Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

25. Bölüm


Thornfield Malikânesi'nde yaşam şimdi pek neşeli geçiyordu, hem de son derece hareketli. Çatısının altında geçirdiğim dinginlik, tekdüzelik, tenhalık dolu o ilk üç aydan nasıl da bambaşkaydı şimdi! Artık evin havasında hiçbir üzüntü, sıkıntı kalmamıştı; sabahtan akşama değin her yer cıvıl cıvıl yaşam kaynıyordu. Bir zamanlar çıt çıkmayan balkonlu koridordan, içlerinde in cin top oynayan ön odalardan ne zaman geçseniz mutlaka şık oda hizmetçileriyle ya da iki dirhem bir çekirdek uşaklarla karşılaşıyordunuz.

Mutfak, kiler, hizmetçilerin bölüğü, sofalar da öyle, yaşam ve hareket doluydu. Ancak güzel bahar günlerinin mavi gökleri, tatlı güneşi içeridekileri bahçeye çektiği zaman salonlar bomboş kalıyordu. Hava bozup da birkaç gün sürekli yağmur yağınca bile evin içindeki neşe bulutlanmadı. Açık hava eğlencelerinin sona ermesine karşılık ev içinde düzenlenen eğlentiler daha canlandı, çeşidi daha bollandı.

İlk akşam, yeni bir eğlence önerildiğinde, ne yapacaklarını merak ettim. "Sessiz oyun" oynamaktan konuşuyorlardı, ama ben bunun ne olduğunu bilmiyordum. Uşaklar çağrılıp yemek masaları yanlara çekildi, kemerin karşısına bir yarım çember yaparak dizildi. Mr. Rochester'la öteki beyler bu işe göz kulak olurken hanımlar da yukarı kata çıkıp iniyor, hizmetçilerini çağırıyorlardı. Mrs. Fairfax'i de çağırdılar; evde şal, tuvalet, örtü gibi neler bulunabileceğini sordular. Üçüncü kattaki kimi eski dolaplar karıştırıldı, içlerindeki eskiden kalma kasnaklı, simli içetek, saten yelek, dantel yaka gibi şeyler, oda hizmetçilerinin kucağında, yığın yığın aşağıya taşındı. Sonra bunlardan işe yarayacak olanlar seçilerek büyük salona alındı. Bu sırada efendimiz hanımları yanına toplamış, kendi takımından olacakları seçiyordu.

Miss Ingram, "Benim, elbette," dedi, sonra Eshton'ların kızlarıyla seçti. Bir de benden yana baktı. Bir rastlantıyla yakınındaydım; çünkü Mrs. Dent'in bileziğinin açılmış olan klipsini kapatıyordum. "Sen de oynar mısın?" diye sordu. "Hayır" der gibi başımı salladım. O da üstelemedi. Tutturacak diye pek korkmuştum ama her zamanki köşeme çekilmeme izin verdi.

Efendimle takımı perdenin arkasına geçtiler. Albay Dent'in başkanlığındaki öbür takım da hilal biçimi dizilmiş olan sandalyelere geçip oturdular. Mr. Eshton bu arada beni görmüştü. Sanırım beni de aralarına almalarını önerdi; ama Lady Ingram hemen buna karşı geldi. "Yok, yok, pek aptal bir hali var; aklı ermez bu oyuna," dediğini duydum.

Çok geçmeden bir çıngırak çalındı, perde kalktı. Kemerin altında Sir George Lynn'in iri yarı yapısı beyaz bir çarşafa bürünmüş olarak duruyordu. Önündeki masada açık bir kitap vardı, yanında da, Mr. Rochester'ın pelerinine bürünmüş, eli kitaplı, Amy Eshton görülüyordu. Dışarıdan birisi çıngırağı neşeyle şıngırdattı, vasisinin takımına katılmak için direnmiş olan Adela, kolundaki sepetin içinden dört bir yana çiçekler saçarak ilerledi. Onun arkasından da Blanche Ingram'ın beyazlar giymiş şahane endamı göründü: Başında uzun bir duvak, alnında gülden bir çelenk. Yanında da Mr. Rochester geliyordu. Masaya yanaştılar. Yere diz çöktüler. Beyazlar giymiş olan Mrs. Dent'le Louisa Eshton da onların arkasında yerlerini aldılar. Dilsiz oyunu gibi bir tören yapıldı ki bunun bir nikâh pantomimi olduğunu anlamak pek kolaydı.

Sonunda Albay Dent'le takımı bir-iki dakika fısıldayarak görüştüler. Albay, "Gelin bu!" diye bağırdı.

Rochester eğilerek onu selamladı, perde indi. Yeniden açılıncaya kadar epey zaman geçti.

Bu kez geçen seferkinden daha ayrıntılı hazırlanmış bir sahne ortaya çıktı. Daha önce de söylediğim gibi, oturma salonuna yemek odasından iki basamakla çıkılıyordu. Şimdi ikinci basamağın üzerinde, biraz geride kocaman bir mermer tekne gözüme çarptı. Bunun limonluktan getirildiğini anladım; çünkü hep orada, yabancı bitkiler arasında durur, içinde mercan balıkları yüzerdi. Getirilmesi çok zahmetli olmuş olsa gerekti; çünkü hem kocaman, hem de pek ağırdı. Bu teknenin yanı başında, bir halının üzerine oturmuş olarak, Mr. Rochester görülüyordu; şallara bürünmüş, başı türbanlı, o koygun gözleri, esmer teni, bir Pagan'ı andıran yüz çizgileri, bu kostüme bütünüyle uymuştu. Tam bir Arap sultanını andırıyordu. Derken, ortaya Miss Ingram çıktı. O da Şark stilinde giyinmişti: belinde kırmızı kuşak, başında işlemeli örtü. O güzel, dökme kolları çıplaktı. Bir kolunu başında zariflikle taşıdığı testiyi tutmak için kaldırmıştı. Yapısı, yüzü, rengi, edasıyla Tevrat'ta adı geçen İsrailoğulları prenseslerini andırıyordu; canlandırdığı kişi de bunlardan biri olsa gerekti. Tekneye gidip eğilerek testisini dolduruyormuş gibi yaptı, sonra gene başının üzerine koydu. Kuyu başındaki adam şimdi onun karşısına dikilmiş bir şeyler ister gibiydi. Kadın testisini indirerek ona biraz su verdi. Adam da bunun üzerine maşlahının koynundan bir kutu çıkarıp açtı, içindeki nefis bileziklerle küpeleri göz önüne serdi. Kadın şaşkınlık, hayranlık belirtti. Adam yere diz çökerek bu takıları onun ayakları dibine serdi. Kadının yüzü, davranışları inanmazlıkla sevinç yansıtıyordu. Adam bilezikleri onun kollarına, küpeleri kulaklarına geçirdi. Bu Eliyezer'le Rebeka'nın canlandırılmasıydı. Sahneyi tamamlamak için bir develer eksikti! Karşı takım gene baş başa verdi. Besbelli bu sahnenin simgelediği sözcük ya da hecenin ne olduğunda bir anlaşmaya varamamışlardı. Temsilcileri olarak Albay Dent "tabloyu bütünü"yle rica etti, bunun üzerine perde gene indi.

Perdenin üçüncü açılışında salonun ancak bir bölümü göründü, geri kalan yerler koyu renkli, kaba dokulu perdelerle örtülmüştü. Mermer havuz görünürlerde yoktu. Onun yerinde tahta bir masayla bir iskemle duruyordu. Bütün şamdanlar söndürülmüş, eşyaları yalnızca ölgün bir fener ışığı aydınlatmaktaydı. Bu sefil manzaranın orta yerinde, yumruklarını dizine dayamış, gözlerini yere dikmiş, bir adam oturuyordu. Kir pas içindeki yüzüne, kavgada paralanmışa benzeyen yırtık pırtık kılığıyla yüzündeki korkunç ifadeye, başındaki kaba kıllı, fırça gibi perukaya karşın efendimi tanıdım. Yerinden kımıldayınca bir zincir şakırdadı. Elleri kelepçeliydi.

Albay Dent, "Bridewell!" diye bağırdı; bilmece de çözülmüş oldu.

Oyuncular kostümlerini çıkarıp kendi kılıklarına büründükten sonra yemek salonuna döndüler. Mr. Rochester'la Blanche Ingram yan yanaydılar. Blanche onun rol yapma yeteneğini övüyordu: "Biliyor musunuz... Yarattığınız üç rolden en çok sonuncusunda beğendim sizi. Ah, daha önceki çağlarda dünyaya gelmiş olaymışsınız ne harika bir kibar haydut olurmuşsunuz, kim bilir!"

Efendim yüzünü Blanche'a doğru dönerek, "Yüzümdeki bütün isler çıkmış mı?" diye sordu.

"Ne yazık ki evet! Pek de yazık olmuş! Eşkıyalık size pek yaraşmıştı doğrusu!"

"Demek yol kesen haydutlara karşı sempatiniz var sizin?"

"Bir İtalyan haydut bulamazsam İngiliz kahramana razı olurum. Ama Doğulu bir korsanı hepsine yeğ tutarım, doğrusu!"

"Ben ne olursam olayım, siz benim karım olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın. Daha bir saat önce, bütün bu tanıkların huzurunda nikâh kıyıldı." Blanche kıpkırmızı kesildi; kıkır kıkır bir güldü.

Mr. Rochester, "Şimdi Dent, sıra sizde," dedi. Albay Dent'in takımı, perde arkasına çekilirken Mr. Rochester'ın takımı da boşalan sandalyelere yerleşti. Blanche başkanın sağına geçti, ötekiler de iki yana dizildiler. Ben oyuncuları seyretmiyordum artık; perde açılsın diye sabırsızlanmıyordum. Dikkatim seyircilere takılmıştı şimdi. Deminden beri perdelerden ayrılmayan gözlerimi şimdi de sandalyelerden yana dikmiştim. Albay Dent'le takımı ne gibi sahneler canlandırdılar, hangi sözcükleri seçtiler... Unuttum gitti. Yalnız, her sahneden sonraki görüşmeler hâlâ belleğimde: Mr. Rochester'ın Bianche'tan, onun da Mr. Rochester'dan yana döndüğünü, Blanche'ın başının da Mr. Rochester'dan yana iyice eğildiğini görür gibi oluyorum. Öyle ki saçları onun omzuna, hatta yanaklarına değiyordu! Fısıldaşmaları kulağımda, bakışmaları hâlâ aklımdadır; bu görüntünün içimde uyandırdığı duyguları bile hâlâ anımsarım.

Söylemiştim size, efendimi elimde olmadan sevmeye başladığımı. Sevmekten vazgeçmek elimde değildi artık. İstediği kadar o benim varlığımı bile unutmuş olsun; saatler saati aynı odada bulunduğumuz halde bana bir kez bile bakmasın. İstediği kadar bana eteğinin ucuyla bile dokunmaktan kaçınan, beni şöyle bir görse pis bir şey görmüşçesine hemen başını çeviren anlı şanlı bir hanımefendiye kendini kaptırmış olsun... Onu sevmekten vazgeçmek elimde değildi. İstediğim kadar onun bu hanımefendiyle yakında evleneceğinden emin olayım; istediğim kadar bundan o hanımefendinin de her gün biraz daha emin olduğunu, iyice gururlandığını bileyim; istediğim kadar efendimin günün her saatinde bu kadına kur yaptığını göreyim... Evet, alışılmış yollu bir kur yapmak değildi bu; çünkü efendim umursamaz davranıyor, kendisi kızın üstüne düşeceğine, üstüne düşülmesini bekliyordu. Ne var ki onun bu umursamazlığı, bu kendine güveni Blanche'ı büsbütün sarar, büyüler gibiydi.

Bu durumda üzüntü, umutsuzluk yaratacak çok şey vardı, ama sevgiyi azaltıp söndürecek hiçbir şey yoktu. Düşünürseniz kıskançlık yaratacak çok şeyler de vardı bu durumda... Yani, benim konumumda bir kız Blanche gibi bir kadını kıskanmak küstahlığını gösterebilirse! Ama ben kıskanmıyordum onu; daha doğrusu, pek seyrek kıskanıyordum. Çektiğim acının adına kıskançlık denemezdi; çünkü Blanche'ı kıskanmaya değmezdi. Benim kıskançlığımı uyandırabilecek düzeyde değildi o. Sözlerimin birbirini tutmayışını bağışlayın, ama dediklerim içtendir. Blanche göz alıcı bir şeydi, ama "has" değildi. Görünüş bakımından güzeldi, birçok parlak yetenekleri vardı; gene de ruhu yoksul, gönlü yaradılıştan çoraktı. Gönlünün toprağında kendiliğinden bitmiş hiçbir çiçek açmıyor, hiçbir dal zorlamadan meyve vermiyordu. İyi yürekli olmadığı gibi gerçekten zeki de değildi; kitaplarda okuduğu ağdalı cümleleri yineliyordu, hiçbir konuda kendiliğinden bir görüşü yoktu. Çok duygulu olduğunu ileri sürüyor, aslında anlayış, acıma nedir bilmiyordu. Sevecenlik, dürüstlük, bağlılık diye bir şey yoktu onda. Zavallı Adela'ya nedense hiç kanı kaynamamıştı, onu yok yere itelemekle duygusuzluğunu, taş yürekliliğini çok zaman ortaya vuruyordu. Kızcağız ona sokulacak olsa Blanche hemen kırıcı bir sözle onu itiyor, kimi kez odadan kovuyor, ona karşı hep soğuk ve hoyrat davranıyordu. Onun kişiliğinin bu belirtilerini benim gibi izleyen, hem de dikkatle, amansızca, hiçbir şeyi kaçırmadan izleyen başka gözler de vardı. Evet, damat adayı Mr. Rochester, evlenmek niyetinde olduğu kadını sürekli göz hapsinde tutuyordu. İşte beni dinmez işkencelere boğan acı da onun bu dikkatli, tetikte tutumundan, Blanche'ın bütün kusurlarının bilincinde oluşundan, ona karşı en ufak bir ateşli duygu duymayışından kaynaklanıyordu.

Görüyordum ki efendim onunla aile, mevki uğruna, belki de unvanının hatırı için evlenecekti. Onun Blanche'a gönlünü kaptırmış olmadığından, Blanche'ta da bu paha biçilmez hazineyi kazanabilecek erdemler bulunmadığından emindim. İşte buydu işin püf noktası... İnsanın kafasında düğümlenen, burgu gibi beyni oyan sorun, gitgide yükselerek benliği saran humma ateşi buydu: Blanche Ingram, Mr. Rochester'ı büyüleme gücünden yoksundu!

Zaferi hemen kazanmış olsaydı, Mr. Rochester hemen vurulup bütün varlığıyla ona bağlansaydı, ben de bahtıma küser, karalar bağlar, onları aklımdan silmeye bakardım. Blanche Ingram iyi, yüksek ruhlu, kişilik sahibi, duygulu, sevecen, aklı başında bir kadın olsaydı, iki yırtıcı kaplanla aynı zamanda müthiş bir boğuşmaya tutuşmak zorunda kalırdım: kıskançlık kaplanı ile umutsuzluk kaplanı. Ama sonra, yüreğim parça parça olup tükenmiş bir durumda, bu kadına karşı saygı, hayranlık beslemekten kendimi alamazdım. Onun üstünlüğünü, efendime layık olduğunu kabul eder, ömrümün sonuna kadar huzura kavuşurdum. O, Mr. Rochester'a ne kadar layık olursa benim huzurum da o derece derin, saygım o derece büyük olurdu. Şimdi ise durum bambaşkaydı.

Blanche Ingram'ın efendimi büyülemek için giriştiği çabaları, bu çabaların nasıl her kez boşa gittiğini görüyordum. Kendisi ise boşuna uğraştığının farkında bile olmadan attığı her okun ereğe isabet ettiğini sanıyor, bu başarısından ötürü kurumundan yanına varılmıyordu. Onun bu kibirli kendini beğenmişliği, gözünü kamaştırmak istediği kişiyi gitgide soğutmakta, uzaklaştırmaktaydı. İşte bütün bunları gördükçe, hem sürekli bir heyecan içinde, hem de amansız bir baskı altında kalıyordum. Çünkü ben yalnız Blanche Ingram'ın başarısızlığa uğrayışını görmekle kalmıyor, onun başarıya ulaşmak için ne yapması gerektiğini de biliyordum. Efendime isabet etmeden hep ayakları dibine düşen, bir işe yaramayan oklar, biliyordum ki, daha usta bir elle atılmış olsa, o gururlu yüreğin tam ortasına saplanabilir, o sert bakışlı gözlerinde sevda, o haşin, alaylı yüzünde bir yumuşama yaratabilirdi; hatta, daha bile güzeli, silah falan kullanmaksızın, sessiz sedasız bir ele geçirme seferberliği başarıyla sonuçlanabilirdi.

"Bu kadın ona bu derece yaklaşmak mutluluğuna sahip olduğu halde, neden daha çok etkilemiyor onu?" diye kendi kendime soruyordum. "Onu gerçekten sevmiyor da ondan! Duyguları gerçek bir aşk değil! Onu gerçekten sevse böyle durmadan gülümsemek, anlamlı bakışlar fırlatmak, bu derece özentili nazlar, böyle hesaplı cilveler yaratmak gereğini duymaz. Bana öyle geliyor ki bu kadın salt onun yanında sessizce oturup daha az işve yapmakla onun gönlüne daha çok girebilirdi. Bütün parlaklığıyla onu büyülemeye çalıştıkça onun yüzü donuyor, sertleşiyor... Bense onun yüzünde ne bambaşka ifadeler görmüşümdür! Ne var ki bu ifadeler kendiliğinden doğmuştu; yapmacıklarla, hesaplı oyunlarla yaratılmış değil! Onun sorduklarına doğal karşılıklar verdikçe, yerinde, sırasında, yapmacıksız konuştukça yüzündeki ifade tatlılaşır, daha yumuşar, neşelenir, bir güneş gibi insanın içini ısıtırdı... Bu kadın ya evlendikten sonra onu hoşnut etmesini nasıl becerecek? Onların bu işi yürütebileceklerini hiç sanmıyorum. Oysa bana kalırsa bu iş pek güzel başarılabilir, efendimle evlenen kadın da yeryüzünün en mutlu kadını olabilir. Bütün varlığımla inanıyorum buna..."

Bu arada Mr. Rochester'ın kazanç, unvan hatırı için evlenmek tasarısını yerecek anlamda bir şey söylemiş değilim henüz. Onun böyle bir niyet beslediğini ilk sezdiğim zaman şaşaladım. Kendine eş seçerken böylesine bayağı amaçlar beslemeyecek bir erkek sanırdım ben onu. Ama durumu, iki tarafın konum, eğitim, öğrenim, çevre seviyelerini düşündükçe kendimi gitgide daha haksız bulur oldum. Mr. Rochester da, Blanche Ingram da, ta çocukluklarından beri ruhlarına işlemiş olan düşünüş yöntemlerine, geleneklere, inançlara uygun davranıyorlardı besbelli; bu yüzden de ben onları kınayamazdım. Bütün yüksek tabakada aynı inançlar geçerliydi, onların bu türlü düşünüşlerinde benim akıl erdiremediğim birtakım nedenler olsa gerekti. Gene de, bana öyle geliyordu ki ben Mr. Rochester gibi bir beyefendi olsam, ancak sevebileceğim bir kadını kendime eş olarak alırdım. Böyle bir evliliğin bir erkeğe vereceği mutluluk öylesine gün gibi ortadaydı ki, çaresiz, "Benim hiç bilmediğim birtakım sakıncaları da olsa gerek," diye düşünüyordum. Sakıncaları olmasa dünya âlem benim düşündüğüm gibi davranırdı. Şu da var ki son zamanlarda efendime karşı, salt bu konuda değil, bütün konularda büyük bir hoşgörü duymaya başlamıştım. Onun bir zamanlar hiç gözümden kaçmayan kusurlarını unutur olmuştum şimdi. Önceden onun kişiliğinin bütün yönlerini incelemeye, iyi yönleri kadar kötü yönlerini de görmeye, ikisini hakça tartarak dengeli bir yargıya varmaya çabalardım. Şimdiyse hiçbir kötü yön görmüyordum onda. Eskiden sinirime dokunan alaycılığıyla beni irkilten haşinliği şimdi bana yalnızca nefis bir yemeğe çeşni katan baharat gibi geliyordu: Varlıkları çok belirgin olarak duyulmuyordu, ama ortadan kalksalar arkada bir yavanlık bırakırlardı.

Sonra başka bir şey daha vardı: Dikkatli birisi Mr. Rochester'ın gözlerinde ara sıra anlaşılmaz, bilmeceli bir ifadenin belirdiğini ayrımsardı, ama yarı açılan bu ürkütücü uçurum, daha insan derinliğini ölçecek vakit bulamadan, kapanıverirdi. Düşmanca bir bakış mıydı bu, yoksa acı mı belirtiyordu? Bir içten pazarlığın mı, yoksa umutsuzluğun mu ifadesiydi? Eskiden bu bakış karşısında titrerdim... Yanardağlar arasında dolaşırken birdenbire yerin sarsıldığını duymuş, yarıldığını görmüşçesine. Bu gizemli ifadeyi efendimin gözlerinde hâlâ gördüğüm oluyordu. Her görüşümde de yüreğim çarpıyordu, ama korkuyla değil! Şimdi, çekinip kaçmak şöyle dursun, cesaretimi toplamak, uçurumun derinliklerini keşfetmek için can atıyordum. "Ne mutlu Blanche'a!" diye düşünüyordum. "Çünkü o ileride bu uçurumu rahat rahat görüp tanımak, gizlerini keşfetmek, bilmecesini çözmek fırsatını bulacak!"

Bu arada, ben yalnız efendimle ileride karısı olacak kadını görüp düşünür, yalnız onların konuşmasına kulak verir, yalnızca onların davranışlarını önemserken, topluluğun öteki kişileri kendi eylemlerini ve eğlencelerini sürdürmekteydiler. Lady Lynn ile Lady Ingram ciddi konuşmalar yapmayı sürdürüyorlardı. İki kocaman kukla gibi o türbanlı başlarını sallayıp duruyor, yüzüklü ellerini, yaptıkları dedikodunun cinsine göre, karşılıklı şaşkınlık, öfke ya da dehşet anlatımlarıyla kaldırıp açıyorlardı. O sakin Mrs. Dent, iyi huylu Mrs. Eshton'la arkadaşlık ediyordu ve bu iki hanımın ara sıra bana nazik bir gülüş, tatlı birkaç söz bağışladıkları da oluyordu. Sir George Lynn, Albay Dent, Mr. Eshton bir araya gelince, politika, memleket sorunları ya da yönetim işleri üstüne konuşuyorlardı. Lord Ingram, Amy Eshton'la flört ediyor, Louisa, Lynn Beyefendilerin biriyle şarkı söyler ya da piyano çalarken Mary Ingram da Lynn Beyefendilerden öbürünün nazik konuşmalarına baygın bir edayla kulak veriyordu. Arada hepsinin, sözleşmişler gibi, kendi yaptıkları işi bırakarak, başaktörle aktrisi dinleyip seyretmeye başladıkları da oluyordu; çünkü, ne de olsa, topluluğa ruh, can katan Mr. Rochester'dı, bir de, onunla yakın ilişkisi yüzünden, Blanche Ingram. Mr. Rochester salondan bir saat ayrı kalsın, konukların üzerine gözle görülür bir durgunluk çöker gibi oluyor, sonra o içeriye girer girmez konuşma yeni baştan canlanıyordu.

Onun iş için Millcote'a gittiği, geç saatlere değin de dönmeyeceği bir gün, topluluğa can katan, neşe veren varlığının eksikliği özellikle duyulmaya başlamıştı. Hava yağışlıydı. Hal köyünün ötesindeki bir alana geçenlerde çadır kurmuş olan çingeneleri gidip görmek için sabahtan verilmiş olan karar bu yüzden suya düşmüştü. Beylerden kimisi ahırlara, atlara bakmaya gitmişlerdi. Delikanlılarla genç kızların kimisi de bilardo oynamaktaydılar. Lady Ingram ve Lady Lynn avunma yolunu kâğıt oynamakta bulmuşlardı. Mrs. Dent'le Mrs. Eshton'un hoşbeş etme çabalarını kaba, kısa karşılıklarla yarıda kesen Blanche Ingram önce piyanoda kendi kendine, alçak sesle birkaç romantik şarkı çalıp söylemiş, sonra da kitaplıktan bir roman alıp gelerek gururlu bir bezginlikle kendini bir kanepeye bırakarak ayrılığın bitip tükenmez saatlerini bu yolda geçirmeye hazırlanmıştı. Salon, hatta bütün ev sessizlik içindeydi. Yalnız ara sıra, yukarıdan bilardo oyuncularının şakrak sesleri geliyordu.

Alacakaranlık basmaya başlamış, akşam yemeği için hazırlanmak zamanının geldiğini saat haber vermişti ki salonun penceresinde, benim yanı başımda oturmakta olan küçük Adela birden; "İşte Mr. Rochester geliyor!" diye bağırdı. Ben başımı çevirdim, Blanche Ingram ok gibi yerinden fırladı, herkes başını önündeki işten kaldırdı. Araba yolunun ıslak çakılları üzerinde tekerlek gıcırtıları, nal şakırtıları duyulmuştu. Bir araba yaklaşmaktaydı.

Blanche, "Eve arabayla dönmesinin sebebi ne ola ki?" diye söylendi. "Giderken Mesrur'a (yağız at) binmiş değil miydi? Kılavuz da yanındaydı. Onları ne yaptı acaba?" O uzun boyu, kat kat etekleriyle pencereye öyle yaklaşmıştı ki ben belkemiğim kırılacakmışçasına arkaya doğru kaykılmak zorunda kalmıştım. Blanche o heyecanla beni görmemişti bile. Beni ayrımsadığı zaman şöyle bir dudak büktü; başka bir pencereye geçti.

Araba durdu, sürücüsü kapıyı çaldı, uzun yoldan geldiği kılığından anlaşılan bir erkek arabadan indi. Mr. Rochester değildi bu... Uzun boylu, şık giyimli bir adamdı, bir yabancı.

Blanche, "Aman, ne kadar sıkıcı!" diye söylendi. Sonra Adela'ya dönerek, "Maymun çocuk sen de!" diye çocukçağızı payladı. "El âleme yanlış bilgi veresin diye mi oturttular seni pencereye!" Suçluymuşum gibi benden yana da öfkeli bir bakış fırlattı.

Taşlıktan konuşma sesleri geliyordu. Çok geçmeden o uzun boylu yolcu salondan içeri girdi. Hanımların en yaşlısı olması dolayısıyla Lady Ingram'ı selamladı.

"Biraz vakitsiz gelmişim galiba, hanımefendi," dedi. "Dostum Mr. Rochester evde değilmiş. Yalnız, çok uzak yoldan geliyorum. Mr. Rochester'ın çok eski, yakın arkadaşı olmama da güvenerek, izin verirseniz, onun gelmesini burada bekleyeceğim."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro