da resimlere bakmak için yanımıza gelmişti. Öteki resimler pek hoşuna gitti, ama portre için, "Çirkin bir adam," dedi. O da, ablası da benim resim çizmekteki hünerime şaşmış gibiydiler. Onların portrelerini çizmeyi önerdim. İkisi de sırayla modellik ettiler bana, karakalemle resimlerini çizdim. Sonra Georgiana kendi resim albümünü çıkardı. Ona bir suluboya resim armağan edeceğime söz verdim. Georgiana bunu duyar duymaz neşelendi, parkta bir gezinti önerdi.

Sokağa çıkalı daha iki saat olmadan Georgiana bana sırlarını anlatmaya dalmıştı. İki yıl önce Londra'da geçirdiği parlak kış günlerini, çevresinde uyandırdığı hayranlığın öyküsünü, hatta unvan sahibi bir soylunun gönlünü fethetmiş oluşunu dinledim. Akşamüzeri, geceleyin bir arada olduğumuz sürece Georgiana daha da açıldı: Hayranlarıyla kendi arasında geçen birçok romantik konuşmaları, duygusal sahneleri anlattı. Kısacası, o gün, kibar kişilerin yaşantısı üzerine bir romandan bir bölüm okumuş gibi oldum. Bu açılıp sır vermeler her gün yinelendi. İşlenen konu hep aynıydı: Georgiana'nın kendisi, aşkları, tasaları. Tuhaftır, ne ağabeyinin ölümüne, ne annesinin hastalığına, ne de ailenin para durumunun şu sıradaki bozukluğuna bir kez bile değinmiyordu. Aklı fikri geçmişteki eğlencelerin anılarıyla, gelecekteki eğlence âlemlerinin hayalindeydi sanki. Annesinin hasta yattığı odada her gün beş dakika geçiriyordu... Daha çok değil.

Eliza hâlâ pek az konuşuyordu. Besbelli konuşacak zamanı yoktu. Ömrümde ondan daha meşgul bir insan görmemiştim, diyebilirim. Gelgelelim, nelerle meşgul olduğunu kestirebilmek, daha doğrusu bu hamaratlığının meyvelerini görmek güçtü. Hizmetçisini, kendisini sabahleyin erken kaldırması için sıkılamıştı. Kahvaltıdan önce neler yaptığını bilemiyordum, ama kahvaltıdan sonraki günü kesin bölümlere ayırmıştı, her bölüme de ayrı bir iş düşüyordu: Günde üç kez küçük bir kitap çıkarıp gözden geçiriyordu ki elime alıp bakınca bunun bir dua kitabı olduğunu gördüm. Sonra her günün üç saatini, hemen hemen halı büyüklüğündeki bir dört köşe kırmızı kumaşın kenarlarını simli ipekle işlemeye veriyordu. Bu örtüyü ne yapacağını sorunca Gateshead dolaylarında yeni kurulan bir kilisenin sunak örtüsü olacağını söyledi. İki saat defterlerine anılarını yazıyor, iki saat sebze bahçesinde kendi başına çalışıyor, bir saat de bütçe ile hesap defterini denkleştirmeye ayırıyordu. Söyleşiye, konuşmaya hiç ihtiyaç duymaz gibiydi. Kendince mutlu olduğu kanısındayım. Bu program ona yetiyordu; en çok sinirine dokunan şey de bu şaşmaz düzeni bozacak bir olay çıkmasıydı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro